Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Seçim 2018

Türkiye’nin Kader Seçimi

Hem Cumhurbaşkanlığı hem de Meclis için 24 Haziran’da sandık başında olacağız. Türkiye’nin etrafı ateş çemberiyken girdiğimiz bu hayati seçimden çıkacak sonuç, yurt içi dengeler açısından olduğu kadar çevremizdeki gelişmeler açısından da belirleyici olacak. Türkiye’de 25 Haziran’da oluşacak siyasi iradeyi, Ege’den Ortadoğu’ya uzanan dış sorunlar yanında terör örgütleri ve ekonomi başta olmak üzere zorlu bir süreç bekliyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 18 Nisan’da erken seçim tarihini açıkladığı konuşmasında “Türkiye’nin bekası için” vurgusu yapınca, çok sayıda kişi beka meselesini sorguladı. Yörünge ailesi olarak bizler de Mayıs sayımızda bu beka vurgusunun altında neler olabileceğini ayrıntılarıyla işledik. Erken seçim tarihi geldi çattı. Bu ayın sonuna doğru 24 Haziran’da iki ayrı seçim için sandık başında olacağız. Hem Cumhurbaşkanı adayımızı hem de desteklediğimiz siyasi partinin milletvekillerini Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde güçlü bir şekilde görmek için bir mücadele vereceğiz.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu olan 24 Haziran’da bir aday tek başına çoğunluğu sağlayamazsa o zaman 8 Temmuz’da Cumhurbaşkanı’nı seçmek için bir kez daha sandığa gideceğiz.
Cumhurbaşkanlığı için 6 aday yarışıyor. Mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yanında Muharrem İnce, Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu, Doğu Perinçek ve Selahattin Demirtaş cumhurbaşkanlığı için aday. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet Halk Partisi adayı Muharrem İnce ve Halkların Demokratik Partisi’nin adayı Selahattin Demirtaş partilerinin grup kararıyla; İyi Parti adayı Meral Akşener, Vatan Partisi adayı Doğu Perinçek ve Saadet Partisi adayı Temel Karamollaoğlu da Yüksek Seçim Kurulu’na verilen 100 bin imza ile aday oldular. Meclis seçimlerinde ise AK Parti ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı; CHP-İyi Parti ve Saadet Partisi’nden oluşan Millet İttifakı ile Vatan Partisi, HDP ve Hüda Par yarışacak. Büyük Birlik Partisi Cumhur İttifakı çerçevesinde AK Parti listelerinden, Demokrat Parti de Millet İttifakı çerçevesinde İyi Parti listelerinden seçimlere girecek.

Önce ittifakların protokolleri Yüksek Seçim Kurulu’na verildi. İttifakları oluşturan partiler bu protokollerde, neden biraraya geldiklerini, amaçlarının, hedeflerinin ne olduğunu anlattı. Ardından siyasi partiler beyannamelerini de açıklamaya başladı. Bu satırların yazıldığı saatlerde Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan partisinin seçim beyannamesini açıklıyordu.

25 Temmuz’da iktidar olacak siyasi iradenin ve Cumhurbaşkanı’nın yüz yüze geleceği gündemleri düşündüğümüzde zorlu bir döneme girdiğimizi görüyoruz. Türkiye gerek giderek artan jeopolitik önemi gerek iç tehditler gerekse de çözülmesi gereken sorunlar nedeniyle gerilimden, tartışmadan kurtulamıyor. Çok kullanılan bir ifadeyle Türkiye’de bir ayda yaşanan olaylar, başka bir ülkede 10 yılda yaşanmıyor. Bu gerçek hiç değişmiyor. Seçim sonrası oluşacak siyasi iradenin önünde farklı bir tablo olmayacak. 25 Haziran’da ortaya çıkacak siyasi iradenin hangi temel sorunlarla karşılaşacağına dair özet bir dosya hazırladık. İşte içte ve dışta yeni siyasi iradenin önünde bulacağı dosyalar:

Fetö ile Mücadele

Yaklaşık 40 yıldır devletin tüm birimlerine sızmaya çalışan ve 15 Temmuz’da devleti ve ülkeyi vekâlet aldıkları güçler adına işgale kalkan Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadele, Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri olmaya devam edecek gibi görünüyor. Seçim sürecinde 25 Haziran’da oluşacak tabloya göre yeniden harekete geçme yönünde işaretler gösteren bu örgütlenmeyle mücadeleye, siyasi parti tabanlarının neredeyse tamamına yakını büyük destek veriyor. Ancak tartışmalar genellikle “yeterince mücadele edilmediği” yönündeki eleştirilerle, partilerin birbirlerine yönelik bazı suçlamaları ekseninde oluyor. Hangi aday Cumhurbaşkanı olursa olsun veya TBMM’de hangi tablo oluşursa oluşsun bu mücadele, Türkiye’nin bekası açısından hayati öneme haiz. Halen birçok kurumda kripto unsurların ortaya çıkması, bu terör örgütünün başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere yurtdışında yaşayan militanlarının Türkiye aleyhine çalışmalarını sürdürmesi gibi nedenlerden dolayı bu mücadelede oluşabilecek bir zaaf, ülkemize çok ciddi zararlar verecek türden. Hazırkıta bekleyen beyni yıkanmış militanlar, oluşabilecek bir zaafta yeniden ortaya çıkabilir ve saldırılarını açıktan tekrarlayabilirler. Bunun çok sayıda örneği var. En çarpıcıları Danıştay saldırısı, Hrant Dink suikastı, kumpas davaları, PKK/DEAŞ gibi örgütlerle kurdukları ittifak, 15 Temmuz darbe girişimi ve Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlov’a yönelik suikast. Bu nedenle bu örgütle mücadele, beka sorunumuzun köşe taşlarından biri.

PKK Terör Örgütü ile Mücadele

Türkiye’nin bir başka önemli sorunu da bölücü terörün merkezindeki PKK terör örgütü ile sürdürdüğü mücadele. Açılımlar sürecinin geride kalmasıyla birlikte 24 Temmuz 2015 tarihiyle başlayan ve bugüne kadar devam eden kapsamlı operasyonlarda, yurt içindeki terör kampları yerle bir edilirken, yaklaşık 5 bin olan terörist sayısının yurt içinde bine kadar düştüğü belirtiliyor. Bu teröristlerin büyük çoğunluğu da kafalarını kaldıramayacak bir şekilde sindirilmiş durumda. Çünkü kısa adı SİHA olan silahlı insansız hava araçlarımız, ininden çıkan teröristleri anında imha edecek operasyonları gerçekleştiriyor. Ayrıca terör örgütünün siyasi uzantıları üzerinden yürüttüğü bölücü ve yıkıcı faaliyetlere yönelik özellikle son iki yılda alınan sert tedbirler, örgütü büyük ölçüde etkisiz hale getirdi.

Irak’a yönelik halen devam eden sınır ötesi harekâtlarla örgüt, cephe gerisi olarak nitelendirdiği bölgelerde de büyük darbe yedi. Irak’ın kuzey doğusunda ilerleyen askerlerimiz, şu an Kandil’e çok yaklaşmış durumda. 24 Haziran seçimleri sonrasında Kandil’e bir operasyon yapılması kimseyi şaşırtmamalı. Elbette bunun için bölge ülkeleriyle kurulacak iletişim de büyük önem taşıyor. Yeni oluşacak siyasi iradenin en az FETÖ ile mücadele kadar önemli olan PKK ile mücadeleyi de gündemine alması, vatanımızın geleceği açısından zorunlu.

Suriye İç Savaşı

En uzun sınırımızın olduğu Suriye’de yaşanan iç savaş geçen Mart ayında 7. yılını doldurup 8. yılına girdi. Bu süre zarfında Türkiye’yi tehdit eden PKK/PYD terör örgütü Suriye’nin kuzeyinde çok ciddi bir alanı işgal etti. Burada esas sorun, bu işgalin en büyük destekçisinin NATO’daki müttefikimiz ABD olmasıydı. Terör örgütü bu destekle önce Suriye’nin kuzeyinde birbirinden toprak olarak bağımsız 3 bölgeyi işgal ederken, sonrasında da kuzey bölgesinin doğusundaki ve ortasındaki bölgeyi birleştirdi. DEAŞ/IŞİD gerekçesiyle Batı kamuoyunda meşrulaştırılan terör örgütü, gözünü Fırat’ın batısına ve Afrin bölgesine dikti. İlk adım olarak Fırat’ın batısındaki Münbiç işgal edildi. Sırada Afrin vardı. Amaç bir koridor oluşturarak Türkiye’yi güneyden kuşatmak, Türkiye’nin Suriye ile bağlantısını kesmek, Suriye’yi bölmek, oluşturulan koridorla Irak’ın kuzeyindeki etnik bölgeyi Akdeniz’e bağlamaktı. Böylece ABD liderliğindeki Batı dünyası, bu yapı aracılığıyla hem Orta Doğu’da hem de Doğu Akdeniz’de gücünü ve müdahale alanını genişletecekti. Bu planın hayata geçmesi için devletin içine sızan FETÖ unsurları da büyük katkı yaptı. Provokasyonlar yanında ABD yardımları da PYD’nin alan genişlemesine yol açtı. Ancak önce yurt içinde PKK’ya yönelik operasyonların artması ardından da FETÖ’cülerin temizlenmesiyle beraber Türkiye, sınır ötesi operasyonlara başladı. Önce Fırat Kalkanı, ardından da Zeytin Dalı Harekâtlarıyla PKK/PYD’nin, daha doğrusu arkasındaki gücün koridor hayali tarihin çöplüğüne atıldı.

Suriye iç savaşı, başta mülteci sorunu olmak üzere çok sayıda sorunu Türkiye’ye taşıdı. Ancak 2017 yılı başında Türkiye, Rusya ve İran’ın Astana’da masaya oturarak başlattığı süreç, iç savaşın sonuçlanması yönünde de umut ışığı oluşturdu. Çatışmasızlık bölgeleri oluşturularak tamamen olmasa da silahların büyük oranda susturulması sağlandı. Ancak sorun henüz bitmiş değil. PKK/PYD terör örgütünün Münbiç ve Fırat’ın doğusundaki işgali sürüyor. Ayrıca İdlib bölgesinde yaşanabilecek ciddi bir çatışmanın da Türkiye’ye olumsuz yansımaları olabilir. Suriye’nin geleceğindeki bu belirsizlik, önümüzdeki uzun yıllar boyunca gündemimizi meşgul edecek gibi görünüyor.

İran’a Yönelik Taarruz

Bu sayımızda ayrıntılı olarak irdelediğimiz Batı dünyasının İran’a yönelik taarruzu da iktidarın önündeki önemli bir dosya olacak. Suudi Arabistan liderliğindeki Arap ülkelerinin İran’la sıcak çatışma ihtimali bize de yansıyabilecek sorunların fitilini ateşleyebilir. Özellikle Arap ve Fars merkezli etnik, Sünni ve Şii merkezli mezhepsel bir sıcak çatışma, bölgede vekâlet savaşları sonrasında ülkeler savaşını tetikleyecek gibi. Başta PKK/PYD olmak üzere terör örgütlerinin muhtemel çatışma bölgelerindeki varlığı da endişeleri artırıyor. Bu örgütlerin muhtemel bir ülkeler arası savaştan faydalanması durumunda, Türkiye’nin de toprak bütünlüğü tehlikeye girecektir. 25 Haziran’da oluşacak iktidar yapılanmasının, bu mesele üzerinde de yoğun mesai harcaması gerekecek.

Ege ve Akdeniz

Önümüzdeki dönemde sadece güneydoğuda değil Akdeniz ve Ege deniz sınırlarımızda da önemli gelişmeler olacak gibi görünüyor. Ege’de Yunanistan’ın, Doğu Akdeniz’de ise ABD, AB, NATO, Yunanistan, İsrail ve Mısır gibi ülkelerin, Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin en doğal haklarına yönelik saldırgan tutumu sürüyor. Yunanistan 1923 Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşmasıyla silahsızlandırması gereken adaları silahlandırmakta bir çekince görmüyor ve Ege Denizi’nde askeri tatbikatlar yapıyor. Bu gerilimin temelinde Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki 6 deniz mili olan karasularının genişliğini 12 mile çıkarmaya çalışması yatıyor. Benzer sorun kıta sahanlığında da yaşanmakta. Bu gerilimin bir benzeri Doğu Akdeniz’de Kıbrıs adası çevresinde yaşanmakta. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, arkasındaki güçlerin de desteğiyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin münhasır ekonomi bölgelerini işgal etmekte bir beis görmüyor. Türkiye’nin tüm uyarılarına rağmen bu güçler, KKTC açıklarındaki enerji sahalarında arama tarama çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye’nin Kıbrıs konusunda yıllardır sürdürdüğü, uzlaşmaya açık ancak tek taraflı taviz vermeye kapalı tutumu devam ettiği için henüz amaçlarına ulaşmış değiller. Açık söylemek gerekirse, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meselesi bir devlet meselesi olduğu için 25 Haziran sonrası hangi tablo oluşursa oluşsun bir değişiklik olacağını beklemiyoruz. Ancak ülkede oluşabilecek bir belirsizlik veya gerilim, dikkatleri içe çevireceği için bu durum dış politikayı olumsuz etkileyebilir. Bu sebeple Kıbrıs ve Doğu Akdeniz konusunda olumsuz bir tablo oluşabilir. Hele de Batı’nın, Birleşmiş Milletler üzerinden yeni bir Annan Planı yıkımı planlanıyorken.

Uluslararası Politika

Türkiye 1952’den bu yana NATO ülkesi olmasından dolayı Batı kutbunun ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Soğuk Savaş döneminde Kıbrıs Barış Harekatı haricinde ilişkileri kopma noktasına getiren bir gerilim de yaşanmadı diyebiliriz. Ancak Soğuk Savaş bittikten sonra genelde Orta Doğu özelde de Türkiye içi ve çevresindeki Kürt meselesi ekseninde kırılmalar yaşandı. Dönem dönem Batı kutbuyla ciddi gerilimler yaşandı. Hatta 1990’lardan günümüze PKK/PYD eksenli mücadelede dolaylı olarak da olsa cephe cepheye gelindiği oldu. Günümüzdeki en ciddi tartışmalardan biri olan NATO üyeliği konusunda siyasi partilerin birkaçı hariç neredeyse tamamı “devam” yönünde görüş beyan ediyor. Bu, bir anlamda devlet kararı olarak da görülüyor. Ancak bu durumun başta bölgedeki komşularımız olan Rusya, İran gibi ülkelerle işbirliğimizi etkilememesi yönünde bir görüş ağırlık kazanmış durumda. Bunda, Batı dünyasının ve NATO’nun terör örgütlerine destek verdiğinin ortaya çıkması, Türkiye’nin ulusal güvenliğini ve çıkarlarını hiçe sayması çok etkili oldu. Bu çerçevede Türkiye’nin kendi güvenliği için Suriye konusunda Rusya ve İran ile işbirliği öne çıktı. Yine bu dönemde Rusya’dan S-400 alımı kararlaştırıldı.

Ayrıca uzak Asya’da gelişen büyük güç Çin ile ilişkiler geliştirilmeye başlandı. Günümüzün İpek Yolu olarak adlandırılan Kuşak Yol Projesi’nde Türkiye kritik güzergâhlardan biri haline geldi. Suriye, Irak ve terör sorunlarının bir nedeninin de Kuşak Yol güzergâhının kesilmesi olduğu yönünde ciddi analizler yapılıyor. İşte böyle bir dönemde siyasi iradeyi kontrol edecek iktidarın çok dikkatli ve ulusal çıkarları öne çıkaran bir diplomasi izlemesi gerekiyor.

Ekonomi

Büyüme konusundaki veriler her ne kadar olumlu olsa da ekonomide gerek finans gerekse finans bağlantılı üretime ve çarşı-pazara yansıyan ekonomik sıkıntılar öne çıkmaya başladı. Dövizdeki hareketlilik, yatırımcıyı ve vatandaşı tedirgin ediyor. İktidar bunun dış kaynaklı olduğunu açıklıyor ancak vatandaşın tedirginliği geçmiyor. Bu noktada üretime odaklı ekonomik model önerileri öne çıkıyor. Cumhurbaşkanı adaylarının ve siyasi partilerin, 25 Haziran sonrası için önerdikleri politikaların iyi incelenmesi ve sandığa gidildiğinde bu çerçevede yüzeysel değil, temele dayalı çözümlere onay verilmesi hepimiz açısından büyük önem arz ediyor.

Sonuç

Türkiye gerek bölgesel gerek küresel anlamda çok önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçiyor. Türkiye’nin seçiminin dünyayı da en az bizler kadar ilgilendirdiği aşikâr. Mayıs ayı içinde yaşanan iki kritik seçim de bunun göstergesi. Ülke gücü olarak Türkiye’nin çok gerisinde olan Venezuella ve Irak’ta yaşanan seçimler, adeta küresel ve bölgesel bilek güreşinin sahası haline geldi. Venezuella’da ABD’nin ısrarla yıkmaya çalıştığı Nicolas Maduro, seçimleri büyük çoğunluğun oyunu alarak kazandı. Ancak ABD, muhalif olduğu her ülkede yaptığı gibi seçimleri tanımadığını açıkladı. Maduro yönetiminin bu tavra karşı hamlesi, ABD büyükelçisine ülkeyi terk etmesi için süre vermesi oldu. Burada önemli bir ayrıntıyı da aktarmakta fayda var: ABD’nin tavır aldığı Maduro’yu ilk tebrik eden liderlerden biri Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu.

Irak seçimlerinde Mukteda es Sadr liderliğindeki ittifakın seçimleri kazanması, Türkiye’yi etkileyecek bir dönemeçe işaret ediyor. Şii olmasına rağmen İran’a mesafeli olan Sadr’ın seçimlerden sonra yaptığı ilk işlerden birinin, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün komutanı Kasım Süleymani’ye “Ülkeden ayrıl!” çağrısı yapması İran’a karşı daha bağımsız bir tutumun işaretlerini taşıyor. İran’a yönelik taarruzun önem kazandığı dönemde, seçim sonrası oluşacak koalisyonun gelecek planlaması da merakla bekleniyor. Böyle bir dönemde Türkiye’deki seçim sonuçlarının küresel ve bölgesel etkilerinin, bu ülkelerin seçimlerine göre çok daha önemli olduğu kesin. 25 Haziran’da iktidara gelecek lider ve siyasi yapı ağırlıklı olarak ana başlıklar halinde değindiğimiz dosyalarla bağlantılı sorunları çözmekle uğraşacaktır. Bir anlamda 16 Nisan 2017 referandumu sonrası oluşacak yeni sistem, ilk sınavında Türkiye’nin kaderinin ne olacağını belirleyecektir. Sonucun devletimiz, milletimiz ve tüm insanlık adına olumlu olmasını gönülden temenni ederiz.

24 Haziran Seçimleri Ne Anlama Geliyor?

24 Haziran Milletvekili Genel Seçimlerinin daha önce yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinden en önemli farkı, seçimlere açık, yasal ittifaklarla girilmesidir. Bu uygulama hiç şüphesiz milletimizin yararına olacaktır. Bu yarar bu seçimde olmasa bile, daha sonraki seçimlerde daha net ortaya çıkacaktır. İttifak sisteminde boşa giden oylar olmayacağı gibi, baraj altında kalan partilerin sayısı da azalacaktır.

Eski Sistemden Yeni Sisteme

Yaklaşık yüz yıl sonra köklü bir sistem değişikliği anlamına geliyor. Ne idiği belirsiz, karmaşık, karmakarışık, kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan bir sistemin bir düzene, bir ayara, bir ahenge girmesi anlamına geliyor. İki başlı bir sistemin, tek başlı olması anlamına geliyor.

Kuvvetler ayrılığı kavramı çerçevesinde yutturulan, kuvvetlerin iç içe olduğu bir sistemden, kuvvetler ayrılığı sistemine geçiş anlamına geliyor. Rahmetli Hasan Celal Güzel’in sıkça dile getirdiği jüritokrasi yani yargıçlar hâkimiyeti sisteminden, milletin hâkimiyetine yani demokrasiye geçiş anlamına geliyor.

Yürütme ile yasamanın birbirinden ayrılması ve yasamanın yürütmenin yanlışlarına ortak olmaması, yürütmenin yanlışlarına göz yummaması anlamına geliyor. Yürütmenin kendi işine yasamanın kendi işine bakması anlamına geliyor. Yürütmenin konunun uzmanı olmayan vekillerin tasallutundan kurtulması, kurtarılması; yürütmenin konusunun uzmanı olan kişilerin eline geçmesi anlamına geliyor.

Milletin vekili olan kişilerin iş takibinden kurtulması, ülkeyi daha güzel geleceğe taşıyacak yasalar üzerine kafa yorması anlamına geliyor. Hemen olmasa da bundan sonraki seçimlerde TBMM’nin daha bilgili, daha kaliteli, daha seviyeli, daha uzman, daha güzel, kendi ayağı üzerinde durabilen insanlardan oluşması anlamına geliyor.

Yürütmenin odaların, baroların, sendikaların, medyanın, finans dünyasının, kısaca güç odaklarının tasallutundan ve vesayetinden kurtulması, ülke ve millet için daha güzel, daha faydalı işler yapması anlamına geliyor. Ülkenin ve milletin 27 Mayıs ve 12 Eylül Darbe Anayasalarının şerrinden, prangasından, kösteğinden, engellemelerinden kurtulması/ kurtarılması anlamına geliyor.

Hükümet sürelerinin uzaması, demokrasimizin ayak oyunlarından kurtulması, daha yeni yaşadığımız yüz kızartıcı, insanlık onurunu zedeleyici milletvekili transferlerinden kurtarılması anlamına geliyor. Her hükumet değişikliğinde bürokrasinin baştan aşağı yenilenmeden, işlerin belli bir düzen içinde yürümesi anlamına geliyor. Devletin danışılmayan danışmanlardan, oturacak yer bulunamayan deneyimli bürokratlardan ve çalışandan daha çok sayıda merkezde oturan valilerden kurtulması anlamına geliyor.

İş takibi için milletvekilliğinden sonra Ankara’dan ayrılmayan eski vekillerden kurtulması, eski vekillerin deneyimleri varsa, bu deneyimlerini halkımıza anlatabilmek ve onların gönüllerine girebilmek amacıyla halkımızın arasına karışması, halkımızın kerametleri kendilerinden menkul vekillerimizden istifade etmesi anlamına geliyor.

Karizması olmayan, partilerine lider bile olamayan, halkın içinde hiç karşılığı bulunmayan, kendi gayretiyle bir mahalleye muhtar, bir derneğe başkan bile olamayacak olan; milletin töresine, kültürüne, inancına, tarihine, değerlerine ters hatta düşman olan kişilerin devletin başına gelememesi anlamına geliyor.

Bu aziz milletin kendisine dar gelen hastalıklı, öksürüklü, defolu, ucube bir sistemden kurtulup, kendisini geleceğe taşıyacak bir yönetim sistemine kavuşması anlamına geliyor. Tıkanan, iş yapamaz hale gelen, her türden güdülmeye açık bir sistemden kurtulup; bizi bizim yöneteceğimiz bir sistemle buluşmamız anlamına geliyor. Tarih boyu bir çadır kurma kolaylığında devlet kuran bu aziz milletin dönen talihi çerçevesinde, tıpkı Osmanlı Cihan Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti Cihan Devleti Yürüyüşünü daha kolay yapacağı bir sistemle tanışması anlamına geliyor.

Sistemin Ahtapotlaşması

Biraz siyasetle ilgilenen, biraz tarihi geçmişinden haberdar olan, biraz gelecek hesabı yapan, biraz devlet ve milletçe güçlü olma düşü gören, biraz Cihan Devleti sevdası taşıyan, biraz aklı eren insanlarımızın yıllardır üstü açık veya kapalı dile getirdikleri bir sistemdir Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi.

Nitekim 1997 yılında yayınlanan “Sistemin Ahtapotlaşması” başlıklı kitabımda bu sistemi şöyle dile getirmişim:

“Öyle bir idari yapılanmaya gitmeliyiz ki: Hem milletin beklediği görevler en etkin bir biçimde yerine getirilmiş olsun… Hem de millete gereğinden fazla yük oluşturmasın. Bu iki şey arasındaki denge gerçekten çok önemlidir. Eğer idari yapılanma milletin beklediği görevleri etkin bir şekilde yapacak biçimde organize edilmemişse, yönetim boşluğu doğar ki bu boşluk hayatın dinamiği içinde, istenmeyen birileri tarafından doldurulur. Bu da anarşi ve zulme sebep olur. Eğer idari yapılanma millete gereğinden fazla yük oluşturacak bir biçimde şekillenmişse, bu zaten bir zulümdür. Bu nedenle, yönetimin görevlerinin çok iyi belirlenmesi gerekir. Aksi halde, yönetim, devletin görevi olmadığı halde, üzerine aldığı birçok görevin altından kalkamaz ve içinden çıkılmaz bir kargaşaya yol açmış olur.

Ülkemizin bugünkü sıkıntısı budur. Yönetim, gereğinden çok büyük ve hantal bir idari yapılanma içine girmiş ve milletin kendi hesabına çok rahatlıkla, çok daha iyi, çok daha çabuk, çok daha ucuz yapabileceği birçok şeyi üzerine almış; daha sonra da bu işlerin altından kalkamadığı gibi, içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Bu arada, yetersiz kaldığı bu işler için milletten aldığı vergileri çarçur ettiğinden, millete zulüm eder bir konuma düşmüştür.

Öyleyse nasıl bir idari yapılanma? Yönetime, sadece yönetim görevini veren… Yönetimi üretimden, ticaretten ve hizmet sektöründen yani “paradan uzak tutan” bir idari yapılanma. Sadece organizasyon görevi üslenen, kurallarını koyan ve denetleyen bir yönetim… Herkesin işini herkese veren yani Anadolu deyimiyle “ekmeği ekmekçiye veren ve bir ekmek de fazla veren” bir yönetim yapılanması…

Tıpkı bir trafik memuru gibi, bir yönetim… Yani yolu trafiğe açık tutan, arabaları hizaya sokan, fakat şoförlüğe kalkışmayan bir yönetim… Tıpkı bir çoban gibi, sürünün bazen önünden giderek yol gösteren; fakat çoğu zaman arkasından giderek, geride kalanlara yardım eden ve böylece sürünün birbirinden kopmasını önleyen; bu arada katiyen önde gidenlerin önünü kesmeyen; kendi gidebilenleri sırtlamaya kalkmayan bir yönetim… Tıpkı bir hakem gibi, iki takımın kapışmasını yöneten; fakat katiyen çalıştırıcı ve oyuncu olmaya özenmeyen bir yönetim… İşçiyle, işverenle, öğrenciyle, öğretmenle karşı karşıya gelmeyen yani taraf olmayan ve çeşitli grupların aralarında olabilecek ihtilaflarda kendisine başvurulan, adaletinden şüphe edilmeyen bir yönetim… Milletine yol gösteren, yön gösteren, zenginin önünü açan ve sadece öğüt veren, fakirin elinden tutan ve yardım eden, gayretli, özverili ve vakur bir yönetim… Kısacası yükü hafif, pahası ağır, gölge etmeyen ve ışık olan bir yönetim…

Böyle bir yönetim nasıl yapılanacak? Ülkemiz yönetiminin en acil meselesi yetkinin kimde olduğunun bilinmesi, yani yönetimin iki başlılıktan kurtarılmasıdır. Bunun için üç yol gözükmektedir. Yetkiler ya başbakanda toplanacak ve Cumhurbaşkanına sembolik bir görünüm verilecektir: Almanya ve İngiltere’de olduğu gibi… Ya yetkiler Cumhurbaşkanında olacak ve başbakan bir bakan gibi fonksiyona sahip olacaktır: Rusya ve Fransa’da olduğu gibi… Ya da başbakan ve cumhurbaşkanının yetkileri Cumhurbaşkanında toplanacak ve başbakanlık müessesesi ortadan kalkacaktır: Amerika’da olduğu gibi…

Bizim millet olarak tarihi geçmişimizdeki yönetim anlayışımız yetkinin Cumhurbaşkanında toplanması doğrultusundadır. Bu bakımdan, yetkilerin Cumhurbaşkanında toplanması ve başbakanlığın ikinci plana itilmesi, yani başbakanın Cumhurbaşkanı yardımcısı gibi bir konumda bulunması en doğal olanıdır.

Doğal olarak bu durumda, Cumhurbaşkanı ve yardımcısı durumundaki başbakan doğrudan doğruya, iki dereceli bir seçimle, halk tarafından seçilecektir. Cumhurbaşkanı, meclisin içinden veya dışından, hükümetini oluşturacak ve meclisten onay alacaktır. Meclis içinden hükümet üyesi seçilenler; bakanlıkları devam ettiği süre içinde yasama faaliyetlerine katılamayacaklardır. Böylece yasamayı, yürütmenin vebalinden kurtarmak mümkün olabilecektir.

Cumhurbaşkanına, herhangi bir vesile ile yardımcısı konumundaki başbakan vekâlet edecektir. Cumhurbaşkanı ve yardımcısı halk tarafından seçildiği için, Meclis Başkanının protokoldeki yeri üçüncü sıra olacaktır.

Meclis başkanının hiç bir şekilde, Cumhurbaşkanına vekâlet etme durumu olmadığından; yürütmenin işine de hiç bulaşmamış olacaktır.

Bu arada yasama meclisinin üye sayısı 400’e veya daha aşağıya düşürülmelidir. İcranın sorumluluğu, yargı kapısı açık olmak kaydıyla, Cumhurbaşkanına ve bakanlarına ait olacaktır.

Yasama meclisi yasa çıkaracak; bakanlar kuruluna onay verecek; bakanlar kuruluna bağlayıcı olmamak kaydıyla, tavsiyede bulunacak; ayrıntılarına karışmamak kaydıyla, bütçeyi onaylayacak ve en önemlisi, her şeyiyle hükümeti denetleyecektir. Yani, icranın önceden yolunu kesmek ve önünü tıkamak yerine; ikaz etmek ve yanlışların hesabını sormak görevini üslenecektir. Millet adına yargı işlerini düzenleme ve denetleme görevi de yasama meclisinin olacaktır. Yani yargı yasama meclisine bağlı olacak; böylece yönetimin etkisinden kurtarılmış olacaktır.

Yürütmenin görevi, yargının yapılanmasına karışmak değil; yargının taleplerini yerine getirmektedir. Yani yargılanacak kişilerin mahkemeye sevki ve yargının verdiği kararın uygulanması, yürütmeye aittir ve bunu yapacak olan da sivil güvenlik güçleridir.

Anayasa mahkemesi kaldırılacak; yasaların ve uygulamaların Anayasaya aykırılığına, yasama meclisi karar verecektir. Çünkü millet adına, yasaların da anayasanın da sahibi ve bekçisi yasama meclisidir. Böylece, bir yasama meclisinin çıkardığı bir yasayı, üç beş kanun adamının, bozma garabetinden kurtulunmuş olunacaktır. Yargı meclisin denetiminde yeniden yapılanacak; bağımsızlığı sağlanacak, fakat dokunulmaz olmayacaktır. Yani, yargı hukuka aykırı kararlarından mesul olacak ve sonuçlarına katlanacaktır. Bir başka ifadeyle, demokratik hukuk devletinde, devletin başı dâhil hiç bir ferdin dokunulmazlığı yoktur. Doğal olarak, yasama meclisi üyelerinin de… Hukuka uygun kanunlar karşısında herkes eşit seviyededir ve eşit haklara sahiptir.

Hükümetin üye sayısı mutlaka düşürülmelidir. Devlet bakanlıkları tamamen kaldırılmalı ve bazı icracı bakanlıklar birleştirilmelidir. Her akla gelen konuda bakanlık ihdas edilmemeli ve bakanlık sayısı ve isimleri anayasada yer almalıdır. Böylece siyasi amaçlı ve halk yağcılığına dayalı uygulamaların önü alınmış olacaktır.

Genelkurmay Başkanı, icranın başı olarak Cumhurbaşkanına bağlanmalı ve protokoldeki yeri, dördüncü sıra olmalıdır. Milli Savunma Bakanlığı kaldırılmalı ve bu bakanlığın görevini, Genelkurmay Başkanı üslenmelidir. Cumhurbaşkanının talebi üzerine Genelkurmay Başkanı, zaman zaman hükümet çalışmalarına katılmalı; görüşlerini ve taleplerini doğrudan doğruya hükümete aktarma imkânı bulmalıdır. Böylece Milli Güvenlik Kuruluna gerek kalmayacaktır. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığı kalktığı için, bir protokol krizi yaşanmayacaktır. Böyle bir uygulamanın bugünkünden farkı ordunun, icranın başı olan, Cumhurbaşkanına bağlı oluşudur.” (Sistemin Ahtapotlaşması, s. 320-323.)

Şimdilik Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemine kavuşacağız. Umarım yukarıda dile getirdiğim ve milletimin yararına olan beklentilerim de zaman içinde gerçekleşir.

Zihniyet Alanları

24 Haziran Milletvekili Genel Seçimlerinin daha önce yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinden en önemli farkı, seçimlere açık, yasal ittifaklarla girilmesidir. Bu uygulama hiç şüphesiz milletimizin yararına olacaktır. Bu yarar bu seçimde olmasa bile, daha sonraki seçimlerde daha net ortaya çıkacaktır.

İttifak sisteminde boşa giden oylar olmayacağı gibi, baraj altında kalan partilerin sayısı da azalacaktır. Eğer bir siyasi parti herhangi bir ittifak içinde yer almışsa, kendi oyu ne olursa olsun, içinde olduğu ittifakın oyu barajı geçmişse, o da barajı geçmiş sayılacaktır. Seçimlerde ittifakların oluşu seçmeni de rahatlatacaktır. Seçmen aslında oyunu vermek istediği, fakat barajın altında kalacağı için oyunu veremediği partiye oyunu verebilecektir.

İttifak sisteminin bir başka yararlı yönü, parti sayısı ne kadar çok olursa olsun, sistemin anlayış olarak iki partili sisteme doğru gidecek oluşudur. Genellikle seçmenin sağcı ve solcu olarak nitelediği, fakat küçük anlayış farklılığından dolayı ayrı duran partiler bir çatı altında seçime gireceklerdir. Böylece seçmen esas olarak iki siyasi zihniyet alanından birine olan tercihini şaşırmadan yapabilecektir.

2003 yılında yayınlanan “CHP’den AKP’ye Siyasi Alan Belirlemeleri” kitabımda ayrıntılı bir şekilde açıkladığım gibi, siyasi alanda iki zihniyet kendisini göstermektedir.

Demokrat Parti Siyasi Zihniyet Alanı
Cumhuriyet Halk Partisi Siyasi Zihniyet Alanı

Bu iki siyasi zihniyet alanındaki seçmenin oy vermeyecekleri siyasi alan esas olarak bellidir. Demokrat Partinin temsil ettiği siyasi zihniyet alanındaki bir seçmen esas olarak Cumhuriyet Halk Partisinin temsil ettiği siyasi zihniyet alanındaki bir partiye oy vermez. Benzer şekilde Cumhuriyet Halk Partisinin temsil ettiği siyasi zihniyet alanındaki bir seçmen de esas olarak Demokrat Partinin temsil ettiği siyasi zihniyet alanındaki bir partiye oy vermez.

Nitekim 1950-2002 yılları arasında yapılan on dört seçimin sonuçları incelendiğinde görülecektir ki siyasi zihniyet alanları arasındaki oy geçişlerinin ortalaması sadece %4,4 olmuştur. Bu iki alan arasındaki en fazla oy geçişleri ise 1969 seçimlerinde %7,8 ve 1999 seçimlerinde %7,6 ile CHP’nin temsil ettiği siyasi zihniyet alanına; 1954 seçimlerinde %5,1 ve 1983 seçimlerinde %13,3 ile DP’nin temsil ettiği siyasi zihniyet alanına olmuştur.

Anlaşılacağı gibi siyasi zihniyet alanlarının oyları oldukça sabittir. Esas olarak oy geçişlerinin olduğu yer, aynı siyasi zihniyet alanındaki partiler arasındadır. Nitekim 1995 seçimlerinde Demokrat Parti Siyasi Zihniyet Alanındaki MHP’nin oyu %8,2 iken, 1999 seçimlerindeki oyu %18,0 olmuştur. MHP yaklaşık %10 civarındaki bu oyu RP/FP’den ve DYP ile ANAP’tan almıştır.
Aynı durumu CHP zihniyet alanındaki partiler arasında da görebiliriz. Bir başka deyişle, siyasi zihniyet alanları arasındaki oy geçişleri oldukça sınırlı olsa da siyasi zihniyet alanlarının içlerindeki oy geçişleri daha fazla olmaktadır. Bunu seçim öncesi seçim bürolarında da açıkça görmek mümkündür.

Demokrat Parti Zihniyet Alanındaki muhafazakâr seçmen hiçbir ayrım gözetmeden bu alandaki siyasi partilerin seçim bürosunu ziyaret eder, çayını içer, fikir edinir ve kendisini CHP iktidarından kurtaracak olan sağcı/ muhafazakâr partiyi kollar. Yani oy vermeyeceği parti CHP’dir; oy vereceği partiyi ise seçim atmosferinde belirler.

24 Haziran seçimlerinde ise muhafazakâr seçmenin işi çok kolaya binmiştir. Cumhur İttifakında yer alan iki/ üç partiden birine oy verecektir. Muhafazakâr seçmen için iki/üç partiden hangisinin fazla oy alacağı değil, ittifakın ne kadar çok oy alacağı önemlidir. Bu nedenle Cumhur İttifakında MHP, AK Partiye göre biraz daha şanslı durumdadır. BBP ise, AK Parti listelerinde yer alan adaylarının durumuna göre oylarını ya AK Partiye ya da MHP’ye verebileceklerdir.

Millet İttifakı olarak isimlendirilen CHP+ İYİ Parti+ Saadet Partisi cephesindeyse seçmenler, mutlaka kendi partilerine oy verecekler ve belli yerlerde oy yığılması sağlayarak kendi partilerinin adaylarının milletvekili olmasını sağlayacaklardır. Burada da daha şanslı olan CHP’dir. Ancak bir iki milletvekili çıkarabilecek olan Saadet Partisinin bütün oyları CHP ve İYİ Partiye yarayacaktır.

Genel olarak baktığımızda 24 Haziran Seçimleri için şöyle bir tahminde bulunabiliriz:

01 Kasım 2015 Seçimlerinde Cumhur İttifakının oyları %62,0’dir. CHP’nin baş çektiği Millet İttifakının oyu ise bilinmemektedir. Elimizde olan CHP+ Saadet Partisi oyu vardır ki (%25,3+ %0,7 = %26,0) buradan bir şey çıkartamayız. Sadece şunu söyleyebiliriz ki sağ seçmen CHP’nin baş çektiği bir alana esas olarak oy vermez.

Buna rağmen İYİ Partinin MHP’den, BBP’den ve AK Partiden oy alacağı da bir gerçektir. Alanlar arası oy geçişleri dikkate alınırsa bu oy geçişinin %5-6 civarını geçmeyeceği kanaatindeyim.

Sonuç olarak, milletvekili seçimlerinde: Cumhur İttifakı %54,0; Millet İttifakı %32,0 oranında oy alabilecektir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhur İttifakının oyları biraz daha yükselecek, Millet İttifakının oyları biraz daha düşecektir.

Anlaşılacağı gibi Cumhur İttifakının Cumhurbaşkanı Adayı Recep Tayyip Erdoğan ilk turda açık ara seçilecektir. Millet İttifakında yer alan partilerin Cumhurbaşkanı adaylarından: Muharrem İnce %20 civarında… Meral Akşener %12 civarında… Temel Karamollaoğlu ise %0,5 civarında oy alabilecektir.

HDP milletvekili seçimlerinde belki zor da olsa barajı geçecek fakat Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %10’un altında kalacaktır.

Eğer Güneydoğu halkı, kırsalda ve şehirlerde asayişin 365 gün 24 saat süreyle olduğunu görecek olursa yani seçim sonrası bir gece yarısı insanlıktan nasibini almamış PKK’lı teröristlerin kendilerini ziyaret etmeyeceklerine inanırlarsa… Milletvekili genel seçimlerinde de HDP barajı geçemeyecek ve TBMM dışı kalacaktır.

Bu Sefer de Şu Olsun Deme Lüksümüz Yok

İşte böylesine anlam yüklü olan bir seçimde, seçmen konumunda olan insanlarımızın kinlerini din edinmeden, ülkemizin haçlılar tarafından kuşatılmasını görmeleri ve ülkemizi bu kuşatmadan çıkaracak kişiye oy vermeleri gerekmektedir.

İnsanlarımızın bunun için çalışmaları… Şahsi hesaplarını gözden ırak tutmaları… Hesaplaşmayı bir başka zamana bırakmaları… Ülkenin ve milletin menfaatini kendi çıkarlarından daha önce düşünmeleri gerekmektedir.

İnsanlarımız bilmeliler ki: Çok çetrefilli bir coğrafyada yer alan, çok muhteşem bir tarihi mirasa sahip olan ülkemiz, batının korkulu rüyasıdır ve batılılar kendilerine göre yüz yıl önce yarım bıraktıkları işlerini tamamlamak istemektedirler. Bu nedenle ülkenin bugüne kadar ne yaşadığını bilen insanlarımızın “bu sefer de şu olsun” deme lüksüne kapılmadan, kaliteleri, kapasiteleri, omurgaları, heyecanları, millet sevdaları test edilmemiş kişilerin peşine takılmamaları gerekmektedir.

İnsanımız bilmelidir ki ve zaten hakka’l yakin olarak yaşadığı için bilmektedir ki: 15 Temmuz işgalini ve işgalcilerini planlayan, programlayan kimliği belirsiz sümüklü bir vaiz değildir. İnsanımız bilmektedir ve hakka’l yakin olarak öğrenmiştir ki:

15 Temmuz İşgal Hareketinin arkasında CIA ve MOSSAD başta olmak üzere bütün batının istihbarat örgütleri, İslam Dünyasını yönetmek ve yönlendirmek için kurulmuş haçlı vakıfları vardır.

Yine bilmeli ve asla aklıdan çıkarmamalıyız ki: Batı yanında Truva Atı Ashabı ile Katolik İspanya’nın zulmünden kurtarıp, 526 yıl önce gemilerle ülkemize taşıdığımız Boğaziçi Aşireti mensupları da 15 Temmuz İşgal Hareketinin içinde olmuşlar; öncesi ve sonrasıyla bu işgal hareketine taşeronluk yapmışlar, onlara lojistik destek sağlamışlardır.

Bu bakımdan 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri şimdiye kadar yapılan seçimlerden çok farklıdır. Milletçe bunun idrakinde olmak… Ülkemizi ve milletimizi zafiyete düşürecek davranışlardan ve tercihlerden kaçınmak… Maceradan uzak durmak zorundayız.
Dört milyona yakın göçmeni besleyen… TİKA vasıtasıyla bütün dünyaya yardım eden… Savaş halinde olmamıza rağmen hiçbir şeyin yokluğunu bize göstermeyen… Sayın Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan ve ekibine…

Cumhur İttifakının Mimarı olan Sayın Devlet Bahçeli ve ekibine… Cumhur İttifakına destek olan Sayın Mustafa Destici ve ekibine… gerekli olan oy desteğini vermek boynumuzun borcu olmalıdır.

Yazımızı İbrahim Hakkı hazretlerinin sözleri ile bağlayalım:

“Hak Şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif anı seyreyler
Mevla’m görelim neyler
Neylerse güzel eyler”

24 Haziran’da Türkiye Sorun Çözme Modelini Tanıyacak

24 Haziran seçimleri ülkenin beka sorunundan kurtulması başta olmak üzere, demokratik sistem içerisinde toplumsal ve siyasi uzlaşı kültürünün devamlılığını sağlayacak ve ekonomik kalkınmanın önündeki tüm engellerin kaldırılmasına kapı aralayacaktır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli, sorun çözme kabiliyeti üzerine tesis edilmiştir.

Türkiye 24 Haziran 2018’de son 100 yılın en önemli seçimine hazırlanıyor. Emperyalistlerin 1. Dünya Savaşı’nın ardından parçalayarak Orta Anadolu’ya hapsettiği Türkiye, 100 yıl sonra yeniden diriliyor. Tarihin yüklediği ulvi misyonun şuuruyla yeniden ayağa kalkan ve dünyanın kaderinde “artık ben de söz sahibiyim” diyerek zulme ve adaletsizliğe başkaldıran Türkiye’ye diz çöktürmek için son 10 yılda türlü fitne ve kaos operasyonları düzenlendi. Türkiye’yi durdurmak ve yıkmak için tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar açık planlar devreye sokuldu. Terör örgütleri açıktan istihbari, siyasi, ekonomik ve askeri anlamda destek gördü. Sürekli kontrollü kaosla yürütme erki baskı altına alınmaya çalışılarak tehdit edildi. Türkiye, kardeşlik hukuku gereği yeryüzündeki tüm mağdurların haklarını cesaretle savunarak coğrafyasında yıldızını daha güçlü parlatmak istedikçe, önüne engeller konuldu.

Sistematik Katliam ve Kaosla Netice Alınmak İstendi

Bazen Reyhanlı, Ankara Garı, Gaziantep, Atatürk Havalimanı ve Suruç gibi kitlesel katliamlarla, bazen legal görünümlü 7 Şubat 2012 MİT operasyonu, 2013 Gezi şiddet eylemleri, 17-25 Aralık yolsuzluk kılıflı yargı darbesi, 1 ve 19 Ocak MİT tırları operasyonu gibi illegal girişimlerle toplum ve bürokrasi ele geçirilmek istendi. Her bir olayın aktörü farklı gibi görünse de bir üst akıl tarafından koordine edilen ve tek amaca matuf eylemlerdi bunlar. Bu aktörler bazen PKK, FETÖ, DEAŞ, DHPK-C idi, bazen de “tuzluk” olarak tabir edilen ve kaset kumpaslarıyla koltuk verilen siyasi figürler oldu. Legal kılıflı ve terör maskeli operasyonlar netice vermeyince arkasında küresel aktörlerin de olduğu ve ülke tarihinin en barbar girişimi olan 15 Temmuz hain darbe kalkışmasıyla netice alınmak istendi. Dikkat edilirse her bir girişim ülkenin yüz yıllık makus talihini değiştirmeyi hedefleyen milli iradeye yönelik eylem ve operasyonlardı. Türkiye küresel bir umut ışığı haline geldikçe, milli irade hedef alındı. 80 milyonun kardeşliği için cesaretle mücadele eden kim varsa kirli bir ittifak tarafından durdurulmak istendi.

Yedi Düvelin Yenileceği Tarih

16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumunun yüzde 51.41 gibi bir “Evet” oyu ile neticelenmesinden sonra Türkiye bağımsızlığının önündeki en büyük engeli aşarak kritik bir sürece girmiş oldu. Özellikle 15 Temmuz’a rağmen FETÖ, PKK ve DEAŞ’la mücadelede önemli bir mesafe kat edilmiş olması ve Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin öncülüğünde terörist/etnik bir devlet kurma operasyonuna karşı Fırat Kalkanı ve Zeytindalı operasyonlarının başarısı, Türkiye’ye karşı Amerika ve Avrupa’nın uluslararası arenada daha farklı ve ölümcül hamlelere başvurmasını beraberinde getirdi. Emperyalist ülkeler ile istihbarat örgütleri ve lobilerin yerli işbirlikçilerle kurduğu ittifaklar birçok olayda gün yüzüne çıktı, kimi zaman hepsi birden suçüstü yakalandılar. İçte ve dışta barışın ve adaletin sözcüsü ve takipçisi olanları alaşağı etmek için her yola başvurdular. “Dünya 5’ten büyüktür” söylemi ile yeni bir dünyaya olan özlemi ortaya çıkaran iradeyi bastırmak için güç birliği yaptılar.

Dünya Liderliği

Ve devam ediyorlar. Türkiye’nin Afrika, Orta Doğu ve Asya’da parlayan liderlik imajını zedeleyerek durdurmak için küresel aktörler oyun üstüne oyun kuruyor. Artık Türkiye ya bağımsız güçlü bir devlet ve dünya mazlumlarının gür sesi olacak ya da tekrar pranga vurularak kendi içinde suni gündemlerle uğraşan zayıf-istikrasız bir yönetime ve kırılgan ekonomiye mahkûm olacak. Böylelikle emperyalizmin oyuncağı haline gelecek, Avrupa’dan ve Amerika’dan esecek rüzgârlarla şekillenen bir ülke olacak. Bu açıdan 24 Haziran seçimleri, bir daha prangalara vurulamayacak yeni Türkiye’nin yükseliş seçimi olacak. Türkiye kendi küllerinden doğarak doludizgin seçime koşuyor. Yedi düvel bu koşuda ülkeyi bir kez daha tökezletmek için var gücüyle çalışıyor. Bu ittifak, dünyada “söz sahibi” değil, “emir kulu” bir Türkiye için sandığı, kayıt dışı siyaset ile kafese almayı planlıyor.

Son Hamle 24 Haziran

24 Haziran’da yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin uygulanmaya başlanacağı Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimleri birlikte yapılacak. Emperyalist ülkeler ile yerli işbirlikçilerinin son kozları, 24 Haziran Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Tek hedefleri, 15 yılda hayal denilenleri bir bir gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Türkiye’nin yükselişini, milli ve bağımsız politikaların önünü kesmek. Amerika öncülüğündeki batı ülkelerinin tek hesabı, 15 yıldır Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye’yi durdurarak diz çöktürmektir.
Türkiye’nin gerçekleştirdiği her seçim ülke tarihi açsından çok önemli olmuştur. 16 Nisan referandumuyla parlamenter sistemin Türkiye’ye biçtiği kıyafetin artık dar geldiği tescillendi. Bu realiteler göz önünde bulundurulduğunda 24 Haziran seçimlerinin tarihi önemi daha da net anlaşılır.

Türkiye Sorunlarını Çözmeye Başlayacak

24 Haziran seçimleri ülkenin beka sorunundan kurtulması başta olmak üzere, demokratik sistem içerisinde toplumsal ve siyasi uzlaşı kültürünün devamlılığını sağlayacak ve ekonomik kalkınmanın önündeki tüm engellerin kaldırılmasına kapı aralayacaktır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli, sorun çözme kabiliyeti üzerine tesis edilmiştir. Şu ana kadar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dışındaki hiçbir aday seçim sürecinde yeni modele dair sorun çözme perspektifi ve ülkeyi bir üst lige taşıyacak proje sergileyemedi. Ak Parti Milletvekili adaylarını belirlerken Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemini 2023 hedeflerine taşıyacak bir kadroyla sahneye çıktı. Ve bu kadro 100 yıllık sınırları, bariyerleri, engelleri ve zulümleri topyekün ortadan kaldırıp, büyük ve güçlü Türkiye idealinin önünü açacaktır.

Milli İrade Siyasetin Merkezine Giriyor

24 Haziran kadim ile modern siyasi tecrübelerini sentezleyen Yeni Türkiye’nin doğum anıdır. Cumhurbaşkanlık sistemine geçişi sağlayacak 24 Haziran seçimleri, Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmasının yolunu açmak açısından kritiktir. Türkiye nasıl ki ulusal alanda kadim ile moderni sentezleyerek fabrika ayarlarına dönme yoluna girdiyse, bölgesel ve uluslararası alanda da tarihinden gelen kadim “büyük devlet” stratejisine dönüş yapma eğilimi içerisindedir.

Gerçek Cumhuriyet Bölgesel Güç

24 Haziran seçimleri Türkiye siyasetinde iki büyük kırılma gerçekleştirecektir. Bu kırılmalardan ilki, Türkiye’nin gerçek anlamıyla cumhuriyet rejimini tesis edecek olmasıdır. İkincisi ise Türkiye’nin coğrafyasında bölgesel güç, uluslararası arenada ise küresel bir aktör olmasının önünün açılmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması ve çöküşü ortaya şekil verilmeyi bekleyen bir siyasi düzensizlik bıraktı. Cumhuriyet’in kurucu elitleri bu düzensiz yapıya yeni bir siyasi formla –Cumhuriyet rejimi ve ulus-devlet– şekil verdiler. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, toplumu oluşturan tüm bireylerin eşit olduğu bir siyasi düzen, yakın coğrafyasında eşit egemen ulus-devletlere bölünmüş bir bölgesel düzen ve uluslararası alanda ise Batı medeniyetinin evrenselliğini kabul eden bir küresel düzende vücut buldu. Cumhuriyet rejimi Padişah-bürokrasi-tebaa üçlüsünden müteşekkil Osmanlı siyasi düzenini, Padişahlık makamını ortadan kaldırarak radikal bir şekilde dönüştürdü. Padişahlığın kaldırılmasında amaç –en azından iddia edildiği şekliyle– monarşik bir yönetime has olan tahakküm eden-edilen ayrımını sona erdirmekti. Oysa adalet kavramının kilit rol oynadığı Osmanlı siyasi düzeninde Padişahın rolü, devlet bürokrasisinin tebaaya tahakküm etmesini engellemek ve herkesi yerli yerinde tutmaktı. Padişah tahakküm eden değil, tahakkümü engelleyen ya da en azından kendisinden beklenen rol itibariyle adaleti sağlaması gereken siyasi aktördü. (Cumhuriyet’in ilanıyla Padişahın sembolik olarak yerini alan Cumhurbaşkanlığı makamının “tarafsızlığı”na yapılan sürekli vurgunun tarihi kökenini, Padişah’ın bu özel rolünde aramak gerekir). Geniş toplum kesimlerini devlet bürokrasisine karşı koruyacak Padişahlık makamı ortadan kalkınca, devlet bürokrasisi ile geniş toplum kesimleri baş başa kaldı. Bu noktadan sonra, devlet bürokrasisinin milleti tahakküm altına aldığı, otoriter ve Cumhuriyetçiliğin eşitlikçi ruhuna ve hukuki yönetim anlayışına ters düşen bir siyasi düzen ortaya çıktı.

Cumhuriyet Kâğıt Üzerinde Kalmaktan Öteye Geçemedi

Meseleye sosyolojik derinlik katacak olursak, Cumhuriyetin vaat ettiği eşitliğin ideolojik zemini laik-milliyetçi kimlik olarak belirlenmişti. Bireyler bu laik-milliyetçi kimlikte özdeş ve böylece eşit kabul ediliyordu. Bu kimliğe sahip olduğu ölçüde bireyler eşit vatandaş olarak kabul gördüler. Bu kimliğin dışında kalan ve özellikle “Anadolu Müslümanlığı” kimliğinde bir araya gelen geniş toplum kesimleri siyaseten ve hatta zaman zaman hukuken eşit kabul edilmediler. Tüm homojenleştirme ve asimilasyon çabalarına rağmen laik-milliyetçi kimlik topluma yayılmayı başaramadı ve demokratik açıdan meşru bir siyasi zemin olma noktasına gelemedi. Toplumun dar bir kesimi tahakküm eden, geniş kesimi ise tahakküm edilen konumunda kaldı. Cumhuriyet ideali, monarşinin kaldırılmış olmasına indirgenen ve kağıt üzerinde kalan bir olgu olmanın ötesine geçemedi.

Oligarşik Statüko Tarih Olacak

Cumhuriyet rejiminin kuruluşunu tamamlamasının ardından siyasi hayat, tahakküm eden konumunu ve oligarşik siyasi düzenini korumaya çalışan bürokrasi ve toplumsal uzantıları ile milleti tahakkümden kurtarmak isteyen muhalif siyasi hareketler arasındaki mücadeleler tarafından belirlendi. Bir tarafta oligarşik statüko güçleri yer alırken, diğer tarafta mevcut siyasi düzeni radikal bir şekilde reforme ederek Cumhuriyet rejimini gerçek anlamıyla tesis etmek isteyen güçler yer aldılar. 1950’li yıllarda Adnan Menderes liderliğinde Demokrat Parti, 1980’li yıllarda Turgut Özal liderliğinde Anavatan Partisi ve Necmettin Erbakan liderliğinde Milli Görüş partileri bürokratik oligarşiye kafa tuttular. Lakin bu reformist siyasi aktörlerin hiçbiri ülkede köklü bir kurumsal dönüşüm gerçekleştirmeyi başaracak siyasi yeteneği ve basireti gösteremediler ve böylece millete tahakküm edilmesi son bulmadı. Geniş halk kitleleri askeri darbelerle, sivil ve bürokratik vesayet kurumlarının kuşatması tarafından durduruldu ve pasifize edildi.

Erdoğan Bürokratik Oligarşik Düzeni Tasfiye Etti

2002’de başlayan AK Parti iktidarı ülkeyi bürokratik oligarşiden Cumhuriyet rejimine taşıma mücadelesi verdi. Bu mücadele Türkiye’de siyasetin köklü bir şekilde reforme edilmesi demekti. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, bürokratik oligarşik düzeni büyük ölçüde tasfiye etti. Bu tasfiye sürecinde vesayet rejimi 2007’de 367 krizi, Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan muhtırası ve 2008’de AK Parti’yi kapatma davasıyla büyük bir direnç gösterdi ancak başarılı olamadı.

100 Yıllık Bürokratik Oligarşik Düzen Çöküyor

Aynı zamanda 100 yılı aşkın bir süreye yayılan bürokratik oligarşik düzen çökerken yerine Cumhuriyet rejiminin yapı taşları döşendi. Etnik, dini ve mezhepsel dışlamaları sona erdirecek açılım politikaları devreye sokuldu. Laik-milliyetçi kimlik kenara itilerek siyasi topluluğun sınırları, herkesi kuşatacak şekilde (ve mümkün olabildiğince) genişletildi. Bürokrasi ile siyaset arasındaki dengenin, özellikle askeri ve yargı kanadının etkisinin kırılmasıyla, siyaset lehine ağır basmasıyla demokratik siyasetin alanı genişledi ve kökleşti. 2007’de Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin kabulüyle başlayan yönetim sistemini dönüştürme süreci, 10 Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçimiyle belli bir olgunluğa ulaştı ve 16 Nisan 2017’deki halk oylamasıyla da kritik bir noktaya geldi. 24 Haziran seçimleriyle Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçiş süreci, tam anlamıyla olgunlaşacaktır.

Milli İrade Siyasetin Merkezine Giriyor

Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin önemi, son 16 yıldaki demokratik kazanımları somutlaştırmak ve ülkeyi gerçek anlamda Cumhuriyet rejimine doğru taşıma noktasında kritik bir eşik olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı sistemi milli iradeyi siyasetin merkezine koyarken ve diğer tüm iradelerin –özellikle de tahakküm etme amacının hâkim olduğu bürokrasi ve sermaye sınıfının– üstüne taşırken, siyasetin alanını genişletmekte ve demokrasinin en önemli unsuru olan seçimlerin itibarını yükseltmektedir. Bu haliyle 24 Haziran seçimleri, 29 Ekim 1923’de ilan edilen Cumhuriyet’in vaatlerinin en ileri düzeyde hayat bulması anlamını taşımaktadır. Bürokratik oligarşik bir rejimin yerini demokratik Cumhuriyet rejiminin almasıdır. Tanzimat’tan itibaren modern siyasi tarihimizde en büyük kırılma noktalarından birisidir.

Millet, Bürokrasi ve Sermayenin Tahakkümünden Kurtuluyor

Gerçekten de Cumhurbaşkanlığı makamının tesis edilmesi, bürokrasi ve sermayenin tahakküm etme eğilimine karşı milleti tahakkümden kurtaracak ve toplumda adaleti sağlayacak bir aktörün yeniden siyasi hayatımıza kazandırılmasını temsil etmektedir.

Cumhurbaşkanlığı makamı milletin oylarıyla belirlenmekte ve milli egemenliği/iradeyi temsil etme iddiası taşımaktadır. Bu haliyle Cumhurbaşkanlığı sistemiyle istikrarı, gücü ve adaleti ön plana çıkaran kadim Türk-İslam siyasi geleneği ile bu makamın seçimle oluşturulması, milli egemenlik, özgürlük ve eşitliğe yaptığı vurguyla da Cumhuriyet geleneğimizi bir araya getirmektedir. (Benzer kurumsal bir sentezin 1688’de Britanya’da, 1790’larda ABD’de ve 1960’larda Fransa’da gerçekleştirildiğini burada belirtmekte fayda vardır). Yüzyıldır ülkenin enerjisini emen devlet-millet yabancılaşmasını sonlandırmaya ve modernleşmenin yol açtığı kültürel-ideolojik ayrışmaları siyasetin merkezine çekerek toplumsal normalleşmeye katkı sağlayacak, demokratik ve güçlü bir Türkiye idealinin siyasi-kurumsal zeminini oluşturmaktadır. 24 Haziran, kadim ile modern siyasi tecrübelerini sentezleyen Yeni Türkiye’nin doğum anıdır. Nasıl ki Cumhurbaşkanlığı sistemi ülkedeki siyasi düzensizliğe yeni bir form kazandırıyorsa, uluslararası alanda da güçlenme ve nüfuz alanını esnetmeyi tetiklemektedir. Bu güçlenme ve esneme eğilimi Cumhuriyet’in kuruluşundaki ikinci form, yani ulus-devlet yapısı üzerinde dönüştürücü bir etki yaratmaktadır.

Milli iradeyi siyasetin merkezine koyan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, ulus-devlet formunu zorlamakta ve yeni bir devlet yapısının kapısını aralamaktadır. Bu ulus-devlet-ötesi formun ne olduğu hakkında şu noktada net bir görüş bildirmek mümkün değildir. Ancak şurası kesindir ki ABD, Çin, Rusya, AB ve Hindistan gibi “büyük topraklı” devletlerin ön plana çıktığı ve küreselleşmenin yerini reelpolitiğe ve yeniden paylaşım mücadelelerine bıraktığı yeni uluslararası şartlarda güvenliğin sağlanması ancak rakipler kadar büyük olmaktan geçmektedir. Aksi taktirde diğer devletlerin insafına kalmaktan kurtulunamaz (ABD’nin tek-taraflı Kudüs kararı ve sonrasında Filistinlilerin başına gelenler ortadadır).

Türkiyenin Güvenliği Bölgesel ve Uluslararası Statükoyu Değiştirmesiyle Mümkün

Türkiye’nin güvenlik şartları aynı zamanda ülkeye hâkim olan rejimin doğası nedeniyle de farklıydı. Batıcı bürokratların kontrolündeki devletin, bölgesel ve uluslararası statükoya boyun eğmesi, oligarşik rejimin güvenliği açısından elzemdi. Kemalist oligarşik rejim ancak bölgesel parçalanmışlık ve Batı’nın hegemonyası sürdüğü sürece içeride ve dışarıda güvende olabilirdi. Bir ulus-devlet ideolojisi olan Kemalizm için ulus-devlet yapılarını yeniden üretecek uluslararası politikalar tek yoldu.

Milli iradeye dayanan Türkiye devletinin güvenliği ise bölgesel ve uluslararası statükoyu değiştirmekten ve revizyonist bir devlete dönüşmekten geçmektedir. Gerçekten de Türkiye’nin güvenliğini etkileyen iki faktör bulunmaktadır: Bölgesel parçalanmış yapı ve Batı’nın evrenselliğine yaslanan bir uluslararası stratejik zihniyet. Türkiye bölgesinde nüfuzunu esnettikçe –2002’den itibaren bölgeye yönelik “dönüştürücü entegrasyon” politikası, Arap Baharı sürecindeki revizyonist dış politika ve Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonlarıyla– ve Batı’nın güvenlik çerçevesinden çıkarak kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldıkça güçlü bir aktöre dönüşme yoluna girmiş bulunmaktadır.

24 Haziran Eski Türkiye ile Yeni Türkiye Tercihi Olacaktır

Bu haliyle Cumhurbaşkanlık sistemine geçişi sağlayacak 24 Haziran seçimleri Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmasının yolunu açmak açısından kritiktir. Türkiye nasıl ki ulusal alanda kadim ile moderni sentezleyerek fabrika ayarlarına dönme yoluna girdiyse, bölgesel ve uluslararası alanda da tarihinden gelen kadim “büyük devlet” stratejisine dönüş yapma eğilimi içerisindedir.

Sonuç itibariyle, 24 Haziran seçimleri ülkede hangi siyasi formların hâkim olacağına karar vereceğimiz seçimler olacaktır. Muhalefetin başarısıyla seçim sonuçları eski formlara (Eski Türkiye) dönmeyi gösterirse ülke tekrardan baskıcı oligarşi ve dışa bağımlılığa mahkûm olacaktır. Cumhur ittifakının başarısıyla seçim sonuçları yeni formlara (Yeni Türkiye) onay verirse ülke sonunda gerçek manada demokratik bir Cumhuriyet rejimine kavuşacak ve ülkeye bölgesel ve küresel aktör olmanın yolu açılacaktır.

24 Haziran ve Devlet Olmak

İlk 30 yılı tek adam ve şeflik düzeni, son 60 yılı da ağır bir askeri vesayet altında demokrasicilik ve parlamenter rejim maskeli yarı askeri dikta rejimi olarak kontrol altında tutulmaya çalışılan bu ülke belki de ilk defa gerçekten bir devlet olma şansına kavuşuyor.

“…Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları ve bir dereceye kadar tüm Asya ve Afrika halkları, Batı’ya karşı öyle birleşebilirler ki, korkarım üzerinden bir kuşak, hatta Rusların zarar verme yeteneğini de göz önünde tutarsak bir yüz yıl geçmeden, bu düşmanlığın üstesinden gelinemez’ Dwight D. Eisenhower (Henry Kissinger/Diplomasi/s.518.) Ike’nin (Dwight David Eisenhower) 2 Eylül 1956’da Kraliyet başbakanı Eden’e Süveyş krizi dolayısı ile yazdığı bu sözleri birçok temel konuyu gayet güzel bir şekilde özetler; birinci ve en temel konu birinci dünya savaşı sonrasında kurulan ve halen de devam eden düzende Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Asya halkları yoktur, daha açık bir deyişle bu halkları savunabilecek adına Devlet dediğimiz bir askeri/sınai/kültürel ve siyasi güç odağı yoktur.

İkinci önemli vurgusu Ike’nin, Batı’nın bu halklara hasım olduğu ve onları açık bir şekilde sömürge haline getirdiği gerçeğidir.

Üçüncü ve daha önemli konu ise bütün bu halkların gerçekten bir araya gelebileceği, gerçek bir devlet olabilecekleri ve bunun Batı için nasıl büyük bir kabus olduğu vurgusudur.

Batının Korkusu Gerçek Bir Devlet Olmamız

Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu siyasi süreci, Ike’nin baktığı yerden bakabilirsek net kavrarız sanırım. Büyük İslam alimi İmam Şafii (Rh.A.)’nin dediği gibi: ‘dostlarını tanımak istiyorsan düşman oklarının yönüne bak.’ Ike’nin bahsini ettiği coğrafya büyük oranda İslam coğrafyasına tekabül etmektedir.

Türkiye, belki Ike’yi korkutan Arap milliyetçiliğinin iyice ateşlendiği 1950’li yıllardan sonra, İslam dünyasında ilk kez gerçek ve kapsamlı bir heyecan yaratan, gerçek anlamda bir devlet olma potansiyeli ve imkânı ortaya koyan bir aktör olmaktadır. Gerek içerden gerek dışarıdan bu kadar saldırının, ülkeyi askeri, ekonomik, sosyal olarak yalıtma çabasının ve bu çabaların neşet ettiği odakların temel derdi budur: Gerçek bir devlet olma ihtimali.

Yüz Yıllık Parantez

Yüz yıllık bir parantez den sonra, etrafımızda yaşanan askeri ve siyasi süreçlere müdahil olma şekli ve kapasitesi, Türkiye’nin, hem içinden geçmekte olduğu ağır kuşatmayı hem de 15 Temmuz ile zirveye ulaşan saldırıların, bu kuşatma ve saldırılara karşı geliştirdiği direnç ve karşı saldırı kapasitesinin nihayet gerçek bir devlet, askeri/sınai/kültürel bir güç odağı haline gelmekte olduğunun en büyük kanıtıdır.

Bu güç temerküzünü sadece Türkiye’nin içinde olan bitene, dar coğrafyamızın ürettiği artı değere bağlamak büyük hata olur, tersine hep söylendiği gibi Türkiye gövdesinden bir kaç kat büyük bir ülkedir. Bu yüzden birikmekte, gelişmekte olan güç, derinleşmekte olan, kavileşmekte olan devlet aynen Ike’nin dediği gibi bütün Orta Doğu halklarının, Kuzey Afrika’nın, Asya’nın çoğunun ve Afrika’nın gücüdür aynı zamanda, bütün bu halkların umut bağladığı devletidir.

İlk 30 yılı tek adam ve şeflik düzeni, son 60 yılı da ağır bir askeri vesayet altında demokrasicilik ve parlamenter rejim maskeli yarı askeri dikta rejimi olarak kontrol altında tutulmaya çalışılan bu ülke belki de ilk defa gerçekten bir devlet olma şansına kavuşuyor.

Coğrafyanın Tek Lideri

Şüphesiz siyaset ve siyasi süreçler siyasilerin karakterlerinden bağımsız ele alınamaz. Gerek sağdan, gerek soldan ideolojik çerçevelerin ve modern batı liberalizminin ‘sistem’ diye kutsadığı ve liderden bağımsız işleyen bir iktidar mekanizması tasavvurları kabullenmese de lider karakteri siyasi sürecin en temel belirleyenidir. Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı süresince ortaya koyduğu performans, vizyon ve cesaret Recep Tayyip Erdoğan’ı bütün bu coğrafyanın neredeyse tek lideri haline getirmiştir. ‘Dünya beşten büyüktür’ ve ‘topraklarımıza sınır çizebilirsiniz ama yüreklerimize asla’ diye haykıran bu ses sadece Türkiye’nin değil Ike’nin bahsini ettiği bütün coğrafyanın güvenliğini sağlayacak, dünya sisteminde bir söz sahibi aktör haline getirecek bir imkânın ifadesidir.

24 Haziran seçimleri bu zaviyeden bakıldığında hiç şüphesiz Türkiye ve İslam coğrafyasının kaderi üzerinde büyük etkiler yaratacak bir süreç. Halkın önüne konan sıradan bir sandık değildir, büyük bir değişim, muazzam etkiler yaratacak bir sistem inşası ve Türkiye’nin Batı müdahalesine açık duran, sivil toplum, partiler, parlamento, kurumlar, terör ve onlarca maske kullanan zaaf noktalarına derin bir neşter atacak devasa bir silkiniştir.

24 Haziran seçimleri, Türkiye’yi kontrol altında tutmak için ustaca kurgulanmış bütün bu kurguların yerle yeksan olacağı, bütün ezberlerimizin bozulacağı, halkın ve coğrafyamızın ümit ve ideallerinin tecessüm edeceği yepyeni bir devletin ortaya çıkış sürecidir.

Meral Akşener: Proje mi, Kurtarıcı mı?

Türkiye’ye sistem değişikliği getiren yolda son viraj, 24 Haziran 2018’de dönülecek. Susurluk kazasının ardından çetelerin, kasetlerin, faili meçhullerin ve 28 Şubat sürecinin fırtınalı yıllarında 8 aya yakın İçişleri Bakanlığı yapan, bugün ise “proje mi, kurtarıcı mı” sorusuyla karşımıza çıkan Cumhurbaşkanı adaylarından Meral Akşener kim? Yörünge okurları için Meral Akşener portresi hazırladık.

1990’lar, Türkiye’nin siyasal ve sosyal atmosferinin karışık olduğu yıllardı. 3 Kasım 1996’da, Balıkesir’in Susurluk ilçesinde bir kamyona arkadan çarpan özel otomobilden üç cesetle birlikte Mafya-Devlet ilişkileri de çıktı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, kazadan kısa bir süre sonra görevinden istifa etti. Bakanlık koltuğuna bir kadın oturdu. Bu kişi, Meral Akşener’den başkası değildi. Tarih, 26 Nisan 1997.

Türkiye’yi temellerinden oynatan 28 Şubat’taki Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonraki ikinci toplantı yapılıyordu. 26 Nisan’daki bu toplantıda Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam, eğitim reformu konusunda askerlere brifing verdi. 8 yıllık kesintisiz eğitim, askerlerin dayatması sonrası Refah-Yol hükümeti tarafından kabul edilmişti. Toplantı olumlu ve sakin bir havada son buldu.

Herkes toplantı odasından çıktı. Masanın bakanların oturduğu bölümünde, üzerinde not ya da antet bulunmayan bir kağıt kalmıştı. Kâğıdın bulunduğu yerde İçişleri Bakanı Meral Akşener oturmuştu. Masada “unutulan” bu kâğıt, sonraki günlerde asker-hükümet gerginliğini en üst seviyeye çıkaracaktı.

Asker ve MİT Takip Ediliyor

“Unutulan kâğıt”, Akşener’in, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na getirdiği Bülent Orakoğlu tarafından hazırlanmıştı. İki bölümden oluşan istihbarat notuydu. Notun ilk bölümünde Genelkurmay karargâhına yapılan kritik giriş çıkışlara ilişkin tespitler yazılıydı. Belgenin ikinci bölümünde ise polisin, Milli İstihbarat Teşkilatı’nı (MİT) da gözlediğini gösteriyordu. Bülent Orakoğlu’nun bu faaliyeti sadece gözetlemeyle sınırlı değildi. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın içine “casus” da yerleştirilmişti. Polis memuru, Onbaşı Kadir Sarmusak skandalı da böylece patlak verdi. 28 Şubat’la başlayan, masada “unutulan” bilgi notu ve Sarmusak olayıyla zirveye ulaşan bu gelişmeler, 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olan Refah Yol hükümetinin askerin baskısıyla iktidardan uzaklaştırılmasıyla tamamlandı.

Demokratlık Sicili

Meral Akşener, doktorasını yaptıktan sonra çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1990’ların hemen başı, Akşener’in “dernekçi/vakıfçı” olarak siyasetçilerin yanında görüldüğü yıllardı. Çiller ailesinin de en güvendiği kişilerdendi. Tansu Çiller, Şehit Analarını Koruma Vakfı Başkanı Meral Akşener’i gezilerinde yanından hiç ayırmıyordu. Zaten vakfı da Çiller bizzat kendisi kurmuştu.

O dönem Kanal D’de yayınlanan ve başında Uğur Dündar’ın olduğu Arena isimli programda Tansu-Özer Çiller çiftinin Antalya Beldibi’nde, Hazine arazisine inşa edilen otelleriyle ilgili haberler yapılıyordu. Uğur Dündar, bu olayı ve sonrasındaki gelişmeleri 27 Eylül 1998 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde şöyle yazıyordu: “Sayın Meral Akşener’e gelince… Onun inandırıcılık ve demokratlık sicili bizim arşivimizdeki kayıtlara göre hiç de parlak değil! Dört yıl kadar önceydi. Meral Akşener o sırada, Tansu Çiller’in ebedi başkanı olduğu Zübeyde Hanım Şehit Analarını Koruma Vakfı’nın maaşlı müdürüydü. Çiller çifti, haberlerimizin kamuoyundaki etkisini görünce, ilginç bir karar aldı. Meral Akşener bu kararı, Arena programında milyonlarca TV seyircisine şöyle duyurdu: Antalya Beldibi’nde, Çiller Ailesince inşa edilmekte olan pansiyonun geliri, Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı’na bırakılacak, aile bu işten hiçbir gelir sağlamayacaktır! Pansiyon dedikleri lüks otelin inşası hızla tamamlandı ve şehit anaları avuçlarını yaladı! Çünkü tesisin işletmesi, çoktan Bursalı bir işadamına verilmişti. Biz de Meral Akşener’in sözlerine inanmakla, seyircimize karşı çok zor bir durumda kalmıştık. Aynı Meral Akşener, milletvekili seçilip DYP Genel Başkan Yardımcısı olunca, Tansu Çiller’i eleştiren gazetecileri, Çiller fanatiklerine hedef göstermekten çekinmemişti. Bu işaretin verilmesinden kısa bir süre sonra medya kuruluşlarına peş peşe saldırılar başlamıştı!”

AK Parti Kurucularının da Kapısını Çaldı

Çiller ailesinin en güvendiği isim olan Meral Akşener’in yükselişi de başlamıştı. 1994 yerel seçimlerinde Doğru Yol Partisi’nin (DYP) Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanlığına adaylığını koydu ancak kaybetti. Ardından DYP kadın kolları başkanı oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ise DYP listesinden ilk kez, 1995 genel seçimlerinde girdi. 1990’lar biterken Tansu Çiller ile Akşener arasındaki ilişkiler de geriliyordu. DYP’nin o zamanki İstanbul İl Başkanı Süleyman Soylu, 32 il başkanını da yanına alarak Akşener’in partiden istifasını istedi. Temmuz 2001’de DYP’den ayrılan Akşener için yeni bir dönem başlıyordu.

2000’ler Türkiye’nin, siyasal ve sosyal olarak değişim sürecin de başlangıcıydı. Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş hareketi içinde “Yenilikçiler”, “Gelenekçiler” mücadelesi de su yüzüne çıkmıştı. Akşener, 2001 yılında Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın birlikte hareket ettiği oluşumla bir araya geldi. “Liderliğin sorun olacağını düşünmüyorum” derken bir anda fikir değiştirdi. “Milli Görüş çizgisini sürdürüyorlar” diyerek sonradan AK Parti adını alacak hareketten 4 ay gibi kısa bir sürede koptu. Bu kez yeni adresi, Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. Görevi ise partinin lideri Devlet Bahçeli’nin başdanışmanlığı.

Onun İçin Bir Meclis Açılsın

2004 yılında MHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı oldu. Ancak 1994 yerel seçimlerinde olduğu gibi yine tek girdiği bu seçimde de kazanamadı. 2007 ve 2011 yıllarında ise MHP listelerinden Meclis’e girdi. İki dönem TBMM Başkanvekilliği yaptı. 7 Haziran 2015’te yapılan genel seçimlerde aday gösterildi ve seçildi. Adının, kulislerde TBMM Başkanlığı için geçmesi, parti içinde rahatsızlığa neden oldu. MHP lideri Devlet Bahçeli, bu rahatsızlığı şöyle dile getiriyordu: “80 milletvekilimiz var, her şeyde Akşener. Bu, o zaman başka bir şey var burada demektir. Onun için bir Meclis açılsın.”

Seçimlerin yenilendiği 1 Kasım 2015’te bu kez liste dışı kaldı. MHP’nin o seçimde oy oranın düşmesi üzerine parti içindeki diğer muhaliflerle birlikte kurultay talebinde bulundu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Çağrı Heyeti başkanlığında yapılacak olan bir Olağanüstü Genel Kurulu, “Paralelcilerin korsan toplantısı” olarak nitelendirdi. Akşener, Eylül 2016’da partiden ihraç edildi. Dava açtı ancak ihraç kararı Aralık 2016’da mahkeme tarafından onanarak kesinleşti. Akşener 25 Ekim 2017’de MHP’den ayrılanlarla birlikte İYİ Parti’yi kurdu ve genel başkanı oldu.

“Sayın Gülen…”

MHP’de Bahçeli’ye bayrak açmasının akabinde Meral Akşener’in, Fetullah Gülen ile ilişkisi olduğu yönünde iddialar konuşulmaya başladı. İYİ Parti kurulduktan sonra bu iddialar daha da arttı. Akşener ve yakın çevresi ise bu iddiaları en yüksek perdeden hep reddetti. “FETÖ’nün mağdurları bizimle, zenginleri onlarla” başlığıyla twitter hesabından paylaşılan videoda, Gülen Hareketiyle bağ iddialarına Ergenekon ve Balyoz davalarının “mağduru” kurucularını öne çıkararak bir anlamda yanıt veriliyordu. Ancak Akşener, FETÖ elebaşısı Gülen ve icraatlarına geçmişte olumlu bakıyordu. Seçim sathı mailine girilen bu günlerde sosyal medyada yeniden dolaşıma giren Gülen hareketinin anlatıldığı bir belgeselde şu ifadeleri kullanmıştı: “1980 öncesinin öğrencilerinden birisiyim. Bizim görüşümüze sahip gençlerden beş bine yakın kayıp var. Karşı görüşten belki bir o kadar vardır. Bu kayıpları engellemenin yolu toplumun bütün katmanları arasında Sayın Gülen’in yapmaya çalıştığı gibi farklı dinler arasında konuşmayı, mutabık kalınabilecek noktaları ortaya koyabilmek için bir çalışma yapmanın kimseye zararının olmadığı, aksine faydasının olduğuna inanıyorum.”

“Turuncu Devrimci” Kurucu

Birçok partinin “küskünlerinin” yer aldığı İYİ Parti’nin 200 kişilik kurucular kurulunda dikkat çeken isimlerin başında Denge ve Denetleme Ağı’nın temsilcisi Selda Tandoğan Demirel geliyordu. Önce İYİ Parti lideri Akşener’e “başdanışman” olduğu iddia edildi. Ancak kamuoyundan gelen tepkiler sonrası İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ, bu iddiaları yalanladı. Hemen ardından da Demirel, sosyal medya platformu twitter’da görevi bölümüne yazdığı “başdanışman” ibaresini sildi. Demirel, 2011 seçimlerinde AK Parti’den Adıyaman Milletvekili Aday Adaylığına başvurmuş fakat milletvekili adayı gösterilmemişti. Peki, Selda Tandoğan Demirel’in başdanışmanlığı neden tartışmaya neden oldu? Demirel, 2011 yılında “sivil anayasa” çalışmalarına destek vermek için kurulan ve National Endowment For Democracy (Demokrasi için Ulusal Bağış-NED) destekli National Democratic Institute (Ulusal Demokratik Enstitü-NDI) tarafından fonlanan Denge ve Denetleme Ağı’nın kurucuları arasında yer aldı. 2013-2015 yılları arasında da bu kuruluşun sözcülük görevini üstlendi.

Tüm dünyada “Neo-Con” kimliğiyle tanınan, “Demokrasi Projesi” olarak da adlandırılan ve finansmanı ABD hükümeti tarafından sağlanan demokrasiyi geliştirme ajansı NED, Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) eski ajanlarının çalıştığı bir kuruluş ve özellikle Orta Doğu’ya, ABD çıkarları doğrultusunda şekil veren politikaların yaygınlaşmasını sağlamasıyla tanınıyor. 1983’te kurulan NED, Türkiye ve benzeri ülkelerde Batı kampına yakın olan STK’lara verdiği finans desteği ile de biliniyor. Öyle ki 2012 yılında destek verdiği mali kuruluşlar arasında OHAL kararnamesiyle kapatılan Taraf gazetesinin de olduğu basında yer almıştı.

NED destekli NDI ise ABD’deki Demokrat Parti’nin uluslararası kanadı. Eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki oy vermeyi yaygınlaştırma kampanyalarını, seçim sonu sandık yoklamalarını, bağımsız medyayı ve radikal gençlik guruplarını finanse eden NDI’nın yönetim kurulu başkanlığını ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright yapıyor.

Weinstein: Bugün Yaptığımızı 25 Yıl Önce CIA Gizlice Yapıyordu

NED’in bağışta bulunduğu STK’lar arasında Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’daki ayaklanmalarda öne çıkan Batı yanlısı muhalefet bileşenleri de bulunuyor. 2008 yılında Türkiye’de “Renkli Devrimlerin Sırrı/Yeni Soğuk Savaş” ismiyle yayımlanan kitapta yazar Mark MacKinnon, Turuncu Devrimlerin finansörü olarak nitelendirdiği NED adlı kuruluş hakkında ilginç bilgilere yer veriyor.

Doğu Avrupa dışında en çok Latin Amerika ile ilgilenen NED, Venezüella’da 2002’deki başarısız darbe girişimi ve 2004’te yapılan ihtilaflı referandumdan sonra muhaliflere maddi yardım yapmakla suçlanmıştı. Eski Devlet Başkanı Hugo Chavez, NED’in, Venezüella seçimlerini gözlemleyen Sumate adlı sivil toplum örgütüne 31 bin dolar verdiğini gösteren belgeleri halka açıklamıştı. Gazeteci-yazar Mark MacKinnon kitabında, NED adlı kuruluşun tasarlanmasında katkısı olan Senatör Allen Weinstein’ın, 1991’de şöyle dediğini aktarıyor: “Bizim bugün NED olarak yaptığımız 25 yıl önce CIA tarafından gizlice yapılıyordu.”

FETÖ Liderinin Kefili

Bir dönem ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği görevini yürüten Morton Abramowitz de NED’in önde gelen isimlerinden. Dünyanın en büyük finans spekülatörlerinden biri olan George Soros’la birlikte Renkli Devrimlerde adı öne çıkan Abramowitz’in, başka bir özelliği daha var. Fetullah Gülen, ABD’de yeniden kalma hakkını 2008 yılında 19 sayfalık bir kefalet mektubu ile alabildi.

Gülen’e kefil olan isimler arasında CIA’de çalıştığı dönemde Türkiye’de de görev yapan Graham Fuller ile ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de vardı. ABD’nin kritik birimlerinde görev yapmış bu iki ismin kefaleti, Gülen’in ABD’de kalabilmesini sağladı.

Hikâyede Büyük Boşluk Var

FETÖ yargısını devreye sokarak MHP yönetimini ele geçirmeye çalışan Akşener’in, o dönemde ilginç destekçileri vardı. Bu destekçiler, İyi Parti’nin kuruluş sürecinde de ortaya çıktı. Akşener, MHP’yi kongreye zorluyordu ama merkez medya tabir edilen gazete ve televizyonlar, bütün unsurlarıyla girişime destek veriyordu. Bu destekçilere HDP’liler, CHP’liler, FETÖ’nün kaçak elemanları ve AK Partili küskünler eklendi.

Türk siyasetinin yakın tarihini izleyenler için Meral Akşener ismi çok da yabancı değil. Bu “doktoralı” siyasetçi, Refahyol hükümetiyle birlikte çıktı siyaset sahnesine. Mesut Yılmaz-Tansu Çiller çekişmesi, hiç beklenmedik bir ismi, seçimi kazanan ama sistemin sakıncalı gördüğü Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı çıkardı öne. Çiller’in onayı (“Erbakan’la koalisyon ortağı olabiliriz” açıklaması), Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, gönülsüz de olsa Erbakan’a yönelmesi sonucunu doğurdu. Demirel’in muhtemel hesabı şuydu: “Nasılsa bu hükümet kurulamaz, kurulsa da uzun ömürlü olamaz.” Erbakan seçeneğini bu şekilde tüketeceğini (devre dışı bırakacağını) ve seçim sonuçlarına saygı duymayan Cumhurbaşkanı” etiketinden kurtulacağını düşünüyordu. Bağrına taş basmak pahasına, Erbakan’ın Çankaya’ya çağırdı ve hükümeti kurmakla görevlendirdi. Beklenmedik şey gerçekleşti: Hükümet kurulabildi. Erbakan, Başbakanlık görevini üstlendi. DYP lideri Tansu Çiller de Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı oldu.

Sürpriz İçişleri Bakanı

Kabine, alanında başarılı olmuş yetkin kişilerden oluşuyordu. Uyumlu bir “takım” kurulmuştu. Erbakan’ın nezaketi ve Çiller’in çoğu zaman “fedakârlık” olarak değerlendirilen katkıları, hükümete ömür biçenleri sukut-u hayale uğratmıştı. Demirel’in istediği şey olmayacaktı.

Refahyol koalisyonunun “mukavim” görüntüsü, sadece Çankaya’dan değil, silahlı ve silahsız bürokrasi tarafından da endişeyle izleniyordu. Hükümet kurulmadan önce başlayan “irtica” fısıltıları, kabinenin uyumlu çalışmasıyla birlikte kampanyaya dönüştü ve 28 Şubat postmodern darbesine ilk harç konulmuş oldu.

Meral Akşener, DYP listelerinden milletvekili seçilmeden önce, kamuoyu tarafından tanınan bir isim değildi. Tarih bölümünü bitirdiği, doktora yaptığı, üniversitelerde ders verdiği biliniyordu ama hakkında ayrıntılı bilgi bulunmuyordu. Talihi, bir kazayla değişti. Tarihe “Susurluk Skandalı” olarak geçen trafik kazasından sonra, devlet içinde yuvalanmış çetelerle ilişkili olduğu ileri sürülen İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti. Yerine, çiçeği burnunda milletvekili Meral Akşener getirildi. İçişleri Bakanı olunca, hakkında bilgi akmaya başladı. Çoğunlukla spekülatif bilgilerdi bunlar: Ülkücü olduğu. MHP’de farklı departmanlarda görev yaptığı, bir dönem bazı kriminal şahıslarla ilişki kurduğu vs. Bu rivayetler, ilerleyen zamanlarda, somut bilgilerle doğrulanacaktı. Bir iddiaya göre, 1998 yılında MİT, kaçak mafya babalarından Alaattin Çakıcı’nın yerini belirliyor. Akşener de bir akrabası aracılığıyla Çakıcı’ya yerini değiştirmesi mesajını iletiyor. Bu iddia, sadece iddiada kalmadı. Bir süre sonra bir bant kaydı çıktı ortaya. Kayıtta Çakıcı şunları söylüyordu: “Şimdi Meral Akşener ile halamın kocası işadamı, anlıyor musun? İzmit’te çok yakinen tanışıyorlar. Hatta Doğruyol’a para, mara da yardım ediyor. Anladın mı dediğimi? Onlar çok eski ailece tanışırlar. Hemen açıyor. Bizim enişteye söylüyor. ‘Alaattin yerini değiştirsin’ diyor.” İlerleyen yıllarda bu olay soruldu. Akşener yalanlamadı.

Çetelerle İlişki

İrtica haberleriyle yürüyen siyaset gündeminin ikinci ve en önemli ayağını devlet içindeki çete faaliyetleri ve faili meçhul cinayetler oluşturuyordu. Başbakan Erbakan’ı “irtica”dan sigaya çekenler, Çiller ve partisini çete faaliyetlerine göz yummakla, faili meçhul cinayetlere meydan vermekle suçluyordu. “Sol” çevrelerden yöneltilen bu suçlamaların odağında ise Meral Akşener bulunuyordu.

İlginçtir, Refahyol hükümeti düşürülünce, “çete” iddiaları gündemden kalktı. Maksat hasıl olmuştu. Silahlı ve silahsız bürokrasinin alesta tuttuğu çevreler (daha çok sol çevreler) için temel motivasyon hükümetten (özellikle Erbakan’dan kurtulmak) olduğu için, çete iddiaları bir süre “uyumaya” bırakıldı. Ama Akşener ve selefi Ağar’a yönelik eleştiriler devam etti.

Her fırsatta karşısına çıkarılan çete iddialarıyla ilgili olarak Meral Akşener yıllar sonra şu açıklamayı yapacaktır: “Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Utanarak söylüyorum. Bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.”

FETÖ’yle İlişkisinin Tarihi

Meral Akşener’in FETÖ’yle irtibatı ne zaman başladı? Muarızları, 2013 17/25 Aralık tarihini işaret ediyor. Bu tarihten sonra Akşener sıklıkla FETÖ’nün yayın organlarında göründü, FETÖ’cülere kol kanat geren beyanatlar verdi ama örgütle irtibatının tarihi eskidir. Bir zamanlar (o zamanki ismiyle) cemaatin mutemet ismi olarak bilinen ve Fetullah Gülen’le ters düştüğü için 1990’lı yıllarda yapıyla ilişkisini kesip “itirafçı” olan Nurettin Veren, Akşener’in İçişleri Bakanı yapılmasında Fetullah Gülen’in yönlendirmesi bulunduğunu söylüyordu. Bu “itiraf” şunu gösterir: Akşener, milletvekili olmadan önce de bir şekilde yapıyla irtibatlıydı ve Fetullah Gülen tarafından İçişleri Bakanlığı’na önerilecek kadar “yakın” bir isimdi.

Gazeteci Sabahattin Önkibar’ın “Asena – Meral Akşener’in dünü ve bugünü” adlı kitabında ilginç detaylar yer alıyor. Önkibar’a göre, İçişleri Bakanlığı’yla taltif edilen Akşener’in bir görevi de Gülen cemaati ile irtibatı “sağlam” tutmaktı.

Kitaptaki “Akşener’e Fethullah görevi” başlıklı bölümde şunlar yazıyor: “Çiller, Ayvaz Gökdemir çıktıktan sonra sekreterine şu talimatı verir: ‘Meral’i (Akşener) bulun, hemen buraya gelsin.’ Tansu Hanım’ın Meral Akşener’e ilk sözü şu olur: ‘Sen Müslümanlığı iyi biliyorsun…

Bu Fetullah Hoca benim için çok önemli. Ayvaz Hoca’yı görevlendirmiştim ama o beceremedi. Bundan sonra bunlarla teması sen sağlayacaksın. Tanıyor musun Fetullah Hoca’yı?’ Akşener: ‘Hoca’yı tanımıyorum ama Kocaeli’ndeki birkaç adamını biliyorum. Onlar kanalıyla ulaşırım.’ Çiller: ‘Ben de haber gönderirim. Bundan sonra Ayvaz Bey yerine Meral sizinle muhatap olacak diye… Aman göreyim seni, bunlarla iyi ilişki kur.’ Akşener: ‘Emredersiniz.’ Meral Akşener’in Fetullah Cemaati’yle ilişki serüveni böyle başlar. Peşi sıra Akşener birkaç kere Fetullah Hoca’yı ziyaret eder ki yanında bir keresinde Celal Adan, diğerinde Nevzat Ercan vardır. Bunlara ilaveten Akşener, Tansu Hanım’ın Fetullah Gülen’le yaptığı sekiz görüşmenin birisinde bulunmuştur.”

‘Liderimiz Yalancıdır’

Akşener-FETÖ ilişkisine devam etmeden önce, biraz gerilere gidelim. Akşener, Tansu Çiller’in “has adamı” olarak biliniyordu ama gemiyi ilk terk eden kendisi oldu. Önce devrik hükümeti suçladı. Sonra partisinden istifa etti. Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur bu vetireyi şöyle anlatıyor: “28 Şubat’ta DYP-Refah Partisi koalisyonu darbeyle indirilmiş ve ardından 18 Nisan 1999 seçimleri yapılmıştı.

Tansu Çiller’li DYP yüzde 12 oy almış ve muhalefete düşmüştü. Meral Akşener, yeni siyasi sergüzeştine işte o noktada başladı. Gemileri ilk terk eden olma konusundaki becerisini gösterdi ve partisinden istifa etti.

İktidar olduğu dönemde ANAP’lı bakan Güneş Taner’le yaptığı mukavva fabrikası pazarlığıyla ilgili konuşmasının dinleme kayıtlarını sızdırdığı Ertuğrul Özkök ve Aydın Doğan’ın gazetesi Hürriyet’e röportaj verdi. Orada “Ne oldu da Tansu Çiller’i terk ettiniz?” sorusunu “Partideki hatalar nedeniyle ağır bir yenilgi alınması ve özeleştiri yapılmaması” diye yanıtladı. Daha neler demedi ki o söyleşide. Çiller’in kendisini kullandığını, seçim sonrasında bir danışmanıyla kendisinin parti içi muhalefet cephesine katılıp katılmadığını kontrol ettirdiğini (Çiller kendisine ne kadar güvendiyse artık), kullanılmaktan pişman olduğunu, arkadaşlarının kendisine tetikçi dediğini. “Ama Milliyet’e verdiği röportajda dozu daha da artırıp Çiller için “yalancı” dedi: “Teşkilatımız onu savunmak için gayret etmekten, çaba göstermekten yoruldular. Liderimiz için yalancı, vefasız ve güvenilmez kavramları karşımıza çıkıyor. Bu kavramları destekleyen olaylar da var.”

AK Parti’yle Görüşmeler ve MHP

Meral Akşener’in ismi, bir aralar, yeni kurulmuş AK Parti’yle de anıldı. Ama bu macerası uzun sürmedi. Partide gerekli ilgiyi bulamayınca ayrıldı. Yani, henüz yol almamış gemiyi terk etti. Bir süre sonra onu, “asıl evim” dediği MHP’de gördük.

Önce, 2004 yerel seçiminde MHP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı yapıldı. Kazanamayınca, 2007 genel seçiminde milletvekili olarak MHP listesinden Meclis’e girdi. Kopuş, 7 Haziran 2015 seçiminden sonra başladı. O tarihe kadar MHP Grup Başkan Vekili olan Akşener, TBMM Başkan adaylığı için emrivaki yapınca, ismi çizildi.

MHP lideri Devlet Bahçeli, bu emrivakiyi şu sözlerle eleştirecektir: “Bu şekilde söylenen isimlerden hiç hoşlanmam, ismi geçeni de devre dışı tutarım. Meral Akşener’i eğer çok sık kullanırsanız, o devre dışı kalır, haberiniz olsun. 80 milletvekilimiz var, her şey Akşener. Bu olmaz. O zaman başka bir şey var burada demektir. Zannediyorum başkanvekilliğini de kaybeder.” Nitekim öyle oldu. Başkanvekilliğini de kaybetti. 1 Kasım 2015 seçiminde de aday gösterilmedi.

Mücadele de bundan sonra başladı. Kaset kumpasıyla CHP’de genel başkan değiştirmeyi başaran FETÖ, MHP’yi de kasetle dizayn etmeye (bir anlamda partiyi ele geçirmeye) çalışmıştı ama Bahçeli’nin “kararlı duruşuna” toslamıştı. Ve Akşener girdi devreye. MHP’ye genel başkan olmak istediğini açıkladı ve partiyi kongreye zorlayan birtakım girişimlerde bulundu. Bu girişimlerini, mahkeme kararlarıyla destekledi. Yani, iki kez “refüze” edildiği halde, mahkemeye (iki kez) kongre kararı aldırdı.
Akşener’in “parti içi” girişimine yargı desteği sunan hakimlerin, 15 Temmuz girişiminden sonra FETÖ’den tutuklandıklarını hatırlarsak, FETÖ irtibatının (ya da tutkusunun) boyutları daha net anlaşılacaktır.

Akşener’in İlginç Destekçileri

FETÖ yargısını devreye sokarak MHP yönetimini ele geçirmeye çalışan Akşener’in, o dönemde ilginç destekçileri vardı. Bu destekçiler, İyi Parti’nin kuruluş sürecinde de ortaya çıktı. Akşener, MHP’yi kongreye zorluyordu ama merkez medya tabir edilen gazete ve televizyonlar, bütün unsurlarıyla girişime destek veriyordu. Bu destekçilere HDP’liler, CHP’liler, FETÖ’nün kaçak elemanları ve AK Partili küskünler eklendi. İyi Parti’nin kuruluş aşamasında sürpriz sayılabilecek bir gelişme yaşandı; koroya Kandil’den kimi unsurlar da dahil oldu.

Hikâyedeki Boşluk

Meral Akşener, ülkücü geçmişten gelen bir siyasetçi. En azından böyle biliniyor. Ama yol arkadaşlarının büyük çoğunluğu CHP tandanslı. Devlet Bahçeli’den şekvacı MHP’lileri etrafında toplayarak oluşturduğu “milliyetçi” görüntüyü boşa düşürecek ilginç irtibatlara ve angajmanlara sahip.

Çoğunlukla mahiyeti bilinen irtibatlar bunlar. Ki, FETÖ’ye yakın olduğu, İYİ Parti’nin FETÖ tarafından kurdurulduğu bugün birlikte siyaset yaptığı kişiler tarafından bile (Koray Aydın bunlardan biridir) dile getiriliyor. Ama Akşener’le ilgili asıl muamma, 28 Şubat sürecindeki rolüdür. Türkiye’nin yakın geçmişine bakanlar, bu rolün genellikle abartıldığını ve “kahraman Akşener” payesiyle ödüllendirildiğini göreceklerdir ama Akşener o rolde sebat etmedi. Üstelik koalisyon ortağı olan RP’ye karşı tutum geliştirdi.

Her fırsatta Erbakan ve arkadaşlarını eleştirdi. Mesela, Refahyol’un Kültür Bakanı İsmail Kahraman’ı Atatürk düşmanı olmakla suçladı. Bu suçlamalarını, süreç içinde, artırarak sürdürdü.

Haksız “kahraman” payesiyle ortalıkta dolaşan ve bunu sorun yapmayan Akşener’in en önemli özelliklerinden biri de oluşturduğu imajın tersine bir görüntü (bir performans) sergilemesi. Bu da hikâyesindeki en önemli boşluğu oluşturuyor ve izleyenlerde şöyle bir kanaat uyandırıyor: “Bu bilgisizlikle, bu öngörüsüzlükle, bu cehaletle mi ülkeyi yönetmeye talip?”

Hep İz Bıraktı

İyi Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı Meral Akşener’in hikâyesinde boşluğu anlayabilmek için, bıraktığı “iz”e de bakmamız gerekiyor. 17/25 Aralık’tan sonra Akşener’i FETÖ’cülerle dayanışma içinde gördük. Bu tarihin önemi şudur: FETÖ, 17/25 Aralık’tan sonra “Paralel Devlet Yapılanması” adıyla MGK’nın kırmızı kitabına girmişti. Yani, devlet için “öncelikli tehdit”ti.

Devlet ve birçok siyasi aktör “yapı”yla aralarına mesafe koydular ama Akşener irtibatını sürdürdü. Üstelik irtibatını “işbirliğine” dönüştürdü ve FETÖ mensuplarıyla ortak hareket etmeye başladı. İrtibat, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da devam etti. Hemen aklımıza, Akşener’in “hukuk danışmanı” olduğu ileri sürülen Nuri Polat geliyor.

Bu isim, 15 Temmuz’dan sonra gözaltına alındı ve tutuklandı. Yargı süreci devam ediyor. Aynı şekilde, İYİ Parti’nin sosyal medya sorumlusu Kerim Çoraklık, yine FETÖ kapsamında gözaltına alındı ve tutuklandı. İYİ Parti’nin sahip çıkmadığı Çoraklık, aynı zamanda resmi bir çalışandı. Kardeşi de aynı partinin kurucuları arasındaydı. Bu isimlerin bir özelliği de şu: Kendilerini gizleme gereği duymuyorlar. FETÖ’cülüklerini her fırsatta, her vesileyle faş ediyorlar. Hatta irtibatlarıyla gurur duyuyorlar.

Bu satırların yazarı, “kendilerini gizleme gereği” duymayan mensuplardan yola çıkarak, “iz bırakan Meral Akşener”le ilgili bir değerlendirme kaleme almıştı. O yazıdan devam edelim: Nuri Polat’ın FETÖ’yle bağının derecesini bilmiyoruz. Soruşturma sonucunda ortaya çıkacak. Fakat, fazlasıyla angaje bir isim. Bunu biliyoruz. Kendilerini gizleyemiyorlar, hangi kılıkla dolaşırlarsa dolaşsınlar, bir şekilde açık veriyorlar. Yollarını değiştirseler de iz bırakıyorlar.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı Fatih Gürsul da gizlenememişti. Işık evlerinde arkadaşlık ettiği bir müntesip tarafından teşhis edilmişti. Daha doğrusu, “bundan sonra hayatına CHP’li ve Kemalist olarak devam edeceğini” aktardığı eski bir arkadaşı tarafından faş edilmişti. (Fatih Gürsul, geçenlerde 10 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.)

Meral Akşener’in hukuk danışmanı da iz bırakanlardan. Daha doğrusu mebzul miktar iz bırakmış. Hatırlayacaksınız, Samanyolu TV, terör örgütünün yayın organı olduğu gerekçesiyle Digitürk, kablolu TV, Tivibu ve Türksat platformlarından atılmıştı.

Nuri Polat, bu olay üzerine coşmuş ve Fethullah Gülen’in bir fotoğrafını yayınlayarak sosyal medya hesabından şöyle bir paylaşımda bulunmuştu: “Digitürk’ten, kablolu TV’den, Tivibu’dan, Türksat’tan attınız, herkül sitesini engellediniz. Ama izlememize engel olamadınız…” Bu paylaşım Nuri Polat’ı FETÖ’cü yapıyorsa (ki, bence ciddi bir karine teşkil eder), daha açık mesajlar veren Meral Akşener’i nereye koyacağız, hangi sıfatla anacağız.

FETÖ’yle İrtibatlı Değilse, Ne?

Meral Akşener, bu örgütün bir elemanı değilse de bir gönüllüsü gibi davrandı, gönül bağını gizlemedi. Hatta iltisakının derecesine ilişkin kafa karıştırıcı (daha doğrusu “zihin açıcı”)açıklamalarda bulundu. Mesela şöyle dedi: “FETÖ’cü değilim ama olsam bundan gurur duyardım.” Hadi daha açık konuşalım: Mebzul miktar “iz” bıraktı.

FETÖ kanalında yaptığı bir konuşmasında da “Başbakan olacağını, Başbakan olduğunda FETÖ’cü polisleri salıvereceğini” söylüyordu.

MHP genel başkanlığına adaylığını koyduğu dönemde, hırsı aklından önde giden tuhaf bir Meral Akşener portresi vardı. Sadece davranışları, enteresan çıkışları ve “bu da nerden çıktı?” dedirten cümleleriyle değil, “destekçileri”yle de tuhaftı.

Neredeyse bütün bir muhalefet cephesi (Doğan Medya Grubu, FETÖ, Avrupa Birliği ülkeleri, Amerika, İngiltere, AK Parti’deki küskün takımı, Beyaz Türkler, Yağız Türkler, Karaşın Türkler, hepsi…) Meral Akşener’in başarılı olmasını istiyordu. Devlet Bahçeli’den yana saf tutanları da taciz ediyordu. Bu kadar çok destekçiye sahip Meral Akşener, yargıdaki malum klik tarafından da destekleniyor ve kollanıyordu. Mesela, bir mahkeme, sürekli “kongre kararı” alıyordu. Başka mahkemeler bozuyordu.

Meral Akşener yılmıyor, ısrarla, aynı mahkemeye koşuyor ve bir kongre kararı daha aldırıyordu. İlginçtir, Meral Akşener’e destekçi olan mahkemenin bazı üyeleri FETÖ’den tutuklu bulunuyor. Başka “ilginç” durumlar da var: Mesela, “genel başkanlık” için yarıştığı günlerde, sanki seçim arefesindeymişiz gibi sürekli “ayın 15’ini” işaret ediyordu. 15’den sonra her şey iyi olacakmış, Allah’ın izniyle ülkeyi yönetecekmiş. Niye 15’inden sonra? Ne olacaktı ki ayın 15’inde? Hatırladığımız kadarıyla, ayın 15’inde bir seçim ihtimali yoktu. Bir kongre ya da kurultay ihtimali de yoktu…

MHP’yi kongreye götürme çabaları vardı ama bunun da ayın 15’iyle bir alakası yoktu. Hadi diyelim ki ayın 15’inde (Akşener, Mayıs 15’i işaret ediyordu) seçim yapıldı ve Akşener’in genel başkan olduğu MHP büyük bir oy çoğunluğuyla iktidara geldi. Ülkeyi nasıl yönetecekti? Dahası, bize ne vaat ediyordu? Cevap şu: “Ülkeyi yurtta sulh, cihanda sulh esasına göre yöneteceğiz…” Hatırlatmak gerekir mi, bilmem? Meral Akşener’in işaret ettiği tarihten iki ay sonra darbe girişimi yaşandı.

Darbe girişiminde bulunan hain komitenin ismi de “Yurtta Sulh Konseyi” idi. Bu kadar “iz”, bu kadar “rastlantı…” O zaman ara başlıktaki soruya dönebiliriz: Madem geride bırakılan “iz”ler FETÖ’yle irtibat konusunda karine teşkil ediyor (bence de etmelidir), sürekli “iz” bırakarak dolaşan Meral Akşener’i FETÖ’yle irtibatlı saymayacaksak, kimi sayacağız ve hikâyedeki boşluğu nasıl dolduracağız?