Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

Kültürel İktidar Solda mı?

Şair Hakan ARSLANBENZER’den kültürel iktidar tartışmalarına farklı yaklaşımlar

ODTÜ’yü kuruyorsun. Burada Sudanlılar, İranlılar, Filistinliler, Pakistanlılar Türklerle beraber okuyor. Müthiş bir fikir. Ama bu müthiş fikri, bu Müslümanlarla yeniden kaynaşma fikrini neyin altında yapıyorsun? Amerikancılığın, NATO ve CENTO kavramlarının altında yapıyorsun. O zaman yaptığın şey kime yarayacak? Bu fikir kime aitse ona yarayacak. Merkez Türkiye olmaktan çıkıyor. Şimdi bu, Batı’ya ait bir şeyin Türkiye şubesi, Türkiye acentesi, Türkiye karakolu oluyor artık.

Kültürel iktidar tartışmaları devam ediyor. Türkiye’de kültürel iktidar kimde? Ak Parti yıllardır iktidarda olmasına rağmen bu alanda başarısız mı oldu? Kültürel iktidar solda mı? Kültür, kültürel iktidar, kültür emperyalizmi, yerlilik ve millilik gibi başlıkları bu alanda yazılar kaleme alan şair Hakan Arslanbenzer ile konuştuk. Türkiye’deki kültürel iktidar tartışmalarında ezber bozan yaklaşımlarla konuya yaklaşan Hakan Arslanbenzer, sol kesimlerin kültürel iktidar olarak yorumladığı şeyin aslında bir kültür karakolu olmaktan ve kültürel acentelikten öteye gitmediğini, 1990’lardan itibaren Avrupa merkezlilikten Amerika’ya kaydığını, Gezi Olayları sonrasında bu çevrelerin Avrupa karakolluğundan Amerikan şerifliğine evrildiğini belirtiyor.

Kültürel iktidar tartışmaları üzerine bir söyleşi gerçekleştireceğiz ama mevzuya kültür kelimesiyle giriş yapalım isterseniz? Kültürel iktidar kavramı etrafında dönen tartışmalar kadar kültür tartışmaları da hala önemli. Sizce kültür nedir, kültür denildiğinde ne anlamalıyız?

Nietzsche: Bizim Kültürümüz Yok

Kültür tartışmaları konusunda Türkçemizde var olan bir deyimle giriş yapalım: Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Yoğurt bir ürün ama onu yapma ve yeme biçimi ayrı. Deyimdeki bir teşbih tabii ki. Ama yoğurdun yapımı ile ilgili bir usul var.

Kültür kısaca bir şeyi yapma yoludur ve bu standart değildir. Yani belli bir insan grubuna özgüdür. Bir şeyi yapmanın usulü, belli bir gruba özgü olduğunda biz buna özetle kültür deriz. Bunun tabii endüstriyel tarafı da olabilir. Bugün endüstriyel kültürler de var. Diyelim ki işte android telefonlar çıktı, android telefonların üretilmesi ile ilgili bir davranış tarzı, bir kalıp varsa bu da bir kültürdür. Ama kültür dediğimizde biz daha ziyade mana içeren, insanın ne olduğuna ve ne yapmak istediğine dair bir öz barındıran ortak davranış tarzlarını kast ediyoruz.

Bundan dolayı da bir tartışma var. Yani her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi, bizim köyün bulgurunun üstüne bulgur yok diye de başka bir deyim var. Burada da benzer bir durum var. Şimdi herkes kendi kültürünü öne çıkarır. Aslında kendilik biraz tuhaf bir durumdur. Çünkü kültür değişken bir şeydir. Transferlerle, kültürel değişimlerle hatta bozulmalarla, tıpkı sütün bozulup yoğurt olması gibi sürekli bir değişim söz konusudur. Bunların her biri farklı bir kültürün izi, işareti oluyor. Sonra bu bir birikim, bir rezerv oluşturuyor. Spontanlıkla insanlar bir anda bir şeyler yaparlar. Ama sonradan biz bunları birbirine bağladığımız zaman, tıpkı bir kilimi örmek, bir halıyı dokumak gibi belli bir havzada bir coğrafi kesit içerisinde belli bir insan grubu tarafından geliştirilmiş bir davranış kalıbı oluşuyor. Bir de buna mana yükleniyor. İşte bu esasen kültürdür.

Tabii modern döneme gelince, modern dönemde insanlar kendi yaşadıkları muhitlerde birbirlerinden eskisi kadar kopuk olmadıkları için kültür ortamlarında geçişkenlik yaşanıyor. Bir yerde yuvalanan, mayalanan ve zaman içerisinde kendini geliştirip kırdan kente veya kentler arasında ortak bir kültür havzası meydana getirip, tamamen farklı bir renk oluşturan, dünyadan kopuk ve özerk bir kültür havzası kavramı kırılıyor. 19. yüzyılda batıda Nietzsche mesela “Bizim kültürümüz yok.” der Avrupalılar için. Biz dünyanın kültürünü sömüren, tüketen bir kültür sonrasıyız der ve kültüre dönüşü savunur.

Kültür işte bu şekilde hayatın içinde devam eden usuller, tarzlar anlamındadır. Hani renkler ve zevkler tartışılmaz meselesi gibi çok da kavgaya neden olmayacakmış gibi görünen ama aslında insanların üzerinde çok ciddi bir şekilde mücadele ettiği bir şeydir kültür.

Mana derken burada özellikle insanların yapıp etmelerine, ürettiklerine, kullandıkları eşyalara, teknik anlamda araç-gereçlere, inanç bakımından, metafizik bakımından ruh üfleme gibi bir şeyi mi kast ediyoruz? Ne olduğunu belirleyen ana unsur gibi bir şey mi?

Kültürü Şekillendiren Ruh

Tabii, bir mana var. Bir şeyi pratik bir nedenle yapıyorsunuz. Diyelim ki bir kilim yapıyoruz; serip üstüne oturacağız. Pratik bir nedeni var. Ama neden onu kırmızıya boyadım? İçimden öyle geldi çünkü. Veya öyle kök boyalar vardı elimde. Diyelim ki, Şafşavan şehri vardır Fas’ın, “Mavi Şehir” diye bilinir. Neden, çünkü orada çıkan bir kök boya vardır. Mavi renklidir o. Şu anda Müslümanlar yaşıyor ama eskiden Yahudiler yaşıyormuş. Oranın Yahudi mukimleri o mavi boyalarla evleri boyamışlar. 20 bin nüfuslu bir yer, eskiye göre daha büyük bir nüfusu da yok. İşte orası hem pratik bir şey hem de bir mana ifade etmeye başlıyor. Mavi rengin diyelim ki Yahudilikte bir karşılığı olmuş olsaydı; mesela refahın, ferahın, barışın, mutluluğun simgesi olabilir. Çünkü mavi renk hoş ve insanın içini açan bir renk. Bu artık bir yerde manadan gelip, maddeye karışıp tekrar manaya dönüşen bir şey.

Son dönemlerde özellikle cumhurbaşkanının Mayıs ayındaki bazı beyanatlarından sonra daha popüler hale geldi kültürel iktidar tartışmaları. Ama siz çok öncesinde bu meseleyi ele aldınız. Sizin bir kitabınızın adı: “Türkiye’de kültürel iktidar solda mı?” O kitapta adeta “ne münasebet canım” diyen bir yaklaşımla bakıyorsunuz. Ve ezberleri bozan bir bakış açınız söz konusu. Orada çok ilginç kavramlar kullanıyorsunuz; kültürel iktidardan değil, bir kültür karakolundan ve bir kültürel komiserlikten bahsediyorsunuz. Burayı açmak istiyorum biraz. Bir de komiserliğin Avrupalı olmaktan Amerikalı olmaya evrildiğine vurgu yapıyorsunuz. Hatta Avrupalı komiserlikten Amerikalı şerifliğe dönüştüğünden söz ediyorsunuz, burada ne demek istiyorsunuz?

Kültürel İktidar ve Türk Solu

Türkiye’nin dış bağlarını bir tarafa bırakırsak, Türkiye’de %30 kadar bir sol var. %70 kadar da bir sağ var. Ben neden o kitaba o ismi verdim; çünkü 1990’lı yıllarda şiir ortamında solda olan arkadaşlar öyle bir iddia içerisindeydiler. Ben solda diyorum çünkü solcu mudur, sosyalist midir, komünist midir hala bir soru işaretidir. Kimliğini tam ortaya koyamama durumu da var. Bu sözleri söyleyenler genelde Kemalizmi eleştiren solculardı. Ve Kemalizmi eleştirmek için şöyle diyorlardı: Kültürel iktidar soldadır. Yani siz ne yaparsanız yapın bir şekilde onların kapısına gitmek zorundasınız. Türkiye’nin gerçek sahipleri onlardır manasında, kendilerinin de dışında bir şey olarak söylüyorlardı.

Daha biz çocukken sağ-sol kavgası vardı. Sağ-sol kavgası Ecevit-Demirel kavgasıydı esasında. Hepsinin Ecevit ve Demirel olmadığı, CHP ve AP’den ibaret olmadığı 1980’de ortaya çıktı. İkisi de kapatıldı. Ama bir şey değişmedi. Demek ki daha temel bir sorun varmış. 1990’lara geldiğimiz vakit sağın, askeri darbeler ve büyük ekonomik krizler olmadığı müddetçe iktidarını devam ettireceği az çok anlaşılmıştı ve denildi ki tamam, siz siyasi iktidar olabilirsiniz, ezanı asıl diline döndürdüğünüzü iddia ederek vs. bu işi götürebilirsiniz; ama asıl iktidar sizde olamaz.

Turgut Özal bir şey yapacağı zaman şöyle derdi: Solculara kabul ettirmeden yapamam. Sol dediğimiz ve kültür alanında söz söyleyecek insanlar bellidir. Yani ben aile olarak CHP’li bir aileden geldiğim için sola karşı derin bir duyarlılığım var, o insanları iyi tanırım. Öte yandan kültür adamlarını da çok yakından süzmüş birisi olarak bakıyorum meseleye. Gazete yazarlığı anlamında İlhan Selçuk benim ilk okuduğum yazardır. İlhan Selçuk’un nasıl bir iktidarı var? Bu adam oldu bitti muhalifti. Diyelim bir Doğan Avcıoğlu, vakti zamanında çok hakim olan bir fikir adamı. Bizler de onun yazdıklarını okuduk, güçlü bir adam, birçok zihni belirlemiş, birçok grup ondan etkilenerek ideoloji oluşturmuş ama müzmin muhalif. Mesela Mümtaz Soysal iyi yetişmiş bir düşünür, her şeyden anlayan birisi, dışişleri bakanı yaptılar, daha gelir gelmez büyük bir fırtına koptu, sol Kemalizmi dışişlerinde etkili kılmaya çalıştı, kendi hükümeti tahammül edemedi adama. Bu nasıl iktidardır diye bir soru sorduğumda benim karşıma çıkan daha ziyade şu: birtakım kaziyeler, bir takım kabuller.

Bu kabuller solun ürettiği şeyler mi diye sorduğumda sol ile alakasının olmadığını görüyorum. Diyelim ki bir film nasıl yapılır? Bunun Türk solunda herhangi bir cevabı yok. Türk solcularının sinemada önde görünmesinin altında İtalyan yeni gerçekçiliğinin, Fransız sinemasının, Hollywood’un iktidarı yatıyor. Dünya sinema sektörü Batılıların kontrolü altında. Fransa, İtalya katkıda bulunmuş ama temel olarak Hollywood. Sinemayı çıkaran orasıdır, devam ettiren orasıdır. Güney Kore, İran, İskandinav ülkeleri; Danimarka, İsveç, Norveç kendilerini sinema sektöründe kabul ettiren yerler. Ama hepsi o iktidarın çerçevesi içinde. Bir sinema kabinesi düşünsek, orada çevre bakanlığını almış gibiler. Gene olayın ana aksamı, gövdesi, omurgası, esas bünyesi Hollywood’dur. Sinemanın iktidarı orasıdır.

Şimdi Türkiye’de sinema bizde diyor solcular, yahu nasıl oluyor bu? Hollywood tarzı filmler mi yapıyorsun? İtalyan yeni gerçekçiliği mi, yoksa Fransız sineması, Avrupa sineması etkisinde bir sol sinema mı var? Ve onlar sinema bizim işimiz diyorlar. Arkasını kurcalıyorsun; ne tekniği ona ait, ne cihazı ona ait, ne eğitim stili ona ait. E o zaman sen burada bir şey yapmıyorsun ki, sen taklitçisin dediğim anda ben şunu fark ettim: Bir batılı kalıp var hâkim kültürde. O da aslında belli başlıklar.

Öte yandan temaşa kültürünün opera ve baleden ibaret olmadığını bilen birisiyim. Türkiye’de esas iktidar operada, balede ya da tiyatroda değildir. Bizim kendi temaşa kültürümüzdedir. Bugün insanlar televizyondaki skeçleri izler. Çünkü orta oyununun versiyonlarıdır onlar. Buraya iki taraflı baktığım zaman, engellenmiş, durdurulmuş, resmileşmesi veya meşrulaşması veya üst kültüre dönüşmesi engellenen bir yerli kültürün iktidar arayışı var. Bir tür başsız gövde gibi. Diğer tarafta da nakledilmiş, plantasyon, ithal kafa şeklinde bir şey var. Bunun kaynağı Avrupa.

Amerikacı Kültür İktidarı

Bunun 1990’lardan itibaren Avrupa-merkezlilikten ve Sovyet-merkezlilikten yavaş yavaş Amerika’ya kaydığını müşahede ediyoruz. Sizin telmihte bulunduğunuz yazımın tarihinden 10 yıl sonra, 2013 yılında Gezi Parkı eylemleri olduğu zaman da net bir şekilde gördük ki Türkiye’de solcuların yönelimleri Avrupa’dan Amerika’ya doğru net bir şekilde kaymış. Yani ben baştaki gözlemimin doğru olduğunu 2013’te artık ispatlanmış bir şey olarak görüyorum. Artık bizim Türkiye’de sol dediğimiz gruplar eski manada liberaldir ve Amerikancıdır.

Yine kitaptan bazı ifadeleri aktararak sormak istiyorum: 1970’lerdeki tercüme şoku, televizyon saldırısı, Anadolu liselerinin yaygınlaştırılması, ODTÜ ve Hacettepe Üniversitelerinin kuruluşu, Robert Kolej’in Boğaziçi Üniversitesine dönüştürülmesi ve 1980’lerin ortalarından itibaren markalaşma olayı. Bunlar sizin ifadenizle bir kültür dayatmacılığıyla, işte Hollywood örneğini verdiniz mesela, oradan bu tarafa aktarılan, kültürün farklı alanlarına sirayet etmeye veya dayatmaya yönelik bir yaklaşımla mı oluyor?

ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe

Bunu Avrupa veya Amerika doğrudan bize dayatmıyor. Amerika gelip burada Robert Koleji üniversiteye dönüştüreceğim demiyor. Biz ikili tavır içerisindeyiz. Mesela Fransa Fas’ta, Cezayir’de sömürge zamanından beri bir yapı kurmuş, dayatmış. Şehirleri dayatmış. Kazablanka’ya gidiyorsunuz, sömürge mimarisini görüyorsunuz, Fransız etkisinde. Tanca’ya gidiyorsunuz, İspanyol modeli. Diyelim Essavira diye küçük bir kasaba var, orada Portekiz mimarisi hakim. Kim nereyi sömürmüşse kendi mimarisini dayatmış, müziğini dayatmış, eğitim sistemini dayatmış. Biz böyle sömürge olmuş bir ülke değiliz. Bağımsızlığımız da farklı bir şey. Siyasi bağımsızlık, yarı iktisadi bağımsızlık, kültürel olarak da İsmet Özel’in otokolonyalizm dediği, pek üzerinde durulmamış, kendi kendini sömürgeleştirme gibi bir durum var.

Biz mesela ilk başta dedik ki bu medreseler yetersiz, Darülfünun açalım, açtık. Daha sonra Kemalizm medreseleri kapattı, elde bir tek Darülfünun kaldı. Bir süre sonra onu da kapattık. Dedik ki, bu böyle olmaz, İstanbul Üniversitesi diyelim buna. Onun da modeli aslında Alman üniversiteleridir. Almanya’dan gelen hocalarla II. Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir o süreç. Nazilerden kaçanlar bize gelmiştir. İşte Alman modelini aldık. Bizdeki doktora doçentlik yapıları bile Alman taklididir. Bilerek, daha önce söylediğim o iradeyi ele geçirme arzusuyla, taklitçilikle. Bir işi ya ezilerek yaparsınız ya da karşı mahalledeki adam zengin oldu ben de aynı yolu izleyerek zengin olayım gibi, iyimser, kendine güvenen, kendini fazla bastırmayan ama çift kişilikli bir halde yaparsınız.

Bu arada, eğitim kültürün beyni gibi bir şey olduğu için, yükseköğrenime çok önem verdik. Öyle okullarımız olsun ki ilk 100’e girsin, dedik. Öyle bir takıntımız var ya; iradeyi ele geçirme, en iyisi olma arzusu. Aslında bu ezik bir şey değil. Fakat işte bu arada kendini eziyorsun. Mesela adamın şaşaasına özeniyorsun, gücüne özeniyorsun. O zaman da ne yapıyorsun, üniversiten yeterli gelmiyor sana. Sen zaten Alman modeliyle üniversite inşa ettin, onu bir de Ankara’ya götürdün. Üstüne Erzurum’da üniversite yaptın, çeşitlendirdin yani. Arkasından diyorsun ki bu da yetmez. Tam Amerikan modeliyle yabancı dil eğitimi veren Robert Koleji üniversiteye çeviriyorsun.

Bu işi yapanlar her kimse işte onlar Batı’nın Türkiye’deki komiserleridir. O devletin kendini geliştirmek, kendi nesillerini yetiştirmek için verdiği bir karar değil artık. Yani İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş kararı ile birinci dönem Kemalizmin eğitim ile ilgili verdiği kararlarla, Boğaziçi’nin, ODTÜ’nün, Hacettepe Üniversitesi’nin kurulması aynı mantıkla alınan kararlar değil. Birisi medenileşirken, Batı medeniyetine girerken kendi kalmak gibi bir amaca sahipti. İkincisi ise tam Batılılaşma.

Sağda şöyle bir anlayış vardır: Kemalizm kısa bir dönem bağlantıları kopardı, sonra 1950’li yıllarda tamirat başladı. Öyle değil. Tamirat var kısmen. Ama diğer taraftan da tam şuursuzca Batılılaşma var. İstanbul Üniversitesi kurulurken yabancı dil yok muydu? Felsefede, sosyolojide yabancı dil bilmeden Kant’ı nasıl anlayacaklardı? O hocaların, o ordinaryüslerin her biri bir yabancı dil biliyor. Birçoğu yurtdışında eğitim görmüş. Yurtdışına gidip yabancı dil eğitimi alıp sonra Türkçe okuyup yazmaya devam etmek saygıdeğer bir tavırdı.

Eğitim örneğinden gidersek eğer, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni kuruyorsun, burada bir hamle var artık. Buradaki medenileşmekten, Batılılaşmaktan da farklı bir durum. Sudanlılar, İranlılar, Filistinliler, Pakistanlılar Türklerle beraber okuyor. Müthiş bir fikir. Ama bu müthiş fikri, bu Müslümanlarla yeniden kaynaşma fikrini neyin altında yapıyorsun? Amerikancılığın, NATO ve CENTO kavramlarının altında yapıyorsun. O zaman yaptığın şey kime yarayacak? Bu fikir kime aitse ona yarayacak. Merkez Türkiye olmaktan çıkıyor. Şimdi bu, Batı’ya ait bir şeyin Türkiye şubesi, Türkiye acentesi, Türkiye karakolu oluyor artık.

Tekrar kültürel iktidar kavramına dönecek olursak, Cumhurbaşkanı da yakın geçmişte bu konuyla ilgili açıklamalar yaptı. 28 Mayıs 2017’de “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız, ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var. Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar hala en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyette kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum. Elimizde böyle bir imkan varken hala pek çok yeri boş bırakıyor olmamız aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir, tek eksiğimiz bunları hizmete dönüştürebilecek adanmış kadrolardır.” dedi. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce bu ifadeler bir yetersizlik ifadesi mi, bir tespit mi ve buradan hareketle bir serzeniş mi, yoksa bunları bir ufuk gösterme ve hedefe yöneltme çabası olarak da okumak mümkün mü?

Kültürel İktidar Solda mı?

Ufuk gösterme olmasını çok arzu ederdim. Ama bu bir yetersizliğin kabulü. Kadrolar dediği için de böyle olması gerekir diye düşünüyorum. Şimdi aslında burada biz sanatçılar olarak, kültür adamları olarak meseleye Cumhurbaşkanının veya onun emri altındaki insanların gözüyle bakamayız. Siyasetçi gözüyle bakamayız. Onlar devletin kuralları, imkanları ve kurumları aracılığıyla iş yapacaklar.

Yaptıkları işlerin bazı kuralları geçmişe bağlıdır. Madem Cumhurbaşkanının sözünü aktardınız ben de oradan devam edeyim: Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri diye bir şey var. 2005’ten itibaren tekrar canlandırıldı. Ama onun da geçmişi var. 1995’te Süleyman Demirel cumhurbaşkanıyken ilk defa verildi. 3 kişiye veriliyordu. Süleyman Demirel’in ödül verdiği insanların her biri Batıda kabul edilmiş, bir nevi Türk kökenli Batılı sanatçılardı. Bu, daha sonra Gül döneminde yarı yarıya Batıya mensup ama Türkiye’de çok kabul görmüş insanlara ödül verilmesiyle devam ettirildi. Şimdi daha ziyade mevcut iktidarın hem kendisiyle hem seçmenleriyle kavga etmeyen, ama kendisine bağımlı olması gerekmeyen kişilere ödül veriyorlar. Mesela Şener Şen’e ödül verdiler, Şener Şen onlara bağımlı birisi değildir. Veya Yavuz Turgul’a ödül verdiler bu sene. Böyle bir jest ortaya koydular. Bu, diyelim ki bundan önceki kültür politikalarının yıkımı manasına da geliyor.

Bu mevzu çok tartışılabilir. Ama bunun arkasında bir teamül vardır ve devletin çalışma stili şudur: Yazarak çalışır devlet. Burada asıl olan şey şudur: 1995’te bu ödül konulduğunda bir yönetmelik kondu. Bu yönetmelik 2015’te kaldırılarak yerine yeni bir yönetmelik kondu. Yani burada devlet kendi işini yapacak. Cumhurbaşkanı bu sözü söylediğinde birçok insan; kültürde iktidar olamıyoruz, burada eksiklerimiz var, vizyon, misyon, bir ufuk çizme olarak bakılmalı vs. diye düşündü. Ben bu işle çok meşgul olmuş, devletle de çok karşılaşmış, devletin de çok duvar olduğunu görmüş bir insanım. Kadrolara odaklanıyorlar şimdi. Geçenlerde bir şey anlatıldı: Bir arkadaşın bir kitabı çıkmış, devletten kitapla ilgili bir görevli, sevgi saygı duyduğumuz birisidir de aynı zamanda, yazarı arıyor, kitabın çıkmış hayırlı olsun. Yazar da dönüp yayıncısını arıyor. Diyor ki devletten şu kişi aradı, benim kitaptan devletin kütüphanelerine, şuralarına buralarına alırlar herhalde diyor. Ve neticede alım listesi geldiğinde böyle bir alım olmuyor. Hep bizden alsınlar, hep bize para versinler anlayışı. Olaya bu yalınkatlıkla, bu basitlikle, bu sığlıkla, bu menfaatçilikle bakarsak biz kaybederiz.

Devletin payına düşen şöyle bir şey var: devlet sansürcü olmayı bırakmalı. Bugünkü AK Parti iktidarıyla ilgili bir konu değil. Şu görüşten veya bu görüşten birileri iktidara geldiğinde de aynı şey. Bunu yapan hep kaybediyor. Kemalistlerin kaybı bu oldu. Onlar hep sansürcü oldu. Sen sus şu konuşsun mantığı Kemalizmde esastır. Bu tavrı bırakmalı devlet.

Devlet Kültür İlişkisi

Devlet kültürü yöneten, sanatı yöneten figür olmayı bırakmalı. Burada mesele şu: Devletle sanat üreticileri, kültür yapıcıları arasında bir uçurum var. Biz diyelim ki işte tişört giyiyoruz, saçlarımız karışık, uzun. Bunların saçları ütülenmiş gibi, takım elbiseli ve kırmızı kravatlılar. Biz konuşmaya başladığımızda onlar bize anlamadığımız bir dilin kutsal kitabı olan mevzuat diye bir şeyden bahsediyorlar. Biz bir şey konuştuğumuzda devlet diyor ki bunlar ne zırvalıyor?

Devletle sanatçılar arasında bir tür kültürel kamu olması lazım. Türkiye, kültürel kamu oluşumuna biraz geç başlamış bir toplum. Geçmişte kültürel kamu konaklardaki şiir meclisleri idi. Çünkü o şiir meclislerinde sadece şiir konuşulmuyordu. Hem sohbet yapılıyordu, hem şeriat konuşuluyordu, hukuk manasında, hem siyaset konuşuluyordu. O yüzden devlet uzun süre şiiri yasakladı. Şimdi çok övülen, büyüğümüz, başlatıcımız olduğunu kabul ettiğimiz Abdülhamid Han şiiri yer yer yasaklamış. Bir yerde birisinde bir şiir bulunup ele geçirildiği zaman, bu jurnalleri değerlendirmiş ve bu şiiri dolaştıran gençleri cezalandırabilmiş bir yapının padişahıdır. Toplum böyleydi dolayısıyla padişah da böyleydi diyen Sait Halim Paşa’ya katılabiliriz ama bugün onu artık yapmamamız lazım. Abdülhamid Han diyelim ki mecburdu bunu yapmaya, çünkü devleti bir arada tutmaya çalışıyordu. Ama bugün; insanı yaşat ki devlet yaşasın deniliyor. Bu sözde kalmamalı.

Devlet kendi kültürünü kısmen üretebilir. Ertuğrul dizisi yapılabilir, propagandadır bu ama kültür değildir. Propaganda kültürün zıddı değildir, iç içedir. Ama bizden de propaganda beklememeliler. Bugün Sovyetler çöktüyse, Kemalizm Türkiye’de çuvalladıysa, bu nedenle çuvallamıştır. Behçet Kemal Çağlar’ı büyük şair diye diğer şairlerin önüne koyup, propaganda metinlerini şiir diye kafamıza vurdukları için kaybetmiştir. O insanlar devlet açısından çok muteber olmayabilir. Saygı duymak zorunda. Mimara saygı duymadan çevreden, şehircilikten bahsedemezsiniz. Tabii şu da var: Bazı mimarlar örgüt militanı, mimar mimariden konuşmuyor, diğeri mimarı kaale almıyor. Edebiyatta biz biraz bir şeyler konuşabiliyoruz. Onun için de ben buradan onu söylüyorum; devlet bir adım geri çekilmeli.

Bununla bağlantılı olarak şunu söyleyebiliriz her halde, kültür meselesinin özellikle siyasal iktidar eliyle değişime dönüşüme uğratılması pek de mümkün olan bir şey değil. Hatta kültür baskı yoluyla veya iktidarın imkânlarıyla değiştirilebilecek bir şey değildir.

Kültür Nasıl Değişir?

Değildir. İktisattan bir örnek verelim: Ziraat kooperatifleri vardır, ziraat kooperatifleri eliyle diyelim köylüler üretim yapsınlar diye belli bir para verirsin. Köylüler gider bu parayla çay-şeker alır. İhtiyacı var çünkü. Ben açım, çayım şekerim yok, yiyecek ekmeğim yok. Önce onu gidermem lazım ki ondan sonra senin dediğin müteşebbisliğe ulaşayım. Ayrıca müteşebbis ruhum yok. Reaya olmaktan gelen bir topluluk. Vatandaş olmayı zar zor beceriyorum. Bırak nefes alayım. Sonra diyor ki işte bizim milletimiz çalışkan değil. Yo, biz çok çalışkan bir milletiz. Fakat biz bildiğimiz gibi çalışıyoruz. Mesela iktisatta gene köylülerde, kendi gözlemim, o paraları alıp yemciye gidersin, yemciye %2,5, %5 gibi komisyon verirsin. Yemci sana yemi satmış gibi evrak düzenler. Onu ziraat kooperatifi de bilir aslında. Bu bir tür sübvansiyondur. Köylülere para vermenin bir yoludur. Son hükümet, son iktidar zaten bunu doğrudan gelir desteği diye bir isim altında köylülere açıktan para olarak verdi. Bence bu dürüstçe bir şey. Çünkü paraya ihtiyacı var adamın. Ben köylümü sübvanse ediyorum arkadaş. Sen kendine bir şey mi yapıyorsun, şehre mi taşınıyorsun? Ölme, hayatta kal, benim vatandaşımsın. Bu yüce bir şey devlet açısından.

Bu desteğin farklı yansımaları da oluyor tabii. Mesela senaryo desteklerinde yer yer yaşanıyor. Kendi siyasi kaygısını, kendi bürokratik kaygısını sanata yansıtıyor. Sansür bu, bunu yapmaması lazım. Bunu yapmayacaksın, sahip gibi düşünmemesi lazım, sen emanetçisin. Burada bir sahiplik söz konusuysa eser veren adam senden bir adım öndedir. Devlete mensubiyete gelince, her bürokrattan daha öndeyim; ben Türk diline hizmet eden birisiyim. Ben öldüğümde eserimde azıcık bir şey varsa, yapılmış bir iş, o kalır. Dolayısıyla da biz devletin dışındayız, meselesi doğru değildir. Devletle mücadele eden Nazım Hikmet’in dahi Türkçeye katkısı var. Çelişik bir durum ama gerçek bu. Şimdi Nazım Hikmet’in Türkçesi sade, vezni tekrar edilebilir, halka yakın. Dolayısıyla bir etkisi olmuş. Kendi şiirsel düşüncesinin, bir tür şiir komünizminin küçük bir grup dışında belli bir etkisi olmayabilir. Şiirin bir de dili var. O manada etkisi olmuş.

Bence temel sorun aidiyet sorunu. Önemli olan kişinin kendi işini yapması. Adam başkasının işini yapıyor. Türkiye’de kendi görüşünle ayakta dur. Benimle bir Fransa şubesi olarak değil, bir Almanya şubesi olarak değil kendin olarak konuş. Adam demokrasi derken bile İngiltere’yi örnek veriyor. 1920’lerden 1930’lardan hatta daha gerilere git, 1800’lerden bir şey getir. Benimle onun mücadelesini yap. De ki sen demokratik değilsin, demokrasi sayesinde bu memlekette şöyle güzellikler oldu. Benimle onun mücadelesini vermiyor, diyor ki biz Fransa gibi olmazsak hapı yuttuk demektir. Bizi işte mahvederler, yok ederler. Yahu adam zaten beni görmüyor, kaale almıyor ki. Türkçe ile biz diyelim ki buradan Çin’e kadar gidebiliriz ama Bulgaristan’ı geçemeyiz.

Kültürel iktidar tartışmalarında şiir, edebiyat, tiyatro, sinema gibi sanat alanları üzerinden değerlendirme yapılıyor genelde. Bu sebeple de sonuçlar bu alanların ürünlerine ve üreticilerine göre konuşuluyor. Sizce bir ülkede kültürel iktidarın göstergeleri sadece bunlar olabilir mi?

Kültürel İktidarın Göstergeleri

Tabii sadece bunlar değil, bunlar gösterge sadece. Bunun ortaya çıkmasının nedeni, neredeyse siyasi partiler gibi, burada da kültürel partiler, sanat grupları var. Bunlar yetişkin insanlar, eğitimli insanlar, her birinin söyleyecek sözü, sanatını önerebilecek siyaseti var. Özellikle tiyatrocular uzun süre kavga ettiler, şimdi sinemacıların kavgalarına şahit oluyoruz. Edebiyatçılar zaten oldu bitti bir savaşın içindedirler. Fakat kültür ve iktidar konusunda esas mesele eğitimdir. Çocukların ve gençlerin eğitimidir. Asıl büyük konu irfandır yani. Cemil Meriç’in teklifini yaygınlaştırabilsek mesele biraz daha anlaşılacak. Cemil Meriç Kültürden İrfana diye bir kitap yazarak irfan kelimesini kullanmayı teklif etmişti ahir ömründe. Ben de o kanaatteyim. Eğitim, kültür dediğimiz şeyin belki %90’ını oluşturur bizim için. Biz çocuklarımıza ne öğretiyoruz? Eğitim yönetmeliğinde, eğitim mevzuatında şöyle ifadeler geçer: yetişkin kılmak, o insana belli davranışları ve bir seciyeyi, bir karakteri vermek. Eğitimin amacı olarak “kültürleme” kavramı da kullanılır. O amacın içinde Atatürk ilke ve inkılaplarına göre bir nesil yetiştirme gibi bir şey var.

Bu işin pratik tarafı da var. Herkes kendi kolejlerini kurarak iş yapmaya çalışıyor veya İmam Hatipleri liselerin muhalifi, muadili gibi ortaya koyan bir zihniyet var. Aslında en temelde çocukları alıp kapalı binalarda kitleler halinde eğitmekten başlamak üzere sorgulamak lazım. Pratikten kopararak, sokaktan ve evden alarak eğitmek kavramından başlamak üzere tartışılmalı. Bu bir tasarım mı ve az sayıda insanın siyasi kararlarla belirlediği bir şey mi? Bunun içerisinde en önemli meselelerden biri olarak ders kitabının yazılması ve ders müfredatının konulması gibi hususlar var. Bunlar hep teknik konularmış, kültürle ilgili değilmiş gibi ele alınır. Oysa öyle değil. Bence zaten işin en kritik noktalarından biri de odur. Bir okulda siz sadece matematik öğrenmiyorsunuz veya Kur’an, tefsir derslerini almıyorsunuz. Aynı zamanda arkadaş olmayı, toplumun içerisinde ayakta kalmayı, özgüvenli ya da ezik olmayı öğreniyorsunuz. Buradaki modelleme önemli ve iktidar o aslında. Şimdi çocuklar Aleyna Tilki’nin ve onun muadili kimse erkeklerde, onun çılgını oluyorlar. Diyelim ki 200 küsur milyon izlemesi oluyor sosyal medya üzerinden veya youtube üzerinden. Bu, eğitim kadar önemli bir şey. Okul, sadece bir takım derslerin verildiği yer değil, aynı zamanda çocukların sosyalleşerek yetişkinliğe doğru adım attıkları bir yer. Buna işte bir kurul oturup karar veremez. Vermemeli. Bir örnek vereyim burada: Hizmet içi eğitimleri vardır öğretmenlerin ve bu eğitimler, öğretmenlerin en sevmediği şeydir. Çünkü burada öğretmenin söz hakkı yoktur. Öğretmen sadece alıcı olarak kabul edilir. Öğretmenin verici olduğunu kabul etmeyen bir eğitim metodumuz var maalesef. Çocuklar ne yapsın?

Sanat ve kültürel iktidar tartışmalarında evrensellik, yerlilik ve millilik kavramlarını da konuşalım isterseniz? Nedir bu evrensellik, gerçekten böyle bir hakikat var mı, yoksa bu kavramı da diğer bazı akraba kavramlar gibi hegemonyayı kolaylaştıran bir enstrüman olarak mı değerlendirmeliyiz?

Evrensellik, Yerlilik, Millilik

Evrensellik kavramı, evrenselliği işletenin menfaatine uygun bir şey. Avrupa’da tartışılmış bir konu bu. Edebiyattan bakarsak meseleye, evrensel edebiyat konusunu çıkaran Almanya’dır. Çünkü Almanya birleşememiş, kendi ulusallığını oluşturamamış bir yer ve oluştururken de Prusya merkezli mi olacak, olmayacak mı tartışmalarına girmişler. Bu bağlamda Goethe bir dünya edebiyatından söz ediyor. Burada aslında Avrupa edebiyatları içerisinde Almanca edebiyatını üst bir noktaya koymak için geliştirilmiş zekice bir tartışmadır bu. Diyelim ki müzik evrenseldir çünkü müzik sözsüzdür ama orada da enstrüman diye bir şey var, aynı ses aralığını çıkarsan bile müzik aleti farklıdır. Bugün Hindistan’ın müzik aleti farklı, Türkiye’de farklı, Türkiye’nin kendi içerisinde bile farklılıklar var. Oda müziği farklıdır, düğünde çalınan sokak müziği farklıdır. Bütün dünyayı mesela Batı müziğine uydurmaya çalıştığınızda evrenselliğin Batı Avrupa merkezli bir kültür ihracı veya bir kültür emperyalizmine dönüşmesi söz konusu oluyor. Evrensel diye bir şey yok. Evrensel güzel bir laf, geçmişte kalmış bir laf. Evrensellik-ulusallık Batının bir tartışması olabilir.

Özellikle burada “bizim insanımız, bizim ruhumuz, bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz, yerlilik, millilik” gibi vurgular sanki bir noktadan sonra işlevsiz kalıyor? Çünkü mevcut kültürel iktidarı ele geçirmenin adeta imkânsızlığından da bahsetmiş oluyoruz. Yani siz ne yaparsanız yapın her halükarda onun karşısında edilgen konumda kalıyorsunuz. Bu anlamda karşımızda bir Leviathan mı var?

Kültür Leviathan’ı

Evet, tabii ki bir kültür Leviathan’ı var dünyada. Çünkü çok büyük menfaatlerin, çok büyük oyunların da oynanabildiği bir alan burası. Örneğin sürreel sanatla Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı arasında bir ilişki var. Hiçbir şey söylemeyen, absürd sanatı desteklediler uzun süre. Neden desteklediler, çünkü onlar gerçekçiliği bir Sovyet akımı olarak değerlendirdiler, 2. Dünya Savaşından sonra. Halbuki gerçekçilikte Amerikan sanatlarının çok ciddi payı vardır. Amerikan sanatı, şiiri, edebiyatı, bir İngiliz edebiyatına göre çok daha yüzeydedir, çok daha gözle görülür, kulakla işitilir bir tavırla, daha somut bir tavırla yazılıyor. Şimdi bu bir oyun, siyasi bir oyun. Diyelim ki bir Amerikan istihbaratı neden sanata tavır alsın? Kendi Amerikan çıkarları için tabii ki. Burada kültürle ilgili bir takım oyunlar var. Espiyonaj galiba kültürün içerisinde. Yazılan romanlar, çevrilen filmler hep bu çıkarlar için. Bugün Amerika ne yapıyor? Mesela bir düğünü bombalıyor. 80-100 kişiyi öldürebiliyor. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de. Sivil insanları ve hiçbir şekilde kendisiyle savaşmayan, elinde silahı olmayan, olma ihtimali bulunmayan, düğün yapan insanları öldürüyor. Kartal Gözü mü ne bir film yapıyor adam, orada bir terör örgütü var ona göre, onu bombalayacak. Çevredeki bir takım siviller de zarar görebilir. Çünkü çarşıya yakın bir yer. Ekmek satan bir kız çocuğu var. Yerel ajan, yani sahadaki ajan kız çocuğunun ekmeklerini satın alıyor, çünkü Amerika’daki komutan öyle emrediyor. Bir sürü yalan yani. İlk saniyesinden son saniyesine kadar süren 1,5 saatlik bir yalanı 50-60 milyon dolar harcayarak yapıyor. Bunu sinema salonlarında gösteriyorlar. Bu bir dayatmadır. Şimdi artık eskiye göre daha beceriksizce yapılıyor.

Eskiden mesela taraf olurduk. Şimdi artık anlıyoruz ki, bunlar bizi çok da önemsemiyorlar. Eskiden Spartaküs taraftarıydık ama şu anda 300 Spartalı’nın tarafında olamıyoruz.

Kitapta geçen bir ifadeyi de son olarak açmanızı isteyeceğim; Türkiye siyasi anlamda ve ekonomik anlamda bağımsız bir ülke ne var ki bağımsızlığı şarta bağlanmış bir bağımsızlık. Bu cümleleri açmak istediğimizde neler söyleyebilirsiniz?

Türkiye’nin Bağımsızlık Mücadelesi

Sürekli soruyorlar 20 sene sonra Türkiye nasıl olacak? İşte Erdoğan daha fazla iktidarda kalırsa bu otokrasiye dönüşür mü? İsmini öyle koydular. Ben de diyorum ki yahu Nazi geçmişin var senin, bana bunu neden soruyorsun? Sen 60 milyon insanı öldürdün 2. Dünya Savaşında. Katliamcı bir dünyanın parçasısın. Neden siz bunlarla meşgul oluyorsunuz, yani batılıların bu merakları, bu soruları, bu kaygıları, bu şüpheleri çok da anlamlı değil. Türkiye için çok kaygılıyız deyip duruyorlar sürekli. Neden bu kadar kaygılılar, çünkü asıl mesele bizim güçlü olmamız. Aynı şey, biz irade istiyorduk, güç istiyorduk Batılılaşırken. Onlar da bunu bize vermemekte kararlılardı. Bizim güçten vazgeçerek daha rafine, daha güzel, daha onlara uygun yaşamamız gibi bir ihtimali üretiyorlar.

Avrupa Birliği’ne girmemiz, girmememiz onlar için en önemli mesele. Adam diyor ki gireceksin, gireyim diyorsun, bu sefer yok girmeyeceksin diyor. Tamam girmeyeyim diyorsun, bu sefer de girmek zorundasın diyor. İçinden çıkılmaz bir şeye dönüşüyor. Adını koyamıyor Türkiye’nin çünkü Türkiye karışsın istiyor. Her yönden karışsın. Erasmus programıyla karışsın, enerji nakliyatıyla karışsın, ihracat ithalatta karışsın. Yani biraz bağımsız biraz bağımlı olsun. Ben hem yatırım yapayım Türkiye’ye, Türkiye’de faiz işleteyim hem Türkiye’nin emeğinden çalayım diğer yandan eğitim kurumları aynı benimki gibi olsun. Biliyorlar ki Türkiye tamamen dönüşmeyecek. Bir Yunanistan onlar için tam kendileri değil. Batı Avrupa denilen; Fransa, Almanya ve İngiltere Batıda karar vericiler. Bunların Türkiye’ye yönelik bir politikaları var. Ve bundan vazgeçmiyorlar. Çünkü kendi kaderlerinin, dünyanın geri kalanıyla ilişkisinde bir transfer yeri Türkiye. Kemal Tahir’in çok sağlam, çok derin bir tespitidir, merhum Baykan Sezer’in de geliştirdiği bir tespittir: Türkiye toprakları enteresan bir şekilde Türkler yok iken de Müslümanlar bu topraklarda yok iken de Doğu-Batı ilişkilerini düzenleyen toprak olmuştur. Toprak konuşmuyor, bir şey yapmıyor ama burada bir şey var, bir davranış modeli var. Enerji kaynakları batıya transfer edilirken Türkiye üzerinden geçiyor. Türkiye’den vazgeçemiyorlar ama bunun yanında Türkiye’nin çok güçlenmesini de istemiyorlar. Ama her şey onların istediği gibi yürümüyor hayatta. Türkiye de bir şeyler istiyor.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir