Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

“Tarihi Yeniden Yazmak İsteyenler Tarih Yazanları Örnek Almalıdırlar”

Muş Alparslan Üni. Rektörü Prof. Dr. Fethi Ahmet Polat, Malazgirt Zaferi’ni Anlatıyor:

Abbâsî Halifesi’nin girişimleri ile İslâm dünyasının her tarafında Sultan Alparslan ve Selçuklular için dua edilmesi, hatta bunun için bir de özel metin kaleme alınması, Bizans’a karşı mücadele eden Selçukluların tüm İslâm dünyasının temsilcisi olduğuna işaret eder. Ayrıca bu metin, beka sorunu ile karşı karşıya kalan Müslümanların, olabilecek en somut ifadelerle kurtarıcı bir iradeye râm olduklarının belgesidir.

Ağustos, Türkiye için iki zaferin de adıydı. Sultan Alparslan, 947 yıl önce Malazgirt’teki kahramanlığıyla Anadolu’yu Türklere yurt kılarken Mustafa Kemal Atatürk de 96 yıl önce Büyük Taarruz’la Anadolu’yu güvence altına almıştı. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın himayesinde devletin, Malazgirt ruhunu milletin ufkuna teklif etmesi hem Türkiye hem de diğer Müslüman ülkelerde yeni bir tarih okumasının yapılması gerektiğine dair fark edişin bir yansıması olarak kabul ediliyor. Prof. Dr. Fethi Ahmet Polat, bu teklifi aynı zamanda İslâm tarihini yapan kurucu unsurların yeniden inşa edilip edilemeyeceği sorusuna da cevap arama girişimi olarak görüyor. Polat, “Burada yeni bir birlik idealine atıfta bulunulduğuna kuşku yok” diyor.

Malazgirt Savaşı’nda Alparslan’ın başarısı, dönemin İslâm dünyasını oldukça ilgilendirmiş gözüküyor. Abbasî Halifesi Kâim Biemrillâh’ın bir cuma günü yapılacak savaş için teşvik edici bir hutbe hazırlatıp bütün minberlerde okunmasını emretmesi, askerî gücüne ilaveten Selçukluların, İslâm dünyasının manevî desteğini almak istemesi ne anlama geliyor? Neden endişe duyuyor ya da neler olacağını umuyorlardı?

Cevaplarımın tarihsel referanslarını tespit hususunda katkı sunan iki değerli bilim insanına, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Mustafa Alican’a ve Muş Alparslan Üniversitesi Selçuklu ve Malazgirt Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Dr. Öğretim Üyesi Bahattin Çatma’ya teşekkürlerimi ve minnettarlığımı ifade ettikten sonra suallerinize cevap vermeye çalışayım.

Abbâsî Halifesi’nin girişimleri ile İslâm dünyasının her tarafında Sultan Alparslan ve Selçuklular için dua edilmesi, hatta bunun için bir de özel metin kaleme alınması, Bizans’a karşı mücadele eden Selçukluların tüm İslâm dünyasının temsilcisi olduğuna işaret eder. Dua metni okunduğu zaman bu fiili durum hemen göze çarpar. Bu metinde Sultan Alparslan bir İslâm hükümdarı, kâfirlere karşı Allah’ın dinini muhafaza etmek gayesiyle yola çıkan bir mücahit olarak tavsif edilir. Gerek bu metin gerekse dönemin diğer tarihî parametreleri, Selçukluların artık Müslümanlar tarafından siyasî ve askerî lider olarak kabul gördüklerini anlatır. Ayrıca bu metin, atıfta bulunduğu çok somut gerekçeler göz önüne alındığında, romantik bir tarih okumasından ziyade beka sorunu ile karşı karşıya kalan Müslümanların, olabilecek en somut ifadelerle kurtarıcı bir iradeye râm olduklarının belgesidir.

Selçuklu öncesi dönemde Bağdat’taki Abbâsî Halifeliği’nin temsil ettiği Sünnî İslâm dünyası ekonomik, kültürel, siyasî ve askerî açıdan zor durumdaydı. Mısır’daki Şiî-İsmâilî Fâtımî Halifeliği, Kuzey Afrika’dan el-Cezîre’ye kadar uzanan toprakları kontrol altına almış ve buradaki Sünnî İslâm idaresini ortadan kaldırmış iken yine bir Şiî hanedanı olan ve İsnâaşeriyye Şîa’sına mensup Büveyhîler, Bağdat’ı kontrol etmeye başlamışlardı. Hülasa, Sünnî Abbâsîler ciddi bir varoluş krizine tutulmuşlar, yarına çıkacaklarının garantisi olmayan günler yaşamaya başlamışlardı. Umutların sönmeye başladığı bu zaman diliminde Sünnî-mezhep Selçukluların 1040’lardan itibaren İslâm dünyasının tamamına hitap eden Sünnî bir siyaset söylemi geliştirmesi, Abbâsîler tarafından büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Esasen İslâm dünyasının temsilcisi olmanın çok fazla emek ve güç istemediği bu doğal ortam, Selçukluların kısa süre içerisinde lider bir topluluk olarak öne çıkmasının da yolunu açmıştı.

Selçukluların İslâm dünyasında birlik sağlama iddialarına caydırıcı bir cevap olmak üzere Romanos Diogenes komutasında düzenlenen sefer, İslâm dünyasında birlik tesis edilmesi durumunda nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaklarını, Bizans Devleti’nin görmüş olmasıyla ilgilidir. Nitekim İmparator’un ilan edilmiş amaçlarına baktığımızda; Selçukluları mağlup edip İslâm ülkelerini istila etmek, hatta -bazı Hristiyan metinlerinde- Bağdat’a kadar gidip buraya haç dikmek gibi motivasyonların vurgulu biçimde deklare edildiğini görürüz. Ve evet, o dönemde Selçuklular mağlup edildiği takdirde İslâm dünyasında bu amaçların tahakkukuna mani olabilecek hiçbir güç yoktur. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Düşen, tutunacağı dalı seçemez.” Talihin cilvesine bakın ki Müslümanların tutunacakları dal, İslâm tarihinin en dindar devletlerinden biri olarak tanımlanabilecek Selçuklular olmuştur. İçinde bulundukları durumun vahametini fark eden Müslümanlar, şükürler olsun ki en doğru alternatif olan Selçuklulara, İslâm’ın bu son ordusuna dört elle sarılmışlardır.

“Asabiye Güçlü ise Toplum da Güçlü Olur”

Malazgirt Zaferi’nin o zaman İslâm dünyasında doğurduğu sevinç dalgası, bu tür savaşlarda Müslümanların tek yürek olduğunun bir göstergesi… Bu tür savaşlarda silah ve asker üstünlüğünden ziyade moral gücün daha yönlendirici olacağını söyleyebilir miyiz?

Ona ne şüphe? Bizler, “Allah size yardım ederse şayet, size üstün gelecek hiç kimse olamaz! Ama bir de sizi terk ediverirse, ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminlere gereken, Allah’a güvenip dayanmalarıdır (Âl-i İmrân 3/160)” ayetini içselleştiren bir geleneğin çocuklarıyız. Bir toplumu ayakta tutan ruh, İbn Haldûn’un kavramını ödünç alarak söyleyecek olursak, o toplumu teşkil eden unsurlar arasındaki varoluşsal bağ anlamında ‘asabiye’ mefhumudur. Bu manada asabiyeyi ‘manevî güç’ olarak nitelendirmemizde bir mahsur yoktur. Asabiye güçlü ise toplum da güçlü olur. Asabiyenin zirve yaptığı zamanlar, toplumun ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kaldığı dönemlerdir. Malazgirt Zaferi de Müslümanlar arasında İslâm’ı temel alan bir asabiyenin ayan beyan ortaya çıktığı bir tarihî hâdisedir. Daha sonra Miryokelafon’da, Çanakkale’de, Sakarya’da, hatta 15 Temmuz’da, sonucu belirleyen gücün silah değil ‘asabiye’ olduğu herkes tarafından görülmüştür.

Malazgirt Savaşı’nı gözlemleyen Avrupa’nın, savaş sonrasında Bizans’a daha fazla destek vermek ve Haçlı Seferleri düzenlemek gibi bazı tedbirler aldığı görülüyor. Avrupa devletleri, bu savaşın sonucunda kendileri açısından doğacak sonuçları görebilmişler miydi? Bu savaştan sonra geliştirdikleri karşı siyasette Malazgirt Savaşı’nın ne gibi etkileri olmuştur?

Bizans tarafından yapılan ilk Haçlı Seferi çağrısının tarihi 1074’tür; yani Malazgirt Zaferi’nden üç yıl sonra… Bunun anlamı şudur: Malazgirt’ten sonraki sürece şahit olan Bizanslılar, Selçukluların neler yapabileceğini net biçimde görmüş ve Katolik Avrupa’yı uyarmaya çalışmışlardı. Bir anlamda “Eğer Selçuklular durdurulamazsa yalnızca biz değil, siz de tehdit altında olacaksınız” demişlerdi. Doğrusu bu çaba onlar açısından son derece haklı bir endişeye dayanıyordu. Malazgirt Zaferi’nin hemen ardından, çok değil 10 yıl içerisinde Anadolu’nun tamamına yakını İslâmlaşmış idi; bu çok önemli bir ayrıntıdır.

Anadolu topraklarının bu kadar kısa sürede İslâm ile buluşması, bu coğrafyada yaşayan farklı milletlerin, hayret edilecek kadar kısa bir sürede Selçuklulara kucak açtığını gösterir. Öte yandan 1070’lerin sonunda İznik’te Türkiye Selçuklu Devleti kurulduğu zaman Avrupalılar, Bizans’ın sözünü ettiği tehdidin yalnızca İstanbul’u kurtarmaya yönelik bir retorik olmadığını yakînen müşahede ettiler. 1090’lı yılların ortalarından itibaren altyapısı oluşturulan Haçlı Seferlerinin doğrudan Anadolu’yu hedef alması ve ilk Haçlı Seferi’nden sonra Çukurova, Urfa ve Antakya’da Haçlı devletlerinin kurulması asla tesadüf değildi. Haçlı Seferleri bütünüyle Türkleri durdurmaya ve mümkünse Anadolu’dan çıkarmaya odaklanmıştı. Uzun vadeli sonuçlarına bakıldığında bu seferlerin Anadolu’daki Türklerin ilerleyişini geciktirdiği görülür. Tüm bunlara ilaveten, Haçlı Seferlerini bir de Osmanlıların öncelikli hedef olarak Avrupa’yı seçmesi ile birlikte değerlendirdiğimizde, Hristiyan Batı’nın Malazgirt Zaferi’ni ve bu hadisenin gelecekteki sonuçlarını doğru okuduğunu kati biçimde anlamış oluruz.

Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun kapıları Türklere açılmış kabul ediliyor; ama Sultan’ın başşehri, İran içlerindeki Isfahan şehri. Hatta oğlu Melikşah döneminde bile Selçukluların başkenti Isfahan… Türkler, Alparslan’ın açtığı kapıdan Ege kıyılarına, oradan Balkanlara kadar gitmişler, fakat Alparslan tekrar Doğu’ya dönmüş oluyor; şaşırtıcı değil mi?

Pek sayılmaz; çünkü Büyük Selçukluların öncelikli hedefi Batı’ya ilerlemek değil, İslâm dünyasında birlik tesis etmekti. Zaten Selçukluların Malazgirt öncesi dönemde ilk olarak Suriye, Filistin ve Mısır’ı kontrol altına almayı amaçlayan dış politika vizyonları da bu hedefe sahip olmaları sebebiyledir. Bu dönemleri anlatan kaynaklarda, mesela İstanbul’un fethine dair İslâm dünyasında yaygın bir idealin varlığına ilişkin herhangi bir işaretin bulunmuyor olması da Selçukluların siyaset kavrayışını göstermesi bakımından önemli bir veri olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla Malazgirt Zaferi’ni kazandıktan sonra Bizans İmparatoru ile bir tabiiyet anlaşması yapan Sultan Alparslan’ın, Anadolu’ya ilerleme iradesi göstermemesi tabiîdir. Selçuklular savaştan sonra Doğu’ya yönelmiştir; çünkü Doğu’da, kurmak için büyük çaba harcadıkları siyasî birliğe yönelik ciddi tehditler baş göstermiştir. Melikşah, Berkyaruk, Muhammed Tapar ve Sancar dönemleri de Selçukluların Batı’ya değil, Doğu’ya ilgi gösterdiği dönemlerdir. Hanedan mensupları arasındaki hâkimiyet mücadeleleri, Doğu’dan gelen kesif göç grupları ve bunların mobilizasyonu, modern dönemlerde Haşhâşîler olarak nitelendirilen Bâtınîler vs… hepsi de ilginin Doğu’ya yöneltilmesi mecburiyetini doğurmuştur. Ayrıca Büyük Selçuklular o tarihlerde çok genç bir devlettir; yönetim mekanizması henüz tam oturmadığından, kendi öz coğrafyasını sarıp sarmalamak dışında özel bir çaba da göstermemişlerdir. Şu hususu da göz ardı etmemek gerekir: Özellikle Malazgirt’ten sonra sistematik bir çehreye bürünen Anadolu fetihleri, Malazgirt Zaferi’nin sağladığı hukukî ve psikolojik üstünlüğü de arkalarına alan Türkmen toplulukları tarafından yürütülmekteydi. Merkezî hükümetin esas öncelediği şey, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ‘mevcudu muhafaza ve kazanımları tahkim faaliyeti’ idi.

“Rayından Çıkmış Tarih Trenini Rayına Oturtma Ameliyesi”

Cumhuriyeti kuran irade kendini Anadolu’da Etiler gibi bazı medeniyetlere, Orta Asya’da ise Göktürklere vs. dayandırdı. Çanakkale, Kût’ül-Amâre gibi yakın tarihi kesitler bile görkemli bir şekilde kutlanmadı. Şimdi tarihte varlık bulan Türk devlet iradesi tabiî tarihsel zeminine geri mi dönüyor veya kendini o role namzet mi görüyor?

Sözünü ettiğiniz bu durum doğrudan doğruya tarihi anlamlandırma biçimimizle ilgili. En basitinden artık bizler, tarihi bir köken bulma arayışı olarak görmüyoruz. Tarihi, dertlerimizin derman kaynağı olan bir eczane gibi de görmüyoruz; seçmeci değiliz yani. Oysa Cumhuriyet’i kuran irade, konjonktürün de etkisiyle, ulus devlet anlayışını merkeze alan Batılı kavrayışı benimsemiş, tarihi de bu mercek yardımıyla okumaya çalışmıştı. Nitekim erken dönem Cumhuriyet elitlerinin Osmanlılara ilişkin pejoratif bir söyleme sahip olması bunun bir sonucudur. O dönemde –hatta bugün de- Batı’nın sosyal, siyasal, kültürel ve hatta zaman zaman dinî değerleri sözde bilimsel bir mutlaklığa ve evrenselliğe istinat etmekteydi. Bu evrensel (!) değerleri tevârüs eden Türk aydınları ve siyasetçileri kendi halklarını (büyük ölçüde halis niyetlerle) tenvir etmek istiyordu; ‘tepeden inmeci modernleşme’ dediğimiz şey… Bunun ilk ve en önemli adımı da ‘bilimsel’ bir tarih okuması yapmaktı ki bu da Türklerin ‘ne kadar köklü ne kadar güçlü ve ne kadar modern değerlere uygun’ bir geçmişe sahip olduklarını ortaya koymuş olacaktı. İşte Türklerin ‘aslında kadına verdikleri değer, özgür düşünme alışkanlıkları, din ve devleti ayırma yönelimleri, demokrasiye yönelik istekleri ve eğilimleri’ gibi ikinci el söylemlerin tamamı, bu tarih okumasından çıkarılacaktı.

Mutlak manada olmasa bile genel bir benimseyiş olarak bunun 90’lı yıllara kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. Fakat genel olarak postmodern paradigmalar, hassaten küreselleşme; Batılı ve Batıcı aydınların avurtlarını şişirerek üfürdükleri evrensel değerlerin, esas itibarıyla içi boş bir balon olduğunu ortaya koydu ve paradoksal biçimde yereli, otantik olanı, özgünlük ve özgüllüğü öne çıkararak tarihi anlamlandırma biçimlerinde köklü dönüşümler yaşanmasına yol açtı. Bugün Malazgirt, Çanakkale ve Kûtü’l-Amâre gibi simgesel hadiselere yaklaşımımızı belirleyen yeni bakış açılarını edinebilmemizi sağlayan da bu olmuştur. Bu de-facto durum, yaklaşık iki asırdan bu yana rayından çıkmış olan tarih trenini yeniden rayına oturtma ameliyesidir.

‘Tarihte varlık bulan Türk devlet iradesinin tabiî tarihsel zeminine geri dönmesi’ ya da ‘kendini o role namzet görmesi’ meselesine gelince, bu sonucun gerçekleşmesi en büyük temennimiz olsa da bunu biraz da yeni tarih okuma biçimimiz ile bu okuma sayesinde neler yapabileceğimiz belirleyecektir. Sınırlarımızın hemen yanı başında patlak veren elim hadiseler, ülkemizin bir kesiminde 40 yıldır süregelen terör, 17-25 Aralık MİT TIR’ları olayı, Gezi hadisesi ve 15 Temmuz darbe girişimi ile gün yüzüne çıkan bütün bu saldırılar, tarihteki kutlu yürüyüşünü tekrarlamaya azmetmiş ülkemizin önünü kesme çabaları değil de nedir?

Alparslan’ın Malazgirt Zaferi’ni sadece askeri bir zafer olarak görmek ve anmak yeterli midir? İşin arkasında Gazzalî ile kurucu paradigmanın inşa edilmesi ve bunun medrese ile bilgi rejiminin sürekliliğinin sağlanması, Nizâmülmülk ile de iktidar rejimindeki süreklilikle devletin bekasına yönelik tasarrufların etkisi yok mudur? Bugün Malazgirt’i sadece askeri bir zafer olarak öne çıkartmak ve arkasındaki kurucu iradeye vurgu yapmamak yeterli olabilir mi?

Esasen tarihi bir sinema filmi gibi, tek temaya odaklanmış bir tecrübeymiş gibi görmemiz insan olarak en büyük hatamız. Tarih, kendisini var eden sayısız aktörün tecrübesine, bu tecrübeyi okuyanlar tarafından giydirilen bir elbise gibi… Tarihin nesnel yanı, öznel yanlarına kıyasla çok az. Dolayısıyla bu soru çok önemli bir noktaya parmak basıyor. Tarihin hem birçok göz tarafından nakledilen nesnel vakaları hem de birçok göz tarafından üzeri örtülen sübjektif yanları var. Ayrıca objektif olarak nakledilen kısımları da dâhil, tarihi okuyanlar tarafından tarihe biçilen bir rol, çizilen bir rota var. Dolayısıyla eksik tarih okumalarımız kadar kimi zaman gafil kimi zaman yanlı tarih okumalarımız var.

Filhakika insana dair her şey düşünsel zemini zenginleştiren dinamiklere sahiptir. Ontolojik, epistemolojik ve etik bakış açısından yoksun bir okuma biçimi sorunludur. Düşünsel altyapısı bu unsurlardan herhangi birine yaslanmayan herhangi bir meselenin varlık âlemine yansıması kendine özgü biçimde olmaz (amorf). Binaenaleyh bir fenomen olarak tarihî hadiselerin özüne temas etmeden onları anlamaya ve anlatmaya çalışmak, en fazla haz verici bir edebî faaliyet olur. Malazgirt’i eşik yapan anlam dünyasına (ontoloji), onu düzgün biçimde kavramamıza yarayacak sağlam tarihsel verilere (epistemoloji) ve bu tecrübenin o dönemde mevcudu ve müstakbeli muhafaza eden tutum ve davranışlarına (etik) odaklanmamız gerekir ki bu da Selçuklularla birlikte Ehl-i Sünnet idrâkinin siyasî yönden evirildiği biçimdir. Yukarıdaki belirlemeler nazar-ı itibara alındığında, Malazgirt’e salt bir askerî zafer muamelesi yapmak, meselenin özünü ıskalamak olur. Bu perspektifte Sultan Alparslan, motor güç olarak Türk devlet geleneğini; Nizâmülmülk, kadim Fars irfanına yaslanan derûnî bakış açısını ve Abbâsî Halifesi Sünnî İslâm idrâkini temsil eder.

Malazgirt Savaşı esnasında henüz 13-14 yaşında olan Gazzâlî’ye gelince, başka birçok mütefekkir ile birlikte, daha önce başlayan bir tarihsel dönüşüm sürecinin fikrî anlamda muhafızı, muhakkimi ve hizmetkârıdır Gazzâlî. Onu, sözünü ettiğimiz kapsamlı sentetik paradigmanın tek ve belirleyici kurucusu addetmek, Batı menşeli oryantalist vülger felsefe tasniflerinden hareketle Gazzâlî’yi, ‘İslâm tarihinin sözde bilimsel gerileyişinin ana sebebi ve günâh keçisi’ olarak tanımlamak isteyen yüzeysel yaklaşımın negatifi olarak bir tür tehlikeli oksidantalist toptancılığa karşılık gelir.

Bize göre dönemin en belirleyici ismi, ümerâ ve ulemâ arasında kurulması son derece zor ve hassas dengeyi büyük bir başarı ile korumuş olan ve Siyâsetnâme’si ile ümeraya, bir savunma hattı gibi kurduğu muhteşem medrese ile ulemaya yön vermiş olan kudretli vezir Nizâmülmülk’tür. Sünnî anlayışın bu yılmaz bekçisi, Zemahşerî gibi dönemin en büyük müfessirini, bütün yalvarıp yakarmalarına rağmen, Mu’tezilî olması hasebiyle Nizâmiye medreselerine yaklaştırmamıştı. Nizâmülmülk, İslâm dünyasının bu kırılgan dönemlerinde Sünnî düşünceyi bulandıracak en küçük bir teşebbüsün dahi eğitim kurumlarına sızmasına izin vermemekle Sünnî devlet geleneğinin teorik alt yapısını en güçlü şekilde temellendirmişti.

“Birlikte Var Olma, Ötekinin Hukukuna Saygı Duyma Erdemlerinin Teminatı”

Tarihsel bazı olayların henüz tam olarak sonuçlanmadığından bahsedilebilir. Malazgirt Zaferi’nin bugüne etki eden sonuçları nelerdir? Yani bugün için Malazgirt, neyin güvencesi ve teminatı olarak değerlendirilmelidir?

Merhum Akif, “Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” derken, galiba bu suâlin cevabını da vermiş oluyordu. Tarihî hadiselerin her hâlükârda bir şeylerin sebebi olduğu düşünüldüğünde, hiçbir hadisenin tam olarak sonuçlanmadığını ve dolaylı da olsa tarihin sürekli bir varlık icra ettiğini söyleyebiliriz. İbret alınmayan tarih, sebepleri ve sonuçları itibarı ile sürekli tekrar eder; ancak ders çıkarılan tarihe, tekrardan çok yeni bir tarih olarak değer veririz. Malazgirt Zaferi de böyledir. Bu zaferden sonraki süreçte kısa vadede bütün Yakın Doğu’nun sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve hatta dinî haritası değişip dönüşmüş, uzun vadede ise bu dönüşümün farklı tezahürlerine Avrupa topraklarında tanık olunmuştur.

Bahse konu değişim ve dönüşümün temel dinamiği, altını çizerek söyleyelim, topyekûn bir çoğulculuk idrâkinin yerleşmesidir. Selçuklulardan önce yüzyıllardan beri korkunç bir Bizans baskısı altında inim inim inleyen -heterodoks olarak görülen farklı mezhepleri temsil etmekte olan- Doğu Hristiyanları, Alparslan’ın bölgeye egemen olması ile dinî özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Yine Selçuklu öncesi dönemde Müslümanlar arasındaki birlik nosyonunun buharlaşmasına sebep olan birçok siyasî-dinî mezhep bu dönemde siyasî aşırılıklarından arınmış, arınmak zorunda kalmıştı. Meseleye buradan bakıldığında, kendisinde simgeleşen bu derin anlamıyla Malazgirt, birlikte var olma, ötekini tanıma, ötekinin hukukuna saygı duyma gibi bugün ziyadesiyle ihtiyaç duyulan erdemlerin teminatı olarak görülebilir.

Sultan Alparslan’ın Anadolu’da elde ettiği zafer, kendi dönemi ve bugünkü Müslümanlar için neler ifade eder?

Malazgirt Zaferi’nin gerek o dönemde gerekse bu dönemde İslâm dünyası için ifade ettiği anlam, hiç kuşku yok ki ‘ümmet’ kavramının tüm Müslümanlar tarafından içselleştirilmesi ve bir adım daha ileri gidersek, Müslümanlar kadar gayrimüslimlerin de ortağı olduğu bir ‘İslâm medeniyeti’ ikliminin tesis edilmesidir. Sokaklarında en az Müslümanlar kadar Hristiyan ve Yahudilerin de huzurla gezdiği, aldatma ve aldatılmanın söz konusu olmadığı, sanat zevkinin zirve yaptığı bir medeniyet, farklılıklara rağmen bir arada yaşayabilme erdeminin toplumsal algıda ma’kes bulmasıyla vücuda gelebilir.

Söz konusu perspektif, dışlayıcı (exclusive) değil, kuşatıcı (inclusive) bir toplum idealine sahip olduğunuz zaman kazanılabilir. Siyasî bakımdan Sünnî İslâm’ın çoğulcu iklimini temel alan bu nosyon, Türklerin devlet geleneği ve askerî deneyimi ile Fars irfânından beslenen derûnî bakış açısı mezcedilmek suretiyle kuşatıcı bir reel-politiğe dönüştürülmüştür. Selçuklular bu siyasete; nefreti ve şiddeti kati olarak dışlayan tüm barıştırıcı ve toparlayıcı kavrayış biçimlerini bünyesine dâhil edip kendi parçası haline getirerek ulaşabilmiştir. Farklılıkların varlığını yadsımak bir yana onları garanti altına alıp kendisinden bir parça haline getiren bu atmosfer, doğal olarak şiddet eğilimlerini de törpülemiş ve çok geçmeden Anadolu’da aşırılıkçı söylemlerin marjinalleştiği bir vasat teşekkül etmiştir. Velhasıl Malazgirt’in İslâm dünyası açısından ifade etme potansiyeline sahip olduğu muazzam anlam dünyası, tavzih edilmeye gerek duyulmayacak kadar açıktır.

“Tarihi, Devler ya da Devlerin Omuzlarında Ufku Gözlemleyenler Yazabilir”

Devletin, Malazgirt ruhunu milletin ufkuna teklif etmesi, en üst konumdan bunların dillendirilmesi, devletin, Müslüman halklarla ilgili kendine yüklediği misyonu ne şekilde deşifre ediyor? Bu zafer İslâm âlemi ile ilgili hangi iddialarımızı gündeme taşıyor?

Devletin, Malazgirt ruhuna ilişkin teklifi, hem ülkemizde hem de diğer Müslüman ülkelerde yeni bir tarih okumasının yapılması gerektiğine dair fark edişin bir yansımasıdır. Bu teklif aynı zamanda İslâm tarihinin kurucu unsurlarının yeniden inşa edilip edilemeyeceği sorusuna da cevap arama girişimidir. Burada yeni bir birlik idealine atıfta bulunulduğuna kuşku yok. Esasen Cumhuriyet döneminde satır aralarında kimi aydınlarımız tarafından dile getirilse de ‘İslâm Birliği’ ideali ilk defa bir deklarasyon eşliğinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından siyasî literatürümüze dâhil edilmiştir. Ne yazık ki o dönemlerde bu ideal kimi zaman fantastik bir özlem kimi zaman cılız resmî görüşmeler kimi zaman da popülist siyasi atraksiyonlar olarak görülüp önemsizleştirilmek istenmiştir. Allah’tan, günümüzde bu ideal açık bir resmî iradeye dönüşmüştür.

İslâm dünyasının tamamını kuşatabilecek bu siyasî söylemin, hülyâdan imkâna dönüştüğü günümüzde, tarihte üstlenmiş olduğumuz oyun kurucu rolün güçlü biçimde yeniden dünya siyasetine dâhil olması, Türkiye’nin bir zamanlar olduğu gibi bugün de İslâm dünyasını temsil etme gücüne erişmek üzere olduğunun kanıtıdır. Mamafih ülkemizin kendisine yüklediği -veya Müslüman kardeşlerimiz tarafından bize yüklenen- misyon yahut İslâm âlemine yönelik iddialarımız, önümüzdeki dönemlerde elde edeceğimiz başarılar, siyasî pratiklerimiz ve alabileceğimiz inisiyatifler ışığında gerçek anlamına kavuşacaktır.

Milletin havsalasına tarihsel hedef olarak Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü esas alınıp 2023, İstanbul’un Fethi olarak 2053 ve Malazgirt Zaferi’ne atfen 2071 gibi, ilki 100, ikincisi 600 ve üçüncüsü 1000 yıllık hedeflerin konulması tarihte ve gelecekte neyin sürekliliğine vurgu yapmaktadır? Ya da bu tarihsel kesitler geleceğe hangi düğümleri atmak istemektedir?

Kızıl Elma’sı olmayan bir toplumun kayda değer bir tarihi olamayacağı için tarihte iz bırakması da mümkün olmaz. Tarihin yalnızları, tarihe yön veremez. Dostoyevski’nin romanlarında yalnızlık ve amaçsızlık olguları inanılmaz psikolojik tahliller eşliğinde anlatılırken ‘ülkü ve ideal’ mefhumunun ne kadar önemli olduğu anlaşılır. İppolit, toplumda herhangi bir yeri olmayan, eksikliği halinde üzüntü duyulmayan sıradan bir insan olmanın ıstırabını yansıtır iç konuşmalarına. Budala’nın Prens Mışkin’i, “Bir karasineğin dahi gideceği yeri, sığınacağı bir yuvasının olduğu şu dünyada ben ne kadar yalnızım Allah’ım!” derken, yarına dair beklentisi ve umudu olmayanların nasıl bir ruh hali yaşadıklarını dile getirir. Toplumlar da bundan farklı değildir; yarını belli olmayan bir ülkenin yüksek ideallerinden bahsetmek mümkün müdür? Ulaşacakları hedefleri bulunmayan insanların tutkuyla sarılacakları yarınları olabilir mi? İnsanın görüş mesafesi ne kadar uzak, hedefleri ne kadar parlak olursa istekleri ve tedbirleri de o denli güçlü, isabetli ve sonuç alıcı olur. Cücelerin sırtında tarih yazan millet yoktur; tarihi, devler ya da devlerin omuzlarında ufku gözlemleyenler yazabilir.

Son 15 yıldır Türkiye’de özellikle dile getirilen 2023, 2053, 2071 hedefleri; “Artık kendi köklerimizden beslenen bir tarih kurgusu yapmanın zamanı gelmiştir” diyen insanların, toplumun kaderine yön vermekte olduğuna işarettir. Bu eğilimi benimsediğimizi ve bugüne kadar biriktirdiğimiz hiçbir şeyi paranteze almadan, kendimizi bir bütün olarak idrâk etmeye önem atfetmeye başladığımızı gösteren önemli bir ülkü ve idealden bahsediyoruz bugün. Buradaki mesaj son derece açıktır: Geçmişimiz belli, ne yaptığımız, ne tür başarılar kazandığımız ve hangi büyük hedeflere demir atmak istediğimiz de belli. Niçin aynı malzemeyi kullanarak bu ihtişamı tarih sahnesinde yeniden görünür kılmayalım?

Malazgirt Zaferi’ne yapılan vurgu diyalektik olarak Türk Devleti’nin mukavemet yönünün Batı olduğuna ve yeni paradigmanın Batı’nın anti tezi olduğuna mı işaret ediyor? Ya da bugün tarihsel Bizans kimlerdir?

Bir tür diyalektikten söz etmek mümkün elbet… Fakat bunu Batı’nın anti tezi şeklinde negatif bir diyalektik olarak değil, Batı’yı da içeren, onun mâmelekini temellük eden ve son tahlilde onu da aşan pozitif bir diyalektik olarak görmek gerekir. Nihayet tarihi okuma biçimimiz toptancı bir bakış açısına dayanmadığından, ne Batı’yı ve Batılı değerleri bir çırpıda silip atabiliriz ne de Bizans’ı ve onu var eden değerleri yok sayabiliriz. Öte yandan kurulmak istenen bu yeni ilişki türünün klasik anlamda ‘hegemonik bir ideoloji olarak Batılılaşma’ ile dikotomik bir zeminde temas kurduğunu özellikle vurgulamalıyız. Eğer Türk Devleti bir şeyin anti tezi olacaksa bu, Batı değil, ‘19 ve 20. yüzyılın kurucu nasları olarak dayatılan Batılı değerler’dir. Bizce buradaki temel mesele şudur: Orta Çağlarda olduğu gibi monoblok bir dünyadan bahsedemiyoruz; dinî, kültürel, sosyal, siyasal, etnik ve ekonomik yekpârelikler yok artık… Bu sebeple herkese hitap eden bir söylem üretmek için sentetik olmak zorundayız. Peki, bugün Bizans kimdir? Çok açık; son iki yüzyıldır dünyaya biçim veren ve diğerlerinin özgül varoluşlarını hiçe sayan Batılı değerler ve bu değerleri mutlaklaştırma gayreti içerisinde olan herkes… Bunlar içerisinde birbirinden farklı sosyo-kültürel gerçekliklere sahip dinî, etnik, siyasî topluluklar olduğu gibi kendisini Müslüman olarak tanımlayan, ancak özde İslâmî değerlere yabancılaşmış topluluklar da olabilir.

Devletin ilk defa bu derece büyük bir kadro ile Malazgirt’te olması ne anlam ifade ediyor?

Bugün idealize ettiğimiz birlik düşüncesi yeni bir şey değildir. Bunu şimdiye kadar kimsenin benimsemediğini yahut dile getirmediğini söylemek, düşünceleri için zaman zaman ağır bedeller de ödeyen birçok mütefekkirimize haksızlık olur. Az önce onlardan birine işaret ettiğimiz gibi, milletimizin bağrından; yerlilik ve millîliği, İslâmî birlik ve kuşatıcılık olgusunu güçlü biçimde seslendiren düşünürler ya da devlet adamları çıkmıştır. Devletin ilk kez bu tür düşüncelere resmî düzeyde bir kıymet atfetmesi, sözünü ettiğimiz düşünce adamlarımızın ekmiş oldukları tohumların dal-budak saldığını, hatta meyve vermeye başladığını gösterir. Dolayısıyla Malazgirt’te devletin ilk kez ‘bu kadar var olması’, millet bünyesinde nüveleri her an canlı ve mevcut olan ‘biz idrâkinin’ devlete sirayet etmekte olduğu anlamına geliyor.

Tarihimizi bir zaaf olarak gören bir perspektiften, tarihi güç devşirecek bir imkân olarak gören yaklaşımın vatan fikrine ve millet iradesine dönük katkıları neler olabilir?

Bugünün ve yarının inşası ancak tarihle olur. Bireysel tecrübelerimizi anlamlandırma biçimimiz şahsi hayatımıza nasıl yön veriyorsa, tarihimizi anlamlandırma biçimimiz de kolektif hayatımıza yön verir. Bakınız, Hitler’in nasyonal sosyalizmi, Marx’ın komünizmi ya da Theodor Herzl’in Siyonizm’i bir tarih okumasıdır. Bunlar evvela geçmişe, insanlık tarihine ve kendilerine dair bir perspektif ortaya koymuş, ardından söz konusu perspektifi, bugünü ve yarını biçimlendirecek bir ‘ideoloji’ haline getirmişlerdir. Bu ideolojilerin milyonlarca insanın kanını döken bir yıkım ve katliam gerekçesi kılınması şaşırtıcı değildir; çünkü ötekini yok edilmesi gereken bir düşman olarak gören bu yaklaşımdan başka türlüsünü beklemek abesle iştigal olur. Buradan bakıldığında, evet, sıhhatli bir tarih okumasının vatan fikrine, millet iradesine ve topyekûn insaniyete ve insan olmaya katkı sağlayacağına şüphe yoktur. Bu coğrafya önümüzdeki asırda dünyanın merkezi olarak tarihe yeni bir mıh çakacaksa şayet, bu ancak sıhhatli bir tarih okumasıyla mümkün olacaktır.

Tarihine nüfuz edilmemiş bir bünyenin hastalıkları teşhis edilemez; ancak semptomları can yakıcı biçimde hissedilir. Takdir edersiniz ki sebebi belirsiz hastalıkların tedavisi de mümkün olmaz.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir