Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Washington

ABD’nin Arzusu Küçük Türkiye

ABD, Soğuk Savaş sonrası devreye soktuğu Kenar Kuşak Teorisi’yle Avrasya coğrafyasını kontrol edip Asya’da hâkimiyet kurmayı hedefliyor. Bu stratejinin önündeki hiçbir engeli de kabul etmiyor. Washington, stratejisinde ısrar ederken Türkiye gibi müttefik ülkelere de “Benim çizgimden ayrılmayın” dayatmasında bulunuyor. Ancak Türkiye’nin binlerce yıllık devlet geleneği biat etmeye müsait yapıda değil. Son 30 yılda Türkiye, biat etmediği gibi, milli politikalarıyla ABD’nin karşısında kaya gibi durmaya çalışıyor.

Sürekli vurguluyoruz. Türkiye’nin sorunlarını yan yana dizin bakalım: Doğu Akdeniz, Fırat’ın doğusu/Münbiç, Irak’ın kuzeyinde terörle mücadele, yurtiçinde terörle mücadele, dünyanın her tarafında dünyanın en etkili terör ve casusluk örgütü FETÖ ile mücadele, Ege’de Yunanistan’ın pervasızlıkları ile mücadele, Karadeniz’de olası NATO-Rusya gerilimini dengeleme, Batı’nın desteğini alan Ermenistan meselesiyle mücadele, dış müdahalelere açık ekonomi, yurtiçinde etki ajanları ile mücadele… Uzayıp gider.
Geçenlerde bir dostum anlatmıştı. Uluslararası heyetlerin olduğu bir toplantıya katılan eski Doğu Bloku ülkelerinden birinin yetkilisi ile sohbet ederken bu yetkili, Türkiye’yi demokratikleşme anlamında eleştirmiş. Dostum da “Sana bizim komşularımızdan sadece bir tanesini versek, kendinize gelemezsiniz” diye yanıtlamış.

Haklı. Adeta dünyanın merkezinde ama cehennemin de tam ortasında gibiyiz. Jeopolitik açıdan sürekli hatırlatılan İbni Haldun’un sözü gibi, coğrafya kaderimiz. Üç kıtanın birleştiği bu bölgeye taşıdığımız medeniyetimizi korumayı, gerçek anlamda çağdaşlaşma adına daha da ileriye götürmeyi amaçlıyoruz. Burada da yıllar önce bir film sahnesinde geçen replik gelir aklıma: “Dünya hakimiyetini isteyen, ilk olarak bu topraklara göz diker.”

Evet, aynen böyle oldu. Yoksa bugün gerilimin zirvesini yaşadığımız ABD’nin, Türkiye’nin ne kaşına ne gözüne karşı bir kini vardı. Tek istediği dünya hakimiyetiydi. Önündeki engellerin başında ise Türkiye gelmekteydi. Peki, ABD ne istiyordu? Bu sorunun yanıtını anlamak için önce ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uyguladığı stratejiyi bilmek gerekiyor.

Kenar Kuşak Teorisi-Rimland

Amerikalı Profesör Nicholas J. Spykman (1893-1943) jeopolitik düşünceleri ile İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan dış politikalarının mimarı olarak kabul edilmektedir. Hollanda asıllı bir göçmen olan Spykman; 1913-1920 yılları arasında Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu’da gazetecilik yapmış ve 1923-1925 yıllarında California Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler dersleri vermiştir. Yale Üniversitesi tarafından 1935 yılında kurulan Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü’nün ilk yöneticisidir. Spykman’ın jeopolitik üzerine olan düşüncelerini iki temel eserinde görmek mümkündür.

1942 yılında Yale Üniversitesi tarafından yayınlanan America’s Strategy in World Politics  (Dünya Politikasında Amerikan Stratejisi) isimli kitabında devletlerarası ilişkilerdeki güç kullanımı ve güç dengesi siyasetini incelemiştir. Spykman, jeopolitik üzerine olan görüş ve analizlerini 1942 sonbaharında Yale Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta dile getirmiştir.

Bu konferanstaki konuşmalarını kitaplaştıramadan 26 Haziran 1943 yılında ölmesi üzerine Yale Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü’ndeki çalışma arkadaşları bir araya gelerek Spykman’ın konferans notlarını kitap haline getirmişlerdir.  The Geography of Peace (Barışın Coğrafyası) isimli bu kitap, Yale Üniversitesi tarafından 1944 tarihinde yayınlanmıştır. İngiliz jeopolitikçi Mackinder’ın Heartland Teorisi’ne (Kalpgah-Kara Hâkimiyet Teorisi) karşılık Spykman, Rimland Teorisi’ni (Kenar Kuşak Teorisi) bu kitapta ortaya koymuştur. Spykman, doğal kaynakları ve nüfus yoğunluğu sebebi ile tarihin Kuzey Yarımküre’de,  Ekvator çizgisinden uzak ılıman iklimlerde yazıldığını, ABD’nin Kuzey Yarımküre’de yer alan kıta büyüklüğündeki zengin toprakları ile çok şanslı bir coğrafyada bulunduğunu, Kanada ve Meksika gibi siyaseten zayıf devletlere komşu olduğunu, her iki okyanusa bakan cepheleriyle dünya deniz yollarına kolaylıkla ulaşabileceğini ancak tüm bu avantajlarına rağmen Batı Avrupa ve Doğu Asya kıyıları arasında kaldığını, diğer bir deyişle ABD’nin Avrasya tarafından kuşatılmış olduğunu söylemiştir. Spykman, ABD’nin, Batı yarı küresindeki hâkimiyetini şöyle açıklamıştır: “Tarih bize nazik davrandı; coğrafya bizi büyük ölçüde kolladı; fırsatlar çok iyi değerlendirildi ve sonuçta ülkemiz bugün Yeni Dünya’nın en önemli siyasi varlığı oldu.”

Coğrafi ve stratejik faktörler, hammaddeler ve nüfus yoğunluğu, ekonomik yapı ve teknolojik gelişme gibi etkenler ABD’nin Batı yarı küresinde hegemon bir duruma gelmesine yardımcı olmuştur. Barışın Coğrafyası adlı eserinde Spykman, Mackinder’in Kara Hâkimiyet Teorisi (Heartland) ile aynı coğrafi değerlendirmeleri kullanmış ancak Mackinder’in Heartland’ı çevreleyen iç/kenar hilal bölgesinin önemini küçümsediğini ileri sürmüştür.
Mackinder’in Heartland (Kalpgah) Teorisi’ndeki jeopolitik tekerlemesi şöyledir: “Doğu Avrupa’ya hâkim olan Kalpgah’a hükmeder, Kalpgah’a hâkim olan Dünya Adası’na hükmeder, Dünya Adası’na hâkim olan dünyaya hükmeder.” İşte tam bu noktada Spykman, meslektaşı Mackinder’in yanıldığını düşünmekte ve şöyle demektedir; Avrasya’nın asıl güç potansiyeli, sadece Kalpgah’ta değil aynı zamanda bunu çevreleyen ülkeler kuşağında yani kendi deyimi ile Kenar Kuşak (Rimland)’tadır. Bu bağlamda Spykman’ın jeopolitik tekerlemesi şöyledir; “Kenar Kuşak ülkelerine hâkim olan Avrasya’ya hükmeder, Avrasya’ya hükmeden dünyanın kaderini kontrol eder.”

Stratejik Hamleler

Spykman’ın Rimland kuşağında yer alan ülkeler, Batı Avrupa’dan başlamakta Türkiye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Çin ve Kore’yi içine almaktadır. Ona göre, bu ülkelerin yer aldığı bölge, kara kuvveti ile deniz kuvveti arasında bir tampon bölgedir.

1945 sonrası Amerikan dış politikasında etkili olan Kenar Kuşak Teorisi’nin pratikleri şu şekilde sıralanabilir;

• Almanya, ABD ve SSCB’nin işgali ile ikiye bölünmüş, Japonya ise tarihte ilk ve tek defa kullanılan atom bombaları ile yerle bir edilmiştir. Böylece ABD’nin olası bir Batı Avrupa ve Doğu Asya devletleri tarafından yani Avrasya kuşatmasından kurtarılması amaçlanmıştır.

• Avrupa güç bölgesine politik olarak nüfuz edebilmek ve Avrupa coğrafyasına yapılacak bir müdahale olasılığı karşısında bölgede askeri varlık olarak konuşlanmak için 1949 yılında Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO) kurulmuştur.

• Sovyetler Birliği’ne karşı Çevreleme/ tahdit politikası izlenmeye başlanmıştır. Sovyetlerin üzerinde ikamet ettiği Heartland’ı çevrelemek ve kontrol etmek için Rimland kuşağı üzerinde NATO ile Norveç’ten Türkiye’ye, CENTO ile Türkiye’den Pakistan’a ve SEATO ile Pakistan’dan kuzeyde Filipinler ile güneyde Yeni Zelenda’ya uzanan ve stratejik olarak birbirine eklemlenen bir stratejik kuşatma hattı oluşturmuştur.

• Soğuk Savaş döneminde Kore ve Vietnam coğrafyalarına doğrudan askeri olarak müdahale etmiştir. 2001 yılında Heartland ve Rimland’ın kesişim noktasında bulunan Afganistan’ı ve 2003 yılında ise Irak’ı işgal etmiştir.

• İngiltere ile stratejik ortaklık kurulmuş ve ilişkiler geliştirilmiştir.

• 1991 tarihinde SSCB’nin tarihe karışması sonrası sistemde tek süper güç olarak kalan ABD, 70 yıl önceki Spykman’ın verdiği tavsiyelere hâlâ uymakta ve Avrupa, Orta Doğu, Asya-Pasifik bölgelerinde yani Avrasya’da güç dengesi siyaseti izlemektedir.

Soğuk Savaş sonrası tek süper güç olarak kalan ABD, Avrasya’ya yönelik hamlelerini artırdı. Irak’a yönelik saldırı bunun ilk adımıydı. Adım adım bu bölgedeki ülkeler, Rimland stratejisi çerçevesinde kontrol altına alınmaya çalışıldı. İnandırıcılığı ABD’de bile konuşulan 11 Eylül saldırıları sonrasında Afganistan ve Irak’ın işgalleri bu stratejinin bir parçasıydı. Ancak bu bölgede güçlü medeniyetler vardı ve direnişe geçeceklerdi. Geçtiler de…

ABD askeri gücünün yanı sıra ekonomik gücünü de kullanmaya başladı. Çin’den Rusya’ya, İran’dan NATO müttefiki Türkiye’ye kadar birçok ülke bu ekonomik taarruzdan nasibini aldı, almaya devam ediyor. Amaç, hedef bölgede etkin olan ülkelerin gardını düşürmek ve sonrasında teslim almak. Sonuç olarak da Avrasya’yı ele geçirmek.

Projenin Kilit Ülkesi Türkiye

Gelelim meselenin Türkiye boyutuna. Bu planın uygulanmasında ise en kilit ülke Türkiye. ABD, Avrasya’yı çevreleme politikasında Ankara’dan hiçbir sorgulama yapmadan politikalarına destek vermesini istiyor. Yani Türkiye’nin kendi güvenliğine, bekasına ve stratejik çıkarlarına aykırı oluşumlara dahi ses çıkarmasını istemiyor.

Türkiye’nin kendi ulusal güvenliğini koruma, ekonomik hak ve menfaatlerini savunma yönünde aldığı tutum ise Washington’u kızdırıyor ve bu tutumu kendisine karşı görüyor. Çünkü Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik attığı adımlar, ABD’yi Doğu Akdeniz, Suriye ve Irak’ta zor durumda bırakıyor. İki ülke arasındaki gerilimin temelinde işte bu strateji yatıyor.

ABD, Türkiye’ye geçmişte de güvenmiyordu, bugün de güvenmiyor. Çünkü Türkiye bölgede büyük bir güç olmuş, binlerce yıllık devlet geleneği olan, hakimiyet kurmuş bir millete ve medeniyete sahip. Türkiye’nin hinterlandı olan coğrafyalarda geçmişte oluşturduğu hâkimiyeti gelecekte de tekrar oluşturabilme ihtimalini düşünen Amerikalı jeostratejistler, Türkiye’nin ekonomik olarak hiçbir zaman bir Kore sıçraması yapmasını ve gelişmesini istemedi. Bu nedenle de Türkiye’yi sürekli el altında bulundurmanın yollarını ve yöntemlerini aradı.

Ne zaman Türkiye bir sıçrama aşamasına gelse ekonomik ve sosyal olaylara gizli açık müdahalelerde bulundu. Bu müdahaleler bazen askeri darbe, bazen ekonomide dış kredi ve yatırım kanallarına engeller çıkararak tökezletme şeklinde cereyan etti. Dönem dönem kaos stratejisini de kullanan Amerika, kaosu desteklemek için terör örgütlerini kullanmaktan çekinmedi. ABD, müdahale edip rahatlıkla ortadan kaldırabileceği Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki terör oluşumlarına hiçbir zaman müdahale etmedi ve buradaki onlarca terör örgütü vasıtasıyla dizayn etmek veya yönünü değiştirmek ya da kaosa sürüklemek istediği ülkelere yetiştirilen kadroları transfer etti.Türkiye’yi el altında bulundurmak ve sürekli meşgul edip gücünü zayıflatmak için Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde yetişen teröristler ve irili ufaklı terör örgütlerinin yanı sıra FETÖ ve PKK gibi dünyada eşi benzeri olmayan güçte ve organizasyondaki terör ve espiyonaj (casusluk) yapılarını oluşturdu.

Bu yapılardan PKK, dünyadaki nicelik ve nitelik yönünden en kapsamlı ve güçlü terör örgütü olarak tanımlanabilir. Bu terör örgütü 40 yıldır varlığını sürdürmektedir. FETÖ ise dünyanın gördüğü ve görebileceği en kapsamlı en geniş casusluk örgütlenmesidir. Ayrıca paralel devlet yapılanması ile neredeyse yarım asra yakın bir sürede devlete sabırla sızdırılmıştır. Son kertede silaha başvurup kan dökerek, can alarak terör ve casusluğu bütünleştirmiştir.

Türkiye’nin Direnci Planları Bozdu

ABD, stratejisine engel çıkarmaması için bugünkü nüfus yoğunluğundan ve coğrafi büyüklüğünden daha küçük bir Türkiye arzu etmektedir. PKK ve FETÖ’nün rolü de burada başlamaktadır.

PKK’nın, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’ndan bir parça kopartması, Kuzey Müslümanlarının halifesi olarak İstanbul merkezli Trakya ve Marmara ile sınırlı bir devletçiğin oluşturulup başına FETÖ elebaşının oturtulması, Ege Bölgesi’nin tamamı ile Akdeniz’in bir bölümünden oluşacak bir devlet ile Anadolu’da kalan yerlerinde ayrı bir devlet olarak dizaynı gibi devletçiklere bölme planları, Irak’ın işgali ve Suriye’deki iç savaş ve kaos ortamından istifade ile uygulamaya sokuldu. Fakat yaptıkları bütün planlar Türk devletinin direnmesi ve 15 Temmuz’da milletimizin ve devletimizin ülkesine sahip çıkan vatansever görevlileri ve millet sayesinde bozuldu.

Bugün ülkemizde yaşadığımız ve algı operasyonları üzerinden yürütülen psikolojik savaşların, finansal saldırıların, terör olaylarının, sosyal, siyasal, ekonomik sorunların temelinde küresel hâkimiyet çekişmesi yatmaktadır. Dünyanın büyük bir sınamadan geçtiği günümüzde Türkiye, kilit ülke durumundadır. Ağırlığını terazinin hangi kefesine koyarsa o taraftaki güç merkezi öne geçecektir.

Orta Doğu’da Yeni Senaryo: Bölgesel Savaş

ABD’nin, yanına İngiltere ve Fransa’yı alarak yaptığı saldırı, bölgedeki dengeleri yeniden değiştirdi. Saldırının hemen arkasından Suudi Arabistan ve Mısır öncülüğünde bir Arap gücünün Fırat’ın doğusuna yerleştirileceği haberleri bölgeyi savaşa sürükleyecek bir hamle olarak öne çıktı. Türkiye’nin bir anda erken seçim sürecine girmesi de bölgesel gelişmelerin seyrini etkileyecek bir döneme işaret ediyor.

Her şey 4 Nisan’da Astana üçlüsünün, yani Türkiye, Rusya ve İran’ın devlet başkanlarının başkent Ankara’da yaptığı zirveden sonra başladı. Önce üç ülkede de ekonomik göstergeler oynamaya başladı. Ardından 6 Nisan’da Rusya’dan ilginç bir açıklama yapıldı. Açıklamada Suriye’nin güneyindeki silahlı grupların kimyasal silah kullanımı da dâhil, bir dizi provokasyona hazırlandığını ifade edildi. Bu açıklamadan bir gün sonra Suriye’de başkent Şam’ın Doğu Guta bölgesindeki Duma’da rejimin kimyasal silah kullandığı iddiası gündeme bomba gibi düştü. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Bugüne kadar işgal ettikleri bölgelerde kullandıkları konvansiyonel silahlarla binlerce masumun ölümünden sorumlu olan Batı dünyası ayağa kalktı. ABD liderliğindeki güçler saldıracağız, saldırıyoruz derken 14 Nisan’da ABD, İngiltere ve Fransa, uçaklar ve gemilerden atılan füzeler ile Suriye’nin başkenti Şam’a saldırdı. Özelde Suriye genelde Orta Doğu’daki kartların bir kez daha karılmasına neden olan gelişmeler zinciri de bu şekilde başladı.

Her zaman yaptığımız gibi filmi başa sarıp, yaşananları ve yaşanacakları derinlemesine incelediğimizde, Suriye üzerinden büyük bir çatışma fayının tetiklenmek üzere olduğunu görüyoruz. Uzmanların aktardığı bilgiler çerçevesinde bu fay hattının Türkiye’yi de olumsuz etkileyecek bir sürece evrilme riski bulunuyor. Bu da seçim sathına girmiş bir Türkiye’yi zorlayacak gibi görünüyor. Özellikle seçim tartışmaları nedeniyle üzerinde fazla durulamayan bu gelişme, dengeleri etkileyecek ve bölgesel bir savaşı tetikleyebilecek bir sürecin işaretlerini taşıyor.

Washington’un Trump Dönemi Hamleleri

ABD’de Donald Trump’un başkan adaylığı, Türkiye’nin de içinde bulunduğu çok sayıda ülkede karikatürize edilerek karşılandı. Ancak seçim propagandası olarak görülen eski yönetime karşı salvoların adım adım hayata geçirilmeye başlanması, Trump’un hiç de öyle karikatür bir figür olmadığını ortaya koydu. Özellikle küresel ölçekte Çin ile ilişkileri Washington lehine değiştirmeye yönelik ekonomik hamleler yapması, Rusya’nın (her ne kadar Amerikan kamuoyunda “Moskova Trump’ı destekledi” iddiaları gündemde tutulsa da) Akdeniz’e inme stratejisine karşı aktif bir politikanın düğmesine basması, Orta Doğu’da da İsrail’i rahatlatıp İran’ı sıkıştıracak adımlara yoğunlaşması bu tespitimizi haklı çıkaran gelişmeler olarak sayılabilir. Ayrıca yine Rusya’ya yönelik İngiltere merkezli taarruzun en büyük destekçisi de Washington yönetimi oldu. Washington’un bölgesel politikalarından etkilenen ülkelerin başında ise Türkiye geliyordu. Seçim propaganda döneminde Obama dönemi Suriye politikalarını eleştirmesiyle umutlanan Ankara’nın beklentileri, Trump başkan olduktan sonra ABD Merkez Komutanlığı CENTCOM’un, PKK/PYD-YPG politikalarını sürdürmeye devam etmesiyle hüsrana uğradı. Özellikle terör örgütü PKK/PYD’ye destek resmileştirilirken, destek kararının altında Donald Trump’un imzası yer alıyordu. Türkiye’nin buna yanıtı Suriye’de çözüm eksenli işbirliğini, Rusya ve İran ile genişletmek şeklinde oldu.

4 Nisan Zirvesi Gelişmeleri Tetikledi

Türk, Rus ve İran yetkilileri, Suriye’deki krizi çözüme kavuşturmak amacıyla 2017 yılının hemen başında, 23 Ocak’ta Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir araya geldi. Daha sonra toplantının yapıldığı yer ile adlandırılan süreç, Batı’nın tüm itirazlarına rağmen adım adım ilerledi. İşte yazının girişinde aktardığımız gelişmeleri tetikleyen de Astana Süreci liderlerinin 4 Nisan’da Ankara’da bir araya gelmesi oldu. Soçi’de geçen yılın Kasım ayında yapılan zirveden sonra ikinci kez bir araya gelen liderler, Suriye’de adım adım çözümü ilerletme kararlılığını aktardı. Zirve, Batı dünyasında yüksek seviyede kaygıyla karşılandı. Örneğin CNN International muhabirinin zirveyi “ABD için daha kötü bir zamana denk gelemezdi. ABD masada olmadığı gibi, Suriye’deki bu üç önemli oyuncu hep beraber ortaya çıktıklarında ne istediklerini, Suriye’deki amaçlarının ne olduğunu biliyordu” sözleriyle değerlendirmesi dikkat çekiciydi. Batı dünyasının yanında yer almasına rağmen Rusya ve Çin konusunda denge politikası izleme eğilimindeki Almanya bile bu zirveden duyduğu rahatsızlığı üst düzeyde dile getirdi.

ABD, Cenevre’nin Pasifize Edilmesinden Rahatsız

ABD’nin liderliğindeki Batı dünyasının rahatsızlığının temelinde, Suriye’de yedinci yılı geride bırakan iç savaşın Orta Doğu’ya yayılmadan sonuçlanmasında, son sözü Astana üçlüsünün söyleme ihtimaliydi. İşte ne olduysa bu zirveden sonra oldu. Bu üç ülkede önce ekonomik göstergeler hareketlendi, dolar yükselişe geçti. Ardından Rusya’dan 6 Nisan’da dikkat çekici bir açıklama yapıldı. Rusya’nın Suriye’deki ateşkesi izleme merkezinin Başkanı Yuriy Yevtuşenko, yaptığı açıklamada “Hükümet güçleri safına geçen Ceyş Ahrar el Aşir militanlarından edindiğimiz bilgilere göre, Suriye’nin güneyindeki silahlı örgütler bir dizi provokasyona hazırlanıyor, buna kimyasal silah kullanımına dair provokasyonlar da dahil” dedi. Ve sadece bir gün sonra Suriye’nin başkenti Şam’ın kuzeyindeki Doğu Guta bölgesindeki yerleşim birimi Duma’da rejim güçlerinin kimyasal silah kullandığı haberleri yayılmaya başladı. Batı bir anda hareketlendi. Trump’ın çıkışı ve Avrupa ülkelerinin desteği ile Suriye’ye yönelik bir saldırı beklentisi arttı. Bam teline ise ABD Savunma Bakanı James Mattis 12 Nisan’da dokundu. ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Joseph Dunford ile birlikte Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesi’nde 2019 savunma bütçesi üzerine düzenlenen panelde konuşan Mattis ana hedeflerini şu sözlerle açıkladı: “Suriye’de iç savaşa katılma niyetimiz yok ve 6 yıldır devam eden iç savaşı Cenevre süreci ile çözmeye çalışacağız.”

“Astana Üçlüsü Tekerimize Çomak Soktu” İtirafı

Mattis’ten bir gün sonra ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde 4 Nisan’daki zirveyi ve Zeytin Dalı Harekatı’nı eleştirerek şu sözleri sarf etti: “Onlar (Erdoğan, Putin, Ruhani) Suriye’yi paylaşmak için oradaydılar… Zaten son derece karmaşık olan duruma Türkiye’nin Afrin’e girmesi eklenince tekere bir çomak daha sokuldu.’

Teker dediği, Washington’un planıydı ve Türkiye, Rusya, İran’ın birlikte verdiği o görüntü ve uygulanan ortak politika Amerika’nın tekerine çomak sokuyordu. İşte kimyasal iddiaları bu açıklamaları gölgeledi. Hedef ABD’nin olmadığı bir çözümün imkânsızlaştırılması, kanalın tekrar Washington’a çevrilmesiydi. Çözümden çok çözümsüzlük bu tekerin yürümesine katkı yapacaktı. Ek olarak DEAŞ’ın bölgede artık eylem yapamaz hale gelmesi ABD’nin bölgedeki varlığının sorgulanmasına da neden olacaktı.

Beklenen saldırı Duma’da inceleme yapılacağı söylenen 14 Nisan’da gerçekleşti. ABD, İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’deki gemilerden atılan füzeler ve uçaklarla yaptığı bombardımanın ardından saldırıların devam edip etmeyeceği tartışıldı. Ancak Washington yönetiminden yapılan açıklamalarda, bu harekâtın bir defaya mahsus olduğu belirtildi. Ancak ABD açısından maksat hâsıl olmuştu. ABD, bölge denkleminde yeniden rol aldı.

Rusya’nın Etkinliğini Azaltmak

Saldırının ana stratejik hedefini Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini önce dengeleme ardından uygulanacak politikalarla azaltmak şeklinde değerlendirmek mümkün. Suriye Gündemi internet sitesinde Necdet Özçelik’in yaptığı analiz dikkat çekicidir. ABD’nin saldırıyı İngiltere ve Fransa ile yaptığına dikkat çekerek şu vurguları yapmakta: “Şüphesiz, ABD’nin Suriye’de müttefik çoğaltma işi ABD’nin saha maliyetlerini azaltacağı gibi Rusya’nın karşısında duran geniş tabanlı bir ittifak da Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini azaltacaktır. ABD öncülüğündeki askeri harekâta katılan Birleşik Krallık ve Fransa gibi iki NATO üyesi ülkenin doğrudan desteği, bu ülkelere askeri üs kullanımıyla dolaylı destek veren Birleşik Arap Emirlikleri ve Güney Kıbrıs (dolayısıyla Yunanistan) ve NATO genel sekreterliğinin harekâta olan söylemsel desteği, ABD’nin Suriye’deki politikasını NATO ve Rusya eksenine taşıma çabası şeklinde okunabilir.”

Türkiye ile Rusya’nın İletişimini Zayıflatmak

Kimyasal silah iddialarının bir boyutu da Türkiye ile özellikle Rusya arasında bir gerilim hattı oluşturmayı amaçlamasıydı. Evet iddia ciddiydi ve kesinlikle araştırılmalıydı. Ancak Ankara’nın ve Moskova’nın Esad rejimine bakış perspektifi farklıydı. Kimyasal iddiaları Türkiye’de ilk başta karşılığını hemen buldu. ABD’nin bölge politikalarına muhalefetiyle bilinen bazı basın organları dahi geçmişteki yaşanan bazı hadiseleri hatırlatarak ABD müdahalesine destek verir yayınlar yaptı. Ancak 9 Nisan’da Bakanlar Kurulu sonrası hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ın, 10 Nisan’da da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı açıklamalar, hükümetin bu konuda itidalli ilerlediğinin göstergesi oldu. Özellikle Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında sürdürülen temaslar ve Ankara’nın olayın uzmanlar tarafından incelenmesi konusundaki net tavrı iki ülke arasında, 24 Kasım 2015’teki uçak düşürme olayındaki gibi bir krizin önüne geçti. Bu da Ankara ve Moskova’nın bu süreçte büyük tecrübe kazandığını ve her konuda istişare yapma kararlılığını göstermesi bakımından çarpıcıydı. Yine de saldırı sonrasında Rusya ve İran ile ortaya konan işbirliği kararlılığı gündemin gerisine düştü.

Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un saldırıdan iki gün sonra yaptığı açıklamada yer alan “Operasyonla Türkiye ile Rusya’nın arasını açtık” sözleri saldırının bu hedefine de işaret ediyordu.

Ayrıca Türkiye ile Rusya arasındaki S-400 hava savunma sistemi alımıyla ilgili tam saha baskı da bu dönemde kapalı kapılar ardında da olsa arttı. Hatta Türkiye içinde sözünü ettiğimiz ilk baştaki rejim karşıtı duruşa karşı Rusya’dan “Teslimat 2019 yılı sonunda olacak” açıklamasıyla mesaj verildi. 3 Nisan’da yine Ankara’da yapılan Erdoğan-Putin görüşmesi sonrasında Savunma Sanayi Müsteşarı İsmail Demir, alımın 2019 yılı Temmuz ayına çekildiğini duyurmuştu. Moskova’nın aktardığımız çıkışı, Ankara’ya bir mesaj niteliği taşıyordu.

Terör Örgütü Nefes Aldı

Peki Türkiye ile Rusya’nın arasını açmak neyin önünü açacaktı? Hatırlayalım: Türkiye, Fırat Kalkanı ile başlayan ve Zeytin Dalı Harekatı’yla devam eden politikayla teröre karşı atağa geçmişti. Bu atak en çok Batı dünyasını rahatsız etmişti. Hatta olası Münbiç veya Fırat’ın doğusu harekâtını durdurmak için her yolu deneyeceklerinin işaretleri verilmişti. Türkiye bu atağında Rusya ile kurduğu güçlü iletişimin faydasını gördü. 4 Nisan’daki zirveye doğru Türkiye, Suriye’de Münbiç ve Fırat’ın doğusu, Irak’ta Sincar ve Kandil’e kadar olan tüm güney sınırındaki hattını terörden temizleme kararlılığını ortaya koymuştu. Bu hedef değişmese de ABD saldırısından sonra hükümet de yeni dengeleri gözeterek hareket etmenin gerekliliğini anlamış gibi görülüyor. Aktardıklarımızla beraber çok sayıda faktörün hesaplandığı bu dönemde, başlığa çıkardığımız bölgesel bir savaşı tetikleyecek başka bir gelişme de önümüzdeki dönemin sinyallerini verdi.

PKK/PYD’nin Himayesi Mısır ve Körfez Ülkelerine Veriliyor

Sputnik’ten Elif Sudagezer’in 14 Nisan’daki saldırıdan üç gün sonra geçtiği haber, Türkiye’de seçim tartışmalarının gölgesinde kaldı. Türkiye’nin hedefleri arasında yer alan Fırat’ın doğusundaki PKK/PYD terör örgütü varlığının Fransa’nın himayesine verildiği yönündeki bilgilerin ve açıklamaların üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişken, Sudagezer’in Wall Street Journal (WSJ) gazetesine dayandırarak verdiği haberde şu bilgiler yer aldı: “Gazete, Suriye’den çekilmek isteyen ABD Başkanı Donald Trump’ın, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Amerikan askerlerinin yerine Mısır ve Körfez Arap krallıklarının askerlerinin konuşlanması için temaslar yürüttüğünü yazdı. Adı açıklanmayan ABD’li yetkililere dayandırılan habere göre Trump’ın yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, kısa süre önce Mısır İstihbarat Servisi Başkan Vekili Abbas Kamil ile bir telefon görüşmesi yaptı. Bolton, Suriye’ye Arap gücü planına Mısır’ın katkıda bulunmak isteyip istemediğini araştırdı. Bolton-Kamil görüşmesi öncesinde de Washington Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar’dan Suriye’nin kuzeydoğusunun yeniden inşasının finansmanı için milyarlarca dolar aktarmalarını istedi. Trump yönetimi söz konusu Körfez krallıklarından bölgeye asker göndermelerini de talep etti.”

Suriye’nin kuzeydoğusu olarak tanımlanan yer, PKK/PYD terör örgütünün ABD himayesinde kontrol ettiği Fırat’ın doğusuydu. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE, zaten bölgedeki gelişmelerde ABD ve İsrail ile uyumlu politikalar izleyen ülkeler olması nedeniyle şaşırtıcı değildi. Ancak haberin içinde Katar’ın da zikredilmesi dikkat çekiciydi. İki gün sonra Katar’ın Suud yönetimi tarafından “Birinci Ortak Körfez Kalkanı Tatbikatı” na davet edilmesi haberi basına yansıdı. Oysa aynı Katar yaklaşık bir yıl önce Suudi Arabistan tarafından teröre destek veren ülke kategorisine sokulmaya çalışılmıştı. ABD’nin o dönem yaşanan krizde her ne kadar Suudi Arabistan’ın safında olduğunu belli etmesine rağmen Katar ile ilişkilerini sıcak tutması ve diplomatik baskıyla Doha’yı kendi yörüngesine çekme politikası son gelişmelerle uygunluk yönünde işaretler taşıyor. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cubeyr’nin, 24 Nisan’daki şu açıklaması ise Katar’ın da bir kıskacın içine sokulmaya çalışıldığını gösteriyor:

“Katar’ın, ABD’nin Suriye’deki askeri varlığının parasını vermesi ve oraya kendi askerlerini göndermesi gerekir. Bunun da ABD Başkanı, Katar topraklarındaki Amerikan askeri üssü üzerinden Katar Devleti’ne sağladığı korumayı iptal etmeden önce olması gerekiyor.”

Katar yönetimi, bu yazı kaleme alınırken, henüz Suudi Arabistan’a bir yanıt vermemişti. Katar’ın bu bölgede Suudi Arabistan ile aynı topa girmesinin Türkiye’den çok İran açısından olumsuz etkileri olacağı belirtilirken, sözü edilen güç ile ilgili temasların sürmesi nedeniyle askeri gücün kısa vadede oluşmasının zor olduğu aktarılıyor. Buna rağmen Türkiye’nin gerek Suriye gerek Irak’taki terör unsurlarına yönelik askeri hazırlık yaptığı dönemde yaşanan ve Suudi Arabistan öncülüğündeki güçler ile İran’ı sıcak çatışmaya sokabilecek bu gelişme ülkemizi zor duruma sokacak nitelikte. Trump başa geldikten sonra ilk yurtdışı gezisini yaptığı Suudi Arabistan ve bağlantılı körfez ülkeleri, ikili işbirliği dozajının yükseltildiği Mısır ile ABD arasında bölgesel askeri operasyon yapma noktasına gelindiği görülüyor.

Bölgeyi Nasıl Etkileyecek?

Peki bu güç kime karşı oluşturulacak? Bu sorunun direkt yanıtı olarak İran gösterilse de bölgeye sınır değişikliğini de içeren bir operasyon olacağı açık. Çünkü oluşturulması planlanan Arap gücü, PKK/PYD terör örgütünün işgal ettiği bölgelere yerleştirilecek. Bu gelişme sadece İran’ı değil, terör örgütüyle mücadele eden Türkiye’yi de doğrudan ilgilendirecek.

Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin de bu tehlikeye dikkat çekerken, İran’ın nüfuz alanı olarak gördüğü Irak, Suriye ve Lübnan arasındaki hattın kesilmesinin planlandığını vurguluyor. Bu güç ile İran arasında sıcak çatışma çıkması ihtimalinin yüksek olduğunun altını çizen İsmail Hakkı Pekin, Yörünge’ye şunları söyledi: “Artık bölgede terör örgütlerini vekaleten kullanarak savaşma durumundan, ülkeler arası bölgesel savaş durumuna geçilebilir. Bunun için de bir Arap gücünü Suriye’nin kuzeyine getiriyorlar. Bu durum hem kaosu derinleştiriyor hem de istediği çözümü dayatıyor.”

Türkiye’ye Fırat’ın doğusu için, İran’a da bölgenin geneli için “Burası Arap ülkesidir ve sorumluluğu Araplara aittir. Ben buradayım” mesajı verildiğinin de altını çizen Pekin, meselenin Türkiye boyutunun çok çetrefilli olduğunu şu sözlerle aktardı: “Türkiye ve İran, orada Arap gücü ile çatışmaya gireceği zaman bölgede gücü oluşturan ülkelerle de bir savaşı göze almış demektir. Özellikle Araplarla İran arasında savaş çıkma riski büyük. Türkiye de girebilir bu savaşa. O zaman da kimin tarafında olacağı tartışmaları olacaktır. Bir tarafta Sünni Araplar öbür tarafta Şii İran. Milli menfaatlerini İran’ın yanında mı yoksa Arapların yanında mı görür? Çok zor bir durum olabilir.” Türkiye ile İran’ın PKK/PYD konusunda işbirliği zemininin olduğunu ancak genel olarak çıkarların uyuşup uyuşmadığını iyi analiz etmek gerektiğini belirten İsmail Hakkı Pekin, meselenin ülkemizi ilgilendiren en önemli boyutunun ise kurulması planlanan “Kürt devleti” olduğunu belirtti. Pekin, Türkiye’nin bunu engellemek için milli menfaatlerine uygun bir politika belirleme zorunluluğunun altını çizdi.

Mete Yarar: Hiçbir Gelişme Tesadüf Değil

Rejim konusunda sert eleştirileriyle bilinen Güvenlik Uzmanı Mete Yarar da ABD’nin kimyasal iddialarıyla ilgili çıkışına tepki göstermiş ve müdahalenin perde arkasındaki asıl amacının, Astana Süreci’ni akamete uğratmak olduğunun altını çizmişti. Yarar, saldırıdan iki gün önce yazdığı köşe yazısında altı çizilecek şu vurguları yapmıştı: “Bu müdahale Esad’a değil, aslında doğrudan müdahale edemedikleri Astana sürecine bir saldırıdır. Çıkacak tablo ise maalesef Türkiye aleyhine olabilir. Asimetrik savaşın birkaç önemli unsuru var. Vekalet savaşları, kara propaganda, terörü bir araç olarak kullanma, manipülasyon, etnik ve mezhepsel savaşlar ve ekonomik saldırılar. Hepsi de son dönemde coğrafyamızda sıkça görülen olaylar.

Rusya’nın İngiltere’de yaşanan casus olayı nedeniyle köşeye sıkıştırılması, İran’da yaşanan doların spekülatif fırlaması, halk hareketleri ve Türkiye’nin yaşadığı döviz hareketlerinin nedensiz ve rastlantı sonucu olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle Suriye’de tırmandırılan gerilim de bunun bir parçası…

Esad’la ilgili görüşüm çok net ve her yerde söyledim. Ancak şu hataya da asla düşmem. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ demem. Bugünküler hayırlı bir iş için gelmiyorlar. Irak’a hangi mazeretle geldiklerini bazıları unutmuş olabilir ama biz unutmadık. Eliniz ve geçmişiniz bu kadar kirliyken sizlere güvenmiyoruz… Pişmiş aşa su katmaya geliyorlar. Suriye kaosu kendi içinde dengeye otururken bu dengeleri altüst etmeye çalışıyorlar. Yani olan maalesef yine sivil halka olacak.” Mete Yarar, son gelişmeleri konuştuğumuzda da benzer düşüncelerini koruyordu. Bölgedeki gelişmelere dikkat çeken Yarar, Arap gücü oluşturulmasının, Macron’un “Türkiye ile Rusya’nın arasını açtık” sözünün ve diğer gelişmelerin alt alta konulduğunda verilen mesajın çok açık olduğuna dikkat çekti. Mısır’ın pozisyonuna da dikkat çeken Yarar şunları hatırlattı: “Son bir yıldır sürekli olarak Mısır’ın aşırı silahlandırılmasının bir nedeni olmalı diye soruyorum. Mısır’a Mistral sınıfı gemiler verdiler. Bakıldığında Mısır’ın böyle bir gemiye hiç ihtiyacı yoktu. Neden verdiler bu gemileri? Silah sistemleri, modern Abrams tankları verildi bu ülkeye? Bunu sorgulamak lazım. Yakın dönemde demek ki bunları kullandıracaklar.” Etrafımızda yaşanan yaşanan bütün gelişmelerin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve Türkiye’yi hedeflediğini söyleyen Yarar, örnek olarak erken seçim kararına Batı’nın itirazını gösterdi: “Erken seçimin 2 ay sonra kararlaştırılmasıyla ilgili Avrupa Birliği’nin tepki göstermesi son derece eleştirilecek bir konu. Onlarda 45 gün olmasına biz itiraz mı ediyoruz? Bizim Anayasamızda 60 gün öncesinden erken seçim kararı alınabileceği yazıyor. Buna kimse itiraz edemez.”

Erken Seçim Kararı Büyük Oyuna Karşı Hamle mi?

Evet, Türkiye tam da böyle bir dönemde erken seçim kararı aldı. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 26 Ağustos önerisi yapmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahçeli ile görüşmesi neticesinde seçim tarihi olarak 24 Haziran’ı işaret etmesi, tartışmaları beraberinde getirdi. En çarpıcı yorumlardan bir tanesi, seçim tarihini bir televizyon kanalında değerlendiren gazeteci Metehan Demir’in şu sözleri oldu: “İstihbarat örgütleri her seçim döneminde Türkiye’ye yönelik operasyonlar yaparlar. Bu örgütlere de baskın oldu bu seçim kararı.” Yörünge’nin bu konuya yönelik sorularını yanıtlayan Demir, bölgedeki ve ülke içindeki duruma dikkat çekti.

Ülke içindeki hainlerin her dönem hareketli olduğuna dikkat çeken Demir, şunları söyledi: “Türkiye seçim sürecine girdikten sonra toplumu demoralize etmek, toplumda kargaşa yaratmak, kamplaşmayı keskinleştirmek anlamında maalesef bu eylemleri yapan hainler bulunuyor. Seçim tarihi bir anlamda onları da hazırlıksız yakalayacaktır.” Olaya sadece terör boyutundan bakmamak gerektiğinin altını çizen Demir, “Mesela artık ekonomik terör de fiziki terör de var. Bu teröristler için de bir planlama gerekiyor. Bunları da hazırlıksız yakalamak amaçlanmış olabilir” dedi. Türkiye’de şu an istihbarat ve emniyet birimlerinin alarmda olduğu bilgisini paylaşan Metehan Demir, yine de her şeye karşı dikkatli olmak gerektiğini belirtti. Demir, bölge ile ilgili gelişmelere de dikkat çekerek şunları söyledi: “Arap gücü konusunda endişeliyim. Bakın ekonomik, fiziki terörün yanı sıra bir de dış politikada içeriye yönelirseniz adamlar boş durmaz. ‘Türkiye seçimden çıksın kaldığımız yerden devam ederiz’ demez. Siz iç siyasi mücadelelerle uğraşırken onlar da hamle yapar.

Fransa’nın, Yunanistan’ın açıklamaları, Akdeniz’de doğalgaz kaynakları üzerinden yapılan çalışmalar vs. vs. Arap gücü de bununla bağlantılı bir şey. Bu süreçte içeride ve dışarıda yaşanacak gelişmelere karşı devletin ve milletin birliği perspektifinden bakmamız gerekiyor.”

Sonuç

Bütün aktardığımız gelişmeler çerçevesinde erken seçime giderken Türkiye adeta cehennemin tam ortasına düşmüş durumda. Suriye ve Irak’tan yönelen tehdit, aynı şekilde yurt içinde (PKK, FETÖ, DEAŞ) terör tehditleri, Yunanistan ile Ege ve Akdeniz’de yaşanan gerilim, Kıbrıs’ta Batı baskısı, ABD ile yaşanan ekonomik ve siyasal bilek güreşi, Rusya ve İran ile ilişkilerin geleceği, bölgedeki belirsizlikler vs. Türkiye’nin önündeki ciddi dosyalar olarak duruyor. Böyle bir ortamda, Cumhurbaşkanı adaylarının ve milletvekili seçim sürecinde siyasi partilerin bölge güvenlik analizlerinin de seçimin sonucunda belirleyici olup olmayacağını göreceğiz. Ancak 24 Haziran sonrasında şekillenecek yeni yönetim yapısının önünde Körfez ülkeleri ve Mısır ile İran arasında olası bölgesel savaş riskinin bulunma ihtimali çok yüksek. Bu da Türkiye’nin erken ama çok zor bir seçim süreci geçireceğinin işaretlerini taşıyor.