Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Pazar, Nisan 20, 2025

İçselleştirilen Batılı/Beyaz İktidarın Vesayetçi Zihniyeti ve Milli Beraberlik Meselesi

Yeni sömürgecilik döneminde Batı (Kıta Avrupası) ve özellikle de ABD, Batılı/beyaz üstünlükçü zihniyeti içselleştirerek beyaz Anglo-Sakson kimliğini adeta vekaleten kullanan Batıcı grupların üzerinden nüfuzunu pekiştirmektedir. Bu düşünceyi ve bakış açısını içselleştiren ay­dın ve okumuş kesim açısından beyaz Amerikalı gibi davranmak ve toplumumuzun meselelerine bu açıdan bakmak idealinin, adeta kültürümüzün referans kodları ha­line gelmesi Amerika’nın değerler sisteminin Türk kültürü­ne nüfuzu şeklinde yorumlanmalıdır. Oysa ki, bu ideali iç­selleştiren Batı taklitçilerinin ya da Mahmut Rişvanoğlu’nun ifadesiyle, “dış güçlerin ve içteki yerli misyonerlerin”[1] bu noktada gözden kaçırmamaları gereken husus, ABD’nin bu ba­kış açısını 3. Dünya coğrafyasında bulunan toplumlar ve Türkiye’yi görünürde müttefik ve fakat gerçek anlamda hasım görmeyi normal kılan ırk­çı değerlerden bağımsız bakmadığı, anlamadığı ve Batı’dan “eksik” etiketiyle algıla­dığı gerçeğidir. Konuya farklı bir bakış açısından bakarak yeni bir soru alanı açmak gerektiğini düşünüyorum. Bir an durup da, Tür­kiye’de Batı taklitçisi (Batıcı) beyaz Amerikalı gibi davranan ve düşünen bir kişinin (kişilerin) kültürel bakımdan Türk ya da Türk toplumuna ait olmayı reddeden ve benim “per­formatif beyazlık”[2] (performative whiteness) pratiği olarak nitelendirdiğim, yani kendini beyaz Amerikalı sayacak taklitçi bir bakış açısı ve davranış biçimini benimseyenlerin bulunma­sı, ABD’de beyaz üstünlükçü söylemin kurgulanması ve bu­nun dünyada yaygınlaşarak küreselleştirilmesi çabaları hakkında tam olarak ne söy­ler? Bu içselleştirme aslında ABD’nin anaakım beyaz egemen yaşam tarzı ile emperyal politikala­rını da içselleştirmekle bir tutulabilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihini Batı paradigmaları ile ele alan ve Batı’nın “totaliter/faşist” Türki­ye stereotipi ve fantazisine dayalı algının bir tezahürü olarak “Zulüm 1453’de başladı” şeklinde bir Bizansvari duruş ser­gileyen ırkçı klişeler içine sıkıştırılan bir mesele haline ge­tirenler, postkolonyal eleştirmen Gayatri C. Spivak’ın ifade­siyle, “kutsanmış cehalet, kolonyal hakimiyetten ayrılamaz”[3] gerçeğini ortaya koymaktadır.[4]

 

Afrika asıllı Amerikalı akademisyen Amber Jamila Musser, günümüzde Amerika’da yaşanan son duruma dair kendisiyle 8 Şubat 2025 tarihinde yapılan bir röportajda, genel anlamda insanların ve özellikle de siyahların Amerikan toplumu gibi ırkçı ve ataerkil toplumlarda “baskıcı bir iktidarı deneyimlemenin” şekilllendirdiği norm ve değerlere dayanan bir hayat tarzını yaşadıklarına işaret etmektedir. Ona göre, böyle yaşamanın verdiği alışkanlıklar neticesinde çoğu zaman bilinçsizce de olsa “içselleştirilen tahakküm” (internalized oppression) ile beraber kendimizi sevmekten çok baskı uygulayanlara sevgi ve merhamet duygusu geliştirebiliyoruz. Oysa ki bu toplumsal kurumlaşmanın verdiği ırkçılık aslında “yapısal” (sistematik) olması itibarıyla, “sosyoekonomik eşitsizlikler, eğitimde fırsat eşitliği, emlak satılırken beyazların tercih edilmesi sonucunda ortaya çıkan eşitsiz iskan sorunu ve iş yaşamında uygulanan ırkçı pratikler” kişilerden kaynaklanmayan yapısal sorunlar olarak teşhis edilirse, kişilerin içselleştirdikleri baskı ve tahakküme gönüllü boyun eğişleri neticesinde beyazları kendilerinden daha fazla sevmeye yol açan öz-nefret duygularından da özgürleşme sağlanabilecektir.[5]

Aslında bu gönüllü boyun eğmeye dair teşhis ve tespiti, benim de içselleştirilen Batılı/beyaz iktidar olarak nitelendirdiğim şekliyle yakın tarihimizden bir olayla örneklendirmek mümkündür. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tertiplenen 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) ile II. Abdülhamid’i tahttan indirme olayının ardında bulunan Siyonist projenin işbirlikçileri arasında İngiltere ve Almanya’nın bulunduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor: Ender Korkmaz’ın belirttiği gibi “31 Mart Vakası Türk demokrasi tarihinin ilk darbesidir ve bu anlamda sonuncusu 2016’daki darbe girişimine uzanan askeri darbeler zincirinin ilk halkasıdır.”[6] Bu kaotik döneme ışık tutan Süleyman Kocabaş, Osmanlı İmparatorluğu’nu Yıkanlar: Jön Türkler, Komitacılar, Siyonistler (2018) kitabında, bu kurgulanan sözde irtica olayının biraz öncesine giderek Batıcı hayranlığına somut bir örnek vermektedir. 1908 Jön Türk İhtilali olarak adlandırılan II. Abdülhamid’e II. Meşrutiyet’i ilan ettirmek üzere başlattıkları isyanı hatırlatmaktadır: 10 Temmuz 1908 tarihinde Balkan dağlarına çıkan Enver, Resneli Niyazi ve Eyüp Sabri beylerin emrinde bulunan askerî birlikler ve onlara katılan sivil gönüllüler bu kalkışma ile istediklerini elde etmişler ve 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. O tarihlerde Jön Türkler’in arasındaki İngiliz yanlısı sivil unsurlar, bu ilanın İngilizlerin desteğiyle olduğuna inanmaları nedeniyle İngilizlere derin bir hayranlık duymuşlardır. Bunun neticesinde, İngiltere’den atanarak Londra’dan İstanbul’a 31 Temmuz 1908’de gelen İngiliz büyükelçisi Gerard Lowther’e ’”büyük tezahüratta bulunmuşlardı.” Kocabaş, bu olayı Ali Haydar Mithat’ın Hatıralarım (1946) eserinden bir alıntıyı aktararak betimlemektedir: “Sirkeci Garı’nda bekleyen gençler, ‘Sir G. Lowther’in arabasının hayvanlarını (atlarını) sökerek, arabayı ta sefarethaneye kadar bizzat çekmişlerdi.’”[7] Ancak Batılıların Türklere bakış açısını belirtmek için şunu da eklemek gerekiyor: “Hiç beklemediği bu olay karşısında İngiliz büyükelçisi neye uğradığını şaşırmış, aynı gün Londra’ya çektiği telgrafta, arabasını çeken Jön Türkler’i, “politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” diye tasvir etmişti.”[8]

Günümüzde kendisini Jön Türkler ile özdeşleştiren bazı siyasi yorumda bulunan kişiler, 1908 yılında yaşanan bu olayda ortaya konan Batıcı teslimiyetçiliğin ya da içselleştirilmiş Batıcı iktidar anlayışı ile süregelen ve ülke tarihimizde zaman zaman darbelerle açığa vurulan mandacı görüşün, “büyükelçinin arabasını çeken atları söküp arabayı kendi kollarıyla” çeken zihniyetin ete kemiğe bürünmüş hali olduklarının bile farkında olmadan harekete geçebilmektedir. Örneğin, Amerikan CNN televizyon kanalının ardından İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye Türkiye’yi şikâyet ederek yaptığı açıklamada “İngiltere bizi yalnız bıraktı. Kendimizi yalnız bırakılmış hissediyoruz” diyen ana muhalefet partisi lideri ile onun bu fikirlerine destek veren Batıcı kesim geçmişten ders çıkarmalıdır. Ancak tarihe bu mandacı zihniyetin ya da Batılı/beyaz zihniyetin ürettiği talepler çerçevesinden bakılınca,İngiltere’nin Türkler karşısındaki üstenci tavrını da hatırlamak bugünü anlamak açısından fayda sağlayacaktır: İngiltere başbakanı William E. Gladstone’un (1809-1898) geçmiş dönemlerde İngiliz parlamentosunda eline Kuran’ı alarak ifade ettiği bakış açısının da Türklerin Batı’dan soyutlanarak ele alınmasını bir devlet geleneği olarak benimseyen İngiltere yönetiminin halen nasıl bir perspektiften baktıklarının da bir işareti olarak görülmelidir: “Türkiye bu kitapla yürüdükçe medeniyete zararlıdır.”[9] Aslında günümüzde Batı’dan paradoksal biçimde toplumu demokratikleştirme adına müdahale talep eden siyasi kişilerin zihinlerini işgal eden İngiliz ve ABD mandacılığını, çoğu zaman iyi niyetle başlattıkları ve fakat tehlikeli bir durumu davet edeceğinin bilincine varmadıkları  içselleştirilmiş Batıcı iktidar duygusu içerisinde dile getirmektedirler.

Diğer bir deyişle ifade etmek gerekirse, Oğuzhan Bilgin’in şu sözlerini hatırlamanın fayda sağlayacağı kanaatindeyim: “Politik olarak da Türk ve İslam kimliğine siyasi kimlik olarak sahip çıktıkları için milliyetçiler ve muhafazakârlar Batıcıların nefret nesnesi haline geliyor. Çünkü doğrudan veya dolaylı olarak her türlü olumsuzluğun kaynağı olarak bu kimlikler görülüyor. Self-kolonyal bir psiko-kültürü ideolojik ve siyasal bir farklılaşma gibi görüyoruz sadece.”[10] Batıcıların nefretini celbeden toplumsal hayatı paylaştıkları grupları tanımaları için tarih okumaları yapmaları da gerekmektedir; Ali Kurdoğlu’nun şu ifadesini çok kıymetli buluyorum: “Tarihi ve kendi tarihini bilmeyenler tarih olurlar.”[11] 1915 Çanakkale Savaşı’na İngiltere lehine propaganda eseri yazmak için gelen İngiliz şair ve yazar John E. Masefield bu satırları yazarken bile Kurdoğlu’nun Türkçe’mize kazandırdığı Gelibolu kitabında Türklerin kahramanlığını kabullenmek zorunda kalmıştır: “Karanlık bastı, fakat ne dinlenme vardı ne de ara veriliyordu.Türkler, imanlarının gücüyle haykırarak geceleyin dalga dalga ortaya çıktılar; ötekiler/müttefik askerleri karanlıkta çalılıklar arasından gizlice ve yavaş yavaş sıvışıp kaçtılar, vuruldular veya süngülendiler ve sürüne sürüne geri çekildiler ya da görülüp gizlice yaklaşıldı ve öldürüldüler.”[12] Alman casuslarının “Türkler son kurşunlarını atıyorlardı ve eğer biz ileri harekete geçseydik onlar teslim olacaklardı” sözlerini şöyle yalanlamaktadır: “Onların (Türklerin) aralarında asla ne teslim olmadan söz ediliyordu, ne de böyle bir şey akıllarına geliyordu; böyle yiğit ve kahraman herhangi bir orduda böyle şey olamazdı.”[13]

Bu yiğitlik tarihte oluşan bir tecrübeyi çağrıştırmaktadır. Nitekim Tufan Gündüz’ün de belirttiği üzere Yavuz Sultan Selim (1520-1566) devrinde kazanılan zaferler ile birlikte “kızılelma” denen bir kavram dillendirilmeye başladı: “Kızılelma’ya dek gideriz!” Bu anlamda, “kızılelma, aslında güneşin batışını simgeliyor ve güneş her nerede batıyorsa oraya kadar asker sürmek anlamına geliyordu. Bunun askeri dilde karşılığı sefer yolunda uzak kavramını ortadan kaldırmak demekti. Ordu kendisini yenilmez görüyor ve bu güçle akından akına, seferden sefere koşuyordu.” Tarihte kazanılan zaferlerin ve yapılan fetihlerin hepsi “Kızılelma’nın manevi etkisini devam ettiriyordu.”[14] Kızılelma kavramını, tarihsel akış içinde Türk dünya hâkimiyetinin ülküsü olarak ele alan Gündüz, Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü: Kızılelma (2023) kitabında bu ülkünün devam ettiğine dair güncel bir örnek verir: “Cumhuriyet döneminde özellikle Türkçü/Milliyetçi aydınların dilinde zafer günlerine çağrı, büyük ülkü, kahramanlık destanının ana parçası, çözülme ve çöküşten kurtulmanın tek çaresi gibi tanımları yapılarak yeni bir ruh oluşturulmaya çalışmıştı. Ancak hiçbiri Türk ordusunun 2018 yılında Kuzey Suriye’ye yaptığı Zeytin Dalı Harekâtı sırasında bir gazetecinin tankın üzerinde hazırlık yapan bir askere sorduğu soru kadar tesirli ve yeni bir uyanışın habercisi olmadı. Gazeteci, “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca asker, “Kızılelma’ya!” cevabını verdi. Bu söz 1683’ten beri Türk askerinin dilinden dökülen, “tam da yerinde söylenen” en gerçekçi ifadeydi. Bu sözler, yüzyıllardır siyasî, sosyal, ekonomik, askerî buhranlarla boğuşan ve mücadele etmekten bıkmayan Türklerin kendilerine duydukları özgüvenin yansımasıydı. Bu özgüven öylesine güçlü bir ilhama dönüştü ki askerî sanayide yapılan atılımlarda da kendisini gösterdi. Türkiye’de üretilen ilk insansız savaş uçağına Kızılelma adı verildi.”[15] Günümüzde de görüldüğü üzere, askerinin ve devletinin yanında durarak Batı’nın ve onun yerli işbirlikçilerinin kuşatmacı politikaları altında karşısına çıkarılan bütün engellere rağmen,  kendilerini devleti ve milleti ile ayrılmaz bir varlık olarak gören Türkler yılmadan ve istikametten şaşmadan milli ideallerinin açtığı yollarına hızla ve azimle devam ediyorlar: “Bununla birlikte yeni Kızılelma anlayışı her ne kadar kaynağını tarihten alsa da artık konjonkturel bir anlayışı emrediyor. Bazen ülkenin çağdaşlaşması ve kalkınması, bazen sanayi ve teknolojinin gelişmesi için politikalar üstü gayret gösterilmesi, bazen de Türk ordusunun psikolojik olarak kendisini yenilmez bir güç olarak görmesi yeni Kızılelma olarak kendisini, belirgin hâle getiriyor. Türkler şimdi uzak ufuklara kalkınmış bir ülke, yenilmez bir ordu ve müreffeh ve çağdaş bir toplum meydana getirmenin yollarını bulmak için bakıyor. Bu yüzden Kızılelma yeni bir tarife ihtiyaç duyuyor. “Kızılelma neresidir?” sorusu “Kızılelma nedir?” sorusu ile birlikte cevaplanmayı bekliyor.”[16]

Bu arayış da aslında geçmişi birbirinden kopuk olaylar şeklinde okumak yerine, bütüncül bir tarih anlayşına bağlı olarak oluşturulacak tarih bilincimizin Türk milletinin devamlılığı gerçeğini canlı tutmak ve aynı zamanda milli ideallerimizle bütünleşerek manevi beraberlik duygusu içinde yaşamak şeklinde anlaşılmalıdır. Vahdettin Engin’in de belirttiği gibi Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni birbirinden ayrı oluşumlar olarak görmek yerine, tarihi bir bütün olarak görecek bir perspektif ışığında, Osmanlı’nın kurumlarında yapılan değişiklikler neticesinde yapılan modernleşme çalışmalarının Cumhuriyet’e dönüşme tecrübesini meydana getirdiğini gören “tarihi devamlılık” paradigmasını kullanmak önemlidir. Nitekim modernleşme çalışmaları III. Selim dönemi ile başlayarak II. Mahmud, Sultan Abdülmecid (Tanzimat ilanı) ve daha sonraları da Meşrutiyet ile devam ederek nihayetinde Batı devletlerinin kolonyal yaklaşımlarına bağlı olarak pek çok meselenin yanında “Filistin meselesi”[17] gibi meseleler ile de boğuşmak zorunda bırakılan II. Abdülhamid’in kendi döneminde “reformlar yapmış ve oradan da Cumhuriyet’e giden bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır.” Tarihte bütün amaç devleti daha güçlü kılmak ve giderek refah ortamının sağlandığı bir toplum yaratmak olduğundan dolayı, dünya siyasetinde de önemli aktörlerden birisi haline gelen Türkiye devleti, geçirdiği Türk modernleşmesi yoluyla “tarihi devamlılık” sürecinin hikâyesini yazmayı başarmıştır.”[18] Nitekim tarihimizi bu devamlılık esası üzerinden gören Mehmet Fuad Köprülü, Osmanlı devletinin kuruluşunun anlamını “Anadolu Türklüğünün tarihi yürüyüşü” olarak tanımlarken, bu devletin “Anadolu Türklüğünün XIII-XIV. asırlardaki” siyasi ve toplumsal gelişiminden doğan yeni bir sentez, yeni bir tarihi terkip” olduğu görüşünü dile getirmektedir.[19]

Esefle söylemek gerekir ki, ABD’nin gölgesi özellikle son dönemlerde Orta Doğu ve Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası üzerine düştüğünden beri, Batı tarafından kan, gözyaşı ve yıkım bölge halklarının kaderi gibi gösterilmeye çalışılsa da, yenilmeyi asla kabul etmeyen kahramanların yaşattığı tarih ve kültür mirasını devralma suretiyle, onların düşmanla baş etme stratejilerini kendine şiar edinen şanlı Türk milletini diri tutma mücadelesi özü itibarıyla umutlu/zafer dolu bir geleceği her daim yeşerterek barındıran zorlu ve çileli bir yoldur. Bu yolda mesafe alma uğrunda milli birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunu yaşam tarzı olarak benimseyerek içinde yer aldığımız kutlu devlet davası yürüyüşü, sadece milletimizin geleceği açısından değil, aynı zamanda gönül coğrafyamızı oluşturan Türk Dünyası ile el ele çalışarak hayata geçirilmek zorundadır. Buna bağlı olarak özellikle 11-13 Nisan 2025’de düzenlenen ve bütün dünyaya söyleyecek sözü olduğunu daha çok vurgulayan Antalya 4. Diplomasi Forumu’nda öne çıkan dünyayı kucaklayan diplomasi zeminini canlı tutmak milli ideallerimizi küreselleştirmek olarak değerlendirilmelidir. Batı devletleri ve bütün mazlumlar ile birlikte haysiyet eşitliğini temin ve tesis edici ilişkiler kurma hedefi güden bir Türkiye Cumhuriyeti devletinin bölgesel ve küresel liderliğinde insani değerler üreten insan-merkezli jeostratejik perspektiften dünyayı yeniden inşa etme tasavvurunu gerçekleştirmek son derece büyük bir önem taşımaktadır. Bu anlamda, Türk milletinin değerlerinin içini boşaltan ve milli beraberliğimizi bozmaya yönelik tarihsel süreçte Batı oryantalizmini olduğu kadar bu fikirleri içselleştirerek kendi toplumuna ve insanına Batıcı gözüyle bakış açısını yerleştirmeye çabalayan yerli oryantalizmi teşhis ve dekolonize ederek etki alanlarını sınırlamanın anahtarı, kendimize doğru yürüyüş yapmak suretiyle kendi hikâyemize geri dönüş yolculuğunda bizim olanı sahiplenmemizde ve atalarımızın değerleri ile kuşanarak hareket etmemizde yatmaktadır. Diğer bir deyişle, hikâyemizi yeniden inşa etmenin temeli Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve Türk milletinin bekası uğrunda çizilen istikameti belirleyen Kızılelma ülküsü doğrultusunda zihinlerimizi Batıcı perspektiften özgürleştirme çabasıyla ve bu ülküye güncel küresel koşulların belirlediği yeni anlamları ekleyerek düşünmek ve gelecek nesillere medeniyet mirasımızı bırakmak amacıyla yaşamakta yatmaktadır.

[1] Mahmut Rişvanoğlu, Saklanan Gerçek: Kurmancılar ve Zazaların Kimliği I, (Ankara: Tanmak Yayınları, 1994), 541.

[2] E. Lâle Demirtürk, African American Novels in the Black Lives Matter Era: Transgressive Performativity of Black Vulnerability as Praxis in Everyday Life (Lanham, MD: Lexington Books, 2019), 171.

[3] Gayatri C. Spivak, “Subaltern Studies: Deconstructing Historiography”, içinde In Other Worlds: Essays in Cultural Politics, (New York: Routledge, 1988), 199.

[4] E. Lâle Demirtürk, ABD’nin Beyaz Egemen İktidar Projesi: Küresel Bir Güvenlik Sorunu, (İstanbul: Kopernik Kitap, 2024), 36,37. Bu ilk iki paragraf bu kitapta irdelenmektedir.

[5] George Yancy, “Remember What Audre Lorde Told Us: The Oppressor Doesn’t Determine What’s True”, interview with Amber Jamila Musser. Truthout, February 8, 2025. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 9 Şubat 2025. https://truthout.org/articles/remember-what-audre-lorde-told-us-the-oppressor-doesnt-determine-whats-true/.

[6] Ender Korkmaz, 31 Mart Vakası: Belgeler ve Tanıklarla, (İstanbul: Kronik Kitap, 2025), 343.

[7] Süleyman Kocabaş, Osmanlı İmparatorluğu’nu Yıkanlar: Jön Türkler, Komitacılar, Siyonistler, (İstanbul: Yakın Plan Yayınları, 2018), 118.

[8] Süleyman Kocabaş, “İngiliz Büyükelçisinin Arabasını Kendi Kollarıyla Çektiler”, Derin Tarih Dergisi, Sayı 99 (Haziran 2020). Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 9 Nisan 2025.

İngiliz Büyükelçisinin Arabasını Kendi Kollarıyla Çektiler – Derin Tarih.

[9] Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, Ed. Bengü Vahapoğlu, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2023), 211.

[10] Oğuzhan Bilgin, “Nefret Rejimi”, Akşam Gazetesi, 10 Nisan 2025. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 12 Nisan 2025. https://www.aksam.com.tr/yazarlar/oguzhan-bilgin/nefret-rejimi/haber-1560522.

[11] Ali Kurdoğlu, “Önce Birkaç Söz”, içinde John Masefield, Gelibolu, Çev. Ali Kurdoğlu, (İstanbul: Hece Yayınları, 2025), 15.

[12] John Masefield, Gelibolu, Çev. Ali Kurdoğlu, (İstanbul: Hece Yayınları, 2025), 53.

[13] Masefield, Gelibolu, 62, 63.

[14] Tufan Gündüz, Türklerin Kısa Tarihi, (İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2023), 207.

[15] Tufan Gündüz, Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü: Kızılelma, (İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2023), 241-242.

[16] Gündüz, Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü: Kızılelma, 142.

[17] II. Abdülhamid ile Siyonist Lider Theodore Herzl arasındaki görüşmelerin belgeleri için bkz. Vahdettin Engin, Pazarlık: İkinci Abdülhamid ile Siyonist Lider Dr. Theodore Herzl Arasında Geçen “Filistin’de Yahudi Vatanı” Görüşmelerinin Gizli Kalmış Belgeleri, (İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2022).

[18] Vahdettin Engin, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tarihi Devamlılık, (İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2022), 13, 14.

[19] Mehmet Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Haz. Orhan Köprülü, (İstanbul: Alfa Yayınları, 2022), 163.

Daha Fazla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir