Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Firuz Türker

Özcan Deniz Coştu

NOW (eski FOX) TV’de ikinci sezonu başlayan ‘Kızıl Goncalar’ diye bir dizi var. Ara sıra kanallar arasında dolaşırken rastlayıp da şöyle bir göz attıktan sonra notumu verdiğimden hiç izlememişim. Hayali birtakım karakterler üzerinden İslam’ı karalamak için yapılan propagandif dizilerin bir benzeri.

Ben NOW’ın ideolojik yaklaşımını bildiğimden daha önce bunun hakkında yazmayı düşünmemiştim. Ama şu yeni sezona başlangıç fragmanını izlediğimde içime hiç sindiremedim. Dr. Levent nasıl da kükrüyor öyle aslanlar gibi. Tabi orada resmedilen olayı olumlayacak değilim. Ama dedim ya bunu böyle göstermekte amaç başka.

Denilebilir ki dizi dediğin zaten hayali karakterler üzerinden yapılır. Bazılarında gerçek karakterlerden esinlenilse de genelde bu doğrudur. Ne var ki çok şükür ‘yapılanın’ neye hizmet ettiğini anlayacak kadar izan sahibiyiz. Düşünün ki sadece ara sıra kısaca göz atmakla bile ne mesaj verilmek istendiğini anlayabiliyor insan. Çünkü artık bu işler kabak tadı verdi.

Ben her şeye rağmen NOW TV’ye ön yargılı değilim. Örneğin Hudutsuz Sevda’yı beğeniyle izlemeye devam ediyorum. Gel gör ki bu Goncaları midem hiç kaldırmadı. Mevlâna Celaleddin-i Rumi’deki Çelebi Hüsamettin rolünden sonra Dr. Leventliğe terfi eden Özcan Deniz’le, Kurtlar vadisindeki Elif’ten sonra Meryem oluveren Özgü Namal’ın böyle bir dizide nasıl rol almış olduklarını anlayamıyorum. Profesyonellik desen de kabul edilebilir değil.  

Cumhuriyetle birlikte geri kalmışlığın sebebi olarak İslam dininin görülmesi üzerine onu karalamak için çok menfi propagandalar yapıldı. İşin ilginci bunlar hep kötü örneklerle anlatılmaya çalışıldı. İslam’ın gerçek yüzü saklanmaya çalışıldı. Hocalar kazma dişli, elleri arkasında iri daneli tespih çeken, kara sakallı kötülük düşünen tipler, hacılar üçkağıtçılar olarak lanse edilmeye çalışıldı. İslam orada anlatılmaya çalışılanlar değil. Hemedaniler, Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bektaşlar, Hacı Bayramlar, Ahmet Yeseviler nasıl yok sayılabilir. Ya da kötü imajlar nasıl olur da bunların önüne geçebilir.

Unutulmamalıdır ki İslam, çok büyük bir medeniye yaratmıştır. Harezmiler, İbni Sinalar, Farabiler görmezden gelinebilir mi? O medeniyetin bilimsel, tarihsel ve maddi zenginliklerini yağmalamak için engizisyon karanlığındaki batı, yüzyıllar süren Haçlı seferleri düzenlemiştir.

Tabi ki her şeyde olduğu gibi Müslüman aleminde de dini istismar edenler olabiliyor. Ana bunlar İslam’ı temsil edenler değildir. İslam’ın iyi örnekleri dururken ‘kötülük’ üzerinden yürümeye çalışmanın bir amacı vardır. O da hayır değildir. En büyük hata ise cumhuriyeti İslam’ın karşısına konumlandırmaktır.

Ahmet Özal

Kendisiyle bir alıp veremediğim yoktur. Tam tersine,rahmetli Turgut Özal’ın çocukları içinde en kendini bilen ve hakim olan biri olarak tanırım. Kariyerine de saygı duyarım.

Bir süredir CNN TÜRK’te tartışma programlarında rastlıyorum. TEK Parti başkanıymış. Bu partinin ne gibi bir tanınmışlığı vardır, ne kadar oyu vardır bilmem. Ama ben adını ilk kez işittim.

Ahmet beyin ikide bir dile getirdiği bir görüşü var ki asla katılmıyorum. ‘Piyasayla zıtlaşmayacaksın, vatandaşla zıtlaşmayacaksın’ diyor. Yani herkesin suyuna git demeye getiriyor. Tipik bir popülizm. ‘Zıtlaşmaktan’ kasıt, ‘bunlara hasmane davranma’ anlamı taşıyorsa bunu yapan siyasetçi ahmaktır zaten. Onlarda ancak CHP de oluyor. Ama ben bundan çok ‘üstlerine gitme’ sözde liberal anlayışını yüklemeye çalıştığını anlıyorum ve de hak vermiyorum. Bunu da verdiği örneklerden çıkarıyorum.

Vatandaşla zıtlaşmaya İBB seçimlerini örnek veriyor ve AK Partiyi, yargı yoluyla hakkını aradı diye haksız buluyor. Bir partinin yasal hakkını kullanması neden vatandaşla zıtlaşmak olsun? Kaldı ki o seçimi Binali bey kazanmıştı. CHP, sandıklarda ve oylarda manipülasyon yaparak İmamoğlu kazanmış gibi gösterdi. AK Parti ilçe seçim kurullarından oyların yeniden sayılması kararları çıkartmıştı. Canan Kaftancıoğlu da nasıl yaptıysa il seçim kuruluna bu kararları iptal ettirdi. Bu kararı veren Müberra (soyadını hatırlayamadım) isimli İl Seçim Kurulu başkanı hakim, bu kararı verdikten kısa bir süre sonra emekliliğini istedi ve ortadan kayboldu. Büyük ihtimalle de son verdiği karardı bu.

AK Partiye de seçimin yenilenmesini istemekten başka çare kalmamıştı. O da bunu yaptı. Yenilenen seçim sonucunda da muhalefetin çıkardığı büyük yaygara ve manipülasyondan bezerek sandığa gitmeyen AK parti seçmeninin önemli bir bölümü seçimi şirretliğin kazanmasına boyun eğdi.Bundan başka numaralar da döndüğüne inanıyorum. Bunun neresi ‘vatandaşla zıtlaşmak’ ?

Piyasayla zıtlaşmaktan kastı ise sanırım faiz lobisiyle mücadele edilmesi. Bize öyle bir efsun üflenmiş ki, döviz yükselirse sen de faizi yükselt, piyasada döviz yükseliyorsa müdahale etme, bırak nereye gidecekse oraya varsın gibi şeyler söyleyip ‘bunlar ekonominin kuralları’ diyorlar. Bunu da ‘müdahaleci olmayan’ liberal ekonomi diye yutturmaya kalkıyorlar. E parayı kontrol edebilme imkanı olan odaklar piyasaya kendi çıkarları doğrultusunda müdahale ediyor, manipülasyon yapıyor. Bunun neresi serbest piyasa? Onlar etsin ama devlet burnunu sokmasın. Amaç? İstedikleri gibi at koştursunlar vatandaşı soyup soğana çevirsinler. Sağdan soldan duyduğu ‘şöyle kazandım, böyle kazandım’ yalanlarına kanıp da üç kuruşunu götürüp borsaya, dövize yatıran da, onu da kaybetsin. Günün sonunda kazanan bir tek kumarhane sahibi olsun.

Pasif Siyaset

Bunun mucidi Abdullah Gül’dür. Kestanelere el uzatmak istemez. Sobanın üstünden başkası alsın, soysun, o da afiyetle yesin ister. Bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya çıkıp da mertçe ‘adayım’ diyememiştir. Sonra DEVA kurulurken de kendini ortaya koymaktan imtina etmiş, sorumluluğu Babacan’a yükleyip kendisi sütre gerisinde durmayı tercih etmiştir.

Sayın Abdullah Gül, Erdoğan başbakan olamayınca büyük bir hevesle başbakanlığı kabul etti. Keza onun tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilince onu da kabul etti. Seçilince ise ‘tarafsız’ pozlarına bürünüp onu yaralayacak şeyler yaptı. En önemlisi de ‘benim dinlenmekten korkum yok’ dokundurmasıydı. Bu sözün ne anlama geldiğini herkes anladı. Ama o, burada ifade etmek istediğini bile açıkça söylemekten geri durmuş, dokundurmayı seçmişti.

Aslında en büyük ‘pasif siyaset’ taktiğini cumhurbaşkanlığı süresi dolduğunda yaptı. Erdoğan’ın ‘AK Partiye gel’ çağrısını elinin tersiyle iterek kendine başka bir yol çizdi. O yol bile, kamuoyuna yansıtmak istediği gibi siyaset dışı kalmak değildi. Tam tersine, gizliden siyaset yapmaktı. Nitekim, bu ülkenin en makus talihi olan CHP ile temasa geçip (ya da onlar onunla temasa geçti ama fark etmez, sonuçta adayları olmaya yakın durdu) seçilemeyeceğini, hatta tamamen yerle yeksan olacağını, sonunun Abdüllatif Şener gibi CHP vekilliği olacağını anlayınca oradan da yan çizdi.

Şimdilerde adı yine ortalarda çok dönüp duruyor. Bunda kendisinin dahli var mıdır bilemem ama bununla ilgili tek laf etmediği açıktır. Kılıçdaroğlu’nun gönlünde yatan aslan odur. Ama bir türlü ortaya çıkıp da bunu açıkça ifade etmiyor. Neden çekiniyor? Eğer böylesi oyunlara alet olmayı kendine yediremiyorsa onu da deklare etmiyor. Köyün bütün gençlerinin gözü olduğu kendini beğenmiş kız gibi herkese mavi boncuk dağıtıyor.

Sayın Gül içinden çıkıp buralara geldiği siyasete zarar verecek epey işler yapmıştır. Bu sorun değildir. Olabilir; insanın fikriyatı değişebilir. Ne yazık ki o bunları, açıktan değil, el altından yaptı hep. İşte ‘pasif siyaset’ budur. Fakat unutulmaması gereken bir şey var; o da siyasette geçer olanın pasiflik değil, aktiflik olduğudur. Erdoğan’ın da beli büküldü omuzları çöktü ama o hala Ukrayna-Rusya krizine çare üretmeye çalışıyor. Pahalılıkla, enflasyonla mücadele etmeye uğraşıyor. Sayın Gül ne iş yapıyor peki? Aşı pişirsinler, önüne kotarsınlar kendisi de ‘bir zahmet’ aday olsun ve seçilsin diye bekliyor. Çok bekler…

Küçük Sedef

Sedef Kabaş hiç kuşkum yok tipik bir FETÖcü. Üye midir değil midir onu söylemiyorum. Söylemleri, yaptıkları ve bunlarla oluşturduğu etki ile bu FETÖcü (daha doğrusu CIA yöntemi) oyunun bir parçası.

Küçük Sedef boyundan büyük laflar ediyor. Kırıta kırıta ‘hadi büyük baş diyeyim bari’ deyip kenardan dolanmaya çalışıyor. Neden kıvırıyor böyle? Çünkü ne b..k yediğinin farkında. Ne yediyse ağzının kenarlarına bulaşmış. Sırıtıyor. Gözaltına alınmış ekip otosundan iniyor ellerini arkasına bağlıyor. Böylece ‘hevlemeye’ hazır finolara aport veriyor. Onlar da ‘ters kelepçe’ diye oturdukları yerden zıplıyorlar.

Sedef’in başı büyük değildir. O küçük başlıdır. Onun büyükbaşı Fetullah’tır. Bir de sağındaki solundaki orta başlılar ondan daha büyük başlıdır. Sedef onların arasında küçükbaştır. Sesi duyulmuyor diye aralarından o küçücük başını uzatıp melemeye çalışıyor. Biraz garip melemesi lazım ki sesi duyulsun. O da öyle yapıyor. Melemekle tıslamak arası bir ses çıkarabiliyor ancak. O meleyince sesi yankı buluyor. Diğer bütün küçük, büyük, orta başlılar hep bir ağızdan melemeye, mulamaya başlıyor; ‘Gazeteci gözaltına alındı, basın özgürlüğü, fikir özgürlüğü…’

Tamam; iyi de, bu büyükbaşın saraya girmesi çıkması nasıl bir ‘fikir’ oluyor?  Sonrasında ‘saraydan’ ‘büyükbaş’ sesi çıkmayıp da  Sedef ve onun gibilerine karşı bir kükreme gelince neden sorun oluyor? O fikirse bu da zikir değil mi?

Akıl alır gibi gelmiyor ama olanın aklı, neler döndüğünü anlıyor. Başı küçük Sedef, o küçücük başıyla bir provokasyon tezgahlıyor sonra da mağduru oynuyor. Fikir beyan etmiş de buna tahammül edilmemiş, kendisinin üstüne ‘haksız’ yere gelinmiş gibi yapıyor. Şaşırdık mı? Tabi ki şaşırtıcı değil çünkü bunu hep yapıyorlar. Toplumun olmadık yerlerine dokunup tahrik etmeyi bir iş becerdik sayıyorlar. Ellerinden gelen budur. Hayrına bir iş düşündükleri söyledikleri yok. Çünkü dağarcıkları bunlarla değil, ‘küçüklük’ yapabilme malzemeleri ile dolu.

Sedef şimdi yargıç karşısına çıkacak ‘ben cumhurbaşkanına hakaret niyetiyle söylemedim, bu bir halk deyişi’ diye kıvıracak. Küçük başının içindeki küçük beynine fısıldananları tekrarlayarak o ‘büyük’ dibini kurtarmaya çalışacak. Eğer yargıdan paçayı sıyırmayı başarırsa bu sefer de bu yaptığını kullanarak bulunduğu küçük ağıldan içinde büyük başlıların olduğunu sandığı başka bir mekana terfi etmeyi düşlüyor.

Naziler Komünistler İçin Geldiğinde Sesimi Çıkarmadım

AK parti iktidara geldiğinde ‘faşizm geliyor’ paranoyasına kapılan ‘laik’ ‘Atatürkçü’ ‘solcu’ ya da ‘çağdaş’ gibi sıfatlarla kendini tanımlayan kesime yönelik olarak bu çok bilinen sözle yoğun bir propaganda yapılmıştı. Bu sözlerin sahibi , Alman Protestan Kilisesi’nin Nazilerle iş birliği yapmasına muhalefet eden kilisenin başkanı Martin Niemöller. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçmeni olan Niemöller, daha sonra nasyonal sosyalizm karşıtı bir direnişçi olmuştur.

Niemöller’in sözleri aynen şöyle;
”Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

AK parti iktidarından asıl endişelenenler, başta emperyalist merkezler olmak üzere bu iktidarla ayrıcalıklarını, baskı ve sömürü imkanlarını kaybedecek olanlardı. Onlar kendi endişelerini, toplumun geniş kesimlerine benimseterek, kendileri için erkenden gördükleri bu ‘tehdidi’ durdurma amacı taşıyorlardı. Bu endişe zerkini uzun bir süre başlardılar. Hatta hala bunun üzerinden yürüyorlar. 19 yıl geçmiş olmasına rağmen, azalarak da olsa bu endişeleri hisseden, buna inanan önemli bir kesim de hala var.

Bununla demek istiyorlardı ki; AK parti kendi ideolojik görüşünden farklı düşünen herkesi yok edip bir ‘istibdat’ rejimi kuracak. Bu inanışı yaymak ve diri tutmak için ‘eller kaosa kalktı’ dan tutun da ‘Türkiye İran olacak; yok Malezya olacak’ türünden pek çok argümana sarıldılar. Halbuki şimdi anlaşılıyor ki AK Parti iktidarını asıl devirmek isteyenler başta emperyalizmin merkez üssü Amerika olmak üzere emperyalist odaklardır. Amerikan Başkanı Biden, bunu açıkça beyan etmiştir. AK Patinin ‘mahalle baskısı’ uyguladığını iddia edenler kendi mahallelerinde baskının en koyusunu uygulamakta, Cumhur ittifakı yönetimine de ağza alınmayacak galiz küfürler, yalanlar ve iftiralarla yoğun bir algı operasyonu yürütmektedirler.

Tabi faşizm ve benzeri rejimlerin her yerde ve her zamanda aynı şekilde geleceğine iman etmiş olanlar, bu tür propagandalara kandılar. Açık sözlü olmam gerekirse ilk başlarda ben de o propagandanın etkisinde kaldım. Halbuki Türkiye, ne İran gibi bir mollalar rejimi oldu, ne de komünistliğinden dolayı kimseye ilişildi. Nerden baksanız legal çalışabilen 4-5 tane ‘komünist parti’miz var.Tam tersine Türkiye öyle bir yola düzüldü ki Malezya bile (orada kötü olan ne varsa hala anlamış değilim) Türkiye’ye özenir oldu. Görünürde de Türkiye’de baskıcı bir rejim ihtimali yok. Düzenli seçimler yapan, ,yerel yönetimlerin el değiştirebildiği Türkiye de faşizm olduğu kara propagandası, giderek daha az kullanılır olsa da hala piyasaya sürülüyor. İktidarı değiştiremiyorlar çünkü halkın iradesi mevcut iktidardan desteğini çekmiş değil. Buna inananlar, ya da inanır görünenler kendi çıkarlarını, emperyalist merkezlerin çıkarlarıyla aynı görenlerdir. Bu adi propaganda, gerçek faşizm özlemcilerinin bir kontur aldatma propagandasıdır. Buna en çok sarılan FETÖ nün bu ülkeye ne yapmak istediğini görmek istemeyenler dışında kör gözler bile gördü.

Peki AK Parti hiç kimseye ilişmedi mi? İlişmez olur mu; ilk önce asırlık ‘askersel vesayet’ ile hesaplaştı. İkinci olarak devlet içinde devlet olmaya kalkan, emperyalizmin kuklası ve ajanı, Müslüman kisvesine bürünmüş ‘paralel devlet’çiler tasfiye edildi. Üçüncü olarak 9-10 yaşındaki çocukları bile dağa kaldırarak onları birer terörist olarak yetiştirip, Amerika’nın kanatları altında ülkemize karşı ‘hak mücadelesi’ ettiği yalanı ile halkımıza ve devletimize karşı terör estiren terör örgütleri.

Dördüncüsü uyuşturucu baronları. Beşincisi, kendini devletten büyük sanan Al Capone bozuntuları ve onların çeteleridir. Bütün bunlara karşı mücadele, epey yol alınmış olmasına rağmen halen bitmiş değildir. Ama eli kulağındadır. Bakınız bütün bu saydıklarımın hedefi Cumhur İttifakı ve cumhurbaşkanımız sayın Tayyip Erdoğan’dır. Bu zararlılardan arınma büyük ölçekte tamamlandığında devletimiz gerçek bir modern ve demokratik devlete dönüşecektir.

Bol İhanet Soslu TV Dizileri

Pandeminin bana olan en büyük etkisi dizikolik yapması oldu.
Kitap oku, face e gir, bir şeyler yaz, ev işlerine takıl, ‘geçmiyor günler geçmiyor’.


Akşamları da dizilere takılıyorum.
Gerçi aynı sahneleri tekrar tekrar gösteriyor, bolca reklam enjekte ediyor, bir sürü saçmalık barındırıyor ama olsun. Oyalıyor işte.
Fakat dikkatimi çeken bir husus var. İhanet.


Özellikle tarihi dizilerde boca ihanet var. Hiç ummadığınız karakterler birden ‘hain’ kesiliyor. Hainler nadim oluyor. Sonra tekrar ihanet ediyor. Devletin düşmanlarıyla işbirliğine gidiyor. Bütün bunları sırf kişisel menfaat ya da iktidar hırsı yüzünden ya da şantaja uğradıklarında yapıyorlar.
Dün akşam Uyanış Büyük Selçuklu izledim. Sulta’nın kardeşi hain, ikinci veziri hain, dahası hatunu hain. Bunlar iktidar mücadelesi uğruna devletin en azılı düşmanlarıyla bile gözlerini kırpmadan işbirliği yapıyor, insana özgü ‘temiz’ hasletleri ayaklar altına alıp çiğniyor.


Bakıyorum tarihte böyle mi olmuş; pek alakası yok. Dizide İsmâilîlerle işbirliği yapan Tacülmülk, Nizamülmülk bunlar tarafından suikasta uğrayınca onun yerine getirilmiş. Bir hain nasıl olur da bu kadar itibar sahibi olabilir?


Elbette diziler, önü sonu dizidir, tarihe uyumlu olmak zorunda değildir. Ama kale boş diye arkanı dönüp de şut atmak da olmuyor.
Fakat buna rağmen ben iktidar mücadelesinde ihanetin bolca olduğunu düşünen biriyim. Günümüzde de yok mu bu. Döviz ve pandemi vakaları yükseldikçe zil çalıp oynayacak bir sürü şirazesinden çıkmış var. Biden’a biat etmeye hazırlar var.


Ta Muhteşem Yüzyıl’dan bu yana izlediğim dizilerde o kadar çok ihanet izledim ki, bunların %10 u gerçek olsa bizim tarihimiz ne kadar çok ihanet görmüş diyorum.


Buna bakınca günümüzde de bu yola sapanları mazur göresim geliyor. Hainlerin görevi ihanet etmek. Devletini milletini düşünenlerinki ise hem buna karşı, hem de ülkeyi tehdit eden düşmanlara karşı mücadele etmek. Bu ikisi etle tırnak gibi.

Nasıl Bir İş Bu?

İsrail Filistin’in üzerine kabus gibi çökmüş, Günlerdir Filistinlileri böcek gibi öldürüyor. Yetmedi evlerini, dükkanlarını başlarına yıkıyor.
Dünya seyirci.


Kimsenin çıtı çıkmıyor. Çıktığı zaman da Filistin’den yana değil, İsrail’den yana çıkıyor.
Fanatik Yahudiler, ve İsrail ordusu, Filistinlileri öldürüp, yıldırıp, sindirerek topraklarına, evlerine, iş yerlerine el koyuyorlar.


Filistinlileri yok edip onların yerine çökmek istiyorlar. Zaten ne kaldı ki; Gazze ile Batı Şeria. Filistinlileri oradan sürdükleri zaman bitecek mi sanıyorsunuz? Gözlerini Ürdün’e, Suriye’ye, Mısır’a, Irak’a, Türkiye’ye, İran’a çevirecekler.
Arzı Mevud bahanesiyle Ortadoğu’yu işgal edecekler. Amerikan, Yeni Zelanda, Avustralya yerlilerine ne yaptılarsa şimdi de Ortadoğu’ya aynını yapmaya çalışıyorlar. Bu bir emperyalist-siyonist projedir. Ortadoğu’yu işgal projesi.
Hani insan hakları savunucuları, hak ve özgürlükçüler, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, BM kararları… Nerde?


İsrail’in hiç birini iplediği yok. Tıpkı programlanmış bir robot gibi kör ve sağır bir şekilde kendisine çizilmiş hedefe doğru yürüyor. Kırıp dökerek; yakıp yıkarak; vurup öldürerek. Ona komuta eden Amerika da hiç kimseye aldırış etmeden arkasında duruyor. Aklıma BM de İsrail aleyhine alınan kararlara karşı oy kullanan üç ülke geliyor. ABD, İsrail ve Türkiye… Ya, ne günlerdi o günler.
Hamas ‘terörist’ peki ya tonlarla silah yığdıkları PKK…


PKK ‘özgürlük savaşççısı’ Hamas ‘terörist.
PKK bomba patlatıyor, güdümlü füze kullanıyor, sivilleri vuruyor ‘özgürlük savaşçısı’
Filistinliler mermiye taş atıyor ‘terörist’
Aşağılık sahtekarlar sizi.


Özgürlük ha…
İnsan hakları ha…
Sizin ağzınızdaki her şey palavra.
Ya bizim içimizde olup da ‘Filistinliler zamanında topraklarını para karşılığı sattı’ diyenler.


Şimdi ne oluyor peki?
İsrail satın aldığı yerlerden icra yoluyla Filistinlileri çıkarmaya mı çalışıyor?

Asıl Bunlar Yargılanmalı

Bu nedir ya…?
İpini koparan ipsiz sapsız takımı iktidara parmak sallıyor.
‘Yargılayacağız bunları’
Yargılayacaklar mı gerçekten? Allah fırsat vermesin ama ellerine fırsat geçerse yargılayacaklar mı sanki?
15 Temmuz akşamı Erdoğan’ı ele geçirselerdi -tabi ‘çatışmada öldü’ demezler idiyse- yargılayacaklar mıydı adil bir yargıyla?
Doğrudan ‘asacağız’ diyemedikleri için ipini koparmışlar takımı koro halinde ‘yargılayacağız’ diyorlar.

‘Malezya’ya kaçacak, oradan getirip yargılayacağız’ (bunu diyen elini kolunu sallaya sallaya pişmiş armut gibi ortalıkta dolanıyor)
‘Korkmayın, asmayacağız, sadece yargılayacağız’ (Bunu diyen şu anda mahpus; hakkında 38 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis isteniyor)
‘Adamı Mussolini gibi bacağından asarlar’ (bunu diyenler şu anda 4 yıl 8 ayla yargılanıyor)
‘Menderes erken seçim kararı alsaydı 27 Mayıs olmazdı’ (Bunu diyen şunu demek istiyor; Menderes gibi olmak istemiyorsan erken seçim kararı al)
‘ Umarım Erdoğan’ın da sonu Menderes’e benzemesin’ (Bunu diyen hakkında şu anda bir işlem yok)
“Tek muradım bir gün sizin yargılanabileceğiniz tek suç olan vatana ihanet suçuyla yargılanmanız” (Bu da yeni çıktı ortaya)

Şu yukarıda sıraladıklarıma bakar mısınız bir.
Kim oluyor bunlar; kim ki? Ateş olsa cürmü kadar yakar. Halbuki bunların hepsi kör bir ışık; hatta kara delik. Yargıç mısınız, savcı mı, avukat mı, mahkeme mi? Yargılayacaklarmış. Sizin yargılama yetkiniz var mı? Siz ‘yargılama’ işini mahkemelere bırakın da yapabiliyorsanız insan gibi politika yapın. Varsa suç, şimdiden verin mahkemeye ne duruyorsunuz? Ama tabi; mahkemeler şu anda ‘Erdoğan’ın mahkemesi’ siz iktidara gelince kendi ‘bağımsız’ Yassıada mahkemelerinizi kuracak, orada yargılayacaksınız.

O günleri göremeden bir bir yargılanacak, bu tehditlerinizin cezasını alacaksınız. İnşallah ömrüm yeter de, kirli çamaşırlarınız ortaya dökülür; ben de sizlerin ‘ Hıyanet-i Vataniye’den yargılandığınızı görürüm. Elbet gelecek o günler. Yaşadığımız günlerde gelemezse, tarih sayfalarında gelecek.

Hadi Bakalım Yeni Tedbirler Hayırlı Olsun

Bence hayırlı değil ama böyle demekten başka bir sözüm yok. İşler o noktaya geldi ki bulaş sayısında Avrupa liderliğine oynar olduk. O nedenle devletin aldığı bu tedbirler başka çare kalmadığındandır. Buna rağmen yetersiz tedbirlerdir. Azaltacaktır ama kalıcı çözüm üretmeyecektir. Mecburen aşıya talim edeceğiz.

Bu ‘tam kapanma’ değildir. Daha sıkı tedbirler alınmalıydı. Ama o zaman da başka değişkenler işin içine giriyor, yorganı başımıza çekince ayaklarımız açıkta kalıyor. Yorgana sığabilmemiz için büzülmemiz gerekiyor ama vatandaş büzülmeye yanaşmıyor tam tersine yayla gibi yayılıyor. Bir vurdum duymazlık, bir sorumsuzluk almış başını gidiyor.

Kapanmanın bu haliyle bile ülkemize maliyeti çok yüksek olacaktır. En başında ekonomik kayıplarımızın sıradan yaşamımıza olumsuz yansıması bizlerin tahmin edebileceğinden daha büyük olacaktır. Hem enflasyon yükselecek hem de Türk parası değer yitirecektir. Ayrıca hazırdan yediklerimizin yerine yenisini koymak epey zaman alacaktır. N’apalım ecele çare yok. Peki bu ecel miydi? Değildi ama el birlik bu durumu biz yarattık. Ecel-i müsemma değil ama ecel-i kazadır. Lakin bu ‘kaza’ işini alkollü araç kullanarak biz kendimiz hallettik.

Nasıl oldu bu? Bir kere zamanında alınmış tedbirlere uymayanlar baş sorumludur. Af edersiniz, maskeyi bir kıçına takmadığı kalanlar. Sahte belgeyle, sudan bahanelerle sokaklarda fink atanlar. Kumar oynamayı, partilerde ağız ağza dans edip aynı kadehten alkol yudumlamayı ölümden daha fazla önceleyenler.

Pandemiye inanmayanlar. Olmadık komplo teorileri üretip yayanlar. Alın görün işte görmeniz gereken yeri şimdi. Bu işin içinde ‘komplo’ olabilir mi; elbette olabilir, ama komploya kurbanlık kuzu gibi boyun uzatmak bile bile lades.

Aşı karşıtları. Sırası gelmiş ama %25 aşı olmamış. Ne ilginçtir ki dünyanın, mevcut aşıları kapış kapış yaptığı bir zamanda devletimizin bin bir güçlükle bulup getirdiği ve pek çok ülkede ücretli iken ücretsiz, hatta ayağımıza gelerek kullanıma sunduğu aşıya burun kıvıranlar. Neymiş; olmama hürriyeti varmış. Bence olmama hürriyeti var olmazsa olmasın. Ama bu kızamık aşısı değil ki, pandemi aşısı. Aşı olmamakla pandemiyi yayma riskini arttırıyor. Kul hakkına tasallut ediyor. Olmak istemeyenin olmaması bana göre en tabi hakkı. Lakin, kendini savunmak adına bunun propagandasını yapması doğru değil. Buna fırsat verilmemelidir. Nasıl cinayetin propagandası yapılamazsa bu da yapılamamalı. Başkalarına ‘olmayın’ denilememeli, fikirleri çelecek şeyler söyleyememeli. Kıs sesini otur di mi?

Bir de düştüğümüz bu durumdan yarar umanlar var. Daha kötü olsun diye beddualar edenler. O kendisi izoleli yaşıyor ya, beter olsunlar diye ateşe benzin dökenler. Devleti, daha da sıkı tedbirlere zorlayanlar. Tam kapanma isteyenler. Bilmez ki tam kapanmayı ne devletin ne de vatandaşın kaldıracak ekonomik gücü yok. Ama olsun, ağzı olan konuşuyor. Belki de kötü olsun ki armut bizim kucağımıza düşsün hesabı yapıyor. Bu iktidar gitsin de isterse memleketin yarısı telef olsun, buna razı olanlar var. Üstelik bunun suçunu da hükümete yıkar, yalancı pehlivan olarak ortada peşrev çekerler.

Bu kadar olumsuzluğa rağmen çıkış yolu var mı; elbette var ama bizim aklımızı başımıza almamız lazım. Tabi varsa akıl. O olmadan kötü şeyleri yaşamamız, kötü sonuçlara katlanmamız kader değildir; bizim kendi kendimize ettiğimizin resmidir. İşte böyle kendimize bayramı da zehir ederiz, başımızdaki belayı da el birlik büyütmüş oluruz.

Bugün Demese Yarın Diyecekti

Amerikan devlet Başkanı Joe Biden, 1915 olayları ile ilgili bu gün yaptığı açıklamada ‘soykırım’ kelimesini kullandı. Bu da Türk medyasında anında manşetlere çıktı. Devlet yetkililerinden telaşlı açıklamalar geldi. İyi de bunda şaşacak ne var?

ABD Kongresinin her iki kanadı da 2019 da ‘Ermeni soykırımını’ tanıyan kararlar almıştı zaten. Yani, nikah kıyılmış sıra düğüne gelmişti. O da bu gün olmasa yarın, yarın olmasa öbür gün illa olacaktı. Ayrıca Biden ‘soykırım’ diyen ilk başkan değil. 1981 Yılında Ronald Reagan da kullanmıştı aynı ifadeyi. O zaman kıyamet kopmadıysa şimdi de kopmaz. Ortalığı velveleye vermenin anlamı yok. Aksi durum, Ermenilerin işine yaramasa da Biden’a yarar.

Biz kendi işimize bakalım. Bugün Cumhurbaşkanının Ermeni patriğine hitaben yaptığı açıklama çok yerindedir. Ermeni patriğinin açıklaması da olumlu sözler içermektedir. Zaten Erdoğan bu tür açıklamaları yıllardır 24 Nisanlarda yapmaktadır. Ve Erdoğan 1915 olayları ille ilgili ‘taziye’ açıklaması yapan ilk Türk yetkilidir. Bir şeyler var ki o, bu açıklamaları yapıyor. Ve o ‘şeyler’ maalesef bizim açımızdan hiç de olumlu şeyler değildir.

1915 de yaşanan olaylarda ne yazık ki pek çok Ermeni sivil yaşamını yitirmiştir. Bu işlerin sorumlusu İttihat ve Terakkidir. İttihatçılar bu işi, o zaman sıkı fıkı oldukları Almanya’nın teşviki ile yapmıştır. Ermeni çeteciler bahanesine sarılmak doğru değildir. Nasıl ki günümüzde PKK nın yaptıklarından dolayı Kürtleri suçlamak doğru değilse Ermeni çeteleri dolayısıyla Ermeni sivillere yüklenmek de doğru olmamıştır. Ermeni toplumu, Osmanlının ‘milleti sadıkası’ idi. Bu günde Türkiye’de, ay yıldızlı bayrağın altında yaşamayı benimseyen pek çok Ermeni vatandaşımız vardır. 1915 de milleti sadıka ile Osmanlı arasına nifak tohumları ekilmiştir.

Biden bu sözü kullanmakla Ermenileri kayırma ya da Ermeni diasporasına şirin gözükme ya da adalet amacında değildir. Onun derdi Türkiye iledir. Türkiye’ye bir darbe vurmak istemiştir. Ama Amerika, Hrant Dink’in katilleri FETÖ cülere kol kanat gererken kalkıp da böyle bir açıklama yapmakta samimi olamaz. Günümüz Türkiye’si 1915 de düşürüldüğü tuzağa bir kez daha düşmeyecektir. Türkiye hem Türkiye Ermenileri ile bağını güçlendirmeli, hem de Ermenistan ile dostane ilişkiler kapısını açık tutmalıdır. Ve de yapmaktadır zaten.
Unutmamak gerekir ki Türkiye, emperyalist bir saldırının hedefinde iken iç bütünlüğünü gözü gibi sakınmak ve sadece komşu ülkelerle değil, aynı zamanda kendisine dostça yaklaşan her ülke ile iyi ilişkiler geliştirmek durumundadır. Türkiye ne oyunları ne saldırıları boşa çıkardı. Bu da aşılır. Ayrıca varsın Biden böyle konuşsun. Dediydi, demediydi, diyecekti, vazgeçti diye diye bu mesele yıllardır tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta idi.