Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Orta Doğu

AFAD Başkanı Dr. Mehmet Güllüoğlu: “Açlıktan Ölüm, İnsanlığın Utancıdır”

‘Arap Baharı’ diye ifade edilen ancak çok daha geçmişlere dayanan bir kök sebebi olduğunu düşündüğüm Orta Doğu’yu etkileyen krizin dolaylı sonuçlarıyla Türkiye de karşı karşıya kaldı. İnsani yardım anlamında yaptıklarımızın ötesinde politik görüşmeler, siyasi görüşmeler daha belirleyici.

Suriye ve Yemen’de devam eden iç karışıklıklar ile geçtiğimiz haftalarda İsrail saldırısına maruz kalan Filistin başta olmak üzere dünyaya ve Türkiye’ye dair birçok konuda önemli açıklamalarda bulunan Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı Mehmet Güllüoğlu, Türkiye’nin AFAD eliyle tüm mazlum ve mağdur coğrafyalarda olduğunu kaydetti.

Orta Doğu’da yaşanan krizlerin, iç karışıklıklarının kök sebebinin geçmişe dayandığını ifade eden Güllüoğlu, Yörünge’ye yaptığı açıklamada Suriye’deki krizin çözümünde diplomasinin son derece önemli olduğuna işaret etti. Başkan Güllüoğlu AFAD’ın Filistin ve Yemen ile ilgili kampanyalarını da yine Yörünge vasıtasıyla kamuoyuna duyurdu.

“Orta Doğu’nun İçinde Bulunduğu Krizin Kök Sebebi Geçmişe Dayanır…”

AFAD sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her yerinde faaliyette bulunabiliyor. Arap Baharı, Suriye Savaşı, Türkiye’nin ‘Fırat Kalkanı’ ve ‘Zeytin Dalı’ harekâtları ve AFAD’ın bölgeye yönelik çalışmalarını ele aldığımızda bütün bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

‘Arap Baharı’ diye ifade edilen ancak çok daha geçmişlere dayanan bir kök sebebi olduğunu düşündüğüm Orta Doğu’yu etkileyen krizin dolaylı sonuçlarıyla Türkiye de karşı karşıya kaldı. Özellikle Suriye’deki iç savaş, 3,6 milyon Suriyelinin Türkiye’ye gelmesine, Suriye’nin içindekilerle beraber toplam 11 milyon insanın yerinden edilmesine sebep oldu. 3,6 milyonu Türkiye’de olmak üzere çeşitli ülkelere mülteci olarak giden milyonlarca Suriyeli, 6 milyon civarında da Suriye içinde yerinden edilmiş insan, hayatlarına artık kendi köyünden, kendi evinden uzakta devam etmek zorunda.

Türkiye’nin, ‘Fırat Kalkanı’, ‘Zeytin Dalı’ gibi operasyon yaptığı ve güvenli bölge oluşturduğu iki operasyon alanı var. Yine İdlib gibi nüfusunun yaklaşık yarısı göçmenlerden oluşan bir coğrafya var. Eylül ayındaki Türkiye ve Rusya ikili görüşmeleri, yine Türkiye-Rusya-İran üçlü görüşmelerinde insani yardım çalışanları için çok önemli bir adım atılmıştı. Oradaki insanların yeniden göçmemesi için siyasi müzakereler yürütüldü ve İdlib’te ‘çatışmasızlık’ ilan edildi. Rusya ve rejim o bölgede sınırları çizilmiş olan bölgedeki saldırılarını durdurdular.

Son zamanlarda yine bazı bölgelere yönelik saldırılar var. Umarız büyümeden tekrar siyasi müzakerelerle bu saldırılar durur diye umut ediyoruz.

AFAD olarak sadece Türkiye’deki Suriyeliler için değil, Suriye’nin içindeki yerinden edilmiş insanlar için de çalışıyoruz. Hem onların ıstırabını dindirmek hem de yeni bir göç dalgasını engellemek için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 8. yılını bitiren bir krizle karşı karşıyayız. Ve milyonlarca insan hâlâ zorlu koşullarda yaşamaya devam ediyor. Hem İdlib’te hem Suriye’nin erişebildiğimiz diğer bölgelerinde insani yardım vazifesini yapmaya devam edeceğiz.

“Filistin’i Anlamak Modern Dünyayı Anlamak İçin Önemli…”

AFAD, Suriye’de insanlık adına önemli bir vazife üstleniyor. Ancak 8 yıldır devam eden bir savaş var. Çözüme yönelik bir gelişme olacağını düşünüyor musunuz?

Şöyle ki bizim bütün insani yardım anlamında yaptıklarımızın ötesinde politik görüşmeler, siyasi görüşmeler daha belirleyici. Türkiye, insan ıstırabının dindirilmesi için politikalarını sürdürüyor. Yani sadece kendi menfaati için değil, Suriye’nin içindeki insan ıstırabının dindirilmesi için de politika yürütüyor. Masada konuşulan şeyler hakikaten çok etkili oluyor. Umarız bir an evvel, önce savaş durur, ateşkes gelir; arkasından da siyasi çözüm gelir. Aksi halde bizler kadınların, çocukların, yaşlıların, engellilerin, hastaların ıstırabını dindirmek için uğraşırken bir taraftan yeni engelliler, yeni yaralılar, yeni göç etmiş insanlarla karşılaşırız.

Dünyanın gündeminden hiç düşmeyen bir Filistin var ve sık sık İsrail’in saldırılarına maruz kalıyor. Bölgeyi tanıyan birisi olarak neler söylersiniz?

Filistin’in karşı karşıya olduğu mesele son birkaç yılın ya da son 5-10 yılın meselesi değil. 70 yıl gibi, 1945-1947’den itibaren gelen bir sürecin devamı aslında. Türkiye’nin, Türk milletinin, Filistin’e özel bir ilgisi var. Hem tarihi bağları itibarıyla hem Mescid-i Aksa ile Kudüs ile hem de Filistinlilerin Türkiye’ye olan özel muhabbetiyle bu ilgi daha da pekişiyor. Yahudi yerleşimcilerin, Yahudi köylülerin saldırısıyla başlayan ancak sonra İsrail Devleti’nin ilanı ile beraber daha sistematik hal alan Sabra ve Şatilla katliamını, Gazze’ye yapılan saldırıları, Filistin’in diğer bölgelerinde gerçekleşen sistematik saldırıları düşünürsek İsrail, dünyanın gözünün içine baka baka krizi elleriyle oluşturuyor.

Filistin’i anlamak belki de modern dünyayı anlamak için önemli. Bazı ülkelerin Filistin ile ilgili olarak çalışmaları var. Dünyada birçok ülke Filistin’e kayıtsız değil. Ancak ABD çok net bir şekilde taraf tuttuğunu ifade ediyor. İsrail’in adım adım ilerlediğini, yerleşim birimleri kurarak Filistin’deki Yahudi varlığını artırmaya çalıştığını ve o toprakların asıl sahibi olan Filistinlilerin varlığını azaltmaya çalıştığını hep beraber görüyoruz.

İnsani açıdan bakıldığında ise okulların, hastanelerin vurulduğu ya da elektrik kesintileri, su kesintileriyle çalışamaz hale geldiğini görüyoruz. Hastane dediğiniz şey binadan ibaret değil. İçindeki tıbbi cihazlar, içindeki sarf malzemesi ile ya da oradaki çalışacak olan doktorların oraya erişimiyle bir hastane hastanedir. Bunların engellendiği dönemlerin olduğunu biliyoruz.

Yemen ve Filistin İçin Kampanya…

AFAD olarak mazlum coğrafyalar için bir kampanya başlattınız. Yemen ve Filistin’de yaşanan insanlık dramı için başlattığınız bu kampanyanın detaylarını verebilir misiniz?

AFAD olarak bu sene Ramazan ayında iki ülke için devam etmekte olan kampanyamızı tekrar vatandaşlarımızın huzurunu çıkaralım istedik: Filistin ve Yemen. Bugünün dünyasının belki de en büyük krizi diyebileceğimiz 28 milyonluk nüfusun 24 milyonu ihtiyaç sahibi olan gıda ve sağlık başta olmak üzere birçok temel ihtiyacını göremeyen milyonlarca insanın olduğu Yemen. Yemen kampanyamızı bundan birkaç ay önce başlatmıştık ancak yine Ramazan dolayısıyla tekrar vatandaşlarımızın huzuruna çıkıp yardımlarını istirham ediyoruz. Ne yazık ki Yemen’deki iç savaş, gıda fiyatlarının çok yükselmesi, ekonominin bozulması, erişilmesi zor olan bölgelerin oluşması, güvenlik tehdidi sebebiyle milyonlarca insanın hayatını etkilemiş durumda.

Yemen’de geçtiğimiz yılın rakamıyla söylemek istiyorum, UNICEF rakamıyla son 4 yıl içinde 85 bin çocuk açlıktan ölmüş. Sadece çocuk bunlar. Yetersiz beslenme sebebiyle. Ve ne yazık ki yetersiz beslenme yaşayan hatta ileri derece yetersiz beslenme yaşayan çocuklar ancak hastanede tedavi edilerek tekrar sağlığına kavuşabilir. Diğer yandan sağlık sisteminin de çöktüğü bir ülkede bu da çok mümkün değil. O yüzden başta sağlık ve gıda ihtiyacını ne kadar giderebilirsek o kadar gidermek üzere bu kampanyayı yapmış bulunmaktayız.

Vatandaşlarımız da gerek YEMEN yazarak ya da FİLİSTİN yazarak hangisini tercih etmek isterlerse 1866’ya mesaj göndererek 10 lira bağışta bulunabilirler. Yine afad.gov.tr adresinden kredi kartlarıyla bağışta bulunabilirler veya bütün bankalardaki hesaplarımızdan o hesap numarasının altındaki ilgili Yemen ya da Filistin hesabına diledikleri miktarda yardımda bulunabilirler.

Dünyanın bir tarafı ileri teknolojiyi belki lüks hayatları yaşarken dünyanın bir başka tarafında ise insanlar açlıktan ölmeye devam ediyor. Birleşmiş Milletler rakamlarına göre her gün ortalama 23 bin kişinin -ki bunların da çoğu çocuk- açlıktan öldüğü tahmin ediliyor. Bu da yaklaşık olarak her saat bin kişinin açlıktan ölmesi anlamına geliyor. Açlıktan ölümün insanlığın utancı olması lazım.

Dünyadaki gıdanın üçte biri her yıl çöpe atılırken dünyanın bir başka tarafında açlıktan ölen insanlar var. Sadece açlık da değil, dünyada her yıl başta çocuklar olmak üzere milyonlarca insan tedavi edilebilir hastalıklar yüzünden ölüyor. İmkânsızlıklardan dolayı hayatlarını kaybediyorlar. İnsani yardım anlamında yapılması gereken çok şey olduğunu biz anlıyoruz. Anlatmaya çalışıyoruz.

“Bugünün Dünyasında Milyonlarca İnsanı Bir Anda İnsani Yardıma Muhtaç Bırakan Krizler Yaşanıyor…”

Bugünün dünyasına baktığımızda insani yardım kuruluşlarının arttığını görüyoruz. İnsani yardım kuruluşlarının bu denli artması ardında bir trajediyi de barındırıyor. İnsani yardım kuruluşlarının bu kadar artması bir sosyolojik çöküş müdür? İnsani yardım kuruluşu kurmaktan ziyade insani yardım kuruluşuna ihtiyaç olmayan bir dünyanın inşası daha mühim değil midir?

Bugünün dünyasına baktığımızda aynı anda milyonlarca insanı bir anda insani yardıma muhtaç bırakan krizler yaşanıyor. Yakın coğrafyamızda Suriye, Filistin, Irak, Afganistan, Yemen, Afrika’da Güney Sudan, Güney Sudan’ın etrafındaki iç savaş yaşayan Afrika ülkeleri, ülkenin üçte ikisin de çatışma devam eden Afganistan, yoksulluğun had safhada olduğu birçok Asya ülkesi var. Myanmar’dan göçen bir milyon insan var. Zaten az gelişmiş ülke olan Bangladeş’te bir de üstüne bir milyon Arakanlı mülteci var. Hindistan’da hakikaten derin bir yoksulluk yaşayan milyonlarca insan var. Hindistan-Pakistan arasındaki gerilimde yaşayan Keşmir var. Patani var. Filipinler’de, iyileşme sürecine giden bir Moro var.

Çin’de birçok zorlu coğrafya var. Dünyanın farklı ülkelerinde aynı anda devam eden bir sürü kriz var. Şimdi bunları niye sayıyorum. Bu krizler hemen birkaç yılın krizi de değil.

Nüfus artışı yaşandıkça, insan ıstırabı dindirilmesi yerine bu savaşlar körüklendikçe insani yardım kuruluşlarına ihtiyaç da artıyor.

İdeal dünyanın süper teknolojiden oluşan bir dünya olduğunu düşünmüyorum. İdeal dünya esasında insanın insana kıymet verdiği, insanın insana değer verdiği bir değerler dünyası olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız zaman diliminde açlıktan ölen insanlar varsa bu herhalde ideal zaman dünyası değildir. İdeal bir yüzyıl değildir diye düşünüyorum. Ve bizim içinde yaşadığımız dönemde böyle bir dönem. İnsan, kuşlar gibi uçmayı öğrenir, balıklar gibi yüzmeyi öğrenir ancak insan olduğunu unutmaması gerekir.

Bizim çalıştığımız alan, çalıştığımız coğrafya ne yazık ki insanoğlunun bazı yaptıklarının kötü neticelerini de gördüğümüz bir coğrafya, bir çalışma alanı. Açlıktan ölenler, basit hastalıklardan ölenler, temiz suya erişemeyen milyonlarca insan ya da iç çatışmaların körüklendiği, desteklendiği çalışma alanları olduğu müddetçe ne yazık ki insani yardım kuruluşlarına olan ihtiyaç da artacaktır.

“‘Aktif İyiler’ Olmamız Gerekir…”

Son günlerde çok sık kullandığınız bir söz var. ‘Aktif iyiler olalım’ derken neyi kastediyorsunuz?

Dünyada iyilik ve kötülük; iyiler ve kötüler vardır. Ancak bunları da kendi aralarında tasnif etmek gerekir. Aktif kötüler, pasif kötüler ve aktif iyiler, pasif iyiler. Hiçbir insan ‘ben kötüyüm’ deyip kötülük yapmıyor. Kimi hırslarına yenik düşerek kötülük yapıyor, kimi bencilliklerinden dolayı kötülük yapıyor. Görmezden gelerek belki kötülük yapmış oluyor. Olmasının daha doğru olduğunu düşündüğüm yaklaşımsa ‘Aktif İyiler’.

Dünyayı daha iyi okumuş, değerlerine kıymet veren, hayaline insani değerler koyan, daha fazla insana yardım etme hayalini kuran, bunu bir hedef olarak alan “bir başkasına nasıl daha fazla faydalı olabilirim” diye düşünen insanlar aktif iyilerdir.

Hangi mesleği yaptığınızın bir önemi yok. O işi yaparken; “ya ben acaba Afrika’da ölen bir çocuktan, benim Suriye’deki bir ihtiyaç sahibinden, benim Filistin’deki bir yaşlı amcadan ya da onlar için ben neler yapabilirim” diyebiliyorsanız siz aktif iyisinizdir diye düşünüyorum.

2018’de yayımlanan bir rapora göre Türkiye, tüm dünyada insani yardım konusunda 1. sırada yer alıyor. Türkiye, birçok kurum aracılığıyla insani yardımlarını ulaştırıyor mazlum coğrafyalara. Ancak AFAD bu konuda amiral gemisi denilebilir.

Türkiye başta Suriyeliler olmak üzere mazlum ve mağdur coğrafyalara AFAD, TİKA, Kızılay, Türkiye Diyanet Vakfı ve birçok sivil toplum kuruluşları eliyle imkânlar nezdinde insani yardımlara ve kalkınma yardımlarına destek vermektedir.

Bunu bir minnet duygusu ile değil bir vazife bilip yerine getirdik bugüne kadar. Karşımızda kucağında çocukla bombalardan kaçan bir kitleyi gördüğümüzde ya da Somali’deki kıtlıktan haberdar olduğumuzda, Filistin’de olan bitenden haberdar olduğumuzda, biz “bana ne” diyemedik. Bunun da doğru olduğunu oraya gittiğimizde, o yardımları yaptığımızda hissettik, gördük, bizzat şahitlik ettik.

Çalıştığımız yerler zorlu coğrafyalar, savaş bölgeleri, açlık ve kıtlık bölgeleri. Bütün zorluklara rağmen biz doğru bir şey yaptığımızı düşünüyoruz.

İnsan olmanın getirdiği vazife olduğunu düşünüyoruz. Bunun neticesinde ortaya çıkan rakamları, sayıları topladığımızda da Türkiye 2018 raporuna göre hem meblağ olarak hem de kişi başına düşen gelirine oranla dünyanın birincisi durumundadır. Bazen kader bunu yapar ama bir de sizin tercihleriniz bunu sağlar. Bu karakterimizin ve değerlerimizin tabii bir sonucudur.

“Anne, Kız Çocuğunu Mezara Elleriyle Koyuyordu”

Tabii burada kamunun bir tercih olarak sunduğu hizmetler önemli bir yer tutuyor. Bu hizmetler dünya ölçeğinde değerlendirildiğinde çok ciddi, çok kıymetli ve önemli bir yardım tuttuğu ifade edebilirim. Türkiye bir yandan kendi büyümesini kendi gelişimini sürdürdü.

Diğer yandan mazluma umut oldu. Kendi vatandaşını ihmal edip de bir başkasına yardım etmiş değil ama bir başka ihtiyaç sahibinin temel ihtiyacını giderip kendi gelişimini de sürdürmeye çalıştı bugüne kadar.

Sayın Başkan, dünyadaki tüm mazlum coğrafyalara ulaşıyorsunuz ve buralarda ekip arkadaşlarınızla birlikte sizleri de bir koliyi taşırken, bir çocuğun sağlık taramasına eşlik ederken, bir aileye misafir olurken görüyoruz. Bölgede sizi en çok etkileyen unutamadığınız bir anınız oldu mu?

Kenya’da Dadaab mülteci kampında gördüğüm çocuk. Belki 3 gün, belki bir hafta yoldan aç bir şekilde yürüyerek gelen bir aile. Anne, incecik çöp gibi olmuş kız çocuğunu mezara elleriyle koyuyordu. Çalıştığımız yerlerde ne yazık ki bombanın düştüğüne de şahitlik ettik. Birçok cansız bedene de şahitlik ettik. Yaptığımız işin manevi tatmini belki çok yüksek ama içinde birçok zorluğu da barındıran bir iş.

Bölgemizdeki Saflaşma

Geçen Mart ayında 8’inci yılını bırakıp 9’uncu yılından gün almaya başlayan Suriye’deki karışıklık, bölgedeki birçok dengeyi sarstı. NATO üyesi olan Türkiye ile ABD bu savaşta ilk başlarda aynı mevzide yer alırken, Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler ve 15 Temmuz sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde karşı karşıya kalan iki ülke haline geldi.

ABD, KCK terör örgütünün Suriye ayağı PYD’ye desteğini yoğunlaştırırken, Türkiye doğal olarak bu desteğe büyük tepki verdi. Ayrıca vekalet savaşı yürüten terör örgütlerinin ülkemizi hedef alan saldırıları da doğal olarak gözleri Batı dünyasına çevirdi. Bu mücadelede Washington’un müttefikleri de hemen ABD’nin yanında saf tuttu. Doğu Akdeniz’de tespit edilen enerji yataklarının da denkleme dahil olmasıyla beraber bölgede saflaşma giderek netleşmeye başladı.

Bir tarafta ABD’nin başı çektiği Batı kutbu (Burada İngiltere ve Almanya dönem dönem kendi çıkarları çerçevesinde Washington’dan bağımsız hamle yapabiliyor), İsrail ve bu iki gücün bölgede işbirliği yaptığı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri. Bu kutup, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler çerçevesinde yanlarına Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni de aldı. Yine Mısır da Sisi darbesinden sonra yaşadığı ekonomik sıkıntı nedeniyle bu kutbun kucağına oturdu.

Diğer tarafta ise Astana Üçlüsü olarak bilinen Türkiye, Rusya ve İran yer aldı. Ayrıca Katar’da özellikle Türkiye ile ortak politika yürütme konusunda kararlı bir çizgi izledi. Hatta bu politikası nedeniyle sık sık Suud ve BAE hanedanları tarafından hedefe oturtuldu. Ancak Doha yönetimi geri adım atmamayı tercih etti.

Önceliği Suriye’nin kuzeyindeki terör yapılanmasını korumaya ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin elini zayıflatmaya veren ABD liderliğindeki güç, ilk olarak Astana birlikteliğini bozmaya yönelik adımlar atmıştı. Bu adımlardan sonuç alamayan ABD, bu defa Türkiye’yi sıkıştırmayı ve kuşatmayı kendine hedef olarak belirledi. Bende yazımda, özellikle son aylarda artan bu kuşatmanın maddelerini yazacağım.

Ceyhun Bozkurt

Stratejist Dr. Erol Mütercimler’den Yörünge’ye Önemli Açıklamalar

Stratejist Dr. Erol Mütercimler’den Yörünge’ye Önemli Açıklamalar:
“NATO Koridorlarındaki Hareketlilik Seçim Kararında Etkili Oldu”
Benim gördüğüm fotoğraf öyle bir fotoğraf ki 2019’da Orta Doğu’da oluk oluk kan akıtılacak. Öyle bir döneme giriyoruz. İşte Türkiye’nin yüksek stratejisi, bu belanın Türkiye’ye sıçramasını engelleme yolunda olmak zorundadır. Şu soru gündeme gelebilir: Bunları hükümetler tek başına yapabilir mi? Yapabilir ama konsensusu sağlarsa yapabilir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nde binbaşı rütbesindeyken emekli oldu. Televizyon programlarındaki analizleriyle dikkat çekti. Ergenekon kumpasında FETÖ’nün hedef aldığı isimlerdendi. İktidara yönelik muhalif analizleriyle biliniyordu. Ancak 24 Haziran’da erken seçim yapılması kararını destekleyen açıklamalarıyla dikkat çekti. Yörünge, Erol Mütercimler’e bu desteğin arka planını ve Orta Doğu’daki olası gelişmeleri sordu. “2019 yılında Orta Doğu’da kan oluk oluk akacak” diyen Mütercimler’in “NATO koridorlarında hareketlilik tespiti” açıklaması dikkat çekiciydi.

Beka Vurgusunun Perde Arkası

Türkiye’de 24 Haziran’da yapılmak üzere bir erken seçim kararı alındı. Erken seçim kararını açıklarken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir beka sorunundan bahsetti. Bu açıklamayı nasıl yorumluyorsunuz?

Cumhur reisi makamında oturan birisi, ‘Bu, Türkiye’nin beka sorunudur.’ diyerek böyle bir seçim kararı ilan ettiğine göre burada ciddi bir şey olmalı.

Bunlar neler olabilir?

Bunu bize açıklamadılar. Benzer bir cümle de Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı yaptığı konuşmanın içerisinde vardı. Ben bu iki cümleyi birleştirince ‘ne olabilir?’ diye kafa yordum. Beka sorunundan kastedilen, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir mesele. Bu iç savaş olabilir, Türkiye’nin parçalatılmasıyla ilgili bir sorun olabilir, içerideki siyasal yapının değiştirilmesi olabilir.

30 Yıl Daha Bölgedeyiz

Siyasal yapı derken neyi kastediyorsunuz?

Yani Irak ve Suriye Kürdistanı kurduruluyorsa gelecekte Türkiye ve İran Kürdistan’ı da kurdurulacak. Bunlar zaten sır değil. 1990’ların başından itibaren konuşulan meseleler. Dolayısıyla durum böyle olunca ne olabileceğinin analizini yapabiliyorsunuz. Zaten uluslararası ekonomi arenasında dile getirilen çok ciddi bir problem var.

Öncelikle Türkiye’de bankaların kredi sağlamış olduğu çeşitli kreditörlerin kredilerini erken çağırmaları, Türkiye’deki mevduatın dondurulması şeklinde taleplerinin olduğu konuşuluyor. Bu birinci mesele.

İkincisi mesele, Türkiye’nin Suriye’de yapmış olduğu operasyon ve kendince yaptığı düzenleme şunu gösterdi: Türkiye buradan 20-30 yıldan önce çıkmayacak. En başından beri bunu söylüyorum. Son zamanlarda hükümete yakın gazeteciler, akademisyenler de bunu dillendirmeye başladı. Ben o dönem ‘Türkiye’nin Vietnam’ı olacak’ dediğimde ‘bu ne demek’ diye tepkiler gösterilmişti. Vietnam ifadesi şöyle yorumlanıyor: Amerikalılar Vietnam’da savaşacak, gerilla harbi, yenilecek vs. Oysa benim söylediğim o anlamda değildi. 30 yıl çıkamamak anlamında.

Türkiye’nin Harekatı Harita Çizicileri Rahatsız Etti

Anladığım kadarıyla psikolojik, ekonomik, askeri boyutlarını kastediyorsunuz.

Evet o anlamda. Vietnam sendromu dediğimiz mesele siyaset literatürü kitaplarında böyle değerlendirilir. Sonuç olarak Türkiye’nin burada yapmış olduğu harekatla, böyle bir kuşakta yer almasının da buradaki siyasi aktörleri, politika yapıcılarını, harita çizicilerini rahatsız ettiğini düşünüyorum.

Neden rahatsız oldular?

Tıpkı Sevr’de olduğu gibi. 10 Ağustos 1920’de ilan ettiler. Peki ne oldu? Mustafa Kemal Paşa gibi bir adam çıktı ve bunu 100 yıl geciktirdi. Hafızalarınızı zorlayın, 1820’de başlayan Mora köylü isyanlarıyla Osmanlı’nın Balkanlarda parçalatılması sürecini 100 yıl sonra burada bir adam durdurdu. Dolayısıyla bunların 100. yılı geliyor. Bunlar unutulacak şeyler değil. Söz konusu emperyalizmse, uluslararası hafıza bunları unutmaz.

15 Temmuz Bir İç Savaş Denemesiydi

Üçüncü mesele nedir?

Bu mesele doğrudan doğruya bizim dâhildeki politikalarımızla ilgili bir husus. Ben 15 Temmuz’u sıcağı sıcağına yorumlarken, burada bir darbe, darbe kalkışması gibi kavramlar kullanılamaz demiştim. Dikkat ederseniz, televizyonda konuşan asker kökenli hiç kimse buna darbe demedi. Herkes ‘kalkışma, isyan’ dedi. Doğru olan bu. Çünkü burada NATO’nun, CIA’nın, Pentagon’un bir koridoru bir iç savaş denemesi yaptı. Çok başarılı bir sonuç aldı adamlar.

Nasıl bir sonuç bu?

Bir şey gördüler. Çok hassas, kırılgan bir toplum var. O gece kimse kimseyi tanımadığı halde bu ülkenin 250 çocuğu hayatını kaybetti. Dolayısıyla içerideki bu hassasiyet üzerine şunu düşünelim: Türkçü-Kürtçü, Alevi-Sünni, AK Parti ve karşıtları, Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı, yabancı provokatörler. Suriye’den gelen 3,5 milyon insanın kaçının nasıl kullanılacağını bilmiyoruz. Kimler orada kuş yumurtası?

Bir de El Muhaberat’ın buradaki fonksiyonu. Hepsini bir arada düşündüğünüzde içeriyle ilgili dinamik unsurlar açısından büyük bir sorun var. İşte ben beka meselesidir derken de Devlet Bahçeli’nin konuşmasının içinde buna benzer cümleyi kurmuş olması da bana tüm bunları gösterdi. Bunun anlamı şu bana göre: NATO’nun koridorlarında bir hareketlenme var. Bunu askeri anlamda ifade ediyorum. Bunlar nasıl kesilmeli? İşte bu tür seçim kararları alırsanız, bu sorunları bir süre ötelersiniz.

Erken Seçim Kararı Toplumu Yumuşatır

Bunların örnekleri var mı tarihimizde?

27 Mayıs 1960’dan önce Adnan Menderes, en son Eskişehir’de erken seçim ilan edemedi. Işıklar içinde uyusun Altemur Kılıç sağlığında konuştuğumuzda bana söylemişti, daha sonra hatıratında da aktardı. Adnan Menderes aslında erken seçim ilan edecekmiş orada. Ama mikrofonun kabloları kesilmiş, konuşması duyulmamış. Aktardığı buydu. Aynı şekilde 12 Mart öncesi ve 12 Eylül öncesindeki siyasi tartışmaları da hatırlayalım. Kısacası eğer seçim kararları alabilirseniz, bu durum en azından bir süre toplumu yumuşatıyor, toplumun bir araya gelmesini sağlıyor. Burada eğer beka anlamında bir toplum mühendisliği inşa etmek isteniyorsa, bunları bir süreliğine öteletirsiniz, def edersiniz, cesaretlerini kırarsınız veya planlarını öteletirsiniz.

Provokatörler Seçim Öncesi Değil Sonrasına Hazırlık Yapabilirler

Sizin aktardığınız çerçevede şunu sormak isterim: Yıllardır her seçim döneminde dış istihbarat örgütlerinin provokasyonları, manipülasyonları, içeriye yönelik sosyal mühendislik hareketliliği olur. 24 Haziran tarihi bir anlamda bu örgütlenmelerin aktardığımız provokasyonlarının hazırlığını da engelleyici bir tarih olabilir mi? Yani bir karışıklığın önüne geçmek için belirlenmiş olabilir mi?

Benim düşüncem şu: Bu iki aylık süreçte olmaz ama bu örgütlerin bir planları varsa bunu aksatmazlar. Olacaksa ondan sonraki süreçte yürüteceklerini düşünüyorum. Bu düşüncemin sebebini söyleyeyim. Çünkü bu iki aylık süreçte hükümetin bu anlamda güvenlik önlemleri konusundaki hassasiyetinin en üst düzeye çıkarılacağını bilmek için çok uzman olmaya gerek. Burada olabilecek olan her şey, örneğin bir kişinin bile burnunun kanaması bu hükümeti zor duruma sokar, yıllarca altından kalkamaz. Nasıl ki 1913’teki sopalı seçimlerin, 1946’daki şaibeli seçimlerin altından kalkılamadıysa bunun da altından kalkılamaz.

Hükümetin referandum süreci de dâhil geçmişte yaşadığı bazı olumsuzluklar var. Orada da şaibe iddiaları olmuştu. Dolayısıyla bu iki aylık süreç zorlanabilir. Ama bu zorlanmanın karşılığında özellikle emperyal güçler açısından söylüyorum, dışarıda provokatif amaçla hareket etmeyi planlamış güçlerin bir kazançları olmaz. Bunu çok iyi biliyorlar. Seçimi erteletmek, yaptırtmamak bu sefer Türk toplumunun hükümet muhalifi olan karşı grubunu daha da keskinleştireceği gibi, bu sefer bir araya getirir, hükümetin yanına itebilir. Bu durum onların isteyebileceği en son şey. Sonuçta burası bir yurt, kolay terkedilebilecek bir şey değil. Kültürde ve gelenekte de memleketi teslim etmek, yok etmek gibi bir şey hiç yok. Söz konusu bile değil. Burada o zaman radikal unsurlar hariç herkes kenetlenir.

Orta Doğu’da Oluk Oluk Kan Akacak

Bu dönemin iç boyutu hariç bir de dış boyutu, özellikle bölgesel boyutu var. Örneğin Orta Doğu’da neler olacağını öngörüyorsunuz?

Çok net… Benim gördüğüm fotoğraf öyle bir fotoğraf ki 2019’da Orta Doğu’da oluk oluk kan akıtılacak. Öyle bir döneme giriyoruz. İşte Türkiye’nin yüksek stratejisi, bu belanın Türkiye’ye sıçramasını engelleme yolunda olmak zorundadır. Şu soru gündeme gelebilir: Bunları hükümetler tek başına yapabilir mi? Yapabilir ama konsensusu sağlarsa yapabilir.

Laik Türkiye’nin Yerine Suudi Arabistan’ı Monte Edecekler

Kastettiğiniz kan akıtacak unsurlar arasında Suudi Arabistan öncülüğünde oluşturulacağı söylenen Arap gücü var mı?

Tabii ki. Orta Doğu’daki ana mesele şu: Birincisi İslam’ı İslam’la yok etmek. İslam’ı İslam ile yok etmenin yolu Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmaktır. Bu nasıl olur? Mezhepsel büyük fay hatları oluşturarak. Örneğin Şii-Sünni çatışması çıkararak. Türkiye gibi ülkelerin içerisinde de Alevi-Sünni çatışması çıkararak. ABD başta olmak üzere bütün emperyal güçlerin bu bölgede uyguladıkları strateji ve politikalar, İran’ı güçlü hale getirdi. İran şu anda Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Yemen’de, Suudi Arabistan’ın doğusunda, körfezde ve birçok yerde. Hiç istemedikleri şey oldu. Daha önce Şii hilali deyip ürküyorlardı. Şimdi bu hilal kapandı doğrudan doğruya bir kapan halini aldı. Bunu nasıl açacaklar şimdi? En istemediği şey oldu. Şimdi diyor ki ‘Suudi Arabistan liderliğinde bir Arap ordusu oluşturayım’. Hatırlayın Suudi Prens, ABD’de o sivil takım elbise ile şu açıklamayı yaptı: ‘Ben Vahhabiliğin ne olduğunu bilmiyorum. Söyleyip duruyorlar ama Vahhabilik nedir?’ Şimdi siyaseten seküler bir Suudi Arabistan oluşturuyorlar. Benim yorumum şu: Laik Türkiye’nin yerine bir şey monte etmeye çalışıyorlar.

Vekalet Savaşları Bitti, Ülkeler Arası Savaş Başlayacak

Bir dönem Türkiye üzerinden denemeye çalıştıkları Ilımlı İslam modeli operasyonunu başaramayınca şu an Suudi Arabistan üzerinden mi uygulamaya çalışıyorlar?

Aynen öyle. Ilımlı İslam modelini uygulamaya çalışıyorlar. Zaten ‘Ilımlı İslam’ diye söylediler de. Şimdi bu Orta Doğu üzerine yapılmış planlamalar, daha 2003 yılında Condolezza Rice’ın açıkladığı 22 devletin siyasi sınırı, rejimi değişecek çerçevesindedir. Zaten değiştire değiştire geliyorlar. Durum böyle olunca burada yaratılacak olan kaos, kargaşa, büyük provokasyonlar, kurulacak olan kumpaslar Türkiye ve İran’a yansımayacak diye düşünenler son derece romantik düşler içindedir.

İkincisi, ben her zaman aynı cümleyi söylüyorum ve yine söyleyeceğim, bu gibi durumlarda aykırı davrananlar gerçekten yurtsever değildir. Çünkü yurtseverlikte muhalif unsurlarla siyaset unsurları arasında bir fark olmaması gerekiyor. O iç siyasetteki kapışma ve kavgadır. Her zaman için beka meselesinde kenara bırakılmalıdır. Eğer çatı çökerse, çökmüş çatının devletinde Cumhur reisi olsan ne olur, ana muhalefet partisi başkanı olsan ne olur? Bunun hiçbir anlamı yok. Bunu iyi görmek lazım. İran meselesine gelince hatırlayın… İran’da yaptırılan Humeyni darbesi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin yaptırılması için büyük bahane olmuştur. Gerçi tekerleğin dönme günü 1 Mayıs 1977’dir, o başka bir şey. Onun analizi uzun ama şunu bilelim, Orta Doğu’daki büyük kaos, kargaşa çıkarılacak, ısrarla ifade ediyorum, kan su gibi akıtılacak. Böyle bir dönemde Türkiye’de siyaset yapıcıların, aktörlerin bu işi doğru düzgün görüp çözmesi, analiz etmesi ve değerlendirmesi gerekiyor.

Vekalet savaşları bitti gibi. Vekalet savaşından ülkeler arası hatta konvonsiyonel savaşa doğru gidiyor.

Evet vekalet savaşı dönemi bitti.

İşte bu dönemde Türkiye’nin pozisyonu ne olabilir? Bu soruyu seçimin olası sonuçlarını göz önünde bulundurarak yanıtlar mısınız? Ne öngörebiliriz? Türkiye’yi savaşın içine çekerler mi?

Çekmek için çok uğraşırlar. Bakın emperyal güçler açısından ya da uluslararası müesses nizamın belirleyicisi olan finans aktörleri tarafından bu bölgede en ideal savaş Türk-İran savaşıdır.

Yeni Dönem Savaş Ekseni Doğu Akdeniz Ticaret Yolu

40 yıldır bunun için uğraşıyorlar.

Bakın istedikleri bu savaştır. Çünkü bölgenin iki tane başat gücüdür bu iki ülke. İran’ın zaten pozisyonu belli. Türkiye’de ise son yıllarda Sünni dünyanın acaba liderliğini alabilir miyim çabası görülüyor. Geçmişte böyle bir çaba yoktu. Doğal olarak bu çatışma olacak. Öte tarafta Suudi Arabistan ve Mısır, ‘Dur bir dakika. Sünni dünyanın liderliğine, ağabeyliğine soyunman ne haddine? Biz varız’ diyecekler. Ama biz neyi görüyoruz bu iki ülke için? Sadece ABD’yi görüyoruz.

ABD’nin Mısır’a her yıl verdiği hibe şeklindeki yardım, 1,5 milyar doların üstünde. Aynı zamanda Suudi Arabistan’dan silah satıyorum yalancılığı üzerinden para alıyor. Öte taraftan Suudi Arabistan üzerinden Körfez’i, bölgeyi kontrol etmeye çalışıyor. Bir de neresi var: Doğu Akdeniz ticaret yolu. Yeni dönemdeki savaşın ana ekseni Doğu Akdeniz ticaret yolu olacaktır.

Tam da onu soracaktım. Biz Mısır üzerinden hep Orta Doğu’yu görüyoruz. Ayrıca Mısır Akdeniz’in çok önemli bir ülkesi. Bu konuda da olumsuz bir dönem söz konusu olacaktır.

Gayet tabii ki. Mısır hem Süveyş Kanalı’nı hem Kuzey Afrika’yı kontrol ediyor. Ayrıca bakın İngiltere hem Kıbrıs’ta hem Mısır’da. ABD İngiltere kanalıyla hem Kıbrıs’ta hem de zaten Mısır’daydı. İngiltere 1879 yılından beri Kıbrıs’ta. Son operasyonda da gördük, füzeleri Agratur Üssü’nden attılar. Görüldüğü gibi İngiltere olduğu için ABD’de de orada. Dolayısıyla Ruslar etkisiz bırakılıyor. Orta Doğu’da da aynı durum. Suriye’ye bakın, Rusya var ama Fransa’yı gözardı ediyoruz. Bizim analizciler Fransa’nın oradaki üslerini görmedi. ABD kimin kanalıyla üsler inşa ediyor? Elbette Fransa kanalıyla. Bakın Trump ile Macron niye sürekli kucak kucağa. Niye?

Birincisi İran meselesinde ortak hareket ediyorlar. Trump, Macron’a diyor ki ‘Kıta Avrupası’nda Almanya’dan daha önemli bir devlet olmak istiyorsan eğer buradaki pozisyonda birlikte olmalıyız.’ Ben bu fotoğrafları böyle okuyorum.

Almanya neden orada yok?

Almanya baştan ‘Ben yokum’ dedi. Bunu ilk defa söylemiyorlar. Daha önce 1897’den sonraki gelişmelerde, artık Şark sorunu diye kafamıza çakıyorlardı ya ondan sonraki süreçte Avrupa’nın kendi içindeki anlaşmalarına bakın. Makedonya’yı bölmeleri gibi. 1902-1904’lerde Almanya ‘Ben Makedonya’daki komiserliğin içinde olmayacağım’ dedi. Hatırlayalım; orada İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya vardı. Almanya yoktu burada. Benzer bir durum.

Yunanistan İle Bize Enerji Kaybettiriyorlar

Hazır Akdeniz konusundan söz etmişken, önümüzdeki dönemde Akdeniz ve Ege’deki gelişmeleri de değerlendirmenizi isteriz. Yunanistan ile yaşanan problemler, Akdeniz’deki gelişmeler vs. Yunanistan’ın arkasındaki güç belli. Türkiye direniyor bütün planlara. Gerilim Türkiye ile Yunanistan arasında bir sıcak çatışmaya dönüşür mü?

Yunanistan ile sıcak çatışmaya girmenin bir tek koşulu var. O da ABD isterse sıcak çatışma olur. Ama burada NATO problemi olur. NATO’nun dağılmasını göze almaları gerekiyor. Orta ve kısa vadede hiç kimse NATO’nun dağılmasını göze alamaz çünkü Rusya faktörü var. Dolayısıyla ne olur? Yunanistan’ın bu çıkışlarıyla Türkiye’ye sürekli enerji kaybettirecekler.

Oyalayacaklar yani.

Aynen öyle oyalayacaklar.

Türkiye Batı Ekseninden ve Nato’dan Çıkmaz

NATO’nun geleceği ne olur? Çünkü yıllardır eksen değişikliği, kutup değiştirme diye tartışılıyor. Türkiye NATO’dan çıkar mı?

Yok olmaz. Türkiye bir kere kutup değiştiremez. Osmanlı beyliğinin kuruluşundan beri yönümüz hep batı. Türkiye’nin doğuda yapacağı hiçbir şey yok. Hangi ticaret anlaşmasını yapacak, hangi geliri elde edecek? Hangi rejimlerle işbirliği yapacak? Bu nedenle yön hep Batı. Batı da bunu çok iyi biliyor.

Seçmen Neye Dikkat Etmeli?

Son sorum şu: Bir fotoğraf çektiniz. Bu fotoğrafı görerek sandığa gidecek seçmen neye göre karar verip oy kullanmalı?

Seçmen açısından dikkat edilmesi gereken ana mesele şu: Bu ülkeyi kim gerginliğe, içerideki etnik çatışmalara götürmeyecek, kim kaosla beslenmeyecek, bütün bu dünyada emperyal oyunları iyi çözmüş olacak, anti emperyalist, tam bağımsızlıkçı olacak? Misak-ı Milli sınırlarını savunacak, ulusal üniter devletten, laik Cumhuriyetin sonsuza kadar yaşatılmasından yana olacak?

Kim gelirse gelsin Atatürk’ün Yurtta Barış Dünyada Barış ilkesini uygulayacak. Eğer bu bölgede ayakta kalmak istiyorsak, bu şaşmaz bir ilkedir artık. Tartışması bile olmamalı. Bütün bu yaşananlar bize şunu gösterdi: Araplar arasında olan hiçbir belaya, kaosa, probleme bulaşmamalıyız. Bunu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a bizzat belirtmiştir. Demiştir ki: ‘

Rusya’yla ilişkilerinizi iyi tutun, İran’la geliştirin, Arap ülkeleriyle olan problemlere sakın karışmayın, bulaşmayın.” Bu konuşmalar Osmanlı Devleti’nin bakiyesidir.

Orta Doğu’da Yeni Senaryo: Bölgesel Savaş

ABD’nin, yanına İngiltere ve Fransa’yı alarak yaptığı saldırı, bölgedeki dengeleri yeniden değiştirdi. Saldırının hemen arkasından Suudi Arabistan ve Mısır öncülüğünde bir Arap gücünün Fırat’ın doğusuna yerleştirileceği haberleri bölgeyi savaşa sürükleyecek bir hamle olarak öne çıktı. Türkiye’nin bir anda erken seçim sürecine girmesi de bölgesel gelişmelerin seyrini etkileyecek bir döneme işaret ediyor.

Her şey 4 Nisan’da Astana üçlüsünün, yani Türkiye, Rusya ve İran’ın devlet başkanlarının başkent Ankara’da yaptığı zirveden sonra başladı. Önce üç ülkede de ekonomik göstergeler oynamaya başladı. Ardından 6 Nisan’da Rusya’dan ilginç bir açıklama yapıldı. Açıklamada Suriye’nin güneyindeki silahlı grupların kimyasal silah kullanımı da dâhil, bir dizi provokasyona hazırlandığını ifade edildi. Bu açıklamadan bir gün sonra Suriye’de başkent Şam’ın Doğu Guta bölgesindeki Duma’da rejimin kimyasal silah kullandığı iddiası gündeme bomba gibi düştü. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Bugüne kadar işgal ettikleri bölgelerde kullandıkları konvansiyonel silahlarla binlerce masumun ölümünden sorumlu olan Batı dünyası ayağa kalktı. ABD liderliğindeki güçler saldıracağız, saldırıyoruz derken 14 Nisan’da ABD, İngiltere ve Fransa, uçaklar ve gemilerden atılan füzeler ile Suriye’nin başkenti Şam’a saldırdı. Özelde Suriye genelde Orta Doğu’daki kartların bir kez daha karılmasına neden olan gelişmeler zinciri de bu şekilde başladı.

Her zaman yaptığımız gibi filmi başa sarıp, yaşananları ve yaşanacakları derinlemesine incelediğimizde, Suriye üzerinden büyük bir çatışma fayının tetiklenmek üzere olduğunu görüyoruz. Uzmanların aktardığı bilgiler çerçevesinde bu fay hattının Türkiye’yi de olumsuz etkileyecek bir sürece evrilme riski bulunuyor. Bu da seçim sathına girmiş bir Türkiye’yi zorlayacak gibi görünüyor. Özellikle seçim tartışmaları nedeniyle üzerinde fazla durulamayan bu gelişme, dengeleri etkileyecek ve bölgesel bir savaşı tetikleyebilecek bir sürecin işaretlerini taşıyor.

Washington’un Trump Dönemi Hamleleri

ABD’de Donald Trump’un başkan adaylığı, Türkiye’nin de içinde bulunduğu çok sayıda ülkede karikatürize edilerek karşılandı. Ancak seçim propagandası olarak görülen eski yönetime karşı salvoların adım adım hayata geçirilmeye başlanması, Trump’un hiç de öyle karikatür bir figür olmadığını ortaya koydu. Özellikle küresel ölçekte Çin ile ilişkileri Washington lehine değiştirmeye yönelik ekonomik hamleler yapması, Rusya’nın (her ne kadar Amerikan kamuoyunda “Moskova Trump’ı destekledi” iddiaları gündemde tutulsa da) Akdeniz’e inme stratejisine karşı aktif bir politikanın düğmesine basması, Orta Doğu’da da İsrail’i rahatlatıp İran’ı sıkıştıracak adımlara yoğunlaşması bu tespitimizi haklı çıkaran gelişmeler olarak sayılabilir. Ayrıca yine Rusya’ya yönelik İngiltere merkezli taarruzun en büyük destekçisi de Washington yönetimi oldu. Washington’un bölgesel politikalarından etkilenen ülkelerin başında ise Türkiye geliyordu. Seçim propaganda döneminde Obama dönemi Suriye politikalarını eleştirmesiyle umutlanan Ankara’nın beklentileri, Trump başkan olduktan sonra ABD Merkez Komutanlığı CENTCOM’un, PKK/PYD-YPG politikalarını sürdürmeye devam etmesiyle hüsrana uğradı. Özellikle terör örgütü PKK/PYD’ye destek resmileştirilirken, destek kararının altında Donald Trump’un imzası yer alıyordu. Türkiye’nin buna yanıtı Suriye’de çözüm eksenli işbirliğini, Rusya ve İran ile genişletmek şeklinde oldu.

4 Nisan Zirvesi Gelişmeleri Tetikledi

Türk, Rus ve İran yetkilileri, Suriye’deki krizi çözüme kavuşturmak amacıyla 2017 yılının hemen başında, 23 Ocak’ta Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir araya geldi. Daha sonra toplantının yapıldığı yer ile adlandırılan süreç, Batı’nın tüm itirazlarına rağmen adım adım ilerledi. İşte yazının girişinde aktardığımız gelişmeleri tetikleyen de Astana Süreci liderlerinin 4 Nisan’da Ankara’da bir araya gelmesi oldu. Soçi’de geçen yılın Kasım ayında yapılan zirveden sonra ikinci kez bir araya gelen liderler, Suriye’de adım adım çözümü ilerletme kararlılığını aktardı. Zirve, Batı dünyasında yüksek seviyede kaygıyla karşılandı. Örneğin CNN International muhabirinin zirveyi “ABD için daha kötü bir zamana denk gelemezdi. ABD masada olmadığı gibi, Suriye’deki bu üç önemli oyuncu hep beraber ortaya çıktıklarında ne istediklerini, Suriye’deki amaçlarının ne olduğunu biliyordu” sözleriyle değerlendirmesi dikkat çekiciydi. Batı dünyasının yanında yer almasına rağmen Rusya ve Çin konusunda denge politikası izleme eğilimindeki Almanya bile bu zirveden duyduğu rahatsızlığı üst düzeyde dile getirdi.

ABD, Cenevre’nin Pasifize Edilmesinden Rahatsız

ABD’nin liderliğindeki Batı dünyasının rahatsızlığının temelinde, Suriye’de yedinci yılı geride bırakan iç savaşın Orta Doğu’ya yayılmadan sonuçlanmasında, son sözü Astana üçlüsünün söyleme ihtimaliydi. İşte ne olduysa bu zirveden sonra oldu. Bu üç ülkede önce ekonomik göstergeler hareketlendi, dolar yükselişe geçti. Ardından Rusya’dan 6 Nisan’da dikkat çekici bir açıklama yapıldı. Rusya’nın Suriye’deki ateşkesi izleme merkezinin Başkanı Yuriy Yevtuşenko, yaptığı açıklamada “Hükümet güçleri safına geçen Ceyş Ahrar el Aşir militanlarından edindiğimiz bilgilere göre, Suriye’nin güneyindeki silahlı örgütler bir dizi provokasyona hazırlanıyor, buna kimyasal silah kullanımına dair provokasyonlar da dahil” dedi. Ve sadece bir gün sonra Suriye’nin başkenti Şam’ın kuzeyindeki Doğu Guta bölgesindeki yerleşim birimi Duma’da rejim güçlerinin kimyasal silah kullandığı haberleri yayılmaya başladı. Batı bir anda hareketlendi. Trump’ın çıkışı ve Avrupa ülkelerinin desteği ile Suriye’ye yönelik bir saldırı beklentisi arttı. Bam teline ise ABD Savunma Bakanı James Mattis 12 Nisan’da dokundu. ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Joseph Dunford ile birlikte Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesi’nde 2019 savunma bütçesi üzerine düzenlenen panelde konuşan Mattis ana hedeflerini şu sözlerle açıkladı: “Suriye’de iç savaşa katılma niyetimiz yok ve 6 yıldır devam eden iç savaşı Cenevre süreci ile çözmeye çalışacağız.”

“Astana Üçlüsü Tekerimize Çomak Soktu” İtirafı

Mattis’ten bir gün sonra ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde 4 Nisan’daki zirveyi ve Zeytin Dalı Harekatı’nı eleştirerek şu sözleri sarf etti: “Onlar (Erdoğan, Putin, Ruhani) Suriye’yi paylaşmak için oradaydılar… Zaten son derece karmaşık olan duruma Türkiye’nin Afrin’e girmesi eklenince tekere bir çomak daha sokuldu.’

Teker dediği, Washington’un planıydı ve Türkiye, Rusya, İran’ın birlikte verdiği o görüntü ve uygulanan ortak politika Amerika’nın tekerine çomak sokuyordu. İşte kimyasal iddiaları bu açıklamaları gölgeledi. Hedef ABD’nin olmadığı bir çözümün imkânsızlaştırılması, kanalın tekrar Washington’a çevrilmesiydi. Çözümden çok çözümsüzlük bu tekerin yürümesine katkı yapacaktı. Ek olarak DEAŞ’ın bölgede artık eylem yapamaz hale gelmesi ABD’nin bölgedeki varlığının sorgulanmasına da neden olacaktı.

Beklenen saldırı Duma’da inceleme yapılacağı söylenen 14 Nisan’da gerçekleşti. ABD, İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’deki gemilerden atılan füzeler ve uçaklarla yaptığı bombardımanın ardından saldırıların devam edip etmeyeceği tartışıldı. Ancak Washington yönetiminden yapılan açıklamalarda, bu harekâtın bir defaya mahsus olduğu belirtildi. Ancak ABD açısından maksat hâsıl olmuştu. ABD, bölge denkleminde yeniden rol aldı.

Rusya’nın Etkinliğini Azaltmak

Saldırının ana stratejik hedefini Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini önce dengeleme ardından uygulanacak politikalarla azaltmak şeklinde değerlendirmek mümkün. Suriye Gündemi internet sitesinde Necdet Özçelik’in yaptığı analiz dikkat çekicidir. ABD’nin saldırıyı İngiltere ve Fransa ile yaptığına dikkat çekerek şu vurguları yapmakta: “Şüphesiz, ABD’nin Suriye’de müttefik çoğaltma işi ABD’nin saha maliyetlerini azaltacağı gibi Rusya’nın karşısında duran geniş tabanlı bir ittifak da Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini azaltacaktır. ABD öncülüğündeki askeri harekâta katılan Birleşik Krallık ve Fransa gibi iki NATO üyesi ülkenin doğrudan desteği, bu ülkelere askeri üs kullanımıyla dolaylı destek veren Birleşik Arap Emirlikleri ve Güney Kıbrıs (dolayısıyla Yunanistan) ve NATO genel sekreterliğinin harekâta olan söylemsel desteği, ABD’nin Suriye’deki politikasını NATO ve Rusya eksenine taşıma çabası şeklinde okunabilir.”

Türkiye ile Rusya’nın İletişimini Zayıflatmak

Kimyasal silah iddialarının bir boyutu da Türkiye ile özellikle Rusya arasında bir gerilim hattı oluşturmayı amaçlamasıydı. Evet iddia ciddiydi ve kesinlikle araştırılmalıydı. Ancak Ankara’nın ve Moskova’nın Esad rejimine bakış perspektifi farklıydı. Kimyasal iddiaları Türkiye’de ilk başta karşılığını hemen buldu. ABD’nin bölge politikalarına muhalefetiyle bilinen bazı basın organları dahi geçmişteki yaşanan bazı hadiseleri hatırlatarak ABD müdahalesine destek verir yayınlar yaptı. Ancak 9 Nisan’da Bakanlar Kurulu sonrası hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ın, 10 Nisan’da da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı açıklamalar, hükümetin bu konuda itidalli ilerlediğinin göstergesi oldu. Özellikle Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında sürdürülen temaslar ve Ankara’nın olayın uzmanlar tarafından incelenmesi konusundaki net tavrı iki ülke arasında, 24 Kasım 2015’teki uçak düşürme olayındaki gibi bir krizin önüne geçti. Bu da Ankara ve Moskova’nın bu süreçte büyük tecrübe kazandığını ve her konuda istişare yapma kararlılığını göstermesi bakımından çarpıcıydı. Yine de saldırı sonrasında Rusya ve İran ile ortaya konan işbirliği kararlılığı gündemin gerisine düştü.

Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron’un saldırıdan iki gün sonra yaptığı açıklamada yer alan “Operasyonla Türkiye ile Rusya’nın arasını açtık” sözleri saldırının bu hedefine de işaret ediyordu.

Ayrıca Türkiye ile Rusya arasındaki S-400 hava savunma sistemi alımıyla ilgili tam saha baskı da bu dönemde kapalı kapılar ardında da olsa arttı. Hatta Türkiye içinde sözünü ettiğimiz ilk baştaki rejim karşıtı duruşa karşı Rusya’dan “Teslimat 2019 yılı sonunda olacak” açıklamasıyla mesaj verildi. 3 Nisan’da yine Ankara’da yapılan Erdoğan-Putin görüşmesi sonrasında Savunma Sanayi Müsteşarı İsmail Demir, alımın 2019 yılı Temmuz ayına çekildiğini duyurmuştu. Moskova’nın aktardığımız çıkışı, Ankara’ya bir mesaj niteliği taşıyordu.

Terör Örgütü Nefes Aldı

Peki Türkiye ile Rusya’nın arasını açmak neyin önünü açacaktı? Hatırlayalım: Türkiye, Fırat Kalkanı ile başlayan ve Zeytin Dalı Harekatı’yla devam eden politikayla teröre karşı atağa geçmişti. Bu atak en çok Batı dünyasını rahatsız etmişti. Hatta olası Münbiç veya Fırat’ın doğusu harekâtını durdurmak için her yolu deneyeceklerinin işaretleri verilmişti. Türkiye bu atağında Rusya ile kurduğu güçlü iletişimin faydasını gördü. 4 Nisan’daki zirveye doğru Türkiye, Suriye’de Münbiç ve Fırat’ın doğusu, Irak’ta Sincar ve Kandil’e kadar olan tüm güney sınırındaki hattını terörden temizleme kararlılığını ortaya koymuştu. Bu hedef değişmese de ABD saldırısından sonra hükümet de yeni dengeleri gözeterek hareket etmenin gerekliliğini anlamış gibi görülüyor. Aktardıklarımızla beraber çok sayıda faktörün hesaplandığı bu dönemde, başlığa çıkardığımız bölgesel bir savaşı tetikleyecek başka bir gelişme de önümüzdeki dönemin sinyallerini verdi.

PKK/PYD’nin Himayesi Mısır ve Körfez Ülkelerine Veriliyor

Sputnik’ten Elif Sudagezer’in 14 Nisan’daki saldırıdan üç gün sonra geçtiği haber, Türkiye’de seçim tartışmalarının gölgesinde kaldı. Türkiye’nin hedefleri arasında yer alan Fırat’ın doğusundaki PKK/PYD terör örgütü varlığının Fransa’nın himayesine verildiği yönündeki bilgilerin ve açıklamaların üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişken, Sudagezer’in Wall Street Journal (WSJ) gazetesine dayandırarak verdiği haberde şu bilgiler yer aldı: “Gazete, Suriye’den çekilmek isteyen ABD Başkanı Donald Trump’ın, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Amerikan askerlerinin yerine Mısır ve Körfez Arap krallıklarının askerlerinin konuşlanması için temaslar yürüttüğünü yazdı. Adı açıklanmayan ABD’li yetkililere dayandırılan habere göre Trump’ın yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, kısa süre önce Mısır İstihbarat Servisi Başkan Vekili Abbas Kamil ile bir telefon görüşmesi yaptı. Bolton, Suriye’ye Arap gücü planına Mısır’ın katkıda bulunmak isteyip istemediğini araştırdı. Bolton-Kamil görüşmesi öncesinde de Washington Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar’dan Suriye’nin kuzeydoğusunun yeniden inşasının finansmanı için milyarlarca dolar aktarmalarını istedi. Trump yönetimi söz konusu Körfez krallıklarından bölgeye asker göndermelerini de talep etti.”

Suriye’nin kuzeydoğusu olarak tanımlanan yer, PKK/PYD terör örgütünün ABD himayesinde kontrol ettiği Fırat’ın doğusuydu. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE, zaten bölgedeki gelişmelerde ABD ve İsrail ile uyumlu politikalar izleyen ülkeler olması nedeniyle şaşırtıcı değildi. Ancak haberin içinde Katar’ın da zikredilmesi dikkat çekiciydi. İki gün sonra Katar’ın Suud yönetimi tarafından “Birinci Ortak Körfez Kalkanı Tatbikatı” na davet edilmesi haberi basına yansıdı. Oysa aynı Katar yaklaşık bir yıl önce Suudi Arabistan tarafından teröre destek veren ülke kategorisine sokulmaya çalışılmıştı. ABD’nin o dönem yaşanan krizde her ne kadar Suudi Arabistan’ın safında olduğunu belli etmesine rağmen Katar ile ilişkilerini sıcak tutması ve diplomatik baskıyla Doha’yı kendi yörüngesine çekme politikası son gelişmelerle uygunluk yönünde işaretler taşıyor. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cubeyr’nin, 24 Nisan’daki şu açıklaması ise Katar’ın da bir kıskacın içine sokulmaya çalışıldığını gösteriyor:

“Katar’ın, ABD’nin Suriye’deki askeri varlığının parasını vermesi ve oraya kendi askerlerini göndermesi gerekir. Bunun da ABD Başkanı, Katar topraklarındaki Amerikan askeri üssü üzerinden Katar Devleti’ne sağladığı korumayı iptal etmeden önce olması gerekiyor.”

Katar yönetimi, bu yazı kaleme alınırken, henüz Suudi Arabistan’a bir yanıt vermemişti. Katar’ın bu bölgede Suudi Arabistan ile aynı topa girmesinin Türkiye’den çok İran açısından olumsuz etkileri olacağı belirtilirken, sözü edilen güç ile ilgili temasların sürmesi nedeniyle askeri gücün kısa vadede oluşmasının zor olduğu aktarılıyor. Buna rağmen Türkiye’nin gerek Suriye gerek Irak’taki terör unsurlarına yönelik askeri hazırlık yaptığı dönemde yaşanan ve Suudi Arabistan öncülüğündeki güçler ile İran’ı sıcak çatışmaya sokabilecek bu gelişme ülkemizi zor duruma sokacak nitelikte. Trump başa geldikten sonra ilk yurtdışı gezisini yaptığı Suudi Arabistan ve bağlantılı körfez ülkeleri, ikili işbirliği dozajının yükseltildiği Mısır ile ABD arasında bölgesel askeri operasyon yapma noktasına gelindiği görülüyor.

Bölgeyi Nasıl Etkileyecek?

Peki bu güç kime karşı oluşturulacak? Bu sorunun direkt yanıtı olarak İran gösterilse de bölgeye sınır değişikliğini de içeren bir operasyon olacağı açık. Çünkü oluşturulması planlanan Arap gücü, PKK/PYD terör örgütünün işgal ettiği bölgelere yerleştirilecek. Bu gelişme sadece İran’ı değil, terör örgütüyle mücadele eden Türkiye’yi de doğrudan ilgilendirecek.

Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin de bu tehlikeye dikkat çekerken, İran’ın nüfuz alanı olarak gördüğü Irak, Suriye ve Lübnan arasındaki hattın kesilmesinin planlandığını vurguluyor. Bu güç ile İran arasında sıcak çatışma çıkması ihtimalinin yüksek olduğunun altını çizen İsmail Hakkı Pekin, Yörünge’ye şunları söyledi: “Artık bölgede terör örgütlerini vekaleten kullanarak savaşma durumundan, ülkeler arası bölgesel savaş durumuna geçilebilir. Bunun için de bir Arap gücünü Suriye’nin kuzeyine getiriyorlar. Bu durum hem kaosu derinleştiriyor hem de istediği çözümü dayatıyor.”

Türkiye’ye Fırat’ın doğusu için, İran’a da bölgenin geneli için “Burası Arap ülkesidir ve sorumluluğu Araplara aittir. Ben buradayım” mesajı verildiğinin de altını çizen Pekin, meselenin Türkiye boyutunun çok çetrefilli olduğunu şu sözlerle aktardı: “Türkiye ve İran, orada Arap gücü ile çatışmaya gireceği zaman bölgede gücü oluşturan ülkelerle de bir savaşı göze almış demektir. Özellikle Araplarla İran arasında savaş çıkma riski büyük. Türkiye de girebilir bu savaşa. O zaman da kimin tarafında olacağı tartışmaları olacaktır. Bir tarafta Sünni Araplar öbür tarafta Şii İran. Milli menfaatlerini İran’ın yanında mı yoksa Arapların yanında mı görür? Çok zor bir durum olabilir.” Türkiye ile İran’ın PKK/PYD konusunda işbirliği zemininin olduğunu ancak genel olarak çıkarların uyuşup uyuşmadığını iyi analiz etmek gerektiğini belirten İsmail Hakkı Pekin, meselenin ülkemizi ilgilendiren en önemli boyutunun ise kurulması planlanan “Kürt devleti” olduğunu belirtti. Pekin, Türkiye’nin bunu engellemek için milli menfaatlerine uygun bir politika belirleme zorunluluğunun altını çizdi.

Mete Yarar: Hiçbir Gelişme Tesadüf Değil

Rejim konusunda sert eleştirileriyle bilinen Güvenlik Uzmanı Mete Yarar da ABD’nin kimyasal iddialarıyla ilgili çıkışına tepki göstermiş ve müdahalenin perde arkasındaki asıl amacının, Astana Süreci’ni akamete uğratmak olduğunun altını çizmişti. Yarar, saldırıdan iki gün önce yazdığı köşe yazısında altı çizilecek şu vurguları yapmıştı: “Bu müdahale Esad’a değil, aslında doğrudan müdahale edemedikleri Astana sürecine bir saldırıdır. Çıkacak tablo ise maalesef Türkiye aleyhine olabilir. Asimetrik savaşın birkaç önemli unsuru var. Vekalet savaşları, kara propaganda, terörü bir araç olarak kullanma, manipülasyon, etnik ve mezhepsel savaşlar ve ekonomik saldırılar. Hepsi de son dönemde coğrafyamızda sıkça görülen olaylar.

Rusya’nın İngiltere’de yaşanan casus olayı nedeniyle köşeye sıkıştırılması, İran’da yaşanan doların spekülatif fırlaması, halk hareketleri ve Türkiye’nin yaşadığı döviz hareketlerinin nedensiz ve rastlantı sonucu olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle Suriye’de tırmandırılan gerilim de bunun bir parçası…

Esad’la ilgili görüşüm çok net ve her yerde söyledim. Ancak şu hataya da asla düşmem. ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ demem. Bugünküler hayırlı bir iş için gelmiyorlar. Irak’a hangi mazeretle geldiklerini bazıları unutmuş olabilir ama biz unutmadık. Eliniz ve geçmişiniz bu kadar kirliyken sizlere güvenmiyoruz… Pişmiş aşa su katmaya geliyorlar. Suriye kaosu kendi içinde dengeye otururken bu dengeleri altüst etmeye çalışıyorlar. Yani olan maalesef yine sivil halka olacak.” Mete Yarar, son gelişmeleri konuştuğumuzda da benzer düşüncelerini koruyordu. Bölgedeki gelişmelere dikkat çeken Yarar, Arap gücü oluşturulmasının, Macron’un “Türkiye ile Rusya’nın arasını açtık” sözünün ve diğer gelişmelerin alt alta konulduğunda verilen mesajın çok açık olduğuna dikkat çekti. Mısır’ın pozisyonuna da dikkat çeken Yarar şunları hatırlattı: “Son bir yıldır sürekli olarak Mısır’ın aşırı silahlandırılmasının bir nedeni olmalı diye soruyorum. Mısır’a Mistral sınıfı gemiler verdiler. Bakıldığında Mısır’ın böyle bir gemiye hiç ihtiyacı yoktu. Neden verdiler bu gemileri? Silah sistemleri, modern Abrams tankları verildi bu ülkeye? Bunu sorgulamak lazım. Yakın dönemde demek ki bunları kullandıracaklar.” Etrafımızda yaşanan yaşanan bütün gelişmelerin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve Türkiye’yi hedeflediğini söyleyen Yarar, örnek olarak erken seçim kararına Batı’nın itirazını gösterdi: “Erken seçimin 2 ay sonra kararlaştırılmasıyla ilgili Avrupa Birliği’nin tepki göstermesi son derece eleştirilecek bir konu. Onlarda 45 gün olmasına biz itiraz mı ediyoruz? Bizim Anayasamızda 60 gün öncesinden erken seçim kararı alınabileceği yazıyor. Buna kimse itiraz edemez.”

Erken Seçim Kararı Büyük Oyuna Karşı Hamle mi?

Evet, Türkiye tam da böyle bir dönemde erken seçim kararı aldı. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 26 Ağustos önerisi yapmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahçeli ile görüşmesi neticesinde seçim tarihi olarak 24 Haziran’ı işaret etmesi, tartışmaları beraberinde getirdi. En çarpıcı yorumlardan bir tanesi, seçim tarihini bir televizyon kanalında değerlendiren gazeteci Metehan Demir’in şu sözleri oldu: “İstihbarat örgütleri her seçim döneminde Türkiye’ye yönelik operasyonlar yaparlar. Bu örgütlere de baskın oldu bu seçim kararı.” Yörünge’nin bu konuya yönelik sorularını yanıtlayan Demir, bölgedeki ve ülke içindeki duruma dikkat çekti.

Ülke içindeki hainlerin her dönem hareketli olduğuna dikkat çeken Demir, şunları söyledi: “Türkiye seçim sürecine girdikten sonra toplumu demoralize etmek, toplumda kargaşa yaratmak, kamplaşmayı keskinleştirmek anlamında maalesef bu eylemleri yapan hainler bulunuyor. Seçim tarihi bir anlamda onları da hazırlıksız yakalayacaktır.” Olaya sadece terör boyutundan bakmamak gerektiğinin altını çizen Demir, “Mesela artık ekonomik terör de fiziki terör de var. Bu teröristler için de bir planlama gerekiyor. Bunları da hazırlıksız yakalamak amaçlanmış olabilir” dedi. Türkiye’de şu an istihbarat ve emniyet birimlerinin alarmda olduğu bilgisini paylaşan Metehan Demir, yine de her şeye karşı dikkatli olmak gerektiğini belirtti. Demir, bölge ile ilgili gelişmelere de dikkat çekerek şunları söyledi: “Arap gücü konusunda endişeliyim. Bakın ekonomik, fiziki terörün yanı sıra bir de dış politikada içeriye yönelirseniz adamlar boş durmaz. ‘Türkiye seçimden çıksın kaldığımız yerden devam ederiz’ demez. Siz iç siyasi mücadelelerle uğraşırken onlar da hamle yapar.

Fransa’nın, Yunanistan’ın açıklamaları, Akdeniz’de doğalgaz kaynakları üzerinden yapılan çalışmalar vs. vs. Arap gücü de bununla bağlantılı bir şey. Bu süreçte içeride ve dışarıda yaşanacak gelişmelere karşı devletin ve milletin birliği perspektifinden bakmamız gerekiyor.”

Sonuç

Bütün aktardığımız gelişmeler çerçevesinde erken seçime giderken Türkiye adeta cehennemin tam ortasına düşmüş durumda. Suriye ve Irak’tan yönelen tehdit, aynı şekilde yurt içinde (PKK, FETÖ, DEAŞ) terör tehditleri, Yunanistan ile Ege ve Akdeniz’de yaşanan gerilim, Kıbrıs’ta Batı baskısı, ABD ile yaşanan ekonomik ve siyasal bilek güreşi, Rusya ve İran ile ilişkilerin geleceği, bölgedeki belirsizlikler vs. Türkiye’nin önündeki ciddi dosyalar olarak duruyor. Böyle bir ortamda, Cumhurbaşkanı adaylarının ve milletvekili seçim sürecinde siyasi partilerin bölge güvenlik analizlerinin de seçimin sonucunda belirleyici olup olmayacağını göreceğiz. Ancak 24 Haziran sonrasında şekillenecek yeni yönetim yapısının önünde Körfez ülkeleri ve Mısır ile İran arasında olası bölgesel savaş riskinin bulunma ihtimali çok yüksek. Bu da Türkiye’nin erken ama çok zor bir seçim süreci geçireceğinin işaretlerini taşıyor.