Günümüzde küresel anlamda yaygınlaştırılması hayati önem taşıyan ırkçılık-karşıtlığı, uluslararası ilişkilerde ırk zemininde işleyen hiyerarşi çerçevesinde ortaya konan devlet politikaları vasıtasıyla güç kazanan ırkçı kurum ve gruplar tarafından bir aparat olarak kullanılmak suretiyle siyasallaştırılmaktadır. Irkçılık-karşıtı görüntüsü vermeye çalışan bazı beyaz üstünlükçü kurumlar, gruplar ve kişiler ırkçı olmadıkları iddiasında bulunurken, sömürgeci (colonial) ya da halen sürdürülmekte olan yerleşimci sömürgecilik (settler colonialism) uygulamalarına karşı siyaset oluşturma sorunu yaşamaktadırlar. Bu anlamda, Batı devletlerinin ve özellikle de ABD’nin büyük bir çoğunluğu tarafından Filistinlilere yapılan ırkçılık, ırkçı şiddet ve soykırım vahşeti karşısında ortaya konan sessiz kalmaya dayalı siyasi duruşu, aynı zamanda Batı’da ırkçılık bulunmadığını savunmak yoluyla Batılı/beyaz medeniyet üstünlüğü zırhına bürünen ırkçılığa dair masumiyet (racial innocence) kurgusu olarak ortaya konmaktadır. Nitekim ırkçılık (racism) ile ırkçılık-karşıtlığı (anti-racism) hakkında kullanılan söylemler arasında belirgin olan ayrımı bulanık hale getirmek, neyin ırkçılık sayılayacağına ilişkin kafa karışıklığı yaşanmasına yol açmaktadır. Kamusal alanda ırkçı saldırıların görünürlükleri arttığı halde ırkçılık kavramının tanım sınırlarının büyük ölçüde belirsiz bırakılmasından dolayı her etnik, ırksal ve inanç grubuna yönelik ırkçı pratikleri önleyici türden eşitlikçi biçimde uygulanan yasal yaptırımlar bulunmamaktadır. Bu yaklaşım tarzı, sadece ırkçılığın artmasını sağlamakla sınırlı kalmamakta, aynı zamanda ırkçılığa karşı olan grupları da pasifize etmektedir.
Ancak ırkçı şiddet kapsamında konulan (genellikle ırksallaştırılan etnik grupları, siyahları ve Müslümanları hedef alarak yapılan) yasa maddeleri beyaz üstünlükçü silahlı şiddet uygulayan grupları içermemektedir. Bu durumun temelinde yatan ırkçı anlayışa bağlı olarak da ırkçı cinayetlerin işlenmesine özgürlük alanı açılmakta ve ötekileştirilen grupları öldürmek ile birlikte soykırıma varan katliamları da normalleştirme zemini inşa edilmektedir. Batı destekli İsrail tarafından Gazze’de gerçekleştirilen soykırımdan iki yıl sonra Mısır’da 8 Ekim 2025’te Trump planı çerçevesinde sağlanan Hamas-İsrail ateşkes antlaşmasının ardından dünyada değişen güç ilişkileri adeta sömürgecilik dönemine geri dönüşü yansıtmaktadır. Süleyman Seyfi Öğün de bu konuda gelişen farklı istikamet doğrultusunda, Batı’nın İsrail “seviciliği” yükünden kurtulması neticesinde, dünya kamuoyunda Yahudi karşıtlığının “yeni bir Beyaz Hristiyan üstünlüğü” ile beraber yükselme eşiğine gelindiğinin ve Müslüman-karşıtlığının da bunun yanında yer aldığının, başka bir ifadeyle küresel zulmün belirginleştiği “1492’nin rûhunun”[1] geri gelmekte olduğunun belirtilerine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda Haçlı Seferleri ruhunu yeniden canlandıran Batı, aynı zamanda Batılı/beyaz olmayanları düşmanlaştıran kolonyal ırkçılığı yaygınlaştırma yoluyla oldukça ikircikli bir yaklaşım sergilemektedir. Bu bağlamda, demokratik ve ırkçılık-karşıtı oldukları iddiasında bulunan Batı devletlerinin İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihinde Gazze’deki Filistinlilere yönelik yaptığı soykırım karşısında, Hamas’ın elinde bulunan İsrailli rehineler konusu dışında korudukları sessizlik çok katmanlı bir söylem niteliğindedir. Bu suskunluk, soykırımın üstünü örtme ve dolayısıyla insan kıyımına destek anlamı taşımanın yanı sıra, soykırımın ardında gizlenen ama açıkça dillendirilmeyen Filistin-karşıtı ırkçılığın somut bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
C. Heike Schotten, “Zionism and the War(s) on Terror: Extinction Phobias, Anti-Muslim Racism, and Critical Scholarship” (2024) (Siyonizm ve Terörle Savaş(lar): İmha Korkuları, Müslüman-Karşıtı Irkçılık ve Eleştirel Bilimsel Literatür) makalesinde, bu duruma varan sürecin “Siyonizmin inkar edilegelen retorik, siyasi ve küresel düzlemde yürütülen Terörle Savaş’ın (War on Terror) duygulanım merkezi [kişilerin bu savaşa duygusal tepki ile katılmasının temin edilme noktası—E. Lâle Demirtürk]” olduğu görüşünü ileri sürmektedir. 11 Eylül saldırılarından itibaren ABD’de yeni muhafazakarların da açıkça desteklediği siyonist ideoloji çerçevesinde, 7 Ekim 2023’ten beri sürdürdüğü Gazze soykırımında görüldüğü gibi İsrail devleti “‘terörizm’ ifadesini incelikli bir ırksallaştırma aparatı şeklinde geliştirmeyi başarmıştır.” Bu aparat dünyada Batılı güç odakları ile Batı taklitçisi rejimlerde, “iç siyasette muhalif kesimleri şeytanlaştırmak ve dış düşmanlara da savaş açmak için hegemonyacı yaklaşımın derinleşmesini sağlamıştır.” Bu söylem “milyonlarca Arap, Müslüman ve Filistinlinin kanlarıyla dolup taşan” saldırılara dönüşmüştür. “11 Eylül saldırıları ile Nazilerin gerçekleştirdiği Holokost (ve günümüzde de Hamas’ın 7 Ekim saldırıları) arasında kurulan ideolojik ve retorik ilişki” İsrail’in bu konuda temel rol oynadığını göstermektedir. Gazze soykırımı da Terörle Savaş’ın sürdürülme mantığının temeline yerleştirilen “‘terörizm’ söyleminin ideolojik bakımdan meşrulaştırılması olarak anlaşılmalıdır.” Ancak görünürde yapılan terörle mücadelede gizlenen esas gündem Müslüman-karşıtı ırkçılık olduğundan dolayı, Schotten’in Batı’da yaygın biçimde kullanılan terörizm ifadesi yerine “21. yüzyıl ‘terörizm’ söylemi” diye nitelendirdiği gerçeğin önemi iyi anlaşılmalıdır. Bu hal, 11 Eylül sonrasında açıkça gözler önüne serilen “Nazi soykırımı ile Yahudi mağduriyetini ayrıcalıklı bir hale getiren Siyonist yerleşimci sömürgecilik versiyonundan kaynaklanmaktadır.” Bu kurgusal çerçeve “modernite ve modern dünya politikasının sınırlarını belirleyen istisnai bir durumu” dünya kamuoyuna sunmuştur. Siyonizm ile onun vasıtasıyla hayata geçirilen 21. yüzyıl ‘terörizm’ söylemi gerçekte varoluşsal ahlakileştirme biçimleridir” ki bunlar, Schotten’ın ifadesiyle “imha edilme korkularıdır” (extinction phobias). Bu korkular vasıtasıyla muhtemel saldırılara karşı kendini savunmaya hazır bir devlet, korktuklarını “ortadan kaldırıp yok edecek retorik ve şiddeti, saldırıları önleyici tedbir amaçlı kullanma” argümanını geliştirmektedir.[2]
Bu noktada önemli bir hususa dikkat çekilmesi gerekiyor ki o da şudur: İsrail’in ve özellikle ABD’de 11 Eylül saldırılarından sonra “terörist” kategorisi ile Müslüman-karşıtlığı eşanlamlı kullanılması neticesinde, İsrail’in Filistin’de ve şimdilerde özellikle Gazze’de “kimsenin masum olmadığı ve herkesin Hamas’la bağlantısı olduğu iddiası ile imha planını meşrulaştırması” birlikte düşünülmelidir. Bu anlamda Batı devletlerinin toptancı bir hüküm vermek suretiyle, Sohail Daulatzai ve Junaid Rana’nın “küresel Müslüman” (global Muslim) diye nitelediği bir figür icat edilmiştir: Bu stereotip bütün Müslümanların şiddete eğilimli, geleceği hiçe sayan, ölümü hayata tercih ederek dünyada her canlıyı yok etme planları yapan bir varlık türünü inşa etmiştir. Böyle bir kurgu Müslümanları denetim altında tutmayı, işkence etmeyi, katliamla yok etmeyi, hatta ülkelerini işgal etmeyi meşru sayan bir zemin açmıştır. Böylelikle “terörizm” kategorisi “cezalandırıcı bir ırksallaştırmanın son derece etkili bir söylemini oluşturmuştur, çünkü bu söylem beyazların masumiyeti ile yerli halkların ‘vahşiliği’ temelli yerleşimci işgalci kolonyal mantık dahilinde hareket etmeyi sağlamaktadır.” Bu bağlamda, “bir yanda Müslüman-karşıtı ırkçılık, diğer yanda ise yerleşimci sömürgeciliğin sürekli tekrar edilmesi olarak anlaşılması gereken Terörle Savaş’ın ortak amacı “medeniyetçi ahlakçılıktır” ki bu durum, “imha etme korkusu” ve “aşırı sağın kıyımcılık” arzusu gibi iki unsur ile açıklanabilir: Batı/ABD devletleri kendilerine yönelik tehdit kaynaklarını bertaraf etmek ve medeniyetlerini korumak adına savaşırken, aşırı sağ siyasi kanatta yer alanlar da terörist tanımı kapsamına aldıkları çeşitli etnik ve ırksal grupların yok edilmesini desteklemektedir. Burada Batı medeniyetini korumanın ahlaki yönü ise, “İslam’ın ırksallaştırılması” ya da İslamcı terörün “yerli ‘vahşi’ halkların çağdaş versiyonu olarak görülmesinden ibaret değildir.” Bütün dünyada olduğu gibi aşırı sağcı ve faşist ideolojik bakış açısından beyazların “imha edilme korkusu” terörle mücadelede ahlaki bir sorumluluk anlayışını ön plana çıkarmaktadır.”[3]
Amy Kaplan’a göre, 11 Eylül saldırıları ABD ve İsrail tarafından birlikte sömürülerek aralarında bulunan ittifakın güçlenmesine yol açarak ikisinin de emperyal projelerini desteklemiştir. Böylelikle de, Amerikan-karşıtlığı ile Anti-semitizm aynı kefeye konarak ABD’yi “anavatan” (homeland) imgesi ile ön plana çıkarırken, Filistin topraklarının da vaat edilmiş toprakların [adeta kendi çıkarlarına uyarladıkları bir tanrı iradesini siyasallaştıran—E. Lâle Demirtürk] Yahudilerin anavatanı olduğu iddiasını gündeme taşımıştır. Son tahlilde “imha edilme korkusu” ile “21. yüzyıl terörizm söylemi” konusuna cevap verecek yasalar da “beyaz üstünlüğü ya da yerleşimci işgalci devletlerin imha korkuları üzerinden yapılmıştır.” Ancak aşırı sağcı beyaz grupların ırkçı terör eylemlerini içine alan bir ifadenin bizzat yasalarda yerini almaması gerçeği ise, mevcut beyaz üstünlükçü siyasetin bir parçası olan “imha edilme korkusu” ile “21. yüzyıl terörizm söyleminin” temelde beyaz egemen toplum düzeninin bekasını sağlamaya hizmet ettiğini göstermektedir.[4]
Adan Tatour ve Lana Tatour, “The Criminalization and Racialization of Palestinian Resistance to Settler Colonialism” (2023) (Yerleşimci İşgalci Sömürgeciliğe Karşı Filistin Direnişinin Suçlulaştırılması ve Irksallaştırılması) makalesinde, önemli bir noktayı incelemektedir. İsrail’in uzun yıllardır zulme boyun eğmeyen Filistinlileri “ırkçı suç veya terörist eylem” çerçevesinde sınıflandırarak suçlulaştırması (criminalization) neticesinde mahkemede ceza almalarını sağlamanın yanı sıra, ırksallaştırılan yasal uygulamalar vasıtasıyla Filistin halkına dair Yahudi-karşıtı ırkçılık yapan bir kitle algısını dünyaya yaymayı ve inandırıcı kılmayı başarmıştır. “Filistin direnişini ırkçı ve terörist eylem olarak çerçeveleyen İsrail yargı sistemi, Filistinlileri sadece işgalci kolonyalizme direnmeleri nedeniyle suçlulaştırmamakta, aynı zamanda anlamsız biçimde yerli yersiz şiddet kullanan zaptedilemeyen vahşiler olarak da ırksallaştırmaktadır (racialization).” Aslında, İsrail devleti “suçlulaştırma etiketini, direnişi zorunlu kılan kendi yaptığı kolonyal baskı, zulüm ve mülksüzleştirme diye nitelendirilecek siyasi bağlamı hafızalardan silmek için kullanmaktadır.” Dolayısıyla, “direnişi suç sayma ile suç karşısında toplumsal güvenliği sağlama çabası, siyasi çekişmelerin kolonyal bakımdan kültürelleşmesi temeli üzerine inşa edilmektedir ki tam da bu noktada, yerleşimci işgalci sömürgeciler ile sömürgeleştirenler arasında yer alan siyasi mücadele modernlik öncesi ya da modern olmayan kültürler ile uygar modern işgalci devlet arasındaki bir çatışma şeklinde yansıtılmaktadır.” Bu durumda, “siyasi çekişmenin kültürelleştirilmesi de Filistinlilerin denetlenme ve ehlileştirilme (disipline edilmesi) ihtiyacı içerisinde olup, kanunları çiğneyen (modernite öncesinden kalma) bir topluluk şeklinde temsil edilmesini meşrulaştırmaktadır.” Nitekim, 1948’de İsrail devletinin kurulması ile başlayan kolonize etme sürecinde işgale karşı anti-kolonyal Filistin direnişini kolonyal bir ifade ile çarpıtarak “vahşi Filistinlilerin savunduğu milliyetçiliği Yahudi-karşıtı ırkçılık” şeklinde betimlemiştir.[5]
Ancak bugün Batı devletleri ile destekçileri konumundaki küresel sermaye ve güç odaklarının ekonomik çıkarlarına hizmet eden siyasi kararları karşısında ırkçılık ile mücadele etme çabaları, aynı zamanda ırkçılık-karşıtlığı söyleminin de iyi anlaşılması gereğini doğurmaktadır. Barış tasavvurunun savaşın devam ettirilmesinin araçsallaştırılmasından ayrılamayacağı gerçeğine benzer şekilde ırkçılık-karşıtlığı siyasetinin de ırkçılık temelli neoliberal ekonomipolitiğin ve beyaz egemen toplum düzeninin sürdürülmesinin bir aparatı haline geldiği tehlikesi oldukça karmaşık bir tablo ortaya koymaktadır. John Solomos Antiracism: A Critique (2025) kitabında, ırk temelli toplumsal eşitsizliklerin giderek daha da yaygınlaştığı Batı toplumlarında ırkçılık ile mücadele etmek amacıyla üretilen ırkçılık-karşıtlığı (antiracism) kavramının, bazı akademik çevrelerin yanı sıra bilimsel araştırmacılar tarafından bilinçsizce kullanım ve uygulamalarını da içine alan geniş kapsamlı bir eleştiri yapmaktadır. “Iırkçılık-karşıtlığı hakkında yapılan tartışmaların aslında günümüzde süregelen kültür savaşlarının bir parçası olduğu”[6] fikrini ortaya atmaktadır. Neo-faşist ve aşırı sağın yükselişine bağlı olarak 1990’lı yıllardan itibaren sıkça kullanılmaya başlanan bu kavram, 21. yüzyılda da önemli bir konu haline gelmekle birlikte, bilimsel araştırmacılar tarafından tam anlamıyla mercek altına alınmamıştır. Bu açıdan anaakım bilimsel normatif perspektifin şekillendirdiği akademik çalışmalarda, bir paradigma değişikliğine giderek ırkçılık-karşıtlığını merkeze alan bir bakış açısı geliştirilmesi gerekmektedir. Bunun nedeni, günümüzde “yeni muhafazakar ve sağcı siyasi kanatta yer alan ideologların ırkçılık-karşıtlığını hedef tahtasına oturtmaları” olarak gösterilebilir. Bu saldırılar “Batı değerlerine ve bir o kadar da toplumsal beraberlik ile ırkçılık-karşıtlığının korumaya çalıştığı azınlık gruplarının çıkarlarına bir tehlike oluşturan bir ideolojiyi temsil ettiğini iddia ettikleri ırkçılık-karşıtlığının göz ardı edilmesine” yol açmıştır.[7]
Siyaset sosyolojisi ve sosyal kuram alanında akademisyen olan Alana Lentin, “ırkçılık-karşıtlığını konu alan bilimsel çalışmaları son birkaç on yılda değişen siyasi iklimin çerçevesine yerleştirmektedir.” Bu değişim “İslamofobinin hızla tırmanışı, göçmenler ile mülteciler için düşmanlık besleyen çevrelerin oluşması ve ırksallaştırılan azınlık ile diğer dışlanan grupları hedef alan ırkçı toplumsal hareketlerin yepyeni biçimlerinin gelişmesi” şeklinde özetlenebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, ırkçılık-karşıtlığı hakkında yapılan araştırmalar çoğunlukla “beyaz ırkçılık-karşıtı kuruluşlar ile aktivistlerin yaptıkları çalışmalar üzerine bina edilmek suretiyle, ırksallaştırılan azınlık ve göçmenlerin sesleri bilimsel alanda geri plana itilmektedir.” Irkçılık-karşıtlığı, ırkçılık tarihi ve pratikleri göz önünde tutulmadan anlaşılamaz. Irkçılığın tarihsel süreci neticesinde, bugün İngiliz toplumunda farklı unsurlar ele alınırken, ABD toplumunda genellikle “Siyahların Hayatları Önemlidir hareketi ile Eleştirel Irk Teorisi’ni vurgulayan kamusal tartışmalar yapılmaktadır.” Günümüzde “ırkçılık-karşıtlığı konusu etrafında değişen politikalar, aslında 20. yüzyılın sonları ile 21. yüzyılın başları arasındaki dönemde ortaya konmuştur.” Bu dönemde görülen siyasi fikir uyuşmazlığı açıktır. Siyasi sol ve bu çizgide düşünenler ırkçılık-karşıtlığına önem verirken, yeni muhafazakarlar ve yeni sağın siyasi kanadında yer alanlar ise, buna muhalefet etmişlerdir.” Donald Trump ilk başkanlık döneminde ırkçılık-karşıtlığına muhalefet eden [yani ırkçı olmayı ayrıcalıklı kılmaya dair—E. Lâle Demirtürk] tartışmaları daha da siyasallaştırmıştır.[8]
Bugün ırkçılık-karşıtlığının 20. yüzyıl sonlarında taşıdığı anlamdan farklı bir döneme tanıklık edilmektedir. Bu bağlamda, artık “popülizm, beyaz milliyetçiliği ve ırkçılık politikalarına dair tartışmalar, 21. yüzyılın ilk yarısında öne çıkan ırksal politikalar ve mobilizasyonların hitap edeceği türden bir karşılığın toplum ve siyasette bulunmasını gerektirmektedir.” Toplumda bir kesim tarafından önerilen bir çözümün siyasi çıkar uyuşmazlığı nedeniyle, başka bir kesim tarafından olumlanmaması doğal bir durumdur. Yeni sağ siyasi kanadında yer alan aktivistler ile siyasi figürlerin “ırkçılık-karşıtlığı gereğine karşı çıktıkları” açıkça ortadadır. Özellikle ABD odaklı çalışmalarda görüldüğü üzere, bu karşı çıkma durumu, “eğitim ve üniversiteler gibi alanlarda ırkçılık-karşıtlığının toplumsal birlik ve beraberlik ile ulusal kimliğe potansiyel bir tehdit oluşturduğu iddiasından” kaynaklanmaktadır. Bugün gelinen noktada Solomos, içinde bulunduğumuz dönemin koşulları çerçevesinde her toplumun kendi yapısına uygun ırkçılık-karşıtlığı temelli politikalar ve stratejiler üretmesi gerektiğini savunmaktadır. Küresel Kuzey ve Küresel Güney’in gündelik hayat pratiklerine bakıldığında, bunun hayati önemi tartışılmaz bir boyut kazanmıştır. “Irkçılık-karşıtlığı ideolojilerinin ötekileştirme ve insanlık-dışılaştırma (dehumanization) süreçlerini şekillendirmede fayda sağlayacağı da muhakkaktır.”
David Theo Goldberg 2015 yılında yazdığı bir eserde, Filistinlilerin insanlık-dışılaştırılmasının, çeşitli anti-semitizm biçimlerini güçlendirdiğine dair görüş ileri sürmüştür: İsrail tarafından “Filistinlilerin hedef alınarak hayvan muamelesine maruz bırakılması, ölümcül neticeler doğurabilecek bir anti-semitizm fitilini ateşlemektedir:” Solomos da bu tespitin 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren Gazze’de süren soykırıma varan katliamlardan dolayı anti-semitizmin gittikçe arttığı gerçeğini doğrular mahiyette olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda, Solomos’a göre, “ırkçılık-karşıtı bir tasavvur” geliştirmek amacıyla, “ırk kategorileri ile şekillendirilmeyen bir toplumun neye benzediğini düşünmek” ABD toplumu ile dünyadaki bütün toplumların ortak insanlık (common humanity) değerleri etrafında birleşmesine vesile olacak beklentileri beraberinde getirecektir.[9]
Brunilda Pali ve Polly Pallister-Wilkins, “From Police Violence to (Self) Censorship: Mapping the Continuum of Criminalization of Student-led Palestine Solidarity Activism in the Netherlands” (Polis Şiddetinden Öz-Sansürcülüğe: Hollanda’da Öğrenci Liderliğinde Filistin Dayanışması Aktivizminin Suçlulaştırılması Sürekliliğinin Haritasını Oluşturmak) makalesinde son derece önemli bir noktanın altını çizmektedir. Onlara göre, Batı’nın ve özellikle Avrupa’nın ırkçılık-karşıtlığına dair duruşu İsrail’in Gazze’de uyguladığı Filistinlilere yönelik soykırımını eleştirmek söz konusu olduğunda, anti-semitizm adı altında sansürlenmekte olup, örneğin Hollanda’da Filistinlilere destek veren öğrencilerin liderliğinde yapılan dayanışma amaçlı gösteri ve hareketler suçlulaştırılmaktadır (criminalization). “Öğrenci intifadası” (ayaklanma) olarak nitelenen bu dayanışma hareketlerinin suçlulaştırılmasının, aslında “akademik özgürlük, demokrasi ve adalet için bir turnusol kağıdı vazifesi gördüğünü” de belirtmekte fayda vardır. Dünyada da çok sayıda öğrenci Gazze’deki soykırımın durdurulması amacıyla çeşitli protestolar düzenlemiş, hatta ağırlıklı olarak “üniversitelerin de silah tüccarları ve İsrail yükseköğretim kurumları ile işbirliği yapılmasını boykot etmişlerdir.” Kuzey Amerika’dan Avrupa’ya, Avustralya’dan Güney Afrika’ya kadar uzanan bir dünya coğrafyasında bazı üniversite kampüslerine çadır kurmak, binaları işgal etmek ve protestolarını ortaya koymak gibi öğrenci ve öğretmen eylemleri üniversite yönetimleri tarafından çağrılan polislerin bu gruplara şiddet kullanarak sert müdahalelerde bulunmaları ile sonuçlanmıştır. Öğrencilerin liderliğinde oluşturulan “Filistinlilerle dayanışma amaçlı bu toplumsal hareketlere” katılan akademisyen, öğretmen ve öğrencilerin okullardan atılmalarına varıncaya kadar aldıkları katı önlemleri “anti-semitizmle mücadele kapsamında meşrulaştırmaktadır.” Bu bağlamda, Filistin halkı ile dayanışma konusu, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında başlatılan “Terörle Küresel Savaş” (Global War on Terror) uygulamalarının mirası kapsamında ele alınmalıdır. Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezinde ifadesini bulan ve Pali ile Pallister-Wilkins’in “medeniyetçi ırkçılık” diye nitelendirdikleri durum, “Arapları, Müslümanları ve özellikle de Filistinlileri doğuştan şiddet eğilimi olan, irrasyonel ve ‘Batı değerlerine’ muhalif olarak kurgulayan Batı söylemini halen şekillendirmeye devam etmektedir.” Bu oryantalist perspektiften bakılınca, “İsrail tam anlamıyla medeniyeti savunan kuşatılmış bir demokrasi, Filistinlilerin direnişi ise barbarlık ile eşleştirilmektedir ki bu mantık sadece Filistinlileri değil aynı zamanda onlara destek olanları da meşruiyet zemini dışına itmektedir.” Bütün Batı toplumlarında da benzer yaklaşımların mevcut olması gösteriyor ki, aktivizmin yanı sıra düşünce ve ifade özgürlüklerinin baskı altına alınması neticesinde “üniversite yönetimlerinin başvurduğu önlemler ve uyguladıkları politikalar “güvenlik ve anti-semitizm söylemlerinin bir silah olarak kullanıldığı” gerçeğini açığa vurmaktadır.[10] Bu görüşlerden hareketle, Filistin’deki soykırım üzerinden şöyle bir değerlendirmede bulunmanın mümkün olduğu kanaatindeyim: Batı’daki üniversiteler, Filistin dayanışmasını engelleme operasyonları örneğinde olduğu gibi, temelde öğrenciler ile akademisyenlerin başka ülke insanlarıyla empati kurmalarını temin edecek akademik özgürlük ortamında yaşatılması gereken demokratik değerler savunuculuğu vasfını çoktan geride bırakmıştır.
Bu bağlamda, 20. yüzyılın ortalarına giderek dikkat çekici bir hususa ve bugün de farklı anlamlar yüklenerek canlı tutulan bir kavrama göz atmak gerekiyor. Danimarka’da bulunan Roskilde Üniversitesi akademisyenlerinden Somdeep Sen, “‘Axis of Evil’ and the Academic Repression of Palestine Solidarity” (Şer Ekseni ve Filistin ile Dayanışmanın Akademik Hayatta Bastırılması) makalesinde, gündelik hayatta “Filistin halkı ile dayanışma hakkında kullanılan herhangi bir ifade akademik hayatta da benzer yaklaşımlar ile eleştiri yağmuruna tutulmaktadır” tespitinde bulunmaktadır. Filistin davasını savunan araştırmacıların eserleri “bilimsel ölçütlere uymayan siyasi nitelikli yayın olarak görülmekte, Filistin’i savunmak terörizm ve antisemitizm destekçiliği ile bir tutulmaktadır ki bu aynı zamanda Filistin ile dayanışmayı da toksik bir içeriğe dönüştürmektedir.” Böylelikle, akademik hayatta karşılaşılan bu sorun, sadece bir antisemitizm tanımını uygulamaktan ziyade 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra başlatılan “Terörle Küresel Savaş (Global War on Terror) söylem ve politikalarından devralınan bir mirası temsil etmektedir.” Dünya “iyi” ve “kötü” arasında kutuplaştırılmış ve buna göre de “‘iyi’ kategorisi terörizm ile mücadele eden bütün halklar ve ulusları, ‘kötü’ kategorisi de sözümona terörist örgüt ve ideolojilere destek veren toplumları, kültürleri ve ulusları kapsamaktadır.”[11]
Nitekim, Sen’e göre, 11 Eylül saldırılarından sonra “görünüş itibarıyla Orta Doğu’lu kişilere benzeyenleri hedef alan ırkçı şiddette büyük ölçüde bir artış görülmüştür ki bunun yanı sıra şüpheli zannıyla çok sayıda Arap ve Müslüman asıllı Amerikalı da gözaltına alınıp suçlu bulunarak cezaevlerinde yatmak zorunda kalmıştır.” Küresel anlamda da “terörizm ile yapılan mücadele, mevcut uluslararası ilişkilerde görülen ırksallaştırılan hiyerarşik bölünmeyi daha katı bir cepheleşme haline getirmiştir. Bu durum Küresel Kuzey’i iyi değerler ve demokratik düzenin yeri, ‘daha koyu deri rengi olanların bulunduğu’ Küresel Güney’i ise belirsizlik, düzensizlik, kötülük ve ‘beyaz’ Kuzey’e muhalif değerlerin yeri olarak tanımlama yoluna gidilmesi” neticesini doğurmuştur. Dolayısıyla, Filistin gibi halk direnişi olan yerlerde medyaya yansıtılan şiddet algısı neticesinde, İsrail’in yaptığı zulüm ve vahşeti gözden uzak tutan dünya medya organları ve uluslararası kuruluşların vasıtasıyla Batı “Filistin’i, Filistin özgürlük mücadelesini ve Filistin ile dayanışma gibi konuları kötülük tarafına yerleştirmiştir.” Kuzey Amerika ve Avrupa’daki üniversite kampüslerinde 2024 yılının Nisan ayından itibaren öğrencilerin kamp kurarak Filistin ile dayanışma gösterilerine devam etmesi, üniversitelerin İsrail politikalarından faydalanmaya son verme çağrılarında bulunması polis şiddeti ile karşılık bulmuştur. Aslında bu üniversiteyi dekolonize etme girişimi, Küresel Kuzey’de üniversitelerin “ırksal hiyerarşik küresel düzenin temeli üzerine inşa edilen bilgi üretiminin bulunduğu kolonyalizm ve emperyalizm mirasını devam ettiren kurumlar olduğu gerçeğinin açıkça görülmesini de sağlamıştır.”[12] Sen’in görüşlerinden hareketle, günümüzde Filistin’in özgürlük mücadelesine destek çaba ve hareketlerine dair bir değerlendirme yapmamız gerekiyor ki o da şudur; bu durumda esas tehlike, Batı tarafından tarih boyunca ötekileştirilen bir Müslüman halkın soykırımını destekleyen düşünce biçiminin, bilim adı altında inşa edilen söylemin ardına gizlenerek göze batmaması sağlanan bir ırkçılık pratiğinin uygarlık kisvesi altında sinsice yürütülmesinin toplumlar kadar akademik hayatı şekillendiren bilimsel zihniyeti de sömürgeleştirmesi meselesidir.
Jairo I. Fúnez-Flores, “The Coloniality of Academic Freedom and the Palestine Exception” (2024) (Akademik Özgürlüğün Kolonyalliği ve Filistin İstisnası) makalesinde, Dekolonyal Düşünce alanındaki akademisyenlerin bilimsel literatür ve üniversite eğitim-öğretiminde mevcut kolonyal düşünce ve yaklaşımları dekolonize etmemelerini sorgulamaktadır. İsrail’in yaptığı soykırım hakkında konuşmak akademik özgürlük kapsamında olduğu halde, üniversitelerde ve bilimsel yayınlarda çekinceli davranarak suskunluklarını muhafaza eden akademisyenler aynı zamanda soykırım gerçeğini dile getirenlere karşı da antisemitizm yaptıkları gerekçesiyle tavır almaktadır.
Dekolonyal Düşünce alanı kapsamında modern/kolonyal dünyanın değerlerini üstün görerek yapılan sözde bilimsel ölçütlere dayalı akademik yayınlarda objektiflik iddiasına rağmen benimsenen ırkçı perspektife karşı çıkan Fúnez-Flores’in bizzat kendisinin “The Coloniality of Power and Social Classification” (2025) (İktidarın Kolonyalliği ve Sosyal Sınıflandırma) makalesinde “dekolonyal teorik intifada”[13] (decolonial theoretical intifada) şeklinde yaptığı kavramsallaştırma ise, “dekolonyal düşünce alanında ortaya konan kuramların, halen [Filistin’de olduğu gibi kolonyalizme karşı direniş gösterilerek—E. Lâle Demirtürk] mücadele edilen alanlara uygulanmak suretiyle yeniden tanımlanması ve gözlemlenen pratiklerle birleştirilerek çalışılması görüşünü” ortaya atmaktadır. Bu anlamda Fúnez-Flores’in yükseköğretim kurumlarının sığ bir bilimsellik anlayışını sürdürenlere yönelttiği şu soruyu son derece kıymetli buluyorum: “Bizler akademik yayınlarımızda kullandığımız söylemlerde hangi hikâyeleri inşa etmeliyiz ve bunları barbar, insanlık-dışı teröristler olarak temsil edilen halklar için sarsılmaz bir destek gösterme sürecinde nasıl ifade etmeliyiz?” Bu noktada, Filistin halkının zulüm, vahşet ve soykırım karşısında direnişini suç olarak gösteren Batı’nın ve özellikle de ABD’nin aparatı olan Siyonist Akıl ve İsrail devleti’nin bir halkı sadece topraklarından değil, tarih kayıtlarından da silerek çıkarma politikalarına kayıtsız kalınmamalıdır. Bu halkın “deneyimlerini, halkının kültürüne dair bilgisini, tarihini, direnişini” kısacası kendi hikâyesini merkeze taşıyan bir söylem kullanarak paradigma değişikliğine gitmek, adil ve sorumlu bilinç sahibi bütün akademisyenlerin ciddiyetle yerine getirmeleri gereken bir görev olarak değerlendirilmelidir.[14]
Na’ama Carlin de “Özgür Filistin” arzusunu hayata geçirmek için Filistin halkını hangi ifadelerle anlatmamız hususuna odaklandığı “There is No Beginning” (2024) (Hiç Bir Başlangıç Yok) makalesinde, yok edilen Filistin halkını anlatmanın imkansızlığını göz önünde bulundurarak şu acı dolu satırlara yer vermektedir: “Onbin çocuk, örneğin. Bunu nasıl sayıyoruz? Onbin çocuk ki her birisi kendi içinde bir dünya, bir takımyıldızın merkezinde parıldayan bir yıldız, ama diğer yıldızların ışıklarının söndürüldüğünü biliyoruz. Onbin çocuk. Onların umutlarını nasıl sayıyoruz ki onlar da şimdi yok? Ya gülmeleri? Onbin gelecek akıl almaz bir vahşetle yeryüzünden silinmiş durumda.” Bu acıyı tam anlamıyla ifade edecek kelime bulma acziyetimize işaret eden Fúnez-Flores, uygun ifadelerin bulunması ile yapılan eleştirilerin Batı tarafından susturulduğunu da unutturmamanın önemini vurguluyor: Filistin meselesi “kolonyal gerçeklik” ile eşleştirilerek marjinlere itilmek yerine, merkeze alınarak kolonyal pratikler hakkında Filistinlilerin kendi gerçeklerini anlattığı ve kendi adlarına konuştukları bir tartışma alanı açılmalıdır. Bu paradigma değişikliği yapılmadığı takdirde, Batı/ABD destekli Siyonist sömürgeci politikalar hakkında suskun kalmayı objektif bir bilimsel yaklaşım yanılgısı içinde benimseyen akademisyenler, aslında sömürgecilik sisteminin inşa ettiği “kapitalizm ve kolonyalizmin temel taşı olan ideoloji ve siyaset ekonomisine” hizmet eden üniversiteler gibi kolonyal kurumların bu gerçeğini açıklama yükümlülüğünü taşımalıdırlar.[15]
ABD’nin yanı sıra Avrupa ülkelerinde de Batılı/beyaz egemen “iktidar kolonyalliği” çerçevesinde anlaşılması gereken Filistin ile dayanışmanın suç sayılması yaklaşımı, toplumlara benimsetilmektedir. Bu anlamda, 21. yüzyılın başından itibaren beyaz Alman toplumunu tehdit eden yeni bir anti-semitizmin varlığının sıklıkla dile getirilmesi, aslında çoğunluğu Müslüman ve Filistinlilerden oluşan mültecileri ve göçmenleri suçlayıcı bir söylem olarak ortaya konmuştur. “Uluslararası düzlemde Filistinliler ‘İslamcı terör,’ ve ‘anti-semitizm’ ile eşleştirilerek Batı ile savaşan ‘irrasyonel dünyayı temsil eden gruplar’” şeklinde yapılan algı yönetimi oluşturulmuştur. 7 Ekim 2023’te Gazze soykırımının başlamasıyla birlikte Filistin-karşıtı ırkçılık had safhaya ulaşarak öğretim kurumlarında ve üniversitelerde Filistinlilere yönelik baskılar artmıştır. İsrail Gazze’de eğitim imkanlarını yok ederken, Almanya’da da yükseköğretimde Filistin konusu müfredatlardan çıkarılmıştır. Bu baskılar neticesinde, Filistinli üniversite öğrencileri soykırımı destekleyen Alman devlet yönetimi tarafından “suçlulaştırılmış” ve kendi fikirlerini özgürce ifade etmekten korkar hale gelmiştir.[16] Avrupa ülkelerinde Filistin’e destek vermek için düzenlenen gösterileri yapanlar anti-semitizm suçlamalarına maruz kalarak tutuklanma sürecinde, Almanya’nın yavaş işleyen bürokratik sistemi “ülkede artan anti-semitizm ile savaşmak” gerektiği gerekçesiyle bu konuda oldukça hızlı kararlar alınmıştır. “Anti-semitizm kanunları bir silah gibi kullanılmış” ve bunun neticesinde Filistin’e destek veren aktivistler “terörizm ile suçlanmıştır.” Görünen o ki, bizzat “Filistin ile dayanışma susturulmak” istenmiştir.[17]
Araştırmacı gazeteci, yazar ve belgesel yapımcısı Yahudi asıllı Avustralyalı Antony Loewenstein, Filistin Laboratuvarı: İsrail İşgal Teknolojilerini Dünyaya Nasıl İhraç Ediyor? kitabında, “İsrail’in Filistin laboratuvarı küresel bir yıkım ve şiddetten besleniyor” görüşünü dile getirmektedir. Batı’ya ihraç ettiği savunmayı güçlendiren, mültecilerin gözetim altında tutulmasınıa yarayan ve biyometrik veritabanlı teknolojilerle sağlanan sınır güvenliği gibi iş alanlarında hizmet veren İsrail’de Elbit gibi şirketler “bundan en çok yararlanan kurumlar(dır).”[18] Loewenstein’ın bu görüşleri Gazze’de uygulanan soykırıma karşı çıkarak İsrail’in gelecek ilaç ve gıda yardımlarına engel olarak açlıktan ölmelerine sebep olduğu Filistinlilere insani yardım ulaştırmak için çok sayıda ülkeden aktivistlerin katıldığı Sumud filosu ile geçerli olmuştur. Bu filoya İsrail askerlerinin uluslararası hukuka aykırı şekilde yaptığı kötü muamele ve birkaç gün boyunca tutuldukları cezaevi hücrelerinde aç ve susuz bırakılmaları karşısında dünya kamuoyu İsrail’e karşı duruş sergilemekte ve giderek askeri gücünden ve Müslüman Filistin halkını yok etmekten başka bir marifeti olmayan İsrail devleti küresel anlamda itibarını kaybederek yalnızlaştırılmak suretiyle 8 Ekim 2025’te Hamas’la ateşkese mecbur bırakılmıştır. İsrailli tarihçi ve sosyalist aktivist Ilan Pappé Filistin-İsrail Meselesinin Tarihi (2025) kitabında, şu açıklamada bulunmaktadır: Sömürgecilikten farklı olarak “yerleşimci-sömürgecilikte sömürgeci, yerli toplumu tamamen sömürgecinin toplumu ile değiştirmeyi amaçlar.” Nitekim İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı katliamlar ve soykırım 7 Ekim 2023’ten itibaren daha görünür hale gelmiş olup, yerleşimci-sömürgecilerin her zaman yaptıkları gibi bu toprakların gerçek sahibi olan yerli Filistin halkı tarihini, kültürünü ve canlarını yok ederek topraklarını boşaltan İsrail’in “yerleşimci-sömürgeciliğine maruz kalmıştır.” Gerçekte Batı tarafından “yeni bir ‘terörle savaş’” adına demokratik hakları yok sayılan Filistin halkının direnişinin “sömürgecilik karşıtı” bir halk hareketinın vatan topraklarını korumak için yaptığı kurtuluş savaşı olarak görülmesi gerekmektedir.[19]
Ancak bu farkındalık bilincini uyandırma ihtiyacı aynı zamanda İsrail ve ABD ile işbirliği yapan Batı devletleri için sadece dış siyasetin değil iç siyasetin de değişim ve dönüşümü bakımından da büyük önem taşımaktadır. Amerikalı tarihçi Ellen Schrecker, 1950’lerde komünist öğretmenleri hedef alan McCarthy döneminin, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde “Yeni McCarthyicilik” (new McCarthyism) şeklinde yeniden devreye sokulduğuna işaret etmektedir. Sözümona yapılan antisemitizmin önüne geçilme acziyeti yaşandığı iddiasıyla üniversitelerde akademisyenlere ve öğrencilere uygulanan baskıların artmasıyla üniversitelerin akademik özgürlük yönünden McCarthy döneminden daha da geriye götürüldüğü fikrini savunmaktadır.[20]
Chetan Bhatt, “Antiracism and the Current Moment” (2025) (Irkçılık-karşıtlığı ve Günümüz) makalesinde, ırkçılık-karşıtı kesimler açısından Batı’da yükselen aşırı sağın “Avrupa ve Kuzey Amerikan toplumlarını sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda değiştirmeye dair ırksal projeler yürütme” aşamasında görüldüğünü aktarmaktadır. Nitekim Trump’ın ikinci başkanlık döneminde “ABD ve Avrupa’da ırkçılığın transatlantik cephesini güçlendirecek türden hukuksuz ve anti-demokratik uygulamalarda” bulunmaktan çekinmemektedir. Avrupa’da ve ABD’de çokkültürlülük, göçmen ve mülteciler ile Müslümanlar zaman zaman daha da yoğun biçimde “Batı medeniyetine birer tehdit konusu” olarak görülmektedir. En tehlikelisi de, aşırı sağ kanadın farklı ırk gruplarına ulaşarak milliyetçilik kavramını destekleyen “çok ırklı bir aşırı sağ etrafında konsolide etmesidir.” Beyaz işçiler ve etnik/ırksal azınlıkların büyük bir çoğunluğunun sosyal güvenlikten yoksun ya da yoksulluk sınırında yaşadıkları düşünülürse, sosyo-ekonomik bağlamda, ırkçılık-karşıtı grupların “sosyal sınıf ile bütün toplulukların yaşadığı yoksunluğu yeniden siyasallaştırarak toplumun geneline yayılan bir ırkçılık-karşıtlığını yeniden inşa etmeleri kaçınılmazdır.”[21] Bunu yaparken de, Batı devletlerinin kendi ırkçılık-karşıtlığı kisvesine bürünen ırkçılık hususunda çıkarlarına uygun biçimde siyasallaştırdıkları değerlere öz-eleştiri getirmeleri beklenmelidir. Batı’nın demokratikleşmesi sürecini gerçekleştırme adına, Batı-dışı toplumları kolonileştirme arzusuyla hizaya getirmek için kullandıkları demokrasi, insan hakları ve eşitlik temelli toplum hedefine varma çabasını göstermeleri gerekmektedir. Ancak bu takdirde, küresel insani ittifak oluşturan bir Batı’dan söz etmek mümkün görünmektedir. Batı’nın demokratikleşmesi çerçevesinde anlaşılması gereken bir ırkçılık-karşıtlığını yeniden inşa etmesi, dünyayı Filistin ile dayanışmanın suç sayılmayan ve özgürleştiren ortak bir geleceğin yaşanabileceği insanlık değerlerinin hayata geçirildiği uygarlık düzeyine taşıyacaktır.
[1] Öğün, Süleyman Seyfi. “1492 Rûhu Geri Dönüyor”, Yeni Şafak Gazetesi, 9 Ekim 2025. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 9 Ekim 2025. https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleyman-seyfi-ogun/1492-ruhu-geri-donuyor-4756664.
[2] C. Heike Schotten, “Zionism and the War(s) on Terror: Extinction Phobias, Anti-Muslim Racism, and Critical Scholarship”, Critical Studies on Terrorism Vol. 17, No. 4 (2024), 996, 997. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 6 Ekim 2025. https://doi.org/10.1080/17539153.2024.2337448.
[3] Schotten, “Zionism and the War(s) on Terror: Extinction Phobias, Anti-Muslim Racism, and Critical Scholarship”, 998, 999.
[4] Schotten, “Zionism and the War(s) on Terror: Extinction Phobias, Anti-Muslim Racism, and Critical Scholarship”, 1000, 1005, 1009.
[5] Adan Tatour and Lana Tatour, “The Criminalization and Racialization of Palestinian Resistance to Settler Colonialism”, içinde Ed. C.Cunneen, A. Deckert, A. Porter, J. Tauri, and R. Webb, The Routledge International Handbook on Decolonizing Justice, (New York: Routledge, 2023), 97, 98, 100. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 27 Eylül 2025. The criminalization and racialization of Palestinian resistance to set.
[6] John Solomos, “Preface”, Antiracism: A Critique, (Cambridge, UK: Polity Press, 2025), viii.
[7] John Solomos, Antiracism: A Critique, (Cambridge, UK: Polity Press, 2025), 1, 2, 3.
[8] Solomos, Antiracism: A Critique, 17, 18, 20, 24.
[9] Solomos, Antiracism: A Critique, 96, 116, 135, 144.
[10] Brunilda Pali and Polly Pallister-Wilkins, “From Police Violence to (Self) Censorship: Mapping the Continuum of Criminalization of Student-led Palestine Solidarity Activism in he Netherlands”, Criminological Encounters, Vol 7, No. 1 (2025), published online first, September 18, 2025. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 27 Eylül 2025. From police violence to (self) censorship: Mapping the continuum of criminalization of student-led Palestine solidarity activism in the Netherlands | Criminological Encounters.
[11] Somdeep Sen, “‘Axis of Evil’ and the Academic Repression of Palestine Solidarity”, Middle East Critique Vol. 33, No. 3 (2024), 335, 336. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 27 Eylül 2025. https://doi.org/10.1080/19436149.2024.2370658.
[12] Sen, “‘Axis of Evil’ and the Academic Repression of Palestine Solidarity”, 337-342.
[13] Bu kavramın açıklaması için bkz. Jairo I. Fúnez-Flores, “The Coloniality of Power and Social Classification”, içinde Ed. Aníbal Quijano, Geo Maher, Jairo I Fúnez-Flores, The Sage Handbook of Decolonial Theory, (New York: The Sage Handbook of Decolonial Theory, 2025), 3-31.
[14] Jairo I. Fúnez-Flores, “The Coloniality of Academic Freedom and the Palestine Exception”, Middle East Critique, Vol. 33, No. 3 (2024), 472, 480. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 27 Eylül 2025. https://doi.org/10.1080/19436149.2024.2375918.
[15] Fúnez-Flores, “The Coloniality of Academic Freedom and the Palestine Exception”, 482.
[16] Anna Younes and Hanna Al-Taher, “Erasing Palestine in Germany’s Educational System: The Racial Frontiers of Liberal Freedom”, Middle East Critique Vol. 33, No. 3 (2024), 398, 399. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 27 Eylül 2025. https://doi.org/10.1080/19436149.2024.2383444.
[17] Sara Tanveer, “Silencing Solidarity: Europe’s lawfare against pro-Palestine activism”, The Polis Project, February 19, 2025. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 22 Eylül 2025.
Europe’s Lawfare Against Pro-Palestine Activism.
[18] Antony Loewenstein, Filistin Laboratuvarı: İsrail İşgal Teknolojilerini Dünyaya Nasıl İhraç Ediyor?, Çev. Özlem Özarpacı, (İstanbul: Metis Yayınları, 2024), 241.
[19] Ilan Pappé, Filistin-İsrail Meselesinin Tarihi, Çev. M. Murtaza Özeren, (İstanbul: Ketebe Yayınları, 2025), 29, 120-127.
[20] Ellen Schrecker, “Worse Than McCarthyism: Universities in the Age of Trump”, The Nation, April 3, 2025. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 6 Ekim 2025. Worse Than McCarthyism: Universities in the Age of Trump | The Nation.
[21] Chetan Bhatt, “Antiracism and the Current Moment”, Ethnic and Racial Studies, September, 2025, published online first. Çevrimiçi. Erişim Tarihi: 4 Ekim 2025.