“Geçmiş ve gelecek yoktur; yalnızca sonsuz bir Şimdi vardır.”
ABRAHAM COWLEY
Sabahleyin evinden çıkıp işine giden adamın zihni ekseriyetle mesainin başlayacağı ana değil de biteceği vakte akortludur. Daha günün iptidasında işine odaklanacağı yerde paydos zilinin çalacağı vakte kilitlenir. O yüzden de sabahın alacakaranlığında bölünmüş bir zihinle yola revan olur. Gün boyunca da içinde yaşadığı ana dargın bu ruh hâli onu terk etmez. İkiye bölünmüş böyle bir zihinse zamanın önünde koşmaya çalışırken ona yenik düşmeye mahkûmdur. Bu hâliyle o, ne içinde yaşadığı ana aittir ne de geleceğe. Ne içinden geçtiği vakte hükmedebilir ne de istikbale…
Cismiyle içinden geçtiği ana aitken gönlü bir başka vaktin hasretiyle dolu insanın zihni büyük bir keşmekeş içindedir. Vukufla bakıldığında görülür ki hayal kırıklığı ve başarısızlıklarımızın altında yatan sâiklerden biri de odur. Kendisini yaşadığı ana akort edemeyen, gerisi ya da ilerisinde saf tutmuş bir zihnin zamanın hakkını verebilmesi mümkün müdür? Zîrâ bir zihin içinde bulunduğu anla bütünleştiğinde verimli olabilir ancak.
Sadece çalışma hayatıyla da sınırlı değildir bu durum. Hayatın farklı kompartımanlarında onun daha pek çok yüzüyle karşılaşırız. Meselâ eğitim hayatımız da bu şartlanmışlığın gölgesinde nefes alıp verir. Giriş ziliyle derse “merhaba” diyen talebenin zihni çoğunlukla son ders zilinin çalacağı vakte akortludur. Zaman ilerledikçe bu durum baskısını daha da hissettirir. Sık sık saate bakar, sabırsızlıkla üfleyip püfler. İpini koparacağı, okulu terk edeceği anın heyecanıyla yaşar. Okuldan kaçmak, eve gitmek yegâne hedefidir. Hâlbuki kendisine sorsanız, neden eve gitmek istediğini de bilmez. Ama nedense şuursuzca ister. Nitekim siz akıllı tahtayı açıp bir film koyduğunuzda hemen havası değişir. Kendisini sınırlayan kayıtlarla o bezgin ruh hâlinden sıyrılıp ana konsantre olur. Zamandan kopuk zihin birden içinde yaşadığı ana odaklanır. Bu da göstermektedir ki aslında o mekândan değil, zamandan kaçmanın peşindedir. Çünkü sevip benimseyemediği bir faaliyetle dolu zaman onun için kâbustur. Yaptığı işi sevmek yerine zamandan sürgün olmayı tercih eder.
Öğrenciyi teslim alan bu ruh hâli sadece yirmi dört saatlik bir zaman dilimine de has değildir. Mayıs ayına girerken talebenin zihni çoktan haziran ortalarına uçmuştur. Tabiatıyla o tarihten sonra onunla ders işlemek de zorlaşır. Çünkü o zihninde okulu çoktan kapatmıştır. O tarihten sonra okula gidip gelmek gayeye dönük bir eylem olmaktan çıkıp rutine biner. Bu aylar öğrenci milleti için zamanın önemsizleştiği hattâ su gibi harcandığı zaman dilimleridir. Artık onunla anlamlı bir faaliyet icra edemezsiniz. Böylelikle okul kapanmadan önceki son bir ayı da zamandan kopuk bu ruh hâli içinde yaşar.
O tarihten sonra yalnız öğrenci değil, hoca da dâhil herkes zamanın bir an önce geçmesini bekler. Hâlbuki geçen ömür sermayesinden geçmektedir. Eğitim hayatı boyunca her yılın en az bir ayı gelmesi arzulanan bir zaman dilimine kavuşmak adına hoyratça harcanır. Zaman artık zembereğinden boşanmıştır. Herkes gidenin bir daha yerine konulamayacak bir hazine olduğunun farkındadır amma nedense insanoğlu bu konuda gaflete sığınmayı tercih eder.
Ne bir eğitimcinin ne de talebenin buna hakkı vardır. Hele daha hayata bile atılmamış bir delikanlının her yıl eğitim-öğretim döneminin son günlerini rind-meşrep şâirin ifadesiyle “Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!” mantığı içerisinde yaşaması ne kabul edilebilir bir durumdur ne de rasyoneldir.
Zaman zaman bir eğitimci olarak yaptığım bu tespiti öğrencilerimle paylaşır, hedefi on ikiden vurduğumu gösteren dönüşler alırım. Benim yaptığım farkındalık kazandırmaktır. Gaflet ve rehâvetle içine düştükleri fakat tam anlamıyla içyüzünü kavrayamadıkları bir durumla onları yüzleştirmektir.
“Evet, haklısınız hocam!” demeseler de tavır, jest ve mimikleriyle beni onaylarlar. Kaçamak bakışlarla birbirlerinin yüzüne bakıp bıyık altından mânidâr gülücükler fırlatırlar. Çehrelerde beliren tebessüm, zımnen de olsa haklılığımıza alkış tutar.
Ne yazık ki ibadet hayatımız da ana odaklanamayan sürekli olarak ileri ve geri vitese basan bu zihin ve gönül sefaletinin gölgesinde gidip gelir. Çoğu zaman kılınan namaz, edilen duadan geriye kalan vücut yorgunluğudur. Hâlbuki namaz bir ruhî meditasyondur. Yapılan ibadetten sonra yüreğe bir ferahlık hissi düşmüyor, huzûr ve itmînan hâli hâsıl olmuyorsa o namaz namaz olur mu hiç!
Namazın bizde bir hakkı varsa, bizim de onda bir hakkımız vardır. Eğer ondaki hakkımızı alamıyorsak ona hakkını vermediğimiz içindir. Zîrâ siz kendinizi bir şeye vermedikçe o da size kendisini vermez. Şüphesiz bedenen eksik ya da sakat olmak namaza mâni değildir. Çünkü namaz için gereken vücut tamlığı değil, gönül ve ruh disiplinidir.
Maalesef “Allahuekber” derken bile zihnimiz o disiplinden mahrumdur. Namaz kılmak için camiye giren adamın zihni ekseriyetle namazın biteceği vakte ayarlıdır. O yüzden de kendisini namaza akort edemez. Hâliyle namazın rükünleri de içine düştüğü o acele ve telâş deryasının girdabında kaybolur. Zihin anda olmadığından beden de ta’dîl-i erkândan uzaktır. Dil ile gönül arasında sağlam bir rabıta yoktur. Ancak dingin bir ruhla yapılan secde, dille gönül arasındaki râbıtayı tesis eder.
İşine olan muhabbeti ve eşine ender rastlanan çalışma temposuyla dünya çapında bir fenomen olan büyük dâhi Edison’a bir gün yakın dostlarından birisi sorar: “Bu sıra dışı çalışma temponu neye borçlusun, nasıl bu kadar çok çalışıyorsun?” Edison’un cevabı enteresandır: “Ben hayatım boyunca tek bir gün bile çalışmadım.” Şu hayatta Edison’un bakış açısıyla hayat disiplinine sahip insan sayısı ne yazık ki çok azdır. Ama vaktini kıymetlendirip hayatına anlam katanlar da ekseriya onlar içinden çıkar. Olağanüstü başarıların altında dâima onların imzası vardır.
Evet, Edison gibilerdir zamanı yaşayan. Ne gerisindedirler vaktin ne de ilerisinde… Zamana hükmedebilmenin sırrı da orada yatar zaten. Beden ile zihnin tam bir uyum içinde anda var olması. Bu hakikati kavrayamayansa vaktin bereketinden mahrum kalır.
İnsanoğlu vaktin hükmüne uymak, talebine râm olmak zorunda. On gün ya da on saat değil, on dakika sonrasında bile gezinen zihin, topallamaya mahkûmdur.
Bu konuda sufilerin ahlâk ve hayat disiplini bizim için her zaman yol gösterici olmuştur. Sufi, ibnü’l-vakt’tir. Yani vaktin çocuğudur. İbnü’l-vakt olan şahıs, geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulmuş olup yalnızca anı değerlendirmekle meşguldür. Gücünün yettiği yalnızca o andır, o da onu kıymetlendirmenin peşindedir. O yüzden de hep anda yaşar, onun dışına çıkmaz; geçmişe dönük bir hayıflanmayla geleceğe dönük bir kaygının seline kapılmaz.
Zamanın keşkesi yok. Bizse vaktimizin çoğunu geçmişle gelecek arasında köşe kapmaca oynayarak geçiriyoruz. Geçmişle geleceğin olmadığını, sonsuz bir şimdinin içinde olduğumuzu bilelim. Evet, var olan yalnızca şimdidir. Daha doğrusu zamana ilişkin elle tutulur tek hakikat odur. Gayrısı müphemdir. Zamandan kopuk yaşayarak başardığımız tek şey, elden çıkmış ya da henüz ele geçmemiş zamanların vehim ve hayaliyle elimizin altındaki anı da buruşturup çöp sepetine atmaktır. Geçmiş-gelecek döngüsü içinde elimizdeki biricik imkânı da ıskalamaktır.
Zamanın kovalamadığı, onun baskısı altında yaşamayan insanlar. İşte onlar en mutlu olanlar. Huzûr duygusunu serâpâ yaşayanlar. Telâş ve acele hâli bütün işlerin önündeki engel. Kaygılar içinde hep bir yerlere yetişme modunda olan insan hiçbir yere yetişemez ve de hiçbir işin hakkını veremez.
İnsanoğlu zamanın önünde koşmaya çalışırken ona yenik düşüyor. Zamana galebe çalmanın yoluysa ibnü’l-vakt olmaktan geçiyor. Ancak hayatın doğal ritmine uyarak bir şeyleri başarırsınız. Ve yaptığınız şey de ancak o zaman anlamlı ve kalıcı olur.
Yaşadığını zanneden birçok insan gerçekte yaşamıyor, sadece nefes alıp veriyor. Hakikî anlamda yaşamaksa vaktin efendisi olmakla mümkün. Hâlbuki günümüz insanı acele edip zamanın önüne geçmeye çalışırken akıntıya kapılmış yaprak misâli onun ardından sürükleniyor. Vaktin efendisi değil, kölesi oluyor.
İnsanoğlu îmarla mükellef. Ama yalnızca mekânı değil, zamanı da îmarla yükümlü o. Zamanın hakkını verelim. Vaktin kaybolmasını, elinin altından kayıp gitmesini istemeyen kişi, içinden geçtiği ana zihin ve gönül tellerini akort etmek zorunda. Ne yazık ki çoğu yürek bu hakikatten bîgâne olduğu için yaşamadığı bir hayatın sahibi olarak son nefesini veriyor.