Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Yemen

AFAD Başkanı Dr. Mehmet Güllüoğlu: “Açlıktan Ölüm, İnsanlığın Utancıdır”

‘Arap Baharı’ diye ifade edilen ancak çok daha geçmişlere dayanan bir kök sebebi olduğunu düşündüğüm Orta Doğu’yu etkileyen krizin dolaylı sonuçlarıyla Türkiye de karşı karşıya kaldı. İnsani yardım anlamında yaptıklarımızın ötesinde politik görüşmeler, siyasi görüşmeler daha belirleyici.

Suriye ve Yemen’de devam eden iç karışıklıklar ile geçtiğimiz haftalarda İsrail saldırısına maruz kalan Filistin başta olmak üzere dünyaya ve Türkiye’ye dair birçok konuda önemli açıklamalarda bulunan Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı Mehmet Güllüoğlu, Türkiye’nin AFAD eliyle tüm mazlum ve mağdur coğrafyalarda olduğunu kaydetti.

Orta Doğu’da yaşanan krizlerin, iç karışıklıklarının kök sebebinin geçmişe dayandığını ifade eden Güllüoğlu, Yörünge’ye yaptığı açıklamada Suriye’deki krizin çözümünde diplomasinin son derece önemli olduğuna işaret etti. Başkan Güllüoğlu AFAD’ın Filistin ve Yemen ile ilgili kampanyalarını da yine Yörünge vasıtasıyla kamuoyuna duyurdu.

“Orta Doğu’nun İçinde Bulunduğu Krizin Kök Sebebi Geçmişe Dayanır…”

AFAD sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her yerinde faaliyette bulunabiliyor. Arap Baharı, Suriye Savaşı, Türkiye’nin ‘Fırat Kalkanı’ ve ‘Zeytin Dalı’ harekâtları ve AFAD’ın bölgeye yönelik çalışmalarını ele aldığımızda bütün bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

‘Arap Baharı’ diye ifade edilen ancak çok daha geçmişlere dayanan bir kök sebebi olduğunu düşündüğüm Orta Doğu’yu etkileyen krizin dolaylı sonuçlarıyla Türkiye de karşı karşıya kaldı. Özellikle Suriye’deki iç savaş, 3,6 milyon Suriyelinin Türkiye’ye gelmesine, Suriye’nin içindekilerle beraber toplam 11 milyon insanın yerinden edilmesine sebep oldu. 3,6 milyonu Türkiye’de olmak üzere çeşitli ülkelere mülteci olarak giden milyonlarca Suriyeli, 6 milyon civarında da Suriye içinde yerinden edilmiş insan, hayatlarına artık kendi köyünden, kendi evinden uzakta devam etmek zorunda.

Türkiye’nin, ‘Fırat Kalkanı’, ‘Zeytin Dalı’ gibi operasyon yaptığı ve güvenli bölge oluşturduğu iki operasyon alanı var. Yine İdlib gibi nüfusunun yaklaşık yarısı göçmenlerden oluşan bir coğrafya var. Eylül ayındaki Türkiye ve Rusya ikili görüşmeleri, yine Türkiye-Rusya-İran üçlü görüşmelerinde insani yardım çalışanları için çok önemli bir adım atılmıştı. Oradaki insanların yeniden göçmemesi için siyasi müzakereler yürütüldü ve İdlib’te ‘çatışmasızlık’ ilan edildi. Rusya ve rejim o bölgede sınırları çizilmiş olan bölgedeki saldırılarını durdurdular.

Son zamanlarda yine bazı bölgelere yönelik saldırılar var. Umarız büyümeden tekrar siyasi müzakerelerle bu saldırılar durur diye umut ediyoruz.

AFAD olarak sadece Türkiye’deki Suriyeliler için değil, Suriye’nin içindeki yerinden edilmiş insanlar için de çalışıyoruz. Hem onların ıstırabını dindirmek hem de yeni bir göç dalgasını engellemek için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 8. yılını bitiren bir krizle karşı karşıyayız. Ve milyonlarca insan hâlâ zorlu koşullarda yaşamaya devam ediyor. Hem İdlib’te hem Suriye’nin erişebildiğimiz diğer bölgelerinde insani yardım vazifesini yapmaya devam edeceğiz.

“Filistin’i Anlamak Modern Dünyayı Anlamak İçin Önemli…”

AFAD, Suriye’de insanlık adına önemli bir vazife üstleniyor. Ancak 8 yıldır devam eden bir savaş var. Çözüme yönelik bir gelişme olacağını düşünüyor musunuz?

Şöyle ki bizim bütün insani yardım anlamında yaptıklarımızın ötesinde politik görüşmeler, siyasi görüşmeler daha belirleyici. Türkiye, insan ıstırabının dindirilmesi için politikalarını sürdürüyor. Yani sadece kendi menfaati için değil, Suriye’nin içindeki insan ıstırabının dindirilmesi için de politika yürütüyor. Masada konuşulan şeyler hakikaten çok etkili oluyor. Umarız bir an evvel, önce savaş durur, ateşkes gelir; arkasından da siyasi çözüm gelir. Aksi halde bizler kadınların, çocukların, yaşlıların, engellilerin, hastaların ıstırabını dindirmek için uğraşırken bir taraftan yeni engelliler, yeni yaralılar, yeni göç etmiş insanlarla karşılaşırız.

Dünyanın gündeminden hiç düşmeyen bir Filistin var ve sık sık İsrail’in saldırılarına maruz kalıyor. Bölgeyi tanıyan birisi olarak neler söylersiniz?

Filistin’in karşı karşıya olduğu mesele son birkaç yılın ya da son 5-10 yılın meselesi değil. 70 yıl gibi, 1945-1947’den itibaren gelen bir sürecin devamı aslında. Türkiye’nin, Türk milletinin, Filistin’e özel bir ilgisi var. Hem tarihi bağları itibarıyla hem Mescid-i Aksa ile Kudüs ile hem de Filistinlilerin Türkiye’ye olan özel muhabbetiyle bu ilgi daha da pekişiyor. Yahudi yerleşimcilerin, Yahudi köylülerin saldırısıyla başlayan ancak sonra İsrail Devleti’nin ilanı ile beraber daha sistematik hal alan Sabra ve Şatilla katliamını, Gazze’ye yapılan saldırıları, Filistin’in diğer bölgelerinde gerçekleşen sistematik saldırıları düşünürsek İsrail, dünyanın gözünün içine baka baka krizi elleriyle oluşturuyor.

Filistin’i anlamak belki de modern dünyayı anlamak için önemli. Bazı ülkelerin Filistin ile ilgili olarak çalışmaları var. Dünyada birçok ülke Filistin’e kayıtsız değil. Ancak ABD çok net bir şekilde taraf tuttuğunu ifade ediyor. İsrail’in adım adım ilerlediğini, yerleşim birimleri kurarak Filistin’deki Yahudi varlığını artırmaya çalıştığını ve o toprakların asıl sahibi olan Filistinlilerin varlığını azaltmaya çalıştığını hep beraber görüyoruz.

İnsani açıdan bakıldığında ise okulların, hastanelerin vurulduğu ya da elektrik kesintileri, su kesintileriyle çalışamaz hale geldiğini görüyoruz. Hastane dediğiniz şey binadan ibaret değil. İçindeki tıbbi cihazlar, içindeki sarf malzemesi ile ya da oradaki çalışacak olan doktorların oraya erişimiyle bir hastane hastanedir. Bunların engellendiği dönemlerin olduğunu biliyoruz.

Yemen ve Filistin İçin Kampanya…

AFAD olarak mazlum coğrafyalar için bir kampanya başlattınız. Yemen ve Filistin’de yaşanan insanlık dramı için başlattığınız bu kampanyanın detaylarını verebilir misiniz?

AFAD olarak bu sene Ramazan ayında iki ülke için devam etmekte olan kampanyamızı tekrar vatandaşlarımızın huzurunu çıkaralım istedik: Filistin ve Yemen. Bugünün dünyasının belki de en büyük krizi diyebileceğimiz 28 milyonluk nüfusun 24 milyonu ihtiyaç sahibi olan gıda ve sağlık başta olmak üzere birçok temel ihtiyacını göremeyen milyonlarca insanın olduğu Yemen. Yemen kampanyamızı bundan birkaç ay önce başlatmıştık ancak yine Ramazan dolayısıyla tekrar vatandaşlarımızın huzuruna çıkıp yardımlarını istirham ediyoruz. Ne yazık ki Yemen’deki iç savaş, gıda fiyatlarının çok yükselmesi, ekonominin bozulması, erişilmesi zor olan bölgelerin oluşması, güvenlik tehdidi sebebiyle milyonlarca insanın hayatını etkilemiş durumda.

Yemen’de geçtiğimiz yılın rakamıyla söylemek istiyorum, UNICEF rakamıyla son 4 yıl içinde 85 bin çocuk açlıktan ölmüş. Sadece çocuk bunlar. Yetersiz beslenme sebebiyle. Ve ne yazık ki yetersiz beslenme yaşayan hatta ileri derece yetersiz beslenme yaşayan çocuklar ancak hastanede tedavi edilerek tekrar sağlığına kavuşabilir. Diğer yandan sağlık sisteminin de çöktüğü bir ülkede bu da çok mümkün değil. O yüzden başta sağlık ve gıda ihtiyacını ne kadar giderebilirsek o kadar gidermek üzere bu kampanyayı yapmış bulunmaktayız.

Vatandaşlarımız da gerek YEMEN yazarak ya da FİLİSTİN yazarak hangisini tercih etmek isterlerse 1866’ya mesaj göndererek 10 lira bağışta bulunabilirler. Yine afad.gov.tr adresinden kredi kartlarıyla bağışta bulunabilirler veya bütün bankalardaki hesaplarımızdan o hesap numarasının altındaki ilgili Yemen ya da Filistin hesabına diledikleri miktarda yardımda bulunabilirler.

Dünyanın bir tarafı ileri teknolojiyi belki lüks hayatları yaşarken dünyanın bir başka tarafında ise insanlar açlıktan ölmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler rakamlarına göre her gün ortalama 23 bin kişinin -ki bunların da çoğu çocuk- açlıktan öldüğü tahmin ediliyor. Bu da yaklaşık olarak her saat bin kişinin açlıktan ölmesi anlamına geliyor. Açlıktan ölümün insanlığın utancı olması lazım.

Dünyadaki gıdanın üçte biri her yıl çöpe atılırken dünyanın bir başka tarafında açlıktan ölen insanlar var. Sadece açlık da değil, dünyada her yıl başta çocuklar olmak üzere milyonlarca insan tedavi edilebilir hastalıklar yüzünden ölüyor. İmkânsızlıklardan dolayı hayatlarını kaybediyorlar. İnsani yardım anlamında yapılması gereken çok şey olduğunu biz anlıyoruz. Anlatmaya çalışıyoruz.

“Bugünün Dünyasında Milyonlarca İnsanı Bir Anda İnsani Yardıma Muhtaç Bırakan Krizler Yaşanıyor…”

Bugünün dünyasına baktığımızda insani yardım kuruluşlarının arttığını görüyoruz. İnsani yardım kuruluşlarının bu denli artması ardında bir trajediyi de barındırıyor. İnsani yardım kuruluşlarının bu kadar artması bir sosyolojik çöküş müdür? İnsani yardım kuruluşu kurmaktan ziyade insani yardım kuruluşuna ihtiyaç olmayan bir dünyanın inşası daha mühim değil midir?

Bugünün dünyasına baktığımızda aynı anda milyonlarca insanı bir anda insani yardıma muhtaç bırakan krizler yaşanıyor. Yakın coğrafyamızda Suriye, Filistin, Irak, Afganistan, Yemen, Afrika’da Güney Sudan, Güney Sudan’ın etrafındaki iç savaş yaşayan Afrika ülkeleri, ülkenin üçte ikisin de çatışma devam eden Afganistan, yoksulluğun had safhada olduğu birçok Asya ülkesi var. Myanmar’dan göçen bir milyon insan var. Zaten az gelişmiş ülke olan Bangladeş’te bir de üstüne bir milyon Arakanlı mülteci var. Hindistan’da hakikaten derin bir yoksulluk yaşayan milyonlarca insan var. Hindistan-Pakistan arasındaki gerilimde yaşayan Keşmir var. Patani var. Filipinler’de, iyileşme sürecine giden bir Moro var.

Çin’de birçok zorlu coğrafya var. Dünyanın farklı ülkelerinde aynı anda devam eden bir sürü kriz var. Şimdi bunları niye sayıyorum. Bu krizler hemen birkaç yılın krizi de değil.

Nüfus artışı yaşandıkça, insan ıstırabı dindirilmesi yerine bu savaşlar körüklendikçe insani yardım kuruluşlarına ihtiyaç da artıyor.

İdeal dünyanın süper teknolojiden oluşan bir dünya olduğunu düşünmüyorum. İdeal dünya esasında insanın insana kıymet verdiği, insanın insana değer verdiği bir değerler dünyası olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız zaman diliminde açlıktan ölen insanlar varsa bu herhalde ideal zaman dünyası değildir. İdeal bir yüzyıl değildir diye düşünüyorum. Ve bizim içinde yaşadığımız dönemde böyle bir dönem. İnsan, kuşlar gibi uçmayı öğrenir, balıklar gibi yüzmeyi öğrenir ancak insan olduğunu unutmaması gerekir.

Bizim çalıştığımız alan, çalıştığımız coğrafya ne yazık ki insanoğlunun bazı yaptıklarının kötü neticelerini de gördüğümüz bir coğrafya, bir çalışma alanı. Açlıktan ölenler, basit hastalıklardan ölenler, temiz suya erişemeyen milyonlarca insan ya da iç çatışmaların körüklendiği, desteklendiği çalışma alanları olduğu müddetçe ne yazık ki insani yardım kuruluşlarına olan ihtiyaç da artacaktır.

“‘Aktif İyiler’ Olmamız Gerekir…”

Son günlerde çok sık kullandığınız bir söz var. ‘Aktif iyiler olalım’ derken neyi kastediyorsunuz?

Dünyada iyilik ve kötülük; iyiler ve kötüler vardır. Ancak bunları da kendi aralarında tasnif etmek gerekir. Aktif kötüler, pasif kötüler ve aktif iyiler, pasif iyiler. Hiçbir insan ‘ben kötüyüm’ deyip kötülük yapmıyor. Kimi hırslarına yenik düşerek kötülük yapıyor, kimi bencilliklerinden dolayı kötülük yapıyor. Görmezden gelerek belki kötülük yapmış oluyor. Olmasının daha doğru olduğunu düşündüğüm yaklaşımsa ‘Aktif İyiler’.

Dünyayı daha iyi okumuş, değerlerine kıymet veren, hayaline insani değerler koyan, daha fazla insana yardım etme hayalini kuran, bunu bir hedef olarak alan “bir başkasına nasıl daha fazla faydalı olabilirim” diye düşünen insanlar aktif iyilerdir.

Hangi mesleği yaptığınızın bir önemi yok. O işi yaparken; “ya ben acaba Afrika’da ölen bir çocuktan, benim Suriye’deki bir ihtiyaç sahibinden, benim Filistin’deki bir yaşlı amcadan ya da onlar için ben neler yapabilirim” diyebiliyorsanız siz aktif iyisinizdir diye düşünüyorum.

2018’de yayımlanan bir rapora göre Türkiye, tüm dünyada insani yardım konusunda 1. sırada yer alıyor. Türkiye, birçok kurum aracılığıyla insani yardımlarını ulaştırıyor mazlum coğrafyalara. Ancak AFAD bu konuda amiral gemisi denilebilir.

Türkiye başta Suriyeliler olmak üzere mazlum ve mağdur coğrafyalara AFAD, TİKA, Kızılay, Türkiye Diyanet Vakfı ve birçok sivil toplum kuruluşları eliyle imkânlar nezdinde insani yardımlara ve kalkınma yardımlarına destek vermektedir.

Bunu bir minnet duygusu ile değil bir vazife bilip yerine getirdik bugüne kadar. Karşımızda kucağında çocukla bombalardan kaçan bir kitleyi gördüğümüzde ya da Somali’deki kıtlıktan haberdar olduğumuzda, Filistin’de olan bitenden haberdar olduğumuzda, biz “bana ne” diyemedik. Bunun da doğru olduğunu oraya gittiğimizde, o yardımları yaptığımızda hissettik, gördük, bizzat şahitlik ettik.

Çalıştığımız yerler zorlu coğrafyalar, savaş bölgeleri, açlık ve kıtlık bölgeleri. Bütün zorluklara rağmen biz doğru bir şey yaptığımızı düşünüyoruz.

İnsan olmanın getirdiği vazife olduğunu düşünüyoruz. Bunun neticesinde ortaya çıkan rakamları, sayıları topladığımızda da Türkiye 2018 raporuna göre hem meblağ olarak hem de kişi başına düşen gelirine oranla dünyanın birincisi durumundadır. Bazen kader bunu yapar ama bir de sizin tercihleriniz bunu sağlar. Bu karakterimizin ve değerlerimizin tabii bir sonucudur.

“Anne, Kız Çocuğunu Mezara Elleriyle Koyuyordu”

Tabii burada kamunun bir tercih olarak sunduğu hizmetler önemli bir yer tutuyor. Bu hizmetler dünya ölçeğinde değerlendirildiğinde çok ciddi, çok kıymetli ve önemli bir yardım tuttuğu ifade edebilirim. Türkiye bir yandan kendi büyümesini kendi gelişimini sürdürdü.

Diğer yandan mazluma umut oldu. Kendi vatandaşını ihmal edip de bir başkasına yardım etmiş değil ama bir başka ihtiyaç sahibinin temel ihtiyacını giderip kendi gelişimini de sürdürmeye çalıştı bugüne kadar.

Sayın Başkan, dünyadaki tüm mazlum coğrafyalara ulaşıyorsunuz ve buralarda ekip arkadaşlarınızla birlikte sizleri de bir koliyi taşırken, bir çocuğun sağlık taramasına eşlik ederken, bir aileye misafir olurken görüyoruz. Bölgede sizi en çok etkileyen unutamadığınız bir anınız oldu mu?

Kenya’da Dadaab mülteci kampında gördüğüm çocuk. Belki 3 gün, belki bir hafta yoldan aç bir şekilde yürüyerek gelen bir aile. Anne, incecik çöp gibi olmuş kız çocuğunu mezara elleriyle koyuyordu. Çalıştığımız yerlerde ne yazık ki bombanın düştüğüne de şahitlik ettik. Birçok cansız bedene de şahitlik ettik. Yaptığımız işin manevi tatmini belki çok yüksek ama içinde birçok zorluğu da barındıran bir iş.

Yemendeki Trajedi İçin Yeterli Oldu Mu?

Gazeteci-yazar Resul Tosun Star gazetesindeki köşesinde ümmetin kanayan yarası Yemen konusunu ele alarak; Kaşıkçı olayı olmasaydı Yemen ile ilgilenen olur muydu diye soruyor. Elbette dünyanın dikkatini Yemen’e çekmek için meşhur bir gazetecinin hunharca katledilmesi gerekmiyor. Ancak sorulması gereken doğru soru şu olmalı: binlerce masum insanın ölmesi üstelik Kaşıkçı gibi tanınmış birinin katledilmesi acaba gözlerin Yemen’e çevrilmesi için yeterli oldu mu? İşte bahse konu yazı:

 ‘Kaşıkçı olmasaydı Yemen’e kimse bakar mıydı?’

Bugün Yemenli bir dostumun gönderdiği makaleyi aynen iktibas ediyorum. Yazının başlığı da ona ait.

Yemenli gazeteci ve araştırmacı ‘Muhammed el-Ragawi’ diyor ki:

Yemen’deki olaylar, uzun zamandır dünya medyasında ‘unutulmuş savaş’ olarak anıldı. Elbette bu konuda Yemen’in meşru hükümetinin, dört yıl boyunca devam eden savaşı medyaya taşımadaki başarısızlığının payı büyüktür.

*** 

Son zamanlarda Türkiye medyası dâhil, dünya medyasında Yemen’le ilgili haberlerin oldukça yoğun olduğunu ve Yemen halkının yaşadığı insani dramının fazlasıyla yer aldığını görüyorum.

Romalılar Yemen’e ‘Mutlu Arabistan’ ismini vermişlerdi. Bugün baktığımızda artık Yemen mutlu bir ülke değil. Hiç mutlu değil.

Bununla birlikte Yemen’deki savaşı ‘unutulmuş savaş’ olarak tanımlamak da artık yanlış olsa gerek.

Nitekim dünya medyasındaki Yemen’le ilgili haberlerin ani yükselişi, oradaki savaşın ‘unutulmuş’ olmadığını ortaya çıkarmıştır.

Böylece, Yemen’deki savaşı bazı bölgesel ve uluslararası güçlerin unutturma çabaları da kanıtlanmıştır.

*** 

Kasıtlı olarak unutturulma çabalarına karşın ‘küresel şans’ Yemen’in yanında yer alıyor.

Yemen’deki savaşta binlerce insanın ölmesine ses çıkarmayan uluslararası kamuoyu, Yemen’in meşru hükümetinin hiçbir şey yapmamasına rağmen, sadece Cemal Kaşıkçı hadisesinden ötürü Yemen için harekete geçiyor ve oradaki olayları gündeme taşıyor.

Yani bu savaşta 10 binden fazla Yemenlinin ölümünün başaramadığını Cemal Kaşıkçı’nın ölümü başarmıştır.

Yemen’in durumu çok vahim, son 3 yıldır ülkenin tüm alt yapısı neredeyse yok oldu. BM Yemen’i 3. derece acil durum olarak ilan etti.

BM yaptığı son açıklamada, yaklaşık 14 milyon Yemenli’nin açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ifade etti.

Şu an ülkede son yüzyılın en büyük gıda krizi yaşanmakta; ülkedeki 22 milyon Yemenli insani yardıma muhtaç.

Çok korkunç bir durum değil mi?

*** 

Lakin Yemen’in şansına bak! Olay Türkiye’de oldu, öldürülen dünyanın en etkili gazetelerinden biri olan Washington Post’ta bir yazar, öldüren Suudi Arabistan hükümeti tarafından gönderilen bir ekip.

Türkiye, Kaşıkçı’nın cinayetini küreselleştirmeyi başardı. ABD, Suudi Arabistan’a baskı yaptı ve Suudi Arabistan bu baskıya boyun eğdi.

Cinayet Türkiye’nin dışında başka bir ülkede gerçekleştirilseydi, dünya kamuoyunun bu kadar dikkatini çekmezdi.

Aylardır Suudi Arabistan’ı korumaya çalışan ABD, ara seçimleri nedeniyle Amerikan halkının ve dünyanın önünde itibarını korumak adına Suudi Arabistan’a karşı çıkmak zorunda kaldı.

Tepkileri bastırmak ve bertaraf etmek için gerekçe olarak sadece Yemen’deki savaş konusunu bulabildi.

Bu nedenle ABD, Yemen’deki savaşı durdurmak ve barışçıl bir siyasi çözüm arayışı için çağrıda bulundu ve senato karar aldı!

*** 

Cemal Kaşıkçı cinayetinin ardından ABD ve bazı batılı ülkelerin, Suudi Arabistan’ı Yemen’den çıkmaya zorladıklarını görüyoruz.

ABD, Yemen’deki savaş uçaklarına artık yakıt vermeyeceğini söyledi. Bunun yanı sıra Riyad’a karşı silah ambargosu tartışmaları devam ediyor. Bir ay içinde Almanya, Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi birçok Avrupa ülkesi, Suudi Arabistan’a silah ihracatını askıya aldıklarını açıkladı.

İşte Yemen’in şansı da burada… Dünya sessizliğinin Yemen’deki savaşı durdurmak için acil siyasi bir çözüm çağrısına dönüşeceğini hiç kimse beklemiyordu, Yemenliler bile.

Kısaca olaylar üzücü olsa da Yemen lehine gelişmeler yaşanıyor diyebiliriz!”

Türkiye, Yemen Krizi İçin Ciddi Rol Oynayabilir

Gidenin gelmediği coğrafya Yemen… Türkülere konu olmuş, Osmanlı idaresindeki 4 asır sonrası kutsal beldelerle birlikte anılan yer…
Son dönemde Yemen’de ciddi bir insani kriz var. İç savaşın getirdiği krize dünya sessiz.
Peki, Yemen’de çocukların açlıktan öldüğü manzaraya nasıl gelindi? Hangi dengeler, insani fotoğrafı dengesiz hale getirdi?
Aklımızdaki soruları, Yemen konusunda ciddi analizleriyle tanınan İNSAMER’den araştırmacı Riad Domazeti’ye yönelttik.
Röportaj: Abdulhamit Güler – Taha Erham Keleş

Yemen’de yaşananları tam olarak nasıl tarif etmeliyiz? Birkaç günde ortaya çıkan bir durum olmadığı aşikar. İç savaş mı, dış müdahale mi?
Geride bıraktığımız 8 yıllık iç kargaşada Yemen’in bugünkü durumunu tarif etmek ve tanımlamakta zorlanıyoruz. Zira 2011 yılında tamamen özgürlük, hak talep etme ve eşit bir ekonomik paylaşım ile başlayan halk gösterileri zaman içinde yerel çıkar gruplarının, bölgesel devletlerin ve küresel güçlerin bilek güreşine dönüşmüş durumunda. Yemen’deki haklı talepler kısa zamanda kriminalize edilmeye çalışıldı ve statükonun korunması noktasında özellikle yerel güçler ve küresel aktörler büyük uğraş verdi. Bunu başardılar da. Zira 8 yılını geride bıraktığımız bu krizin bir iç savaşa dönüşmesi sağlandı. Bunun için Yemen’deki yerel unsurlara ve dinamiklere baktığımızda, aslında bir vekalet savaşından bahsetmek mümkündür. Buradaki savaşını yürüten güçlerin sürekli mezhepçiliği ön plana sürerek taraf ve meşruiyet kazanmaya çalıştıklarını gördük. Ancak yerel dinamiklere objektif bir gözle baktığımızda mezhepçiliğin tamamen bir araç olarak kullanıldığını, stratejik ve jeopolitik çıkarların öncelendiğini gözlemlemek mümkündür.

İran ile Suudi Arabistan’ın güç mücadelesi olduğu tezi ne kadar doğru? Eğer öyleyse Yemen’i önemli kılan şey ne?
Buradaki durumu biraz açmak gerekirse İran’ın müdahalesi aslında 1979 yılında İslam devriminden sonra rejim ihracına tekabül ediyor. Bu mantık çerçevesinde “Arap Baharı”nı, İran önemli bir fırsat olarak görmüştür. Burada İran, Suudi Arabistan’a karşı bir üstünlük kurabileceğini düşünerek öteden beri gerek eğitim gerekse lojistik anlamda desteklediği Husiler’in Yemen’in tamamına hakim olmasını istemiştir.
Diğer yandan Suudi Arabistan, İran’ın yapmış olduğu bu hamleye karşı seçim yoluyla aleyhine olabilecek bir iktidardan endişe etti ve İslami grupları gerekçe göstererek önce pasif bir şekilde durumu idare etmeye çalıştı. Sonrasında ise bizzat askeri operasyon başlattı. Ancak 3 yıllık Suudi askeri müdahalesinden sonra bugün kayda değer bir başarıdan bahsetmek mümkün değil. Yemen’de Suudi Arabistan’ı konuşmak kadar Birleşik Arap Emirlikleri’nin bölgedeki rolünden bahsetmek de çok önemlidir. Çünkü BAE, bölgede Suudi Arabistan politikalarına bir şekilde yön veren aktördür.
Yemen’deki savaş hem İran hem de Suudi Arabistan için artık büyük bir maliyete ve iktisadi sıkıntılara sebebiyet veren bir evreye ulaştı. Yemen müdahalesi Suudi Arabistan açısından her ne kadar bir prestij olarak görüldüyse de aslında ona kurulmuş çok ciddi bir tuzak olduğunu görüyoruz. Zira askeri müdahale ile Suudi Arabistan için Yemen’den kaynaklanan hem sınır güvenliği sıkıntıları başladı hem de ekonomik ve güvenlik anlamda dışa bağımlılığı daha fazla artmış durumunda. Suudi Arabistan’ı Yemen’deki savaşa bir şekilde çeken güçlerin aslında bir tuzak kurduklarını da görüyoruz. Zira Yemen’in tamamını ele geçirmek neredeyse imkansız bir durum. Bu hem Osmanlı’nın Yemen’deki yönetiminde hem de Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği destekli Cemal Abdunnasır’ın Mısır’ının Yemen müdahalesindeki başarısız tecrübesinden kavramak mümkün. Suudi Arabistan’ın aslında Nasır’ın bu askeri hezimetini çok iyi analiz etmesi gerekiyordu. Zira Yemen arazisi ve coğrafi şartları, askeri teknolojik üstünlüğün ne kadar olursa olsun başarılı bir askeri harekatın gerçekleşmesi için imkansız kılıyor. Yemen’deki şartlar aslında biraz Afganistan coğrafyası ile kıyaslanabilir. Hatırlayalım Afganistan’da önce Sovyetler Birliği sonra da ABD başarısız oldular. Her iki ülke de zamanın süper güçleri konumundaydılar.
Sonuçta her iki aktörü de Yemen’deki mevcut insani ve siyasal bölünmüşlüğünden sorumlu tutmak mümkün. Gerek İran gerekse Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap koalisyonunun ana motivasyon kaynağı Sünnilik veya Şiilik değil Yemen’in stratejik noktalarını ele geçirerek alan hakimiyetini sağlamaktır.

Savaşta dengeler ne durumda?
Devam eden çatışmalar sebebiyle her açıdan derin bir kaos içerisinde… Siyasi ve askerî olarak iki ana yapıya ayrılmış durumdaki Yemen’de İran destekli Husiler kuzey bölgesinde, Suudi Arabistan önderliğindeki Arap Koalisyonu’nun desteklediği Hadi hükümet güçleri de güney vilayetlerinde hâkim. Bu iki ana grubun yanı sıra kendi bölgelerinde etkin olan aşiretlerin yerel nüfuz alanları da bulunmakta, ancak bunların ülke çapında bir etkisi hissedilmiyor. Yemen’de her ne kadar gücü oldukça azalmış olsa da dördüncü bir unsur olarak el-Kaide kontrolündeki bazı küçük bölgelerin varlığı da devam ediyor. Kuzey ve güney olarak bölünmüş olan iki büyük nüfuz alanı içinde güneyli güçler arasında da tam bir birliktelikten bahsetmek mümkün değil. Zira BAE destekli gruplar, Hadi hükümetine sadık devlet ordusu, Salih’e bağlı güçler, güneyli ayrılıkçılar ve kimi zaman da el-Kaide’ye kayan gruplar arasında sık sık hâkimiyet mücadeleleri ve çatışmalar devam ediyor.
Mevcut koşullarda savaş Hudeyde kenti ve limanı etrafında kilitlenmiş durumunda. Her iki taraf da stratejik Hudeyde limanını ele geçirmeye çalışıyor. Hudeyde, Yemen savaşının devamı ve kaderi noktasında belirleyici bir nitelik taşıyor. Zira Hudeyde Limanı Kızıldeniz’in anahtarı ve Yemen’in en büyük limanı; aynı zamanda büyük gemilerin yanaşabildiği bir yer. Yemen’in kuzeybatısında bulunan Hudeyde, mevcut iç savaşın en kritik ve stratejik noktalarından biri. Zira Yemen’e ithal edilen mallar ve yakıtın yüzde 70’i bu liman üzerinden ülkeye giriş yapıyor.
Husi karşıtı koalisyon da İran’ın Husilere yönelik lojistik destek ve silah yardımlarının bu liman üzerinden sağladığını iddia ediyor. Bunlar arasında Kızıldeniz’e ve Suudi Arabistan topraklarına fırlatılan uzun menzilli ve balistik füzeler de var. Bu sebeple de Arap Koalisyonu Yemen’deki savaşı kazanmak ve Husileri İran desteğinden yoksun bırakmak için mutlak bir şekilde Hudeyde Limanı’nı ele geçirmek için mücadele ediyor.

Osmanlı, Yemen’de 400 yıl hüküm sürdü. Osmanlı idaresinde Yemen nasıl bir yerdi? Ve Osmanlı’dan çıktıktan sonra ne oldu?
Osmanlı kültür ve medeniyetinde Yemen kutsal beldeleri koruma noktasında kritik bir önem arz etmiştir. Arabistan Yarımadası’nın Güney sınırlarını teşkil eden Yemen, Mekke ve Medine’nin sınırdaki ilk savunma hattını oluşturuyor. İslam dünyası için bu stratejik önem sebebiyle Osmanlı Devleti, Yemenli yerlilerin daveti üzerine Portekiz tehlikesine karşı bölgeye davet edildi. Yemen’in Osmanlı Devleti için kutsal beldelerin güvenliği ve Okyanus ticaretine açılımı noktasında iki ana hedef olduğunu görüyoruz.
Osmanlı Devleti’nin Yemen’deki yönetimini çok iyi anlamak ve analiz etmemiz gerekir. Bölgede zaten mevcut olan krizlerin çoğu aslında bu yönetimi anlamamaya ısrar eden güçlerin icraatların bir sonucu olarak görülebilir. Her şeyden önce Osmanlı Devleti Yemen’in tamamına hakim olmuş değil. Osmanlı özellikle sahil kentleri ve stratejik noktaları elinde bulundurmuştur. Osmanlı merkezi sistemi, özellikle kırsal bölgelerde yerel yönetimleri Zeydilerin elinde bırakmıştır. Bununla birlikte Osmanlı devletine karşı da çeşitli sebepler ve motivasyonlarla isyanlar çıkmıştır. Bu birtakım coğrafi ve toplumsal gerçeklere dayanmaktadır. Bu durumu da anlamak gerekir.

Türkiye şu an Yemen için nasıl bir konum almış durumda?
Yemen ile tarihî ve toplumsal ilişkilere sahip olan Türkiye, Arap Baharı süreciyle birlikte Yemen’de de başlayan özgürlük taleplerini desteklemiştir. Ancak Yemen’deki sürecin krize dönüşmesi üzerine Türkiye, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından başlatılan çözüm çabalarını desteklemiştir. Hadi hükümetini meşru hükümet olarak tanıyan Türkiye, 2014 yılında Husilerin yaptığı darbeye karşı çıkmıştır. Arap Koalisyonu’nun askerî operasyonlarına açıkça destek vermeyen Türkiye, ülkede özellikle giderek tırmanan insani krize odaklanmış durumda. Türkiye, biri Aden ilinde diğeri de Taiz’de olmak üzere Yemen’e 50 yataklı iki set sahra hastanesi hibe etmiştir. Siyasal anlamda Türkiye, Yemen’deki meşru hükümetin yanında olmakla birlikte çatışmalarda taraf olmamaya özen göstermektedir.
Türkiye’nin Yemen özelinde siyasal bir ajandasının olmadığını söyleyebiliriz. Fakat Türkiye bölgesel olarak Aden Körfezi ve Kızıldeniz jeopolitiğinin güvenliği ile de yakından ilgilenmektedir. Bölgenin istikrarının sağlanması için Türkiye, Yemen’deki krizin bir an önce bitmesini arzu ediyor.
Türkiye’nin Yemen’deki krize ilişkin odaklandığı diğer önemli nokta da, son dönem Türk dış politikası kimliğinde gözlemleyebileceğimiz üzere, ülkedeki insani krizdir. Türkiye’nin Yemen’deki savaşın “insani” boyutuna ilişkin de bir hassasiyet gösterdiğini söylem ve eylemlerinde görmek mümkün.

Bu manzara içerisinde Türkiye ne yapmalı?
Mevcut siyasi ve toplumsal krizi aşabilmek için öncelikle Yemen halkının kendi geleceğini belirleme konusunda inisiyatifi ele alarak uluslararası ve bölgesel güçlerin hegemonya heveslerine karşı toplumsal bir mutabakat ve uzlaşı sağlaması zorunlu. Sahip olduğu potansiyeli bir çatışma değil, zenginlik unsuruna dönüştürmek için Yemen’deki siyaset yapıcıların tüm etnik ve mezhebî unsurları kuşatacak bir yapıyı inşası önemli. Bunun için de kuşatıcı bir anayasa öncelikler arasında gelmektedir. Ancak çatışmalar devam ettiği sürece böyle bir yumuşama mümkün olamayacağı için de ilk olarak tarafları bir masa etrafında buluşturacak bir barış sürecinin hızla hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Mevcut siyasal dengeler ve koşullarda üçüncü bir taraf olarak uzlaştırmacı ve kolaylaştırıcı bir pozisyonda olan nadir ülkelerinden biri Türkiye. Aynı masada hem İran hem de Suudi Arabistan ile oturabilecek, sahada karşılığı olan bir Türkiye, üçüncü bir taraf olarak siyasal arabuluculukta rol oynamalı.
Yemen’deki bu savaştan yorulan ve iç işlerinde de sıkıntılarını hissetmeye başlayan İran ve Suudi Arabistan’ın, krizin çözümüne ilişkin arabuluculuk sağlayabilecek nadir aktörlerden olan Türkiye’nin konumunu fark etmeleri gerekir.

Dünya Yemen’e karşı sessiz. Gerçekten ‘gidenin gelemediği kadar uzak’ olduğu için mi? Yemen’i çaresiz bırakan şey nedir? Ve Yemen nasıl kurtulur?
Esasen belki de sormamız gereken soru bu aslında. Etrafında bu kadar zengin komşular varken Yemen’in kaderi neden hep fakirlik ve açlıkla anılıyor? Bizim çocukluk anılarımızda neden Yemen’e ilişkin olumsuz bir algıya sahibiz?
Medeniyetimiz ve kültürümüzde matemlere, şiirlere ve ağıtlara konu olmuş Yemen’e ilişkin İslam dünyasının genel olarak bir ilgisizlik ve umursamazlık içinde olduğundan bahsedebiliriz. Müslümanların bu sorumluluktan kaçması mümkün değil. Bugünkü koşullarda Yemen halkı İslam dünyasının ilgisini coğrafyasında hissedememektedir.
Bugün gerçekten Yemen’de gıda kolileri ve ilaç gibi temel yaşam malzemelerine ihtiyaç var. Ancak bunun ötesini düşündüğümüzde orta vadede ülkenin topyekün bir toplumsal ve kültürel ihyasını gerçekleştirmek gerekir. Belki de bir ziraat mühendisi yetiştirip Yemen’deki tarıma katkıda bulunulması gerekir. Bir öğretmen, iyi bir doktor yetiştirip bölgenin kalkınmasında müşterek çalışmalar yapılması gerekir. Bunun başlangıcında da eğitim geliyor. Yemen’de şu anda 2 milyon çocuk okula gidemiyor, çocukların yüzde 43’ü iki tarafta da ellerinde silah almış çatışmalara giriyor. Bu, Yemen’in geleceği açısından çok ciddi bir sorun kaynağı. Bunun için ilk yapılması gereken çatışmaların durdurulması ve eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasıdır.
Yemen’deki krizin çözümü için İslam dünyasının sorumluluğunun bulunduğunu söylemek mümkün. Bu noktada Türkiye’nin Yemen’de sosyal krizin çözümüne ilişkin potansiyele ve iradeye sahip olduğuna inanıyorum. Türkiye bu noktada hem siyasal krizin çözümünde, hem de uzun vadeli projelerle Yemen’in kalkınma ve ihyasında çok ciddi katkılarda bulunabilir. Türkiye’nin tecrübesi ve birikimi bunu yapabilecek güçte.

Kaynak: www.mucerret.com

Sokotra Takımadaları: Emperyalist Hamle Geri Tepti

İmparatorluk hevesiyle el koyduğu yerlerde tutunamaması üzerine ‘teselli armağanı’ peşinde koşan ve bu uğurda gözüne Sokotra Adası ve çevresini kestiren BAE yönetimi burada da baltayı taşa vurdu. Cibuti ve Somali’den kovulan Birleşik Arap Emirlikleri bu kayıplarını Sokotra Adası ve çevresi üzerinden telafi etmenin yollarını arıyordu.

‘Kurtarıcılardan kurtulmak veya kurtarmak’ diye bir tabir var. Yemen tam da bu durumu yaşıyor. ‘Kurtulması gerekenler’ listesine Husiler yanında bir de nevzuhur kurtarıcılar eklendi. Başta Suudi Arabistan olmak üzere körfez patronları Ali Abdullah Salih’e yönelik halk ayaklanması karşısında endişeye kapıldılar. Ardından körfez ülkelerinin patronluğunda Abdu Rabbu Mansur Hadi’nin Salih’in yerini alması ve seçimlere gidilmesi konusunda bir mutabakat sağlandı. Böylece Yemenlilerin önünde bir yol haritası belirdi. Ama teori pratiğe veya evdeki hesap çarşıya uymadı. Tasarlanan geçiş dönemi iç gaile ve kargaşa ortamı yüzünden uzadıkça uzadı. Görünen sebebi de Husilerin yükselişiydi. Görünmeyen sebep ise bölge ülkelerinin entrikalarıydı. Kimileri Ali Abdullah Salih’in Husilerle tutuştuğu 6 savaşın da şikeli olduğuna inanıyor. Ekim 1973 Mısır-İsrail Savaşı bile birçok çevreye göre şikeli savaşlardan birisi. Bu çevrelere göre Yemen Kaidesi en azından bir bölümü itibarıyla Ali Abdullah Salih‘in lejyonerleriydi. En azından onlara alan açmıştı. Kendisini bölgenin ve dünyanın gözünde Kaide karşıtı şövalye, Yemen jandarması olarak takdim edebilmesi için böyle bir karta ihtiyacı vardı. Ali Abdullah Salih ülkeyi korku silahıyla yönetiyordu. Bu korku silahı için kullanışlı düşmanlara ihtiyaç vardı. Bunların başında başkente doğru yürümekte olan Saadalı Husiler geliyordu. Diğer Zeydiler gibi Husiler de genellikle dağlık alanlarda yaşıyorlardı. Saada onların dağlık merkezi idi. Merkezi hükümetle defalarca harbe girmişlerdi ve Ali Abdullah Salih onları Suudi Arabistan gibi komşu ülkelere karşı şantaj aracı olarak kullanıyordu. Böylece Riyad’dan yardım devşiriyor ve bu vesile ile onlar nazarında yararlığını da ispatlamış oluyordu. Ali Abdullah Salih’in bu Husi ruletini daha sonra Devrim Sürecinde (11 Şubat 2011) BAE, Suudi Arabistan devraldı.

BAE ve Suudi Arabistan müdahale için 2015 yılına kadar beklemişlerdi. Zira planları siyasal İslam’ı temsil eden devrim güçleriyle ve özellikle İhvan ile Husileri çarpıştırmaktı. Bu itibarla, Husilerin Saada’dan başkent Sanaa’ya doğru ilerlemesi karşısında Suudi Arabistan kılını bile kıpırdatmadı. BAE Liderliği ve bilhassa Muhammed Bin Zayed ile birlikte Darbeci Sisi’yi destekleyerek Mürsi’yi deviren Kral Abdullah Yemen’de de Husilerle birlikte İhvan’ı kafa kafaya çarpıştırarak burunlarını sürtmek istiyordu. İki tarafı vuruşturarak iki taraftan da kurtulmanın hesabını yapıyordu. Bir taşla iki kuş vurma planı. Kral Abdullah’ın ölümünün ardından durum değişti. Savunma bakanlığına getirilen ve ‘Yarımada’nın Büyük İskender’i lakabıyla anılan Muhammed Bin Selman ilk iş olarak Yemen’e asker gönderme kararı aldı. Bununla birlikte Mart 2015 tarihinden beri ülkeyi Husilerden ve pençelerinden temizleme noktasında bir varlık gösteremediler. Sadece kolera gibi hastalıkların yayılmasına neden oldular. Bir de Husileri Yemen’den sökme bahanesiyle durumdan vazife çıkartarak ülkeyi parçalamanın ve bir kısmını topraklarına katmanın derdine düştüler.

Ali Abdulllah Salih’in kullanışlı silahlarından ikisini de istismar ediyorlar. Kuzeyde Husileri güneyde ise Kaide meselesini kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Sözgelimi, Birleşik Arap Emirlikleri, Arap Yarımadası Kaidesi’ni istismar ederek onlar üzerinden durumdan vazife çıkartıyor. Haşdi Şabi Irak’ta, Esat güçleri ve Batılılar Suriye’de nasıl ki IŞİD’in izini sürerek varlıklarını pekiştiriyorlarsa aynı şekilde Kaide de kimi güçlerin yükselmesi için manivela görevi görüyor. Birleşik Arap Emirlikleri baştan beri Güney Yemenli ayrılıkçılar üzerinden Yemen’i bölmenin hesaplarını yapıyor. Böylece hem Aden Limanı üzerinde nüfuzunu artırmayı hem de Yemen’in kıymetli bölgelerine el koymayı tasarlıyor. Yemen’in toprak bütünlüğünü aşındırarak ülkeyi çıkarlarına göre yeniden tanzim etmenin yollarını arıyor. Bu itibarla gerek Suudi Arabistan gerekse BAE, sadece ülkeyi bütün olarak tutmanın peşinde olan İhvan’a yükleniyor.

Yeni Bir Emperyalist Güç Doğuyor

2017 yılında Yemen Cumhurbaşkanı Hadi, Birleşik Arap Emirliklerinin ülkesindeki pozisyonunu şöyle özetlemişti: Halaskar, kurtarıcı değil aksine işgal gücü! Bunlar da Arap işgal güçleri. Son sıralarda bilhassa Birleşik Arap Emirliklerinin emperyalist eğilimlerinden hem açıklıkla hem de sıklıkla söz ediliyor. Katar gibi rakip ülkelerin sıkıştırılmasıyla, Suudi Arabistan’ın da dize getirilmesiyle birlikte ortam Birleşik Arap Emirliklerine kaldı. Dikensiz gül bahçesi haline gelen bölge BAE liderlerinin emperyalist iştahlarını artırdı. BAE, Libya, Yemen, Somali, Cibuti gibi ülkelerde cirit atıyor, emperyalist emellerini gerçekleştirmek için hamle üzerine hamle yapıyor.

Amerikan menşeli Combating Terrörism Centre (CEC) raporunda bu ülkenin emperyalist dürtülerinden açıkça bahsedilmektedir.1 Nizavisimaya Gazeta’ya konuşan uluslararası ilişkiler uzmanı Rus Kirill Simeonov da Birleşik Arap Emirliklerinin emperyalist bir imparatorluk kurma çalışmaları yürüttüğünü ve emperyalist bir güç olarak sivrildiğini ifade etmiştir.2 İhvan’a yakın isimlerden Nobel ödüllü Yemenli aktivist Tevekkül Karman’ın ifadesiyle sadece ‘Umman Sahili’ kimliğinden ibaret olan bu ülke boyundan büyük işlere kalkışıyor. Amerikan ve Rus kaynaklarının da ittifakıyla bu ‘cirmi küçük, cürmü büyük ülke’ emperyalist dürtülerin peşinden koşuyor. Bu hususta şimdiye kadar yaptığı sondaj ve denemeler, pek de başarılı geçmiş sayılmaz. Halife Hafter’i destekleyerek Libya’yı karıştırdı ise de burunlarını işlerine soktukları Somali ve Cibuti gibi ülkeler tarafından istenmeyen ülke muamelesi gördü. Çapı emperyalist ülke olmaya yetmiyor. Son dönemde Güney Hareketi (Hirak el Cenubi) ve Arap Yarımadası Kaidesi (AQAP) bahanesiyle Yemen’de de emperyalist dürtülerini tatmin etmek istedi. Ancak burada da maksadına eremedi.

Sokotra Takımadaları

Yemen’de emperyalist emellerle gözüne kestirdiği bölgelerden birisi de yeraltı ve yer üstü kaynaklarıyla ünlü Sokotra Takımadaları. Bölge eşsiz ve gönül çelen bir güzelliğe sahip. Bilenlere göre Sokotra Takımadaları Ekvator’a ait Galapagos Takımadalarına eş değer bir tabiat harikası. Sokotra Takımadaları altı adadan oluşuyor. Cumhurbaşkanı Hadi, Ekim 2013 tarihinde bu bölgeyi müstakil bir il olarak ilan etmiş başkenti olarak da Hadibu’yu belirlemişti. Arap Baharı sonrasında bölgedeki zeminin yumuşamasını fırsat bilen ve fırsatı Arap Baharı dalgasının yüzeye çıkarttığı siyasal İslamcılara kaptırmak (İhvan) istemeyen BAE, boşluğun İhvan gibi İslamcı hareketler tarafından doldurulmasını engellemek için hemen devreye girdi. Bir taraftan İhvan’ı zayıflatmaya çalışırken diğer taraftan da ülkenin mukadderatına el koyabilmek için yasal yönetimin de altını oyuyorlar. Dediklerini yaptırtabilecekleri cılız bir yerel hükümet istiyorlar. Dolayısıyla kurtarıcı kisvesinde işgalciliğe soyunuyorlar.

BAE’nin Motivasyonu

İmparatorluk hevesiyle el koyduğu yerlerde tutunamaması üzerine ‘teselli armağanı’ peşinde koşan ve bu uğurda gözüne Sokotra Adası ve çevresini kestiren BAE yönetimi burada da baltayı taşa vurdu. Cibuti ve Somali’den kovulan Birleşik Arap Emirlikleri bu kayıplarını Sokotra Adası ve çevresi üzerinden telafi etmenin yollarını arıyordu. Uzun vadeli hedefi aslında gözüne kestirdiği bölgeler üzerinden Babu Mendep ile Hürmüz Boğazına kelepçe vurmaktı. Aden limanını da Çinlilere kaptıran BAE’nin hesapları Sokotra Adası ve çevresinde de tutmadı.

1 Mayıs 2018 tarihinde Sokotra Adasına işgal güçleri çıkaran Birleşik Arap Emirlikleri anında tepki çekmiştir. Nedeni de bu girişimini gerekçelendirememesidir. Şöyle ki Yemenlilerin de ifade ettiği gibi, bölgede kovulacak Husi veya Kaide tarzı herhangi bir örgüt veya milis gücü bulunmamaktadır. O halde BAE durduk yere buraya neden asker çıkardı? Birleşik Arap Emirlikleri bu hareketinden dolayı ayrılıkçı Güney Hareketi tarafından da kınanmıştır. Güney Hareketi (el Hirak el Cenubi) Başkanı Hasan Baum da askeri çıkarmayı açık bir işgal olarak nitelendirmiştir.

Hasan Baum, Birleşik Arap Emirliklerinin Güney Yemenli bağımsızlık taraftarlarının duygularını ve eğilimlerini istismar ettiğini ve kendi amaçları doğrultusunda kullandığını da ifade etmiştir. Güneyin hükümranlık haklarını, milli güvenliğini ihlal ettiğini ve vesayetini dayattığını hatırlatmıştır. Güneyin kurtuluşunun ilanından iki yıl sonra BAE’nin yeni dolaplar çevirdiğini söylemiştir. Hiçbir şartta yabancı işgalci istemediklerini ve dayatmayı kabul etmeyeceklerini bildirmiştir. 1967 yılına kadar Afrar Devleti adına Sokotra ve Mahra bölgesini yöneten hanedanlığın son üyesinin oğlu olan Abdullah Bin İsa Bin Afrar da Yemen hükümetinin hükümranlık haklarına dair hassasiyetini takdirle karşıladığını ve desteklediğini kaydetmiştir.

BAE’nin bu emperyalist maceraları sadece yerel hükümeti; Yemen Başbakanı Ahmed Bin Dağr ile Cumhurbaşkanı Hadi’yi rahatsız etmekle kalmıyor onun ötesine de geçiyor. Yemen’in toprak bütünlüğünü yele veren Körfez Koalisyonu güçleri kendi aralarında da çekişiyorlar. Umman Sultanlığına ait Mahra Vilayeti bölgesinde Suudi Arabistan’a ait askeri hareketlilik Umman Sultanlığını da rahatsız ediyor. Bölge halkı ise bu askeri hareketliliğe karşı gösteriler yapıyor. Yemen halkı da ülke bütünlüğü ve Sokotra Takımadalarının geleceği konusunda Birleşik Arap Emirliklerinin şüpheli hareketlerine karşı gösteri düzenliyor.

Bölge dışından Türkiye gibi ülkeler de Yemen’in toprak bütünlüğü konusunda hassasiyetlerini dile getirdiler. İçeriden ve dışarıdan gelen tazyikler karşısında Birleşik Arap Emirlikleri geri adım atmak zorunda kaldı. Bununla birlikte, 2015 müdahalesi sırasında İhvan ile Koalisyon ülkeleri arasında kapanan makas yeniden açılmaya başlandı. Bu açıdan Birleşik Arap Emirliklerine ait güçlerin Suudi Arabistan güçleriyle yer değiştirmesi itirazları ortadan kaldırmayacaktır.

BAE rejimine yönelik öfkeler daha açık olsa da onun arkasında Suudi Arabistan rejimine yönelik de öfkeler artıyor. Bu ülkeyi de işgalci güç görme eğilimi gözleniyor. Bölgede emperyalizmin üç atlasından bahsediliyor. Şiiliği temsilen İran, Vehhabiliği temsilen Suudi Arabistan ve Amerikan sufiliğini temsilen de Birleşik Arap Emirlikleri. Uçları temsil eden bu güçler bulundukları yerleri un ufak ederek emperyalizmin amaçlarına hizmet ediyorlar. Yasal Yemen hükümeti, BAE’nin Sokotra Adasında işgal denemesiyle alakalı olarak Güvenlik Konseyi’ne bir şikâyet tasarısı sunmuş ve Ada üzerinde hükümranlık haklarının gasp edildiğini ifade etmişti. Bu karşı ataklar üzerine kendisini savunacak mecali kalmayan ve bahane bulmakta zorlanan BAE yönetimi Ada’daki askerlerini çekmek zorunda kalmıştır. Yemenli yazar Yasin Temimi’ye göre, BAE güçlerinin ricatı bu ülke rejimi için manevi bir hezimet anlamına geliyor.3 BAE’nin emperyalizm dürtüleri konusunda arzuları sınırsız olsa da imkânları kıt. Girdiği yerleri uzun süre elinde tutması imkânsız. Hazmetme kapasitesi oldukça sınırlı ve dar. İnsan kaynakları sınırlı olduğu oranda İslam âleminde kitle desteği de yetersiz bulunuyor. Bu açıdan Amerikan eğilimli bazı sufi gruplarla temas hattında olsa bile bu ona gerekli kitle tabanını temin etmeye yetmiyor. Ayrıca Arap Baharı sonrasında askeri maceraları ve müdahaleleri kendisine yönelik nefret katsayısını yükseltiyor. Ve onu kitleler nezdinde kifayetsiz muhteris konumuna sokuyor. Sadece iç çekişmeler üreterek İslam âlemini yıpratıyor ve enerjisini boşa harcatıyor.

Savaşın Bedelini Yemenli Çocuklar Ödüyor!

Yemen’de Husilerin Eylül 2014’te başkent Sana’yı ele geçirmesinden bu yana süren ve diğer kentleri de içine alan şiddet olaylarında en ağır bedeli çocuklar ödüyor. Küçük yaşta savaşın acı yüzüyle karşılaşan çocuklar, aynı anda birden fazla acıyı yaşıyor.

Yemen’de savaşın gölgesinde hayatları cehenneme çevrilen çocuklar, bir yandan ölüm korkusu, bir yandan açlık ve sefalet, bir yandan da hastalıklarla boğuşuyor.

Yemen’de Husilerin Eylül 2014’te başkent Sana’yı ele geçirmesinden bu yana süren ve diğer kentleri de içine alan şiddet olaylarında en ağır bedeli çocuklar ödüyor. Küçük yaşta savaşın acı yüzüyle karşılaşan çocuklar, aynı anda birden fazla acıyı yaşıyor.

Her 10 Dakikada 1 Çocuk Ölüyor

Yerel kaynaklar ve uluslararası kuruluşların raporlarından derlediğimiz kadarı ile Yemen’de Mart 2015’ten Eylül 2017’ye kadar insani yardıma muhtaç çocuk sayısı 11 milyon 300 bine ulaştı.

Bu, yaklaşık 14 milyon 304 bin çocuğun bulunduğu ülkede 18 yaş altındakilerin yüzde 79’unun insani yardıma muhtaç olduğu anlamına geliyor. Raporlara göre 8 milyon 100 bin çocuk orta dereceli, 386 bin ise vahim derecede kötü beslenme sıkıntısı çekiyor. Her 10 dakikada en az 1 çocuk, kötü beslenme, solunum yolu iltihabı, ishal gibi “engellenebilir sebeplerden” ötürü hayatını kaybediyor. Beş yaş altında 2 çocuktan biri, gelişim geriliği yaşıyor. Çocuklarda kötü beslenme ve ishal nedeniyle, geçen nisan ayından bu yana görülen kolera salgınında da artış yaşanıyor. Şüpheli kolera vakalarının yüzde 26’sı 5 yaş altı, yüzde 56’sı 18 yaş altı çocuklarda görülüyor. Bunun yanı sıra onlarca çocuk menenjit nedeniyle hayatını kaybederken, kızamık da özellikle daha geri kalmış kentlerde yayılıyor.

Ülkedeki iç savaş, çocukları sadece dolaylı olarak değil, doğrudan da etkiliyor. Yüzlerce çocuk şiddet olayları nedeniyle hayatını kaybediyor.

Yüzlercesi hukuka aykırı bir şekilde zorla silah altına alınıyor. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), eylül ayına kadar bin 700 çocuğun yaşamını yitirdiğini, 6 bin çocuğun yaralandığını, 18 yaş altı bin 600 çocuğun zorla silah altına alındığını açıklarken, rakamların bundan daha fazla olduğunu çok iyi biliyoruz.

Eğitim Hakkından Mahrum Kalıyorlar

Savaş, özellikle Husiler ve eski cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih yanlılarının kontrolü altındaki bölgelerde eğitim hayatını da sekteye uğrattı. Ülkede 166 binden fazla öğretmen meşru hükümet ve darbeciler arasındaki çatışmalar nedeniyle maaşlarının ödenmemesi yüzünden greve gitti. Meşru hükümet, Husileri eğitimi siyasileştirmek ve öğrenim programını bozarak, radikal fikirlerini dayatmakla suçlarken, Husiler bunu reddediyor.

Yemen’de eğitim sisteminin çökmek üzere olduğu uyarısında bulunan BM, 5 milyon çocuğun, öğretmenlerin maaşlarının ödenmemesi nedeniyle eğitim hayatından tamamen mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu aktardı.

Okul çağındaki 3 milyon 200 bin çocuk, eğitim desteğine ihtiyaç duyuyor. Bunlardan 1 milyon 100 bini savaşın ciddi zarara uğrattığı bölgelerde yaşıyor.

Okullar Kışlalara Dönüştürülüyor

Eğitim kurumları, savaş nedeniyle yıkılıyor ya da amacı dışında kullanılıyor.

Bazıları işgal edilerek, çatışan taraflarca askeri kışlalara, karargahlara ya da tutuklama merkezlerine dönüştürülürken, bazıları da sığınmacılar için barınaklara çevriliyor. OCHA’nın (United Nations Office For The Coordination Of Humanitarian Affairs) raporuna göre savaşta 2 bin 531 devlet okulu zarar gördü, işgal edildi ya da barınağa dönüştürüldü. Bu da 1 milyon 500 bin çocuğun eğitimden mahrum kalmasına neden oldu. Tüm bu binaların yeniden imarı için ise 1,5 milyar dolar gerekiyor.

Husilerin kalesi olarak görülen Sana, okulların en çok zarar gördüğü kentlerin başında geliyor.

Sa’da’da 237, Taiz’de 233, Sana’da 227 okul savaştan zarar gördü. Yıl başından bu yana 317 okul onarılırken, 180 okulun da tamiratı devam ediyor.

146 okul hala barınak olarak kullanılırken, 23’ü de silahlı grupların elinde bulunuyor.

Sığınmacıların %55’i Çocuk

OCHA’nın raporuna göre şiddet olayları nedeniyle 25 milyon nüfuslu Yemen’de 2 milyon 900 bin kişi evlerini terk ederek başka yerlere sığınmak zorunda kaldı. Bunların yüzde 55’i çocuklardan oluşuyor. Sığınmacı çocuklar, zor şartlar altında yaşıyor. 513 bin çocuk, okula gidemezken bir kısmı çalıştırılıyor. Sığınmacılar arasında 148 bin yetim çocuk bulunuyor.