Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

Batılı Kavramlarla Kendimizi Tanımlamaya Çalışmak (Ne Kadar Doğru?)

Baştan söyleyeyim; bir sosyolog olarak değil, bir ilahiyatçı olarak değerlendirmelerimi yapmak istiyorum. Bir sosyolog olarak elbette batılı bir takım kavramlarla toplumları izah etmeye çalışmak mümkündür. Hatta bir ilahiyatçı olarak da yer yer batılı kavramlarla bazı hususları izah etmek mümkündür.  Buna ihtiyaç vardır ve etkileşim bazı noktalarda kaçınılmazdır. Şimdi meramımı birkaç örnek üzerinden açıklamak isterim.

1. Tarihsellik ve evrensellik kategorileri. Bunlar bize uyar mı? Kendimizi bunlarla ifade etmek isabetli midir? Batının evrensellikten anladığı şuydu: Pozitivizmin nesnelci yaklaşımı vardı. Nesnelcilik kendini evrensellik olarak dayatıyor ve lanse ediliyordu. İlave olarak Aydınlanma aklı da evrensel olarak nitelendiriliyordu. Bu akıl öyle bir akıl idi ki hiçbir tarih, hiçbir millet, hiçbir zaman tanımıyordu ve kendini mutlaklaştırıyordu. Modernizm ile birlikte bir evrensellik iddiası alıp başını gidiyordu. Bu anlayış ve yaklaşımlara tepkiler doğdu. Bu tepkilerden biri de tarihselcilik idi. Tarihselcilik bir açıdan evrensel olanı izafileştiriyordu, tarihle sınırlandırıyordu. Tarihselci olmak için, içinde bulunduğumuz tarihte, -yani Batı tarihinde olduğu gibi- pozitivizmin ve rasyonalizmin olması gerekiyordu. Bu şuna benzer: Bir ülkede laiklik olabilmesi için ruhban sınıfının olması gerekiyor, bir kilisenin olması gerekiyor. Bizim tarihimizde ruhban sınıfı da kilise de yok! Peki bizim tarihimizde pozitivizm veya rasyonalizm var mı? Yok! O zaman tarihselci olmak için de herhangi bir sebep de bulunmamaktadır. Aynı şekilde evrenselci olmak için de bir sebep yok!  Zira bizim düşüncede evrensellik batının anladığı evrensellik gibi değildir. Zira İslam yerel örf ve kültürleri dikkate alıyordu. Ayrıca Kur’an’da mensuh ayetler de, Arap toplumuna ait ifadeler de vardı. Hz Peygamber’e veya hanımlarına has naslar da vardı. Kendimi mutlak olarak evrenselci şeklinde nitelendirirsem bu durumlarla çelişmiş olurum. O zaman ben bu anlamda evrenselci değilim, olamam. Bizim düşüncemizde evrensellik şayet kabul edilecekse sadece Kuran’ın son kitap olması Hz Muhammed’in son peygamber olması manasındadır. Kitap ve sünnetin içinde evrensel veya tarihsel olanları belirlemenin yöntemini de usul-i fıkh bize vermektedir.

Şunu da ifade etmekte fayda var: Bizim bilgi nazariyemiz dengelidir. Akla da, duyulara da, habere de gerekli önemi verir. Bunlar hiçbir zaman “izm” şeklinde mutlakçılığa dönüşmemiştir. Mutlakçılık olmayınca evrenselci veya tarihselci olmaya da gerek kalmamaktadır.

2. Geleneksellik ve modernlik kategorisi. Şöyle bir algı vardır: Modernite geleneğe karşı çıkarak var olmuştur. Gelenek eskiyi, geçmişi modernite şimdiyi temsil eder. Modernizm, içinde mutlaka akılsallığı ve bireyselliği de barındırır. Gelenek bunları reddeder. Bununla birlikte gelenek-modernlik ilişkisini izah eden farklı kuramlar da vardır. Buna göre gelenek modernlik içerisinde süreklilik ifade eden şeydir. Gelenek yaratıcılığı sayesinde kendini şimdiye monte eder.

Batıda bazı Müslümanlar gelenekçi ekole mensup olduklarını ifade etmişlerdir. Bazı Müslümanlar da modern İslam yorumunu benimsediklerini beyan etmişlerdir. Ancak bu kabuller yumuşak ve geçişken bir şekilde değil sert bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu bir yana sosyolojik gözlem olarak bu kavramlarla bireyleri ve toplumu açıklamak mümkün, ancak Müslüman bir birey olarak kişinin kendini bu kavramlarla açıklaması isabetli midir? Bana göre bir Müslümanın bu iki kategoriden birine kendini mahkum hissetmesi veya bu kavramlarla kendini ifade etmeye çalışması sıkıntılıdır, sağlıklı değildir. Bu kavramlarla Müslümanın kendini ifade etmesi kavramların dayatmasına da maruz bırakmaktadır. Yani kavramlar biz farkında olmasak da içeriklerini bize dayatmaktadır. Bugün modernist denilenler bile kendi fikirlerini meşrulaştırmak için tarihe dönüp dayanak aramaktadırlar. Mesela mutezile kendi zamanı itibarıyla yenilikçi olsa bile bugün itibarıyla geleneksel bir düşüncedir. Müslüman filozoflar da böyledir. Ancak modernistler bunlara dayanabilmekte hatta yeri geldiğinde bir sahabiyi delil getirmekte veya bir tefsir kitabından işine yarar bir alıntı yapabilmektedir. Bu, modernistin yaratıcılığı anlamına gelmiyor, aksine işine geldiğini seçme anlamına geliyor.

Gelenekçiliğin de aynı şekilde sıkıntıları vardır. Mesela ben gelenekçiyim diyelim. Ama şimdiye geçmişi taşımak istiyorum, şimdiyi belli noktalarda esas alıyorum. Aklı önemsiyorum ama imanı da bir o kadar önemsiyorum. Birey olmayı önemsiyorum ama bir o kadar da toplumu da önemsiyorum. Yeni yöntem ve bakış açılarını önemsiyorum ama bir o kadar belki bazı noktalarda ondan daha önemli olarak da kendi düşünce sistemimin yöntem ve bakış açısını önemsiyorum. Kısaca bir Müslüman olarak kendimi nasıl ifade etmeliyim? Gelenekçi olarak mı, modernist olarak mı? Gelenekçi ama modernliğe açık, modernist ama geleneği ihmal etmeyen şeklinde mi? Sosyolojik anlamda kategorilere sığınmak bana tuhaf geliyor! Bu faaliyet siyasal alanda yapıldığında ise hemen sırıtıveriyor. Radikal İslam, fundamentalist İslam, liberal İslam, ılımlı İslam gibi…

Tarihsel hafızamda beni ifade eden yerli kavramlar bulunmaktadır. Üst kavram olarak Müslüman; alt kavramlar olarak ehl-i sünnet Maturidi Eş’ari Hanefi Şafii gibi…  Çocukluğumuzda bize şöyle öğretilirdi: Hangi dindensin? İslam. Kimin milletindensin? İbrahim Aleyhisselam’ın. Kimin ümmetisin? Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin. İtikatta mezhebin nedir? Maturidi. Amelde mezhebin nedir? Hanefi. Bu size basit gelebilir ama yerleşik bir geleneğin de göstergesidir. Biz bu geleneği yaratıcı bir şekilde şimdiye monte etmemiz gerekirken maalesef bu geleneği ya sabitlemişiz ya da unutmaya ve unutturmaya çalışmışız. Ehl-i sünneti, Maturidiliği veya Hanefiliği beğenmemişiz, bunları tasfiye etmek istemişiz, ancak doğan boşluğu neyle dolduracağımızı söylemeyip şaşırıp kalmışız, dahası bu boşluğu yeni bir takım ideolojilerle doldurmaya çalışmışız! “Maturidiliği keşfettik” dediğimiz anda bile onu modernizme stepne yapmışız, modernizmin yedeğine takmışız!

Mezkur iki kategori hakkında şunu ifade etmek isterim: Kefenin iki tarafı da batılıdır. Tarihselcilik de evrenselcilik de gelenekselcilik de modernlik de batılıdır. Kendimizi bu iki kavram çiftinden hangisinde konumlandırırsak konumlandıralım taklitten öteye geçmez. Ancak bunları kabul etmemekle de iş bitmiş sayılmaz. Önemli olan taklit değil yaratıcılıktır. Kendi kavramlarımıza sahip çıkarak dünya ile tanışmak… Pergelin bir ayağını sabit kılıp diğeriyle dünyayı dolaşmak… Mesele budur.

3. Engizisyon mahkemeleri. Bugün Müslümanların engizisyonundan bahsedilmektedir. Acaba tarihte bazı Müslüman bilim adamlarının öldürülmesi, kovuşturulması, soruşturulması ve darp edilmesi engizisyona benzetilebilir mi? Evet görünüşte elbette bir benzerlik var ama mahiyetleri itibarıyla aynı şey midir? Buna cevap verebilmek için engizisyon mahkemeleri ne idi sorusuna cevap aramak lazım.

Engizisyon, Ortaçağda batı ülkelerinde, Katolikliğin katı inançlarına karşı gelenleri sapkın sayarak cezalandırmak için kurulan kilise mahkemesine verilen isimdir. Bu mahkeme Roma’daki Papalık tarafından idare edilirdi. Yargıçların yetkileri çok büyüktü. İlk defa olarak 1184’te İtalya’nın Verona şehrinde papazlar meclisi, dini işlerle uğraşacak bir mahkeme kurulmasını kararlaştırmıştır. İşte bu mahkemenin adı, Engizisyon idi.

Bu durumda engizisyon, bir din kurumu olan kilisenin devletten bağımsız kurduğu ve insanları orada yargıladığı bir mahkemedir.  Bu din kurumu Katolikliktir ve kutsal kitaba dair tüm yorumu tekelinde bulundurmaktadır. Bu yoruma muhalif olanlar sürek avıyla sistematik olarak takip edilmekte, bulunduklarında yargılanıp öldürülmektedir. Bizim geleneğimizde kurumsal anlamda böyle bir dini yapılanma yoktur. Ehl-i sünnet itikadı yapılanması dahi tamamen ulema elinde şekillen sivil bir özellik arz etmektedir. Ehli sünnet resmi ve kurumsal anlamda yorum tekelini eline almamıştır. İcma teorisi ile muhalif görüşlere karşı gelmekte ancak bu tamamen sivil bir faaliyet olarak yürütülmektedir. Peki tarihimizdeki öldürmeler, kovuşturmalar, darpler ne anlama gelmektedir? Bunlar ya siyasi bir eylemdir ya ulemânın kıskançlığının bir tezahürüdür ya da taassupkar avamın işidir. Tarihe baktığımızda her gruptan alimin başına bu tip şeylerin geldiği söylenebilir. Mutezilenin başına geldiği gibi ehli sünnet ulemanın da başına gelmiştir. Filozoflar bu tip şeylere maruz kaldığı gibi ehl-i hadis de bu tür şiddetlere maruz kalmıştır. Diğer taraftan bunlar hiçbir zaman ve hiçbir dönemde sistematik olarak uygulanmamıştır.

O halde İslam geleneğinde söz konusu olan şiddet olayları, yorum tekelini elinde bulunduran kilisenin sistematik cezalandırmak için kurulan engizisyon mahkemelerine benzetilebilir mi?

Bütün bunlar bana iki tarihin benzerliklerden dolayı karşılaştırılabileceğini ama asla birbirinin yerine konulamayacağını göstermektedir.

Bu çerçevede şu soruları da sorup bitirmiş olalım:

Tarihte gelenek içerisinde yenilikler elbette olmuştur. Ama bu bir modernleşme midir?

Tarihte gelenek içerisinde dünyevileşme, günaha girme söz konusu olmuştur. Ama bu bir sekülerleşme midir?

Tarihte gelenek içerisinde üretim ve ticaret olmuştur. Ama bu bir kapitalistleşme midir?

Tarihte gelenek içerisinde çalışmaya teşvik, dünyayı imar her zaman olmuştur. Ama bu bir Protestanlık ruhu mudur?

Tarihte gelenek içerisinde cemaat, topluluklar ve millet var olmuştur. Bunun bir halk ve ulus anlamında olduğu söylenebilir mi?

Tarihte gelenek içerisinde yönetim erki anlamında devletler var olagelmiştir. Ama bunların ulus devlet olduğu söylenebilir mi?

Tarihte gelenek içerisinde şeriatın da uygulandığı devletler söz konusudur. Ama bu yönetim biçiminin batıda görülen teokrasi ile benzeştiği söylenebilir mi?

Tarihte gelenek içerisinde akıl vardır, akıl kullanılmıştır. Ama bu aklın aydınlanma ile çerçevesi çizilmiş akıl olduğu söylenebilir mi?

Tarihte gelenek içerisinde ferd vardır ve bu ferd sorumluluk sahibidir, ama bu modernliğin yücelttiği birey ve bireysellik anlayışıyla benzer midir? Modernlik insana bireyliğini verirken bedel olarak ondan ne istemiştir?

Tarihte gelenek içerisinde insan araştırmaları, insana değer verme söz konusu olmuştur. Ancak bu bir hümanizma mıdır?

Kanaatim odur ki, Batı tarihinde olup bitenlerle bizim tarihimizde olup bitenler belki bazı açılardan birbirine benzeyebilir ama asla birbirinin aynı değildir. Onun için kavramların kendi tarihlerindeki gelişimi ve kazandığı anlamların eş zamanlı ve ard zamanlı olarak takip edilmesi zorunludur. Elbette bu durum batılı kavramlarla konuşup yazamayacağımızı göstermez. Bu kavramları yeri geldiğinde kullanacağız. Ama bütün mesele bu kavramları içselleştirmek ile inancımızda bir dönüşüm olup olmadığını ya da bizlerden bir şeylerin kayıp gidip gitmediğini kavrayabilmektir. Onun için sadece batılı kavramları bilmek yetmez aynı zamanda ve daha fazlası kendi medeniyetimizin idrakinde de olmamız gerekir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir