Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Vefat

Abdülkadir es-Sufi’nin Ardından…

Dün Abdülkadir es-Sufi’nin, son yıllarda yaşamını sürdürmekte olduğu Cape Town’da  vefat etmiş olduğu haberini aldım. Otuz yılı aşkın bir zamandır tanıdığım, kitaplarından ufkumu açan bir çok şey öğrendiğim Abdülkadir es-Sufi’nin vefatı beni çok üzdü. İnsan ister istemez o günlere dönüyor, geçmiş yılların hatıraları insanın gözünde canlanıyor.

1991 yılıydı. Abdülkadir es-Sufi’nin Muhammedî Yol kitabının çevirisini yeni bitirmiştim. Benim için dört yılı aşkın entellektüel bir serüvene dönüşen bu çeviri sürecinin sonlarına doğru Ankara’daki evimde misafir ettiğim Abdülkadir es-Sufi’nin İngiliz müridlerinden Richard Abdurrezzak Goodall beni Granada’ya davet etmişti. Abdülkadir es-Sufi o dönemde Granada’da yaşıyordu ve benim gideceğim günlerde de Granada’da büyük bir sufi toplantısı (moussem/mawsim) düzenleyeceklerdi.

Madrid’ten Granada’ya vardığımda şehre akşam karanlığı çökmüştü ve bindiğim taksi Albayzin’in daracık sokaklarında bir o yana, bir bu yana kıvrılıp dururken gitmeye çalıştığım Darkavi zaviyesini bulamayacağımızı düşünmeye başlamıştım. Sonunda hafif yokuş bir sokağın ortasında durduk. Genişçe bir avluya açılan kapıdan girdiğimde tam anlamıyla bambaşka bir dünyanın içine dalmış oldum.

Abdülkadir es-Sufi’ye bağlı dervişler Avrupa’nın ve dünyanın dört bir yanından bu önemli toplantı için gelmişlerdi. Kapının açıldığı küçük avludaki kalabalığın arasından ilerlemeye çalıştıkça İngilizce, İtalyanca, İspanyolca ve Arapça konuşmalar kulağıma çarpıyordu. Hemen hepsi Darkavilerin kültürel köklerini yansıtan, Mağriblilere özgü cellabeler giymişti. Kimi fesli, kimi sarıklı, kimi takkeli farklı milletlerden sufiler orada bir araya gelmişti.

Sonra zaviyenin büyükçe mescidinde toplantı başladı. Ben arkalarda bir yerlerde oturmuştum. Esritici bir ritimle hep bir ağızdan Kur’an’dan bölümler, dualar okunuyordu.

Abdülkadir es-Sufi’yi ilk kez orada gördüm. Mescidin ön tarafında yüzü topluluğa dönük olarak oturmuş, bir Darkavi şeyhi olarak ritüeli yönlendiriyordu. Ama, üstündeki cellabe ve boynundaki tesbihin ardında, karizmatik bakışlarıyla son derece zeki bir İskoçyalı entellektüelin olduğu apaçık belli oluyordu. Bunu farkettiğimde, elimde olmadan gülümsediğimi hatırlıyorum.

Granada’da kaldığım süre boyunca kendisiyle birkaç kez görüşme fırsatım oldu. Bir görüşmemizde Muhammedî Yol kitabında anlamakta zorluk çektiğim bazı pasajları sormuştum ve kalan zamanımızda da İslam dünyası ve Türkiye üzerine sohbet etmiştik. Bir sonraki görüşmemizde ise sonradan İslam dergisinde yayınlanacak olan bir röportaj yapmıştım. Otuz yılı aşkın bir zaman önce yaptığımız bu görüşmelerin ayrıntılarını elbetteki hatırlamıyorum. Ama karşısındakini dikkatle dinleyen, düşüncelerini akıcı ve duru bir şekilde ifade edebilen bir kişi olduğu izlenimini edinmiştim.

Daha sonra ise kendisiyle 1995 yılında İstanbul’a geldiğinde de görüşmüştük. O gelişinde yaptığı bazı konuşmalarda ve verdiği konferanslarda çevirmenlik yapmış, kendisini daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. Ben de o tarihlerde kendisinin Türkiye’de Diyalektiğin Sonu adıyla yayınlanan For the Coming Man kitabının çevirisini tamamlamıştım.

***

Beni o genç yaşlarımda asıl cezbeden şey Abdülkadir es-Sufi ve çevresindeki çoğu Avrupa kökenli insanların manevi ve entellektüel arayışlarının sahiciliği olmuştu. Kimliklerinin, kişiliklerinin, kültürel donanımlarının ötesine açılarak yepyeni bir hayata kucak açmışlardı. Abdülkadir es-Sufi görebildiğim, takip edebildiğim kadarıyla bu arayışını sonuna kadar hep sürdürdü. Ve düşünceleri, yaklaşımları hep evrimsel bir süreç izledi. Böyle olduğu içindir ki aslında Abdülkadir es-Sufi’nin kim olduğu, düşüncelerinin ne olduğu üzerine yalınkat konuşabilmek pek o kadar kolay değil. Ama düşünsel yaşamının her farklı evresinde, hakikati arayışındaki sahiciliği görebilmeniz mümkün. Ve onu bizler açısından asıl değerli kılan şey bence tam da bu: düşüncesindeki ve inancındaki içtenlik ve sahicilik.

***

Abdülkadir es-Sufi Türkiye’de, Faslı Darkavi Şeyhi Muhammed İbn el-Habib’in müridi olduğu dönemde tasavvuf üzerine yazdığı kitaplarla biliniyor. Bunlardan en bilineni hiç kuşkusuz Gariplerin Kitabı oldu. 1979 yılında İsmet Özel’in çevirisiyle Yeryüzü Yayınları tarafından basılan bu kitap gerçekten de geniş bir okuyucu kesimi üzerinde derin izler bıraktı. Bunun yanı sıra yine tasavvuf ekseninde yazılmış Yüz Basamak, Ayetlerden İşaretler ve Muhammedî Yol kitapları da yıllar içerisinde Türkiyeli okuyucularla buluştu.

Ama Abdülkadir es-Sufi’yi Türkiye’de tanınır kılan asıl kitaplardan biri 1980 yılında yine İsmet Özel çevirisiyle Yeryüzü Yayınları tarafından yayınlanan Cihad – Bir Temeltasarım adlı kitap oldu. Hayli politik nitelikteki bu kitap ne var ki 12 Eylül Darbesi sonrasındaki politik ortamda pek konuşulmaz oldu. Sonra benim çevirdiğim Diyalektiğin Sonu adlı kitap Abdülkadir es-Sufi’nin politik denebilecek nitelikteki kitaplardan biri olarak 1995 yılında Vadi Yayınları tarafından basıldı ve büyük bir ilgi gördü. 2018 yılında ise bukitabın izleğini sürdürerek dünya bankacılık sistemi eleştirisi üzerinden bir iktidar okuması ve eleştirisi yapan Banka Darbe Tekniği 2018 yılında Kalem Yayınları tarafından yayınlandı.

Ama onun bu ve benzeri kitaplarını salt politik bir eleştiri olarak okumak doğru olmayacaktır. Onun dünya iktidar sistemine yönelik politik eleştirisini ve bunun gerektirdiği politik mücadeleyi İslam fıkhı üzerine inşa etme çabasında olduğu gerçeği mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Ve kendisinin ilk dönem müslümanlarının toplumsal yaşam örüntüsünü çok daha doğrudan yansıttığını düşündüğü Maliki fıkhını esas aldığını burada belirtmemiz gerekir. 1993 yılında yayınlanan Root Islamic Education (Temel İslamî Eğitim) bu çerçevede yazdığı önemli kitaplarından biridir.

Ama Abdülkadir es-Sufi’nin batılı bir entellektüel olarak içine doğduğu batı dünyasına eleştirel bir gözle baktığı kitapları olduğunu da unutmamak gerek. The Ten Symphonies of Gorka König (1989), The New Wagnerian (1990), The Time of the Bedouin: On the Politics of Power (2006), The Interim is Mine (2010), The Engines of the Broken World (2013) Abdülkadir es-Sufi’nin bu çizgide yazdığı ve dolayısıyla da Ian Dallas adıyla yayınladığı kitaplar. Son yıllarda epey çoraklaşan entellektüel hayatımıza biraz derinlik katabilmek bakımından bu kitapların Türkçe’ye kazandırılması doğrusu çok güzel olurdu.

***

Vefat haberini aldığım bir günde, Abdülkadir es-Sufi’nin hayatını ve düşüncelerini anlatan, buna odaklanan bir yazı kaleme almak istemedim. Elim böyle bir yazı kaleme almaya gitmedi. Ama isteyen okuyucular 1992 yılında İzlenim dergisinde yayınlanan “Abdülkadir es-Sufi: Bir Arayışın Öyküsü” başlıklı ve kendisi hakkında epey kapsamlı bilgiler bulunan yazıyı okuyabilir. Bu yazıyı ayrıca Kopernik Yayınları tarafından 2017 yılında ikinci baskısı yapılan Diyalektiğin Sonu kitabının başına eklemiştim, isteyen okuyucular oradan da okuyabilirler. Evet, Abdülkadir es-Sufi bütün hayatı boyunca doğru bildiği yolda İslamiyet’e elinden geldiğince hizmet etmiş bir insandı. Dün, 91 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bize de onun arkasından “Nasıl bilirdiniz?” diye sorulacak olduğunda, “İyi bilirdik,” demek düşer. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

İlme Adanmış Bir Ömür

İktisat tarihçisi değilim, tarihçi de sayılmam. Mehmet Genç Hoca’yı anlamak ve anlatmak bizim haddimizi de vüsatimizi de aşar. Kendisini dinlediğim ve tanıdığım kadarıyla zihnimizde ve gönlümüzde yer eden bazı hususlara işaret etmek istiyorum sadece. Mehmet Genç Hoca’yla ne zaman tanıştığımızı tam olarak hatırlamıyorum. Muhtemelen Bilim ve Sanat Vakfı’ndaki seminerlerinde veya İsam’da tanışmış olabiliriz. İftar sofralarında aynı masada bulunmak şerefine nail olmuşuzdur. İnsan bazı insanlara birden bağlanır, bir söz, davranış, nezaket, zarafet sizi bağlar ve kopamazsınız. Ben de Hoca’ya bağlanmıştım. Hocayla sık denebilecek münasebetlerimiz 2005’te Kültür A.Ş.’de görev yaptığım yıllarda başladı. 2005 Mayıs’ında Erol Özvar’ın girişimleriyle “Türk Tarihçiliği’nde Dört Sima” sempozyumunu gerçekleştirdik. Benim de göreve geldikten sonraki ilk ciddi organizasyonum idi. Halil İnalcık, Halil Sahillioğlu, İlber Ortaylı ve Mehmet Genç’in tarihçiliği dört ayrı oturum halinde konuşulacaktı. İki gün süren sempozyum başarıyla tamamlandı. Sempozyum bildirilerinin kitaplaşması için özel bir gayret sarfettik. Çok şükür Erol Özvar’ın da gayretleriyle Kültür A.Ş. yayını olarak kitaplaştırdık. Ekim 2005’te başlayacak olan kültür ve sanat sezonunda Mehmet Genç hocamıza her ay Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde bir seminer vermesi teklifinde bulunduk. Sağolsun kabul ettiler. Erol Özvar, Amerika’ya gidene kadar birlikte bu seminerleri gerçekleştirdiler. Erol Bey, Amerika’ya gittikten sonra da görevi İhsan Ayal devraldı. Tarık Zafer de başlayan ve uzun yıllar devam eden seminerler hem Hocamıza kolaylık sağlaması hem de Anadolu yakasında da nitelikli seminerlerin başlangıcı olması gayesiyle daha sonra Altunizade Kültür Merkezi’nde yapılmaya başlandı. Hocamızın engin tarih bilgisi ve geniş perspektifli sohbetlerine ortalama 50-60 kişi dinleyici iştirak ederdi. Nitelikli, seçkin, özel, gerçekten ilim ve kültür meraklısı insanlardı. Tarih öğrencilerinin yanı sıra yüksek lisans, doktora öğrencileri, hatta 4-5 kaymakam, hakim ve savcılar da katılırdı. 2005’te başlayan seminerler 2020 yılına kadar kesintisiz devam etti. İlçe belediyeleri, vakıf ve derneklerde hocamızı keşfetti, tanıdı, seminer ve sohbetlere davet etmeye başladı. Bir nesil yetişti bu ilmî, akademik, objektif analiz ve tespitlerle yüklü seminerlerde…

Biz hocamızı seminerleri dışında Fethi Gemuhluoğlu’nu anma toplantıları başta olmak üzere Erol Güngör, Katip Çelebi toplantılarında da dinleme fırsatı bulduk. Fethi Gemuhluoğlu’nu en iyi anlayan, analiz eden ve sevgiyle, minnetle, samimiyetle anlatan bir insandı. Onun değerlendirmelerini yapabilecek insan çok azdı, hatta nadirdi. Erol Güngör’ün en samimi arkadaşıydı. Yıllarca üniversitede aynı odayı paylaşmış, yayımlanan tüm kitapları kendi aralarında bölüşerek okumuş ve her akşam değerlendirmişlerdi. Erol Güngör’ü de ondan dinlemek gerekirdi. Şükür bir iki defa dinlemek nasip oldu. Az konuşurdu, öz konuşurdu. Her bir kelimesini, cümlesini ölçerek, tartarak konuşmaya özen gösterirdi.

Sadettin Ökten hocamızın dediği gibi “deryadil” bir insandı. Zarifti, nazikti, nüktedandı, mütevaziydi, mültefitti, herkese sevgiyle, şefkatle yaklaşır, hiç kimseyi kırmadan, üzmeden sorularını cevaplardı. Mehmet Genç’i özel bir ilgiyle takip etmek istedim, her fırsatta onu dinlemek, buluşmak, kaynaşmak, daha yakından tanımak için can attım. Yine de başarılı olduğum söylenemez, her zaman olduğu gibi ihmalkârdım. Her karşılaştığımızda, seminerine, konferansına iştirak ettiğimde şaşırır, sevinir ve iltifatlarda bulunurdu. Hocamızla birlikte yapmak istediğimiz iki şeyi gerçekleştiremedik, ona üzülürüm. 2006 yılındaydı zannedersem “Cevdet Paşa” sempozyumu yapmak için Mecidiyeköy’de Kültür A.Ş. Genel Müdürlüğü’nde iki veya üç toplantı yaptık. Talebesi Ahmet Cihan Ağabeyle birlikte geldiler. Dört oturum halinde Cevdet Paşa’yı tüm yönleriyle inceleyecek, yurt içi ve yurt dışından davet edilen akademisyenleri davet ederek gençlere ve ilim dünyasına Cevdet Paşa’yı bir kez daha tanıtacaktık. Hoca ilerleyen yaşına rağmen tüm toplantılara heyecanla gelir, bu önemli faaliyeti gerçekleştirmenin heyecan ve mutluluğu yüzüne yansırdı. Fakat maalesef bu anlamlı proje bir yerlere takıldı, anlamadılar, idrak etmediler, önemsemediler ve gerçekleştirme imkanımız olmadı. O yüzden Hoca’ya karşı mahcup olmuştum. İkinci husus ise “Ömer Lütfi Barkan” sempozyumu idi.  Belki de Barkan hakkındaki en kapsamlı bir çalışmaydı. Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdik. Erol Özvar da Amerika’dan gelmişti. Mehmet Genç Hoca hem tebliğ sunmuş, oturum başkanlığı yapmış hem de başından sonuna talebeleriyle, özellikle de Fehmi Yılmaz’la birlikte sempozyumu adım adım takip etmiş, en ufak bir olumsuzluğa meydan vermemek için olağanüstü gayret göstermişti. Sempozyum bildirilerinin kitaplaşmasını hepimiz istiyorduk. Gerekli bütçeyi de temin etmiş ve kararlaştırmıştık. Fehmi Bey, tebliğlerin olgunlaşması için belirli bir süre verdikten sonra tümünü kitaplaşması için toparlamayı başardı. Fakat Genç Hoca her zamanki titizliği ve mükemmeliyetçiliği ile kendi tebliğini bir türlü teslim edemedi. Üç dört yıl kadar izini sürmemize, zaman zaman Fehmi Bey’e sitemlerde bulunmamıza rağmen maalesef takip kitaplaştırmak imkanı bulamadık. Artık sorumluluk Fehmi Bey’dedir, bu önemli sempozyum bildirilerini Mehmet Genç Hocanın tebliğiyle birlikte bir an evvel kitaplaştırmak gerekir.

Mehmet Genç sadece bir tarihçi ve iktisat tarihçisi değildi. Çok yönlü bir insandı, bir kültür adamıydı. Mevki ve makamı, bir takım ünvanları, titrleri hayatı boyunca önemsemedi. Cihan devletinin yönetim sistemini ve ekonomi politikalarını belgeler ışığında anlamak ve açığa çıkarmak için ömrünü feda etti. Başardı da bunu. Kendisinden önceki tüm teori ve hipotezleri geçersiz hale getirdi. İktisat tarihi alanında bir çığır açtı adeta. Analizleri, tespitleri, gözlemleri akla ve sağduyuya dayanırdı. Mehmet Genç bir şey söylüyorsa o bilgiden şüphe etmez, tereddüt yaşamazdınız. Yine de hep ihtiyatlı bir dil kullanmaya özen gösterirdi. İlim yolculusu olan herkese yardımlarını esirgemediği herkesin malumudur ve pek çok kişi tarafından ifade edilmiştir. 15 sayfalık bir makale için 15 bin belgeye göz nuru döken ve 10 senesini verebilen bir insandı çünkü. 80 yaşında olmasına rağmen Başbakanlık Osmanlı arşivine gidiyor, İsam başta olmak üzere kütüphanelerden çıkmıyordu. 82 yaşında iken bile günde 15 saat çalıştığını söylüyordu. Acısı taze, sevgisi ebedîdir inşallah. Bu ülkeye ve millete ilmiyle, kalemiyle bir ömür boyu hizmet etmeyi gaye edinmiş müstesna bir şahsiyetin bıraktığı boşluğun doldurulamayacağı aşikârdır. Eserleriyle, çalışkanlığı ve insanlığı ile yaşayacak ve yaşatılacaktır inşallah. Allah rahmet etsin, mekanı cennet olsun, sevdikleriyle, hürmet ettikleriyle, edeple huzurlarında durduklarıyla buluştursun…

Ömer Faruk Harman Hoca’ya Rahmet Niyâzlarımla

2001 senesiydi. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Sosyolojisi ana bilim dalında yüksek lisansa başlamıştım. Yedi kişiydik ve beraber ihtisâsa başladığım arkadaşlarımın hepsi de ilâhiyat mezunuydu. Aralarında sosyolojiden mezun olan yalnızca bendim. Ana bilim dalı başkanımız Zeki Arslantürk Beyefendi bana; “Siz Fen-Edebiyat Fakültesi mezunusunuz. İki tane de lisans tamamlama dersi almanız gerekiyor.” dedi. Bu, bir akademik zorunluluktu.

Tercihi beraber yaptık. Târihe olan ilgimden dolayı seçtiğim iki dersten biri Dinler Târihi oldu. Yüksek lisans derslerim dışında bir de kendimden on yaş küçük lisans talebeleriyle birlikte Dinler Târihi dersine girmeye başladım. Derse bu sahanın en büyük otoritesi olan Ömer Faruk Harman Bey giriyordu. Kendisiyle ilk karşılaşmam ders ortamında oldu. Dört ay boyunca büyük bir ilgiyle dersini takip ettim. İlerleyen zaman içinde de kendisiyle aramızda daha özel bir hukuk gelişti. 

Dersine girmeye başladığım ilk günden itibaren Hoca’yı sevmiştim. Bilgisi, görgüsü, nezâketi, sahasına hâkimiyeti, çelebi şahsiyeti ve engin tevâzuu ile bir başkaydı hoca. Ciddiyetini muhâfaza ederken espri yapmaktan da geri kalmıyordu. Kendisine güveni tamdı zîrâ. Nitekim dört ay boyunca talebelerinin, iyi niyetini bir kez olsun ihlâl ettiğini görmedim. İnce bir ironisi vardı. Fakat O’nun bu hâli kimseyi rencide etmiyordu. Bazen sınıfa bir soru sorar, kimseden ses çıkmayınca da tatlı tatlı “Ah, sizdeki şu tevâzu yok mu?” derdi. Kompleksleri olan bir insan değildi kesinlikle. Bu gibi ince dokunuşlarla hem öğrenciye takılıyor hem de sınıfı uyanık ve zinde tutmaya çalışıyordu. Doğrusu öğrenciler de hem kendisine karşı çok saygılı hem de gönül okşayıcı tavrından dolayı gizli bir memnuniyet içindeydiler. O’nun kadar öğrencisinin gönlünü fetheden hoca az bulunur.

Lâtif bir üslûbu vardı, büyülenmiş gibi dinlerdiniz kendisini. Hoca’yı iki buçuk saat boyunca dinleyip de; “Ders ne güzel akıyordu, keşke bitmeseydi…” dediğim çok olmuştur.

Zaman içerisinde kendisiyle ilgili olarak bende şöyle bir kanâat oluştu: Hoca, sanki insanlara dinler târihini sevdirmek için yaratılmış husûsî bir varlıktı. Bir insana mesleği ancak bu kadar yakışırdı. Hâlinden, tavrından, ses tonuna kadar bu iş için biçilmiş kaftandı. Kadîm zamanlara ait bir bahsi anlatmaya başladığında yalnızca konuya hâkimiyetiyle değil, üslûbu ve dâvudî sesiyle de sizi o devirlere götürüyordu. Dinletmiyor âdeta yaşatıyordu. Halâvetli bir üslûb ve ses tonuna sahip olduğu için O’nun yanında kendinizi İsa Aleyhisselâm ve havârileriyle beraber Kudüs sokaklarını arşınlarken bulabilirdiniz. Ya da kardeşleri tarafından hâin bir pusuya düşürülerek kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselâmın yanında…

Ayrıca Ömer Faruk Bey, insanlara yardımcı olmayı da seven bir insandı. Bu açıdan dersine girmek bana bir başka açıdan da büyük katkı sağladı. Ders dönemi bitip tez dönemine geçilirken bir araştırma konusu seçmem gerekiyordu. Kendisinden bir dönem boyunca Yahudiliği dinlemiştim. Hoca’nın dersleri sayesinde bu semâvî dine karşı olan entelektüel merakım da artmıştı. Ve sonuç olarak İstanbul Yahudilerini araştırmaya karar verdim. Saha araştırması yapacaktım. O yüzden de cemâat ile irtibat kurmam gerekiyordu. Beni, Hahambaşılığın sekreteri Yusuf Altıntaş Bey ile de tanıştırarak aramızda bir diyaloğun gelişmesine vesile oldu.

Ömer Faruk Bey, çevresinin güven ve saygısını kazanmış bir marka isimdi aynı zamanda. Kendisinin referansıyla Yusuf Altıntaş Bey’i ziyârete gittiğimde bazı ince noktaları îzâh etmek ve niyetimin ne olduğunu anlatmak isteyince Yusuf Bey sözümü keserek bana şöyle dedi: “Gerek yok, Ömer Faruk Bey gönderdiyse tamamdır.” Ayrıca Hoca’ya duyduğu hayranlığı da sözlerine ekledi. 

Hoca’nın, kendisini yakından tanıyanlar tarafından bilinen bir özelliği de İstanbul’daki cemâat liderleri ve rüesâ-yı rûhâniye ile olan yakın temasıydı. Kardinal, patrik ve hahamlar zaman zaman kendisiyle bir araya gelir, teolojik meseleleri tartışırlardı. Onlar bile kendi din ve mezhepleri ile ilgili konularda Ömer Faruk Harman’ı otorite kabul etmişlerdi.

İlim hayatımızın yüz akı olan Türk Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin hazırlanmasında da kuruluş aşamasından (1981) itibaren kendisinin büyük hizmetleri olmuştur. Yıllarca ansiklopedinin mutfağında çalışmış, müellif ve redaktör olarak birçok maddenin te’lîf ve redaksiyonunu gerçekleştirmiştir.

Kendisini İSAM’daki çalışma ofisinde ziyâret ettiğim günlerden birinde bana beş-altı tane madde ismi saymış ve daha sonra da: “Ben yokken masama şu notu bırakmışlar. Ay sonunda ansiklopedinin yeni sayısı çıkıyor. O yüzden de bu maddelerin bir an evvel yazılmasını istiyorlar. İşim çok…” demişti. 

2008-2010 yılları arasında evimi dostlara açmıştım. Haftada bir akşam arkadaşlarla beraber bir ilim adamını evimde ağırlıyordum. Bugün artık bazıları hayatta da olmayan birçok yıldız isim o günlerde hâneme konuk oldular. Onlardan birisi de Ömer Faruk Harman hocamızdı. Davetime icâbet ederek bir akşam evimi teşrif etti. Dört yıl boyunca (2005-2009) din hizmetleri müşâviri olarak görev yaptığı Paris’ten bir yıl önce dönmüştü. Bize, Fransa’daki dinî hayatın seyri hakkında güzel bir sohbet yaptı o akşam. Avrupa’da Hıristiyanlığın ne büyük bir gerileme içinde olduğunu anlattı.

Kendisiyle bundan iki yıl önce son kez telefonla görüşmüştüm. Yine yüksek lisanstan hocam olan Yümni Sezen Bey’den hasta olduğunu işitmiş, bunun üzerine “Geçmiş olsun!” demek, hâl-hatır sormak için kendisini aramıştım. Birkaç gün sonra da Kudüs’e gidecektik. Kudüs yolcusu olduğumuzu duyunca bana aynen şöyle demişti: “Haldun Bey, o mekânlara bir değil, birden çok gitmek gerekiyor. Fakat benim için o yollar artık biraz kapandı. Yahudiler bana televizyon konuşmalarım sebebiyle tavır koydular. Dolayısıyla artık oralara gitmeye çekiniyorum. Gümrükte, hudutta ne olacağı belli olmaz. Ama siz gidin, selâm söyleyin.” Kendisiyle yaptığımız son konuşmada bana söylediği son sözler bunlar oldu.

Tedâvî sürecinde olduğu için de bir daha kendisini rahatsız etmek istemedim, dolayısıyla da aramadım. Vedasıymış meğer, bilemedik…

Üzerinde kendisinin de hakkı olan yüksek lisans tezim, geçtiğimiz yılın ortalarında “Modernleşme Sürecinde İstanbul Yahudileri” adıyla kitap olarak da basıldı. Ziyâretine gidip eserimi kendisine bizzât takdîm etmeyi çok istiyordum. Ne diyelim, nasip olmayacakmış.

Her ölüm erken ve acıdır. Ama bazı ölümler vardır ki, arkasında doldurulması zor büyük boşluklar bırakır. Vefâtıyla birlikte Türk ilim âlemi boşluğu kolay doldurulamayacak bir büyük değerini kaybetti. Sadece ilmiyle değil, fazîlet ve nezâketiyle de marûf bir hocamız sahneyi terk etti.  Hocamıza Cenâb-ı Hak’tan gani gani rahmetler diliyorum. Mekânı cennet olsun. Kendisini hayattayken hep hayırla yâd ettim, bundan sonra da etmeye devam edeceğim.

Batı’nın Bilimi Anadolu’nun İrfanı: Doğan Cüceloğlu

 Üniversite yıllarımdı. Günlerdir iple çektiğim o gün gelmişti sonunda. Doğan Hoca, Çukurova Üniversitesi’ne gelecekti. Kitaplarıyla lise yıllarımda tanışmıştım. O yıllarda aklımda psikoloji tahsili olmamasına rağmen beni psikoloji ve davranış bilimlerine ısındırmıştı kitapları. Şimdi ise bir psikolojik danışman adayı olarak onu canlı canlı dinleyecek ve vereceği her bilgiyi sürekli yanımda taşıdığım not defterime yazacaktım.

 Salona erken gelmeme rağmen hınca hınç doluydu. Ayakta beklemeye başladım. Konferans saati geldiğinde Doğan Hoca bizleri bekletmeden çıktı sahneye. Önce ayakta olan öğrencilere döndü ve “sahneye gelsenize çocuklar, ayakta kalmayın oturun sahnede” dedi. Ben de kalabalıkla beraber sahnede Doğan Hoca’nın hemen arkasında kendime yer bulup onu dinlemeye koyuldum.

 O konferansta çok şey anlattı Doğan Hoca. İlerleyen yaşına rağmen yaklaşık iki saat boyunca ayakta durmadan anlattı tecrübelerini ve hayat hikâyesini. Çok samimiydi en çok buna şaşırmıştım. Hiç öyle otuz yıla yakın ABD’nin en prestijli psikoloji kürsülerinde ders vermiş bir Profesör havası yoktu. Karşımda bir Sigmund Freud soğukluğu beklerken hatıralarını en samimane ve sevecen şekilde anlatan bir psikoloji profesörü duruyordu.

 Öyle bir konuşuyordu ki sanki karşımda okuma yazması olmayan ama söylediği her şeyde buram buram Anadolu irfanı ve feraseti olan köylü dedem konuşuyordu. Ancak anlattıkları Amerika’da yaptığı nice bilimsel çalışmalar sonucunda elde ettiği bilgilerdi. İşte Doğan Hoca’nın beni en çok etkileyen özelliği bu olmuştu. Tüm eserlerinde, konuşmalarında ve çalışmalarında köklerini ve geleneğini asla unutmuyordu. Kültür ve geleneğin bir insanın psikolojisinde ne kadar önemli bir fonksiyon icra ettiğini çok iyi bellemişti. Gerektiğinde kültürel eleştirisini de yapardı lakin bu eleştiriyi kültürün toptan reddi niyetiyle yapmazdı. Batı’nın bilimini ve Anadolu’nun irfanını harmanlıyordu her çalışmasında. İnsandı, hatadan hali değildi elbet. Ama dinlediğim her kelimesinde ve okuduğum her satırında bu iki kaynağın izlerini rahatlıkla görebiliyordum.

 İşte, diyordum her defasında. Psikoloji bilimine böyle yaklaşmak zorundayız. Bazıları gibi üç beş makale okuduktan sonra kültüründen, dininden, coğrafyasından nefret edip kurtuluşu Batı’nın materyalist reçetelerinde arayanlardan olmamalıydık. Zira kökler ve kültür önemliydi. İnsan davranışları ancak kendi kültürü içinde anlam kazabilirdi ve çözüm yine o kültür içinde aranmalıydı. Salt “iyi kültür-kötü kültür, ilerlemiş kültür-geri kalmış kültür” ayrımı yapılamazdı. Doğan Hoca bunu çok iyi idrak etmişti. Bundan dolayı kendini dev aynasında gören ve ithal reçeteler peşinde koşan psikoloji uzmanlarından ayrılıyordu.

 Konferansın sonunda şunu demişti: Gençler, bir işi başarmaya çalışırken şu üç soruyu sorun kendinize

1. Başarı için gereken tüm bilgi ve donanıma sahip miyim?

2. Bu işi yaparken elimden gelen tüm çabayı gösterdim mi?

3. Bu işi şevkle yaptım mı?

Eğer bu üç soruya “evet” cevabını veriyorsanız işi başaramamışsanız dahi üzülecek bir şey yok. Zira artık o Allah’ın takdiridir.

 Bir psikoloji profesörü bana bilgilerinden süzerek tevekkülün tanımını yapmıştı. İşte aradığım yaklaşım buydu. O günden sonra psikoloji bilimine bakışım değişmişti. Kendi insanıma yardım etmek için kültürü, geleneği, dini reddetmek zorunda olmadığımı anlamıştım. Doğan Hoca, o gün belki farkına varmamıştı ama arkasında onu tüm benliğiyle dinleyen o üniversite talebesinin içinde büyük bir aydınlanmaya vesile olmuştu.

Rahmet olsun sana kıymetli Hocam. Seni çok özleyeceğiz. Mekânın cennet olsun.

Kekeç’e CHP’lilerden Nezaket Gösterileri

Ahmed Kekeç kardeşimi dün herkese nasib olmayacak bir takdir ile Eyub Sultan Camii haziresine defnettik.

Vefat haberini alır almaz Mehmet Metiner kardeşim Eyub Sultan belediye başkanına söylemiş, başkan valiyi aramış vali bey de cumhurbaşkanına arz etmiş.

Sağ olsun Cumhurbaşkanımız da Kekeç’e bu cemileyi çok görmemiş.

Allah rahmetiyle muamele buyursun. Kekeç hayatında da kişiliğiyle hemen her kesimden saygı görmüş, vefatında da şanına yakışır bir mekâna defnedilmiştir.

Rabbim seyyiatını hasenata tebdil etsin.

Kekeç edebi kişiliğinin yanı sıra bir polemik ustasıydı, kılıcı keskindi. Ama kılıcının keskinliği muhataplarıyla insani ilişkilerine mani değildi.

Mesela, CHP hakkında oldukça sert eleştiriler yapardı merhum.

Ben milletvekiliyken o dönemde CHP Grup Başkanvekili olan Haluk Koç bey Kekeç’i bana sormuştu. Sonra telefonunu verdim aralarında olumlu diyaloglar geçmiş olmalı Kekeç’in babası vefat ettiğinde Haluk bey baş sağlığı için benden tekrar telefonunu almıştı.

Dün görüştüğüm Haluk bey bana başsağlığı vererek Kekeç’i rahmetle andı.

Bir diğer insani tavır da Kekeç’in en sert eleştirilerinin muhatabı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun çelenk göndermiş olmasıydı! Güzel bir hareket!

Kameraların çokluğu da Kekeç’e medyanın gösterdiği ilgi açısından dikkat çekiciydi.

Herkes maskeli olduğu için cenazeye gelenleri tanımak zordu.

Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın, iletişim başkanı Fahreddin Altun ve Numan Kurtulmuş beyleri tanıdım. Milletvekillerinden Hasan Turan ve A. Hamdi Çamlı’yı gördüm. Akşam gazetesi yayın yönetmeni Mustafa Kartoğlu, Selahaddin Eş ve Yakup Köse’yi de tanıdım. Savcı Sayan da oradaydı.

Definden sonra Selahaddin Eş ve Hasan Turan birlikte ayrılmak üzereyken Eyüb Sultan Kaymakamı İhsan Kara beyin nazik davetine icabet ederek bir müddet sohbet ettik. Oradan da hep birlikte Bahariye Mevlevihane’sine geçtik ve Mehmet Güney beyi ziyaret ettik.

Tabii ki hepimiz Ahmed Kekeç kardeşimizin hüznünü yaşıyorduk.

Kekeç’i 40 yıldır tanırım. Son 30 yıl da aynı (Yeni Şafak ve Star) gazetelerde yazdık. Rahmetli sigarayı biraz fazla içerdi. Ben de tam tersine sigaraya karşı çok hassasım. Gitmeden arardım, gittiğimde soğukta bile pencereleri açık görürdüm. ‘Abi senin hatırına sigara içmiyorum, sen geleceksin diye odayı havalandırıyorum derdi.’

Star dijitale geçtikten sonra Akşam’da yazmaya başladı. Bir ara yazılarını görmez oldum, aradım, telefonda yine espriler yaparak tedavi gördüğünü ama iyi olduğunu tekrar yazmaya başlayacağını söyledi. Hakikaten de birkaç gün sonra yazmaya başladı ama maalesef uzun sürmedi.

Kekeç’in kendisine has bir üslubu vardı. Hele polemik yazılarının müşterisi çok fazlaydı. Polemik ve hiciv ustası Engin Ardıç bile ona hayranlığını gizlemedi. Aslında herkes onun ne yazdığını merak ederdi. Kimilerini küplere bindirir kimilerinin de gazını alırdı.

Yeni parti kuranlar hakkında isim vererek sert eleştiriler yaptığında, ‘İsim verme, fikri ya da olayı eleştir ki herkes ders alsın ayrıca isim verdiğin şahıslar rencide olmasın.’ dediğimde, ‘Abi ya sen çok iyi niyetlisin.’ derdi. Bir müddet isimsiz eleştiriler yazdı. Ama sonunda dayanamadı açık açık herkesi isimleriyle iğnelemeye başladı.

Buna rağmen Kılıçdaroğlu bile çelenk gönderirken başka bir partide siyaset yapan bir arkadaşımızın, ‘”Yollarımızı ayırdığımız eski arkadaşların vefatını duyunca, rahmet diliyoruz ama sormadan da edemiyoruz. Bunca haksızlığa, ölüme, adam kayırmacılığa tek bir itiraz yükseltmemeye değdi mi arkadaş? Belki biraz menfaatlendin ama, bırakıp gittin. Adil olarak anılmaktan büyük servet yok” paylaşımı üzücüydü!

Hülasa, Ahmed Kekeç’i uğurladık.

Büyük kayıp.

Edebiyat dünyasının büyük kaybı.

Medyanın büyük kaybı.

Türkiye’nin büyük kaybı.

Yeri dolacak gibi değil.

Ailesinin başı sağ olsun. Türkiye’nin başı sağ olsun.

Mevla rahmetiyle muamele buyursun.

Evet, nihayetinde hepimizin varıp dayanacağı kapı, sığınacağı yapı iki metrekarelik bir kabirden ibaret.

Temiz bir kalb ve salih amellerin dışında paranın, pulun, malın, mülkün, mevkiin ve evlatların fayda etmediği bir âleme göç edeceğiz.

Hepimiz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz.

Rabbim hepimize hayırlı akıbetler nasib eylesin.