Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 14, 2025

Kaçakçı Paolides’in İbretlik Öyküsü: Zâlimler Korkak Olur!

Bizim eski kültürümüzde insanoğlunun özel yaşam alanı hiçbir zaman ekonomik değere konu olan bir emtia aracı olarak görülmemiştir. Her mâlın bir fiyatı olduğu gibi içinde yaşanılan ahşap ve kârgîr evlerin, haremlik ve selâmlıktan oluşan devâsâ konakların da zamanın şartlarına göre değişen reel bir değeri olmuştur elbet. Ama irfânla yoğrulmuş insanımız gönlünün ve rûhunun buğusunu akıttığı mekâna hiçbir zaman için bu gözle nazar etmemiştir. Kimi zaman elem ve kederin, kimi zamansa sevinç ve sürûrun tütsülendiği o çatı altındaki yuva her şeyden evvel huzûr ve mutluluğun mayalandığı bir saâdethânedir.

İnsanoğlu kendisine lûtfedilmiş olan hayât nimetinin en tatlı anlarını o mekânda yaşar. O çatı altında gönlü ve rûhu en şefkatli demlerin hâtıralarıyla dolar. İlk ve hakîkî mürebbîsi olan ebeveyninden ezelî ve ebedî ahlâk prensiplerini orada öğrenir. O itibârla bizim kadîm geleneğimizde insanımızın özel yaşam mekânı ne bir mâl, ne de bir evdir; o, kucağında dünyaya “merhaba” deyip hayât merdiveninin ilk basamaklarını tırmanmaya başladığımız bir yuvadır. İleriki yıllarda orada yaşamasak bile, o ev ne zaman hâtır ve hayâlimizden geçse eski hâtıraların buğusu gözümüzde ve gönlümüzde tütmeye başlar. Acıyla tatlının karıştığı, saâdetle kederin sarmaş dolaş olduğu içinde hasret barındıran bir melâl duygusu ılık bir bahar meltemi gibi rûhumuzu okşar, geçer. Bizim mânâ dünyamızda ev budur.

Kıbrıs seyahatimiz esnasında Girne Çamlıbel’de öyle bir ev gördük ki yukarıda tasvîr etmeye çalıştığımız mânâların hiçbirisini orada bulmaya imkân yoktu. Görüp işittiklerimiz bize o duyguların hiçbirisini tedâî ettirmiyordu. Bu mekân bir yuvanın sahip olması gereken husûsiyetlerden hiçbirisine sahip değildi. Evin geçmişini ve içinde nasıl bir hayâtın hüküm sürdüğünü işittikçe burasının bir ev değil de daha dünyada iken sırtına cehennemini yüklenmiş zâlim ve korkak bir adamın mahbesi olduğunu fark ettik. Hayâtın mânâsını kavrayamamış bir zavallının kendisi için hazırladığı ultra-lüks bir hapishane olduğunu anladık. İşittiklerimizin, bir kısmı şehir efsânesi olsa bile, muhakkak ki ciddî bir gerçeklik payına sahipti birçoğu. Zîrâ ateş olmayan yerden duman çıkmazdı. Rehberimiz anlattıkça artık hayâl olmuş bir hakikat bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önünde canlandı. Mihmândârımızın güzel ve canlı anlatımı her bir köşesinde binlerle sır saklayan dilsiz duvarların manîdâr sükûtuyla birleşince hayâlimiz daha da coştu ve gözümüzün önünden akmaya başlayan film şeridi bize ibret aynasından Paolides’in hayâtını seyrettirdi.

1957 senesinde inşâ edilen bu saray yavrusu halk arasında Mavi Köşk olarak biliniyordu. Paolo Paolides isimli aslen hukukçu olan bir mafya babasının eviydi burası. Kıbrıs doğumlu ve İtalyan asıllı bir Rum olan bu silâh kaçakçısı gangster, bir dönem Ortadoğu’nun en ünlü silâh baronuydu. Aynı zamanda adayı Yunanistan’a bağlamaya niyetli Enosis heveslisi Başpiskopos Makarios’un da avukatlığını yapıyordu bu meş’ûm adam. Gerçekte ise avukatlığını, yaptığı silâh ticaretini maskelemek için kullanıyordu. Bütün iş ve özel ilişkilerini Doğu Akdeniz’in en mu’tenâ köşesine yaptırdığı bu evden yönetiyordu.

Günümüzde askerî bölgenin içinde kalan köşkün bütün bölümlerini asker olan rehberimizin kılavuzluğunda gezdik. Köşkün alt katında dikkatimizi çeken ilk unsur müzik odasının içine yaptırılmış olan küçük, fakat son derece güzel tasarlanmış süt havuzuydu. Rehberimizin anlatımına göre bu havuz köşkün bayan misâfirleri için düşünülmüştü. Hanım misâfirler süt banyosu yaparken bir yandan da müzik eşliğinde rahatlayacaklardı. Bu arada ünlü aktrist Sophia Loren’in de köşkte ağırlandığını ve burada süt banyosu yaptığını öğrendik.

Mavi Köşk son derece ilginç ayrıntıları sinesinde barındıran bir ikametgâhtı. Rehberimizin eşliğinde gezerken köşkün ilginç serüvenine şahit olmaya devam ettik. Evin içindeki möblelerin çoğu orijinaldi ve devrinin özelliğini yansıtıyordu. Evin en ilginç özelliklerinden birisi ise Westinghouse marka merkezi klima sistemine sahip olmasıydı. Köşkün yapıldığı dönemde hemen hiçbir yerde olmayan klima sistemi burada mevcuttu. Daha neler yoktu ki bu saray yavrusunda… Kuş tüyü yastıklı stres koltuklarından mevsimine göre renk değiştiren bukalemun derisinden imâl edilmiş içki dolabına, İtalyan işi yer döşemelerinden istenirse yirmi dört saat şarap akıtan aslanlı çeşmesine kadar her şey devrine göre birer tasarım hârikasıydı.

Bütün bu göz kamaştırıcı detayların yanında evin sahibinin güvenlik endişesini gidermeye yönelik mekanizmalar da yok değildi elbet. Evin üst kattaki odalarından birinde bulunan Paolides’in uzak doğudan getirttiği dokuz boyutlu güvenlik aynası bunlardan biriydi. Burası gangsterin günâh çıkartma odasıydı. Aynanın karşısına geçip günâh çıkartırken bir yandan da odanın her köşesini seyrediyordu. Bu dokuz boyutlu aynadan odanın istisnâsız her noktası görülebiliyordu. Ayna arkadan gelebilecek tehlikelere karşı tedbîr amaçlı yapılmıştı. Dua edip günâh çıkartırken bile dikkati elden bırakamıyordu Paolides! Bu öylesine bir korkuydu ki sahibini her an, hattâ Tanrı’sına yaklaşırken(!) bile tetikte olmaya zorluyordu.


Bu odada dikkatlerden kaçmayan bir başka önemli ayrıntı da içeriye girdiğinizde hemen gözünüze çarpan duvara gömülmüş para kasasıydı. 1977’de Ankara’dan gelen bir heyet tarafından bu kasa açılmış, içinden yirmi sterlin parayla beraber bir adet de altın anahtar çıkmıştı. Bu anahtar köşkün her yerinde denenmiş fakat hiçbir yere uymamıştı. Günümüzde Genelkurmay envanterine kayıtlı olan bu anahtarın zenginlere satılan ve bugün dünya üzerinde yedi adet olduğuna inanılan cennet anahtarlarından biri olduğu sanılıyordu.

Gezdiğimiz odalardan birinde gördüğümüz bir diğer önemli ayrıntı ise Paolides’in hemen hemen hiç kimseye güvenmediğinin ispatı gibiydi. Burası toplantı odasıydı. Ortada bir masa ve etrafında da kanepeler vardı. Paolides’in kendine ait koltuğu ise ortadaki halkadan uzakta ve kapının yanında idi. Paolides toplantılarını, silâh pazarlıklarını hep burada yapıyor ve yine tedbîr olarak salonun ortasında yer alan masanın etrafındaki halkadan uzakta ve sırtını duvara dönmüş olarak bir kenarda oturuyordu. Anlatılanlara göre o, sırtını duvardan başkasına dönmemeye yeminliydi âdeta…


Evin üst katındaki yeşil odaya, Paolides’in uzlet ve dinlenme mekânına girdiğimizde de yine ölüm korkusunun farklı bir tezâhürü ile karşılaştık. Rehberimizin anlattığına göre bu odanın bir gizemi vardı. Kapı özel bir mekanizmaya sahipti ve onun sırrını da yalnızca Paolides ve en yakınındaki oda hizmetçisi biliyordu. Kapıyı açmak için kapı kolunu aşağıya doğru değil, yukarıya doğru kaldırmak gerekiyordu. Kapı kolu aşağıya doğru bastırıldığında kilit sistemi devreye girip kapı hemen kilitleniyordu. Ânî ve hiç umulmadık tehdîtlere karşı bile önlem alınmıştı bu evin içinde. Dinlenirken bile tedbîri elden bırakamazdı Paolides. Bu odadaki bir diğer ilginç ayrıntı ise 1967 yılı yapımı Renato marka televizyondu. Öğrendiğimize göre Kıbrıs’a giriş yapan ilk siyah-beyaz televizyondu o.


Bu odanın yanında ise Paolides’in yatak odası yer alıyordu. Burası da diğerleri gibi hayli ilginç bir mekândı. Zîrâ o da sahibinin ölüm korkusundan fazlasıyla nasibini almıştı. Yatağın yanında, yatanın sol tarafına gelecek noktada kapaklar vardı. Bu kapaklar vakt-i zamanında Paolides’in gerektiğinde kaçmak üzere yaptırmış olduğu tünele açılan kapılardı. Tünelin çıkış noktasının neresi olduğu da belli değildi. Ve nitekim tahmîn ettiği gibi bu tünel onun işine çok yaramıştı. 1974’te Barış Harekâtı başlar başlamaz bu tüneli kullanarak kaçmıştı. Tünelden çıktıktan sonra ise hazırlattığı bir düzenekle tüneli patlatmıştı. O yüzden tünelin nerede bittiği ve Paolides’in tam nereye çıktığı bilinmiyordu. Rivâyete göre önce yakınlardaki bir İngiliz köyüne, oradan da deniz yoluyla İtalya’ya kaçmıştı. Mehmetçiğin nefesini ensesinde hissettiği an yaptığı ilk iş, kendisi için yaptırdığı gizli bölmeden kaçarak sırra kadem basmak olmuştu.


Köşkün enteresan bir mimârî projesi vardı. Evin iç detayları kadar, dış görünümü de ilginçti. Kuşbakışıyla ev, o dönemin meşhûr İsrail yapımı suikast silâhı olan Uzi’ye benziyordu. Silâh kaçakçısı özel ikametgâhını bile silâha benzetmişti. Belki de o sebeple bu mekân, çevrede “kaçakçının evi” olarak biliniyordu. Ayrıca köşk hiç kimsenin dışarıdan göremeyeceği, ancak her tarafa hâkim olan bir mevkide konumlanmıştı. Böylelikle köşk silâh dağıtım noktası olarak da kullanılabilecekti.

Paolides köşkün mimârî projesini İtalyan asıllı mimâr arkadaşlarına çizdirmişti. Daha sonraki günlerde mimâr arkadaşları ve köşkün inşââtında çalışan işçiler için bir davet vermişti. Davet esnasında da köşkün güvenlik sırları ve mimârî projesi başkalarının eline geçebilir endişesiyle hem işçileri hem de mimâr arkadaşlarını gözünü kırpmadan öldürtmüştü.

Dünyaya gelmek âdemin kaderi, insan olarak yaşamaksa bahtıdır. Paolides’in hayâtı gerçekte yaşamayan fakat ne pahasına olursa olsun hayâtta kalmaya çalışan bahtsız bir âdemin dramıdır. Hayât nimetini nefes alıp vermekle sınırlamış ve en büyük lûtuf olan huzûru hırs ve iştihâsıyla kendi kendisine harâm kılmış bir bîçârenin hayâtıdır. Yıllarca EOKA’nın silâhlarını temîn eden ve binlerce mazlûmun kanına giren bu adamın en büyük korkusu öldürülmektir. Huzûr bulmak ve mutlu olmak için değil, ölmemek için yaşayan bir mahlûktur o. O yüzden de beraber yola çıktığı insanlara dahi gözünü kırpmadan kıyar.

Bütün zâlimlerin ortak özelliğidir bu! Emirleri altındaki insanlara ölmeyi emrederler, kılları dahi kıpırdamadan binlerce masûmu ölüme gönderirler, fakat kendileri ölümle yüzleşmek durumunda kaldıklarında ise özlerindeki korkaklık sebebiyle bu randevuyu sürekli olarak ertelerler.

Ötenazi isteyerek bedenî ıztırâblarından kurtulmaya çalışan insanlar bile daha bahtiyârdır bu korkak gangstere göre… Fakat bu adam “Bu da hayat mı? Ölsem de kurtulsam!” diyebilecek bir şansa da sahip değildir.

Lüks otel konforundaki bu muhteşem cezaevinde korku ve buhranların anaforunda yaşayan bu adamın ömrünün tek bir günü dahi huzûr ikliminde geçmemiştir. Bindiği hayât gemisi sürekli olarak korku burnundan geçmeye mahkûm bir adamın psikolojisine sahiptir o. Ne yazık ki fırtınası hiç dinmeyen puslu bir denizde yol almaktadır ve yıllar önceki tercihinden dolayı artık rotasını selâmet sahiline çevirebilme şansına da sahip değildir. Batmamak için yapabileceği tek şey, azamî bir dikkat ve mahâretle her an dalgalarla boğuşmaktır. Zîrâ anlık bir gafletin bedelini hayâtıyla ödeyeceğinin farkındadır. Fırtınası dinmiş, durgun ve sessiz bir denizde yol almak, onun için sadece bir hayâldir.

Zâhirde Kıbrıs’ın en güzel villasında yaşıyor görünen bu adam gerçekte hayâtını manevî bir kanalizasyon çukurunun içinde geçiren bir bedbahttır. Bedeni kuş tüyü yataklarda dinlenirken rûhu korku ve buhranların anaforunda savrulan, âdeta hayâtla ölüm arasında gidip gelen bir med-cezir hâli içindedir. İnsan burada şunu düşünmeden edemez: Ölümlü olan bedenin rahatı mı önemlidir, yoksa ölümsüz olan rûhun selâmeti mi? İşte bu saray yavrusu, içinde gezerken bize bunları ilhâm ettirdi.

Silâh pazarlıklarının yapılıp ölüm emirlerinin verildiği, komploların kurulup mezâlim ve katliamlara çanak tutan kirli alışverişlerin gerçekleştiği sır kâtibi duvarların arasında dolaşırken sanki bir evin değil de bir labirentin içinde olduğunuzu sanırsınız. Köşkün içinde gezerken bir yuvanın huzûr ve sıcaklığını değil de bir labirentin soğukluğunu ve boğuculuğunu hissedersiniz. Gerçekten de öyledir burası. Huzûru teneffüs etmek için değil de içinde kaybolmak için yapılmıştır.

Servetiyle cennetini inşâ etmeye çalışırken seçtiği hayât tarzıyla cehennemini satın alan bir adamın yedi yıldızlı hapishanesidir burası. Saray yavrusunda adımlarken cennet ve cehennemin gayretlerinizden evvel tercihlerinizin bir sonucu olduğunu fark edersiniz.

Paolides’in yaşadığı bu ev âdeta bir ibret akademisidir. Ama onun sadece hayâtı değil, ölümü de ibret kalemiyle yazılmıştır. Yaşadığı hayat “Korkunun ecele faydası yoktur.” sözünün ispatı gibidir. Her anını öldürülme korkusuyla geçiren bu adam, neticede korktuğuna uğramaktan kurtulamaz. Kıbrıs’ı terk ettikten on iki yıl sonra 1986 senesinde İtalya’daki bir mafya toplantısında hayât defterinin son yaprağı kanla mühürlenir. Azrail ile buluşma vakti geldiği an tehîri imkânsız ölüm gongu çalar ve bu karanlık dehlizin yolcusu olan her bedbaht gibi “Su testisi suyolunda kırılır.” hükmüne râm olarak bir başka zâlimin elinde can verir. Her zaman olduğu gibi ilâhî takdîr hükmünü icrâ eder: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.”

Mekânlara anlam katan içinde yaşayan insanların dünyasıdır. Bu ev bütün ihtişâm ve konforuna rağmen soğuktur. Duvarların sır saklayan sükûtunu hemen hissedersiniz. Bu esrarengiz adamın simsiyâh bir sükûnet şâlının arkasından yankılanan boğuk ve soğuk sesini, “Hayâtımı çok ucuza sattım!” diyen feryâdını sükûtun perdesini yırtan bir derinlikten duyar gibi olursunuz.

Mavi Köşkü gezerken gönül dünyamıza bunlar aksetti. Bu ev sahip olduğu ihtişâma, konfora ve eşsiz manzarasına rağmen bize huzûr vermedi. Çünkü bu ev ölümü kâbûs bilen, evinin içinde dahi sırtını duvardan başkasına dönemeyen zavallı bir zâlimin çilehânesiydi.

Evet, bu evde ölüm yoktu belki ama ondan daha beter olan bir başka gerçek vardı. Ân-be-ân ölümün sıcak nefesi kol geziyordu bu evin loş koridorlarında…

Daha Fazla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir