Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Zulüm

Kaçakçı Paolides’in İbretlik Öyküsü: Zâlimler Korkak Olur!

Bizim eski kültürümüzde insanoğlunun özel yaşam alanı hiçbir zaman ekonomik değere konu olan bir emtia aracı olarak görülmemiştir. Her mâlın bir fiyatı olduğu gibi içinde yaşanılan ahşap ve kârgîr evlerin, haremlik ve selâmlıktan oluşan devâsâ konakların da zamanın şartlarına göre değişen reel bir değeri olmuştur elbet. Ama irfânla yoğrulmuş insanımız gönlünün ve rûhunun buğusunu akıttığı mekâna hiçbir zaman için bu gözle nazar etmemiştir. Kimi zaman elem ve kederin, kimi zamansa sevinç ve sürûrun tütsülendiği o çatı altındaki yuva her şeyden evvel huzûr ve mutluluğun mayalandığı bir saâdethânedir.

İnsanoğlu kendisine lûtfedilmiş olan hayât nimetinin en tatlı anlarını o mekânda yaşar. O çatı altında gönlü ve rûhu en şefkatli demlerin hâtıralarıyla dolar. İlk ve hakîkî mürebbîsi olan ebeveyninden ezelî ve ebedî ahlâk prensiplerini orada öğrenir. O itibârla bizim kadîm geleneğimizde insanımızın özel yaşam mekânı ne bir mâl, ne de bir evdir; o, kucağında dünyaya “merhaba” deyip hayât merdiveninin ilk basamaklarını tırmanmaya başladığımız bir yuvadır. İleriki yıllarda orada yaşamasak bile, o ev ne zaman hâtır ve hayâlimizden geçse eski hâtıraların buğusu gözümüzde ve gönlümüzde tütmeye başlar. Acıyla tatlının karıştığı, saâdetle kederin sarmaş dolaş olduğu içinde hasret barındıran bir melâl duygusu ılık bir bahar meltemi gibi rûhumuzu okşar, geçer. Bizim mânâ dünyamızda ev budur.

Kıbrıs seyahatimiz esnasında Girne Çamlıbel’de öyle bir ev gördük ki yukarıda tasvîr etmeye çalıştığımız mânâların hiçbirisini orada bulmaya imkân yoktu. Görüp işittiklerimiz bize o duyguların hiçbirisini tedâî ettirmiyordu. Bu mekân bir yuvanın sahip olması gereken husûsiyetlerden hiçbirisine sahip değildi. Evin geçmişini ve içinde nasıl bir hayâtın hüküm sürdüğünü işittikçe burasının bir ev değil de daha dünyada iken sırtına cehennemini yüklenmiş zâlim ve korkak bir adamın mahbesi olduğunu fark ettik. Hayâtın mânâsını kavrayamamış bir zavallının kendisi için hazırladığı ultra-lüks bir hapishane olduğunu anladık. İşittiklerimizin, bir kısmı şehir efsânesi olsa bile, muhakkak ki ciddî bir gerçeklik payına sahipti birçoğu. Zîrâ ateş olmayan yerden duman çıkmazdı. Rehberimiz anlattıkça artık hayâl olmuş bir hakikat bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önünde canlandı. Mihmândârımızın güzel ve canlı anlatımı her bir köşesinde binlerle sır saklayan dilsiz duvarların manîdâr sükûtuyla birleşince hayâlimiz daha da coştu ve gözümüzün önünden akmaya başlayan film şeridi bize ibret aynasından Paolides’in hayâtını seyrettirdi.

1957 senesinde inşâ edilen bu saray yavrusu halk arasında Mavi Köşk olarak biliniyordu. Paolo Paolides isimli aslen hukukçu olan bir mafya babasının eviydi burası. Kıbrıs doğumlu ve İtalyan asıllı bir Rum olan bu silâh kaçakçısı gangster, bir dönem Ortadoğu’nun en ünlü silâh baronuydu. Aynı zamanda adayı Yunanistan’a bağlamaya niyetli Enosis heveslisi Başpiskopos Makarios’un da avukatlığını yapıyordu bu meş’ûm adam. Gerçekte ise avukatlığını, yaptığı silâh ticaretini maskelemek için kullanıyordu. Bütün iş ve özel ilişkilerini Doğu Akdeniz’in en mu’tenâ köşesine yaptırdığı bu evden yönetiyordu.

Günümüzde askerî bölgenin içinde kalan köşkün bütün bölümlerini asker olan rehberimizin kılavuzluğunda gezdik. Köşkün alt katında dikkatimizi çeken ilk unsur müzik odasının içine yaptırılmış olan küçük, fakat son derece güzel tasarlanmış süt havuzuydu. Rehberimizin anlatımına göre bu havuz köşkün bayan misâfirleri için düşünülmüştü. Hanım misâfirler süt banyosu yaparken bir yandan da müzik eşliğinde rahatlayacaklardı. Bu arada ünlü aktrist Sophia Loren’in de köşkte ağırlandığını ve burada süt banyosu yaptığını öğrendik.

Mavi Köşk son derece ilginç ayrıntıları sinesinde barındıran bir ikametgâhtı. Rehberimizin eşliğinde gezerken köşkün ilginç serüvenine şahit olmaya devam ettik. Evin içindeki möblelerin çoğu orijinaldi ve devrinin özelliğini yansıtıyordu. Evin en ilginç özelliklerinden birisi ise Westinghouse marka merkezi klima sistemine sahip olmasıydı. Köşkün yapıldığı dönemde hemen hiçbir yerde olmayan klima sistemi burada mevcuttu. Daha neler yoktu ki bu saray yavrusunda… Kuş tüyü yastıklı stres koltuklarından mevsimine göre renk değiştiren bukalemun derisinden imâl edilmiş içki dolabına, İtalyan işi yer döşemelerinden istenirse yirmi dört saat şarap akıtan aslanlı çeşmesine kadar her şey devrine göre birer tasarım hârikasıydı.

Bütün bu göz kamaştırıcı detayların yanında evin sahibinin güvenlik endişesini gidermeye yönelik mekanizmalar da yok değildi elbet. Evin üst kattaki odalarından birinde bulunan Paolides’in uzak doğudan getirttiği dokuz boyutlu güvenlik aynası bunlardan biriydi. Burası gangsterin günâh çıkartma odasıydı. Aynanın karşısına geçip günâh çıkartırken bir yandan da odanın her köşesini seyrediyordu. Bu dokuz boyutlu aynadan odanın istisnâsız her noktası görülebiliyordu. Ayna arkadan gelebilecek tehlikelere karşı tedbîr amaçlı yapılmıştı. Dua edip günâh çıkartırken bile dikkati elden bırakamıyordu Paolides! Bu öylesine bir korkuydu ki sahibini her an, hattâ Tanrı’sına yaklaşırken(!) bile tetikte olmaya zorluyordu.


Bu odada dikkatlerden kaçmayan bir başka önemli ayrıntı da içeriye girdiğinizde hemen gözünüze çarpan duvara gömülmüş para kasasıydı. 1977’de Ankara’dan gelen bir heyet tarafından bu kasa açılmış, içinden yirmi sterlin parayla beraber bir adet de altın anahtar çıkmıştı. Bu anahtar köşkün her yerinde denenmiş fakat hiçbir yere uymamıştı. Günümüzde Genelkurmay envanterine kayıtlı olan bu anahtarın zenginlere satılan ve bugün dünya üzerinde yedi adet olduğuna inanılan cennet anahtarlarından biri olduğu sanılıyordu.

Gezdiğimiz odalardan birinde gördüğümüz bir diğer önemli ayrıntı ise Paolides’in hemen hemen hiç kimseye güvenmediğinin ispatı gibiydi. Burası toplantı odasıydı. Ortada bir masa ve etrafında da kanepeler vardı. Paolides’in kendine ait koltuğu ise ortadaki halkadan uzakta ve kapının yanında idi. Paolides toplantılarını, silâh pazarlıklarını hep burada yapıyor ve yine tedbîr olarak salonun ortasında yer alan masanın etrafındaki halkadan uzakta ve sırtını duvara dönmüş olarak bir kenarda oturuyordu. Anlatılanlara göre o, sırtını duvardan başkasına dönmemeye yeminliydi âdeta…


Evin üst katındaki yeşil odaya, Paolides’in uzlet ve dinlenme mekânına girdiğimizde de yine ölüm korkusunun farklı bir tezâhürü ile karşılaştık. Rehberimizin anlattığına göre bu odanın bir gizemi vardı. Kapı özel bir mekanizmaya sahipti ve onun sırrını da yalnızca Paolides ve en yakınındaki oda hizmetçisi biliyordu. Kapıyı açmak için kapı kolunu aşağıya doğru değil, yukarıya doğru kaldırmak gerekiyordu. Kapı kolu aşağıya doğru bastırıldığında kilit sistemi devreye girip kapı hemen kilitleniyordu. Ânî ve hiç umulmadık tehdîtlere karşı bile önlem alınmıştı bu evin içinde. Dinlenirken bile tedbîri elden bırakamazdı Paolides. Bu odadaki bir diğer ilginç ayrıntı ise 1967 yılı yapımı Renato marka televizyondu. Öğrendiğimize göre Kıbrıs’a giriş yapan ilk siyah-beyaz televizyondu o.


Bu odanın yanında ise Paolides’in yatak odası yer alıyordu. Burası da diğerleri gibi hayli ilginç bir mekândı. Zîrâ o da sahibinin ölüm korkusundan fazlasıyla nasibini almıştı. Yatağın yanında, yatanın sol tarafına gelecek noktada kapaklar vardı. Bu kapaklar vakt-i zamanında Paolides’in gerektiğinde kaçmak üzere yaptırmış olduğu tünele açılan kapılardı. Tünelin çıkış noktasının neresi olduğu da belli değildi. Ve nitekim tahmîn ettiği gibi bu tünel onun işine çok yaramıştı. 1974’te Barış Harekâtı başlar başlamaz bu tüneli kullanarak kaçmıştı. Tünelden çıktıktan sonra ise hazırlattığı bir düzenekle tüneli patlatmıştı. O yüzden tünelin nerede bittiği ve Paolides’in tam nereye çıktığı bilinmiyordu. Rivâyete göre önce yakınlardaki bir İngiliz köyüne, oradan da deniz yoluyla İtalya’ya kaçmıştı. Mehmetçiğin nefesini ensesinde hissettiği an yaptığı ilk iş, kendisi için yaptırdığı gizli bölmeden kaçarak sırra kadem basmak olmuştu.


Köşkün enteresan bir mimârî projesi vardı. Evin iç detayları kadar, dış görünümü de ilginçti. Kuşbakışıyla ev, o dönemin meşhûr İsrail yapımı suikast silâhı olan Uzi’ye benziyordu. Silâh kaçakçısı özel ikametgâhını bile silâha benzetmişti. Belki de o sebeple bu mekân, çevrede “kaçakçının evi” olarak biliniyordu. Ayrıca köşk hiç kimsenin dışarıdan göremeyeceği, ancak her tarafa hâkim olan bir mevkide konumlanmıştı. Böylelikle köşk silâh dağıtım noktası olarak da kullanılabilecekti.

Paolides köşkün mimârî projesini İtalyan asıllı mimâr arkadaşlarına çizdirmişti. Daha sonraki günlerde mimâr arkadaşları ve köşkün inşââtında çalışan işçiler için bir davet vermişti. Davet esnasında da köşkün güvenlik sırları ve mimârî projesi başkalarının eline geçebilir endişesiyle hem işçileri hem de mimâr arkadaşlarını gözünü kırpmadan öldürtmüştü.

Dünyaya gelmek âdemin kaderi, insan olarak yaşamaksa bahtıdır. Paolides’in hayâtı gerçekte yaşamayan fakat ne pahasına olursa olsun hayâtta kalmaya çalışan bahtsız bir âdemin dramıdır. Hayât nimetini nefes alıp vermekle sınırlamış ve en büyük lûtuf olan huzûru hırs ve iştihâsıyla kendi kendisine harâm kılmış bir bîçârenin hayâtıdır. Yıllarca EOKA’nın silâhlarını temîn eden ve binlerce mazlûmun kanına giren bu adamın en büyük korkusu öldürülmektir. Huzûr bulmak ve mutlu olmak için değil, ölmemek için yaşayan bir mahlûktur o. O yüzden de beraber yola çıktığı insanlara dahi gözünü kırpmadan kıyar.

Bütün zâlimlerin ortak özelliğidir bu! Emirleri altındaki insanlara ölmeyi emrederler, kılları dahi kıpırdamadan binlerce masûmu ölüme gönderirler, fakat kendileri ölümle yüzleşmek durumunda kaldıklarında ise özlerindeki korkaklık sebebiyle bu randevuyu sürekli olarak ertelerler.

Ötenazi isteyerek bedenî ıztırâblarından kurtulmaya çalışan insanlar bile daha bahtiyârdır bu korkak gangstere göre… Fakat bu adam “Bu da hayat mı? Ölsem de kurtulsam!” diyebilecek bir şansa da sahip değildir.

Lüks otel konforundaki bu muhteşem cezaevinde korku ve buhranların anaforunda yaşayan bu adamın ömrünün tek bir günü dahi huzûr ikliminde geçmemiştir. Bindiği hayât gemisi sürekli olarak korku burnundan geçmeye mahkûm bir adamın psikolojisine sahiptir o. Ne yazık ki fırtınası hiç dinmeyen puslu bir denizde yol almaktadır ve yıllar önceki tercihinden dolayı artık rotasını selâmet sahiline çevirebilme şansına da sahip değildir. Batmamak için yapabileceği tek şey, azamî bir dikkat ve mahâretle her an dalgalarla boğuşmaktır. Zîrâ anlık bir gafletin bedelini hayâtıyla ödeyeceğinin farkındadır. Fırtınası dinmiş, durgun ve sessiz bir denizde yol almak, onun için sadece bir hayâldir.

Zâhirde Kıbrıs’ın en güzel villasında yaşıyor görünen bu adam gerçekte hayâtını manevî bir kanalizasyon çukurunun içinde geçiren bir bedbahttır. Bedeni kuş tüyü yataklarda dinlenirken rûhu korku ve buhranların anaforunda savrulan, âdeta hayâtla ölüm arasında gidip gelen bir med-cezir hâli içindedir. İnsan burada şunu düşünmeden edemez: Ölümlü olan bedenin rahatı mı önemlidir, yoksa ölümsüz olan rûhun selâmeti mi? İşte bu saray yavrusu, içinde gezerken bize bunları ilhâm ettirdi.

Silâh pazarlıklarının yapılıp ölüm emirlerinin verildiği, komploların kurulup mezâlim ve katliamlara çanak tutan kirli alışverişlerin gerçekleştiği sır kâtibi duvarların arasında dolaşırken sanki bir evin değil de bir labirentin içinde olduğunuzu sanırsınız. Köşkün içinde gezerken bir yuvanın huzûr ve sıcaklığını değil de bir labirentin soğukluğunu ve boğuculuğunu hissedersiniz. Gerçekten de öyledir burası. Huzûru teneffüs etmek için değil de içinde kaybolmak için yapılmıştır.

Servetiyle cennetini inşâ etmeye çalışırken seçtiği hayât tarzıyla cehennemini satın alan bir adamın yedi yıldızlı hapishanesidir burası. Saray yavrusunda adımlarken cennet ve cehennemin gayretlerinizden evvel tercihlerinizin bir sonucu olduğunu fark edersiniz.

Paolides’in yaşadığı bu ev âdeta bir ibret akademisidir. Ama onun sadece hayâtı değil, ölümü de ibret kalemiyle yazılmıştır. Yaşadığı hayat “Korkunun ecele faydası yoktur.” sözünün ispatı gibidir. Her anını öldürülme korkusuyla geçiren bu adam, neticede korktuğuna uğramaktan kurtulamaz. Kıbrıs’ı terk ettikten on iki yıl sonra 1986 senesinde İtalya’daki bir mafya toplantısında hayât defterinin son yaprağı kanla mühürlenir. Azrail ile buluşma vakti geldiği an tehîri imkânsız ölüm gongu çalar ve bu karanlık dehlizin yolcusu olan her bedbaht gibi “Su testisi suyolunda kırılır.” hükmüne râm olarak bir başka zâlimin elinde can verir. Her zaman olduğu gibi ilâhî takdîr hükmünü icrâ eder: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.”

Mekânlara anlam katan içinde yaşayan insanların dünyasıdır. Bu ev bütün ihtişâm ve konforuna rağmen soğuktur. Duvarların sır saklayan sükûtunu hemen hissedersiniz. Bu esrarengiz adamın simsiyâh bir sükûnet şâlının arkasından yankılanan boğuk ve soğuk sesini, “Hayâtımı çok ucuza sattım!” diyen feryâdını sükûtun perdesini yırtan bir derinlikten duyar gibi olursunuz.

Mavi Köşkü gezerken gönül dünyamıza bunlar aksetti. Bu ev sahip olduğu ihtişâma, konfora ve eşsiz manzarasına rağmen bize huzûr vermedi. Çünkü bu ev ölümü kâbûs bilen, evinin içinde dahi sırtını duvardan başkasına dönemeyen zavallı bir zâlimin çilehânesiydi.

Evet, bu evde ölüm yoktu belki ama ondan daha beter olan bir başka gerçek vardı. Ân-be-ân ölümün sıcak nefesi kol geziyordu bu evin loş koridorlarında…

Zulüm Devam Ediyorsa, Tövbe ve Helalleşme Anlamsızdır

“Sen ve beraberindekiler, emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun. Aşırı gitmeyin. Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa ateş size de dokunur. Allah’tan başka dostlarınız da yoktur ve yardım da göremezsiniz.” (11/113.)

Zulüm; her türlü haksız ve adaletsiz uygulamaların adıdır. Diğer bir ifadeyle zulüm; bir kimsenin, kendi hak alanının dışına çıkarak başkalarına zarar vermesi veya birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunması demektir.

Zulüm, alanı oldukça geniş olan bir kavramdır. Kur’an’da türevleriyle birlikte yüzlerce ayette geçmektedir. Hangi alan olursa olsun, Allah’ın belirlediği sınırları aşarak haktan batıla, -yani adil, meşru, doğru ve gerçek olandan- sapmak zulümdür. Kur’an’da şirk, inkar, nankörlük, bozgunculuk, sapkınlık, haddi aşma, ölçüsüz davranma zulüm olarak nitelendirilmiştir. Yani, Allah’ın hükümlerini çiğneyerek insanlara karşı yapılan her türlü haksızlık zulüm olarak vasıflandırılmıştır.

Zulüm, hem yaratana, hem de yaratılanlara karşı yapılmaktadır. Şirk koşmak, inkar ve nankörlük etmek, şükretmemek, O’nun ayetlerini ve ahkamını ciddiye almamak gibi eylemler yaratana karşı zulümdür.

Allah, öncelikle şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu (31/13),  bütün inkarcıların aynı zamanda zalim olduklarını (2/254) haber vermektedir; zira Allah’ın hakkı olan yetki ve tasarrufları başkalarıyla paylaşmak, en büyük haksızlıktır, zulümdür.

Kur’an, Allah’ın hükümlerini (emirlerini) ister söz, ister davranışlarıyla ciddiye almayıp çiğneyenlerin zalim olduklarını ve dünyada çeşitli felaketlerle helak edildiklerini (11/67), ayrıca, dünyada yaptıkları, iyi gibi görünen işlerinin de boşa gideceğini (3/117) bildirmektedir.

Kur’an, insanların saldırılara uğramasını ve vatanlarından zorla çıkartılmasını, 22/39-40), yetimlerin mallarının gereği gibi korumamasını, meşru sınırlar dışında birilerinin malını (hakkını) yemeyi (4/29-30)  zulüm olarak adlandırmaktadır.

Evet Allah, bütün insanlara adaleti emrediyor; adil olmalarını istiyor. Adaletli davranmayanları da zalim olarak adlandırıyor. İnsanlık tarihi boyunca elçilerin/kitapların gönderiliş amacı da tamamen adaleti tesis edip zulmü önlemek ve herkesin hakkına kavuşmasını sağlamaktır.

Kur’an ayetlerine baktığımızda, her ne anlatılırsa anlatılsın, sözün/mesajın mutlaka “adalet” noktasına getirildiği ve adaletli davranmayanların (zalimlerin) akıbetlerinin “dallin” oldukları rahatlıkla görülecektir. Dolayısıyla bir toplumda adalet bütünüyle yürürlükte değilse, o toplum bireylerinin Allah’a yönelik diğer ibadetlerinin pek bir kıymeti olmayacaktır; zira zalimler asla felah bulamazlar.

Peki, zalimlerden olmamak için ne yapmalı, nasıl davranmalı, kimlere hangi görevler düşmektedir?

Bu konuda elbette her bireyin kendi sorumlulukları vardır; ancak birinci derecede devlet yetkilileri, ikinci derecede de diğer sektör yetkililerinin çok daha fazla sorumlulukları vardır. Her işin/alanın hacmine göre sorumluluğu söz konusudur. Bir aile reisinin sorumluluğu ile bir bld. başkanının sorumluluğu bir olmadığı gibi, bir il valisinin sorumluluğu ile bir devlet reisinin sorumluluğu da bir olamaz. Yani, kişinin aldığı yetki/alan ne kadar çok ise, sorumluluğu da o derece çoktur.

Türkiye üzerinden konuşursak, adaleti sağlama (zulmü önleme) konusunda birinci derecede (belki yüzde seksen) kanun çıkartanlar (meclis) ve kanunları uygulayan devlet yetkilileri sorumludurlar. Adaleti sağlayıcı kanunlar çıkartılmazsa veya çıkartıldığı halde bu kanunlar uygulanmazsa, büyük haksızlıklar (zulüm) ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla iş/görev, bütünüyle “devlet” denilen mekanizmaya düşmektedir. Öyle ise, devlet yönetiminde görev alanların, başta kendileri adil, ehliyetli ve liyakatli olmalı, sonra da yüklendiği görevi hakkıyla yerine getirmelidirler.

Devlet dediğimiz erk, her şeyden önce, insanların canlarına ve mallarına yönelik çok hassas olmalıdırlar; zira İslam hukuku, “can can, dişe diş, göze göz” diyerek, adaletin mutlak anlamda yerine getirilmesi ve hiç kimseye haksızlık yapılmamasını emreder. Dolayısıyla can ve mal konusunda Allah’ın ahkamını uygulamak zorundadırlar. Suç işleyenlere yönelik adil ve caydırıcı cezalar çıkartıp uygulamadıkları takdirde, büyük haksızlıklar ve büyük kayıplar olacaktır.

Devlet erki, herkese -bütün inançlara ve topluluklara karşı- eşit mesafede olmak zorundadır. Kamuda iş ve görevle ilgili atamalarda bireyler arasında ehliyet ve liyakat ölçülerine dikkat etmeli ve adil olmalıdır. İmkan ve fırsatları adaletli dağıtmalı, işe alımlarda ailelerin sıkıntıları dikkate alınmalıdır. İş ve sorumluluklara göre ücret ödemeli, asgari ücret insanca yaşanacak düzeyde olmalıdır. Ekonomi alanında üretime öncülük etmeli, istihdam sağlamalı, çalışamayacak durumda olanların nafakalarını karşılamalıdır.

Yine, kamunun mallarını israf etmemeli, bölgelere ve kurumlara göre dengeli dağıtıp kötüye kullanmamalı; ihaleleri şeffaf ve adilane yapmalı; hizmet almada vatandaşlara kolaylık sağlamalı, rüşvetle iş yapanları tespit edip ağır cezalar vermeli ve kamu nizamının düzenli işlemesini sağlayan denetimleri mutlaka tam yaptırmalıdır.

Diğer taraftan, insanlara inançlarından, düşüncelerinden, ırklarından ve kıyafetlerinden dolayı ayrıcalıklı davranmamalı, özgürlüklerini kısıtlamamalı, ülkelerini terk etmeye zorlamamalıdır. Eğitimde herkese fırsat eşitliği vermeli, çaresizlikten dolayı eğitim alamayanlara imkan sağlamalı, mezun olan gençleri sadece diploma sahibi değil, her birine güzel bir meslek/iş kazandırmalıdır.

Devlet görevlilerinin yanı sıra, her ferdin ahlaki anlamda görev ve sorumlulukları vardır. Başta ana-baba, eş, kardeş, arkadaş, akraba, komşular olmak üzere bütün insanların hak ve özgürlüklerine karşı saygılı olunmalıdır. Yalan ve iftirada bulunmamalı; zan ile hareket edilerek insanlar töhmet altına alınmamalı; gıybet edilerek başkaları çekiştirilmemeli; insanlar alaya alınarak aşağılanmamalı; şiddet uygulanmamalıdır.

Ticaret ve alış verişlerde “hak” mefhumuna itina gösterilmeli, malı satan veya alanın, malın değerine dikkat etmeli ve kişinin rızası olmaksızın zor ve hileyle elinden alınmamalıdır. Kısaca, insan onurunu zedeleyen her türlü olumsuz davranıştan kaçınmalıdır. Aksi takdirde zulümden yakalarını kurtaramazlar.

Bilinmelidir ki gerek dış dünyada gerekse insanların vicdanlarında adaletsizliğin meydana getireceği tahribat, hiçbir tahribatla kıyaslanamaz. Başta hak ve güven olmak üzere bütün değerler, ancak adaletle ayakta kalır. Toplumda adalete olan güven yitirilince, çöküş kaçınılmaz olur. İnsanlar uzun süre, yoksulluğa tahammül edebilirler; ancak bu yoksulluğun altında yatan sebebin adaletsizlik olduğuna inanırlarsa, buna asla razı olmazlar ve katlanamazlar.

Zulmün bütünüyle ortadan kaldırılmasını ve adaletin sağlanmasını istiyorsak, hangi görev ve konumda bulursak bulunalım, hak ve adalet ilkesine titizlikle riayet etmemiz, geçmişte yaptığımız haksızlıklardan tövbe etmemiz ve ilgililerle helalleşmemiz gerekir.

Bilinmelidir ki zulüm devam ediyorsa, tövbe ve helalleşme anlamsızdır ve yine bilinmelidir ki Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmeyenler, zalimlerin ta kendileridir ve zalimler asla kurtuluşa eremezler. (2/29, 6/21)

Konuyu Nebi as’ın şu duasıyla sonlandıralım: “Allah’ım! Fakirlikten, kıtlıktan, zillete düşmekten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım.”

NOT: Bir sonraki yazımız, “din adına yapılan zulümler” olacaktır, inşallah… Zira din adına verilen fetvalar, kesilen ahkamlar, yaşanan uygulamalar büyük haksızlıklara sebebiyet vermiştir, vermektedir. 

Selam ve muhabbetlerimle…

Bayramınız Mübarek Olsun…

Elhamdülillah çok şükür, Mübarek Ramazan Ayında oruç tutmayı bizlere nasip kılan Rabbimize ne kadar Hamd ve Şükür etsek azdır. Bu vesileyle cümle kardeşlerimizin geçmiş Ramazan Bayramını tebrik ediyorum.

Adem oğlu her dönemde Fani Âlemde zorlu sınavlar ve türlü badirelerle karşı karşıya kalmıştır. Bizler yaşadıklarımızdan çok yaşamadıklarımız için şükür etmesini bu sayede öğrenmiştik. Başımıza gelmemiş olan musibet bizim için Allah’ın bizlere göstermiş olduğu lütuf idi. Keza bizleri yegane esirgeyen ve bağışlayan O’dur!

Ondan gelen her şey baş göz üstünedir. Kaybedilen, yitirilen her ne olursa olsun Hikmetinden Sual Olunmaz diyerek başımızı öne eğmişizdir. Ancak hak bildiğimiz bu yolda Yüreğimiz Dik bir şekilde yola revan olmaya yeminliydik.

Ümmetin en ağır uykularından uyanmasına bir tek Mümin kafi gelmiştir. Rabbimiz bizlere reva gördüğü sınavların neticesinde yine muhakkak bizlere bir karne nispetinde ödüller göndermekteydi. Bu ödül kimi zaman Selahaddin Eyyubi misali bir Kumandan olarak bizlere rücu etmekteydi. Firavunlar her dönem olabilirdi ancak inanmış bir Müslüman her daim Hz. Musa misali muzaffer olmaya kadirdi.

Bu Ramazan Bayramı buruk ve hüzün dolu geçti, bu hissiyat benim gibi orta yaş grubundaki tüm kardeşlerimiz için inkar edilemeyecek bir gerçektir.

Bu Bayram ilk defa Bayramlar Bayram olmadı diyebiliriz. Nasıl olsun ki! Yanı başımızda Siyonizm’in Şımarık ve Serseri Çocuğu İtrail’in Filistinli Mazlumlara ve ilk kıblemiz olan Mescidi Aksa’ya yapmış olduğu vahşi saldırılar öfkemizi arş-ı alaya kadar yükseltti.

Hep deriz ya Slogan Atmakla bu iş olmaz diye. Muhakkak kısmen haklı bir ifade olabilir. Ancak bugüne kadar bizler ne yaptık diye soracak olursak? Siyonizm’in üretmiş olduğu en azından belli kalem ürünleri Boykot etmek yerinde bir protesto olacaktır. Buna da karşı çıkan olursa o vakit ben sizin samimiyetinizden yana şüphe ederim.

Yaklaşık 10 gündür Türkiye’nin birçok şehrinde olduğu üzere Adana’da faaliyette bulunan Sivil Toplum Kuruluşlarının bir araya gelip oluşturduğu ASİM Adana Sivil İnisiyatif Meclisi Platformu olarak farklı protesto eylemlerinde bulunduk.

Yediden yetmişe kadın erkek çoluk çocuk Cihat şuuru ile protesto eylemlerinde yer alan ve gelemeyip ancak duaları ile bizlere katkıda bulunan cümle kardeşlerimizden Allah razı olsun!

Geniş katılımların olduğu programlarda Filistin’de Şehadet Şerbeti içen Şehitlerin Gıyabi Cenaze Namazlarını kılıp dua ettik. Rabbim Dergâhı İzzetinde kabul etsin inşallah! Gün susma günü değildir. İslam Tarihinde önemli bir milat diyebiliriz. Keza Küfür Ehli deyim yerinde ise Mazlum Müslümanlara Zalimliğin Zirvesinde zulümler yapmaktadır.

Bakın ne diyor Merhum Cemil Meriç

“Zulmün Olduğu Yerde Tarafsızlık Namussuzluktur.”

Filistin Davasında olduğu gibi zalimin zulüm yaşattığı her coğrafyada Tarafsızlık Maskesi ardına sığınanlara sesleniyorum. Filistin’de Terörist İsrail örgütünün Beyt Lahiya bölgesine düzenlediği hava saldırısında henüz 5 aylık bir bebek Muhammed Zeyn El-Attar ile kardeşleri 5 yaşındaki İslam ve 6 yaşındaki Emire şehit oldular.

Ben bu satırları kaleme alırken yine gözyaşlarıma hakim olamıyorum. Allah belanı versin İtrail sana her iki âlemde cehennem azabı versin Yüce Rabbimiz!!!

Filistin’de bunlar olurken bizler sıcak yuvalarımızda yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda tek derdimiz belki de fazla kilolarımız! Ya da çoğumuzun tek derdi Kahrolası Pandemi Yasakları.

Öyle ya ağız tadıyla bir AVM’ye gidemiyoruz. Şehrin en lüks mekânlarındaki kafelerde keyif kahvemizi içemiyoruz. Çoğunuzu duyuyorum neredeyse iki senedir sinemaya gidemiyoruz diyorsunuz. Yine Ailece tatil yapmayı özledik diyorsunuz! Fani dünyadan vazgeçmeden Cenabı Allah’tan Cenneti dilemek kolay mı sanıyorsunuz?

Siz Ailece Tatile gidemediniz ama bir Çok Filistinli “Ailece Şehadete” yürüdüler. Kolay mı sanıyorsunuz Cennet Kapısından elini kolunu sallayarak geçmek!

Ey Müslümanlar Uyanın

Vakit Çok Geç Olmadan Uyanın Bu Ağır uykudan!

Öyle ki uyandığınızda vakit geç olmaz İnşallah!

Unutmayın “Küfür Tek Millettir” Sizler konuştuğunuz dilinizi, renginizi, mezhebinizi ve milliyetinizi bahane ederek birbirinize sırt çevirirken Küfür Milleti Tek Yumruk olmuş durumda.

Müslümanların tükürüğü ile boğulacak kadar zayıf olan Avusturya ve Çekya gibi bazı ülkeler Devlet Kurumlarına Îtrail Bayrağı çektiler.

Hala anlamamakta direniyor ve uyanamıyorsanız bu Derin Uykudan o vakit ölüm haktır sizlere Allah’ın izniyle! Hak Dava Nöbetinde uyumamaya yeminliyiz! Muhakkak bizler Seferden Sorumluyuz takdir Rabbimizin.

Bizim tek gayemiz hesap günü Cenabı Allah; Mazlum Kardeşlerinize Zulüm yapılırken sizler neredeydiniz? Sualine mahcubiyetle de olsa verecek bir yanıtımızın olmasıdır.

Rabbim tez zamanda henüz uykuda olan Ümmeti Muhammedin mensuplarına önce uyanma ve sonrada mücadele feraseti nail eylesin inşallah. Öfkemizi diri tutmalıyız. Asla ama asla zaferden yana şüphe duymamalıyız. Allah katında asıl olan sorumlulukla mücadele etmektir.

Bu arada bir sözümde özellikle yurt içinde nerdeyse her protesto eylemlerine Maydanoz ve Nane olan Sözde Sivil Toplum Kuruluşlarına gelsin. Kimler mi bunlar? Bir kısmının isimlerini saymadan geçemeyeceğim.

– Tabipler Odası

– Barolar Birliği

– Mimar ve Mühendisler Odası

– Kesk ve Disk gibi sözde Sendikalar.

– İsmini sayamayacağım birçok sözde aydınlar ve sanatçı geçinen tayfa.

Sakın ha sizleri unuttuk sanmayın. Atalar ne demiş “Kurt kışı geçirir ancak yediği ayazı unutmaz.” Sizlerin yerli ve milli olmadığı bir kez daha gün yüzüne çıkmış oldu!

Her fırsatta “Gezi Kalkışması” benzeri eylemleri fırsat bilip kendi milletine ve devletine ihanet edecek cüreti gösteren bu yerli hain ve işbirlikçileri Silik Karakterleriyle, Yüce Milletimiz nezdinde gerekli muhasebeye tabi tutulacaktırlar.

Ben İtrail ürünleri kadar bu içimizdeki “Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytanlar” içinde bir boykot yapılacağına eminim. Son söz olarak Mübarek Ramazan Ayında şehadete kavuşan başta Filistinli Mazlumlar olmak üzere cümle kardeşlerimizin ruhu için;

Lillâhi Teala El Fatiha.

Selâm ve dua ile…

Filistinlilerin Kuvayı Milliyesi HAMAS

Apartheid rejiminin günümüzdeki temsilcisi İsrail, her Ramazan’da yaptığını yine tekrarladı. Filistinlilerin meskenlerine el koymakla kalmadı doğrudan Mescid-i Aksa’da namaz kılanlara saldırdı.

Kahredici manzaralar!

İsrail’in bu terör eylemini dünya canlı yayında seyretti.

Evet seyretti.

Tepkiler resmi açıklamalardan ibaret.

Oysa İsrail bırakın resmi açıklamayı BM kararlarını bile yok sayan tavrıyla dünya ile adeta dalgasını geçiyor.

Tabii ki, Mescidi Aksa’ya yapılan saldırı sebebiyle kurulan ve ilk hedefi Filistin’i özgürleştirmek olan İslam İşbirliği Teşkilatı ile de dalgasını geçiyor.

Evet,8 milyonluk İsrail 2 milyarlık İslam dünyasıyla dalgasını geçiyor.

Dahası son birkaç yıl içerisinde kendisini düşman ilan eden ülkeleri normalleşme adı altında doğrudan kontrolü altına alıyor.

İslam dünyası bir kenara, sadece Ortadoğu’daki İslam ülkeleri birlikte hareket etseler, İsrail nefes bile alamaz. Ama Siyonizm’e hizmet eden emperyalizmin kontrolündeki Ortadoğu ülkelerinin bir kısmı şimdilerde doğrudan Siyonizm’in kontrolüne geçiyor.

Bu ortamda verilen tepkilerin bir kıymeti de kalmıyor.

Batının Arap Baharı adını verdiği silkiniş hareketine batı müdahale etmeseydi, bugün İsrail bırakın Filistinlilerin meskenlerine el koymayı eskiden el koyduğu mülklerini de iade ediyor olacaktı.

Mısır’daki darbe ve Suriye’de Esed’i korumaya alma hamleleri İsrail’in güvenliğine yönelik hamlelerdi.

Siyonizm’e ‘van minut’ çeken Türkiye’ye de boyun eğdirmek isteyen emperyalizm, Mısır’ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Mürsi’ye uyguladığı yöntemin aynısını Başkan Erdoğan’a uygulamak istedi. Gezi eylemleri, 17/25 Aralık yargı ve 15 Temmuz kanlı darbe girişimleri başarısız olunca kurdukları tuzak boşa çıktı.

Şimdi apartheid rejimini emniyete almak ve bölgedeki senaryolarını tatbik etmek için Başkan Erdoğan’ı ‘muhalefeti destekleyerek seçimlerde düşürme’ operasyonu çekiliyor!

İsrail ne BM kararlarından ne de yapılan kınamalardan zerre kadar korkmuyor. Korktuğu tek şey kuvvettir.

Onun için Filistinlilerin kuvay-ı milliyesi olan HAMAS’dan korktuğunun binde biri kadar bile bölge ülkelerinden korkmuyor.

Korktuğu tek ülke de her geçen gün güçlenen Türkiye’dir.

Türkiye’nin savunma sanayiinde attığı dev adımlar ve bölge ülkeleriyle kurduğu/kuracağı güçlü ilişkiler İsrail’i çileden çıkartıyor.

Bu bağlamda Türkiye’nin Mısırla ilişkilerinin düzelmeye başlamasından rahatsız olan ilk ülke İsrail’dir. İsrail’e en büyük tehdit, Türkiye ile anlaşmış bir Mısır’dır.

O sebeple de kimi çıkarlarını korumak için Türkiye ile ilişkileri normalleştirmek isteyen Mısır yönetimi Siyonizm’in hizmetkârı emperyalizmin baskısına maruz kalacaktır.

Bu baskıların Mısır’ın İsrail güvenliğini tehdit etmemesini garanti altına alacak boyutta olacağını tahmin etmek zor olmasa gerektir.

Dolayısıyla da Türkiye Mısır yakınlaşması doğru bir adımdır, ama oradan çok fazla şey beklememek gerekir.

Mısır tarafının ön şartlarına bakılırsa beklentinin çok yüksek olmaması gerektiği de rahatlıkla anlaşılır.

Ancak sadece Libya konusunda bile ortak bir noktada buluşulması, sorunun barışçı yollarla çözülmesine önemli katkısı olacaktır ki, fevkalade önemlidir.

Başlamak işin yarısıdır derler, ilişkilerin yeniden tesisi başlı başına olumlu bir adımdır.

İki ülkedeki devlet aklı, ihtilaflı konuları buzdolabına koyup karşılıklı çıkarları korumayı ve bölge sorunlarını çözmede dayanışmayı ön plana çıkarmayı başarabilirse önemli bir eşik aşılmış olur.

Türkiye Mısır yakınlaşmasının Filistinliler lehine atılacak adımların da başlangıcı olmasını temenni ederim.

Çözüm Üretemeyen ama Dilleri Sivri Olanlar…

Zulmün egemen olmaması ve önlenmesi için öncelikli yapılması gereken, zalim idarecileri egemen konuma getirmemektir. Allah Teâlâ, İbrahim Peygamber’i belirli alanlarda denedikten sonra önderlik makamına getirmiştir. Bakara Suresi’nin 124. Ayeti O’nun soyundan olup da Hz. İbrahim’in itikadi ve ahlaki vasıflarıyla donanmayanların salt dedelerine nispetle liderlik konumunda olamayacaklarına dikkat çekmiştir. İslâm’da yönetim soyla değil; emanete liyakatle şekillenir. Çünkü insanın soyunu belirleme kudreti yoktur. Dolayısıyla özgürlük alanına girmeyen şeylerle insanlar arasında farklılık iddia etmek ve üstünlük taslamak cahiliye âdetidir. Müslümanlar için bu ayetin evrensel mesajı; insanda zulme ait nitelikler yok edilmeden yöneticilik görevi vermenin yasak oluşudur. Zira ayetteki “zulüm” ifadesi şirk ve küfür anlamına geldiği gibi, adaletten ayrılmak ve günahlara dalmak anlamına da gelir. Hâlbuki dinimizde yönetimi meşru duruma getiren iki temel kaide; ilim ve adalettir. Adaletten ayrılan yöneticilerin meşruiyetinin düşmesi gerekirken, sonraki dönemlerde fitne çıkar endişesiyle fasık, facir ve zalim idarecilere itaat edileceği Sünnilik adına vurgulanmıştır. Lokal ve krala yaranma adına yapılan çirkin uygulamaları öne çıkararak Sünnilik böyledir demek de bir zulümdür. Çünkü Sünniliğin genlerinde zalim idarecilerle ortak hareket etmemek; zalimlere değil iktidar vermek en ufak bir meyil bile duymamak vardır. Sünni imamlarımızdan Ebu Hanife Hazretleri, gerekli şartları taşımadığı ve Hz. Peygamber’in torunlarına göre çok eksiği olduğu için Abbasi meliklerinden Mansur’a kıyam etmeyi önermiş ve bu mücadelesini şehit olana kadar sürdürmüştür. Bütün malını mülkünü Ehlibeytten olan İbrahim en-Nefs’ü-z Zekiyye’nin imameti için harcamıştır. Sünni geleneğin diğer imamlarının da benzeri mücadelelerine tarih şahittir. İmam malik, İmam Şafi ve Ahmet b. Hanbel’in çektiği sıkıntılar ve gördükleri işkenceler müsellemdir. İmamlarımızın hiç biri zulme ve zalim idarecilere onay vermemiştir.[1]Kur’an ve sünnetin muhkem hükümleriyle çatışan bir Sünnî gelenekten bahsetmek ilmi ve insaflı değildir. Lokal olayları Sünnilik genellemesi içerisinde vermek tarihi bir yanlıştır. Propagandaya yönelik asılsız söylemlerdir. Hatta diğer ekollerle kıyaslarsak Sünnî gelenek daha da pak ve temizdir. Tarihin tozlu sayfalarından tekil örneklerden yola çıkarak genelleme yapmak en azından insafsızlıktır. Bu bağlamda yeri gelmişken şu olayı da hatırlatmakta yarar görüyoruz. Seksenli yıllarda gençleri yönlendiren ve ülkelerine yabancılaştıran sözde bazı İslâmcı yazarlar, Abbasiler döneminde görev alan İmam Ebu Yusuf’la ulemanın kırılma yaşadığına dikkat çekmiş ve onu ilmi kariyerini siyasanın emrine vermekle itham etmiştir. Hâlbuki Ebu Yusuf’un zalim idarecilerin zulmüne fetva verdiğine veya zulmü onayladığına dair hiç kimse bir tek örnek bile gösteremez. Bilakis zulmü önlemesi ve ehliyetsiz kimselere ilmi dereceler verdirmemesi ile ilgili onlarca örnek vardır. “Çağdaş Kavramlar ve Düzenleri” yazan birinin zorlanınca laik olduğunu söylemesi, ümmetin çocuklarını önce yönetimden soğutup sonrada kendilerinin yöneticilere yağcılık yapması, benimde bir mealim olsun türünden bir çalışmayla hatalarla dolu bir ucube meal üretmesi, hepsinden öte bir terör grubunun gazetesinde maddi getiri için çöplenip yıllar önceki radikal çıkışlarıyla çelişkiye düşmesi, terör odaklarına yağcılık yapması, dini tahrif etmeleriyle alakalı söylemlerine sesini çıkarmaması, Abant konsüllerinde boy göstermesi, din düşmanlarıyla aynı ligde endam edebilmek için İslâm’ı indirgemeci bir üslupla yorumlaması, dinin devlet talebinin olmadığını ilan etmesini hangi anlayış ve yaklaşımla yorumlamamız gerekir? İslâm âlimlerine saygısızlık içeren bu tip yazılarla yetişen türedi jenerasyon, ulemaya sövmeyi bu adamlar sayesinde alışkanlık hâline getirdi. Bu düşünceleri yazan kişiler kendilerini laik; İslâm’ı ise hâkimiyet ve devlet talebi olmayan bir din olarak lanse ederken, itikaden nereye gittiklerini acaba hiç düşündüler mi? Müslümanların aleyhine emperyalist kâfirlerle ortak hareket eden bir örgütle beraber eylem yaparken iman bakımından nerede olduğunu hiç aklına getirdi mi? İnsana günah olarak bunlar bile yeter de artar bile. Bu meyanda şunu da açmakta yarar görüyoruz. Ülkemizin bazı ilahiyatçıları edindikleri yanlış bilgi ve tikel uygulamalardan yola çıkarak “Sünniliği bombalamak” tezi üzerinde durmaktadırlar. Bu absürt ifade ile her hâlde zulme onay veren tarihi Sünnilik(!) yerine modernitenin etkisinde olan ve batılı değerlerle çatışmayan neo-sünniliği inşa etmektir. Bu Sünniliğin omurgasını cihaddan uzak durmak, hayatın genişlik alanında dini devreye sokmamak, dünya finans sistemi ile çatışmamak, dinin iktidar talebinin olmadığını deklare edip laikliğin biricik kurtuluş yolu olduğuna iman etmek oluşturmaktadır. Laisizmin biricik yol olduğu tezini savunan bu akademik zevatın asıl sorunu dünyadaki gelişen olaylara Kur’an ve sünnetten çözüm üretememektir. Felsefe okuyup din okumamaktır. Herhangi bir tezden ziyade bu adamlar medyadaki bazı tarikat erbabının ve geleneğe bağlı akademisyenlerin düşünceleri ve söylemleri üzerinden konuşmaktadırlar. Tek şükrettikleri ise, tutundukları laik anlayışın kurumsal hâle gelmesidir. Yazıları ve konuşmalarının tamamında dünya sisteminin egemenlik ve varlık alanlarına göre dinin indirgemeci bir yorumu hâkimdir. Dinin başta ceza hukuku olmak üzere yaptırımlarının ya inkârı ya da mutlak tarihselci yaklaşımla dondurulması söz konusudur. Epistemolojik bağlamda rasyonalist olduklarından dolayı içeriden birisi olarak gavurların bile aklına gelmeyen aykırı fikirler zaman zaman onlardan sadır olabilir. Velhasıl bu zevat ile eskiye sözde bağlı olup da yeni bir şey söyleyemeyenlerin ortak noktası çözüm üretememek ve laisizme pratik anlamda zemin hazırlamaktır. Dini anlamda boşlukta bırakılan gençlerimiz de bu boşluğu ideolojilerle doldurmaktadırlar. Sünniliği bombalamak isteyenler, kendilerince İslâm’ı yetersiz bulup ideolojik sapmalarla din değiştiren bu gençlerin itikadi sorunlarına çözüm bulsalar daha iyi olmaz mı?

[1] Rıza, Reşid, el-Menar, c. I, s. 328.