Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Hakan Hocagil

Kampanyada Kim, Neyi, Nasıl, Ne Kadar Yaptı?

24 Haziran seçimleri seçmen açısından çok sönük geçse de adaylar baş döndürücü tempolarıyla dikkat çekti. Propagandanın bilinen tekniklerinin yanında yeni semboller, sloganlar, taktikler de kullanıldı. Erdoğan miting performansı bakımından da ustalığını gösterdi. İnce ve Akşener’in temposu beklenenin üstünde oldu. Ancak ‘Ay’a dört şeritli yol yapacağım’ dese inandıracak kadar seçmeniyle gönül bağı kurmuş olan Erdoğan’ın samimiyeti, diğer adayların bilinmezliğine/güvenilmezliğine üstün geldi.

Türkiye yine çok önemli bir seçim döneminden geçti; baş döndüren bir seçim kampanyası geçirdi… Hep topu iki aylık bir sürede her şey olup bitmek zorundaydı; öyle de oldu. Bu kadar kısa sürede adaylar belirlendi, listeler oluşturuldu, itirazlar oldu, listeler yenilendi…

Aday olması uygun görülenler partililere ve seçmene tanıtıldı; adaylar reklam, tanıtım ve propaganda faaliyetlerini başlattı, sahaya indi, seçmenle buluştu; seçilmek ve partisine/ittifakına oy kazandırmak için çalıştı… Bütün bunlar iki aylık sürede oldu; erken seçim kararının alındığı 24 Nisan’dan seçimin yapıldığı 24 Haziran’a kadar… Milletvekili adayları için bu yoğun ve yorucu tempo, liderler ve cumhurbaşkanı adayları için çok daha zorlu olmak durumundaydı. Onlar sadece aday olarak değil, lider olarak, belirleyici olarak, yön verici olarak, örnek olarak da çalışmak durumundaydı. Aday olma, milletvekili (ya da çalışma ekibi) adaylarını belirleme, ‘manifesto’ hazırlama, seçim bildirgesi oluşturma gibi ekstra işleri de başarıyla yürütmek zorundaydılar.

Ve tabii mitingler ile bu işlerin ‘bonus’u olarak televizyon konuşmaları…

En yorucu olanı mitinglerdi… Hem de günde bir taneyle yetinilmeyecek olan cinsinden…

Üstelik seçim kampanyasının önemli ve yoğun bölümü Ramazan’a denk gelmişti bu seçimlerde; adaylar oruçla birlikte bu yoğun tempoyu yürütmeliydi…

Peki, adaylar ne yaptı? Kim, ne kadar başarılı oldu? Hangi aday nasıl propaganda yaptı?

Propaganda Ne İçin ve Nasıl Yapılır?

Siyaset ve iletişim bilimlerinin üzerinde en çok durduğu kavramlardan biridir propaganda ve propaganda teknikleri… Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, propaganda temelde iki amaç için yapılır; propagandayı yapan lider, ya yeni taraftar/seçmen/oy kazanmak ister ya da taraftarlarını/seçmenlerini/oylarını korumak ister. Bu iki amacı gözetmek de mümkün; kendinizle/partinizle ilgili kanaatleri pekiştirmek için uğraşırsınız, bunu yaparken yeni taraftar kazanmayı da hedeflersiniz. Propagandayı yapanın doğrudan veya dolaylı fayda sağlaması, bununla birlikte hasım/rakip grubu yalnızlığa itmeyi amaçlaması da işin doğasındandır. “Bir savaşta nihai zafer, düşmanın yenilgiyi kabulüne bağlıdır. Yenilgiyi kabul etmeyen düşman, ileride tekrar sorun oluşturacaktır. Düşmanın moral gücü olan maneviyatının çökmesi, ancak psikolojik savaş yöntemi olan propaganda ile mümkündür.”

Propaganda uluslararası ilişkilerde, ekonomik ilişkilerde ve özellikle demokratik ülkelerde yoğun bir şekilde kullanılır. Geniş halk kitlelerini etkilemek ve düşüncelerini değiştirmek anlamını da taşıdığından dolayı, propaganda, demokratik sistemlerde halkın desteğini kazanmak ve böylelikle iktidar olmak amacıyla en çok başvurulan tekniklerden biri durumundadır. Rusya’da Lenin’in, Almanya’da Hitler’in, ABD’de Wilson’ın, İtalya’da Mussolini’nin, Türkiye’de Atatürk’ün propagandayı aktif olarak ve başarıyla kullanan liderler olduğu kabul edilir.

Propaganda zamanla kendi özgü tekniklerini de oluşturmuştur. Anılan liderlerin kullandığı yöntemlere, zaman içerisinde yenileri eklemlenmiş ve propaganda teknikleri listesi ortaya çıkmıştır. Genel kabul gören propaganda teknikleri listesinde şunlar bulunuyor: Korkuya başvurma, Bir otoriteye referans, Tren etkisi, Kalabalığa katıl, Kaçınılmaz zafer, Direkt emir, Reddin elde edilmesi, Parıltılı genellemeler, Rasyonalizasyon, Kasıtlı muğlaklık, Transfer, Nedeni aşırı basitleştirmek, Sokaktaki adam, Tanıklık, Damgalama, Günah keçisi, Erdem sözleri, Sloganlar, İfade edilmemiş kabuller…

Görüldüğü gibi, liste oldukça uzun; seçim meydanlarını dolduran, ekranların karşısında haberleri/liderleri takip eden kitleleri ikna etmek için, önce tabanını pekiştirmek, sonra da yeni taraftarlar kazanmak için müracaat edilen teknikler bir hayli fazla…

Recep Tayyip Erdoğan

Bu bilgiler ışığında cumhurbaşkanı adaylarının performansına yakından bakmayı deneyelim. Hiç şüphesiz bu seçimin de en önemli aktörü Recep Tayyip Erdoğan’dı. Siyasete girdiği günden bugüne kadar sürekli yükselen bir grafiğe sahip olan Erdoğan için bu seçimler biraz zordu belki ama bunca yılın yorgunluğuna, karşısındakilerin kendisini tek rakip olarak görmesine, her türlü ayrılığı (ideolojik, ekonomik, dinî, bölgesel) bir kenara koyarak ‘Erdoğan karşıtlığı’nda birleşmiş olmalarına rağmen genel itibariyle başarılı bir kampanya yürüttü.

Propagandanın yukarıda sıralanan tekniklerinin bir çoğunu rahatlıkla kullandı; eski Türkiye’yi hatırlatarak, dünyadan yükselen ‘Erdoğan karşıtlığı’nı göstererek ‘korku’yu kullandı. İktidarında elde ettiği başarılardan yola çıkarak ‘parıltılı genellemeler’ yaptı; hem davranışlarıyla hem konuşmalarıyla ‘sokaktaki adam’la arasında yakınlık kurmayı başardı, geçmiş seçimlerde de yaptığı gibi… ‘Sokaktaki adam’ın evine çat kapı yapıp iftarına ortak olurken, öğrencilerin sahuruna konuk olurken, yol kenarında bekleyenlere oyuncak hediye ederken ve onlardan hediye alırken oldukça samimi görüntü vermeyi yine başardı; sıradan insanlarla da iletişim kurabildiğini gösterdi.

Kısa kampanya dönemi için fazla slogan kullanılmış olması, bu kampanyanın eksik taraflarından biriydi. “Vakit Türkiye vakti” sloganı iyiydi de bunun yanına eklenenler bazı zihinlerde karmaşaya yol açmış olmalı.

Erdoğan’ın kampanyasında yerine oturmayan kavramlardan biri de ittifak için seçilen isim oldu. Şimdiye kadar güdülen siyaset göz önünde bulundurulduğunda ‘Cumhur’ ifadesinin CHP-İP-SP ittifakı için, ‘Millet’ ifadesinin de Ak Parti-MHP ittifakı için daha uygun olacağı anlaşılacaktır. Siyasete girdiğinden beri ‘milletim’ diyen Erdoğan’ın, adı üstünde ‘milliyetçi’ bir parti ile ittifakı en doğru/isabetli olarak ‘millet’ ittifakı olurdu.

Erdoğan kampanyasının –bazılarınca sabotaj olarak nitelenen- konuşma metinlerini hazırlayan danışmanlarından kaynaklandığı anlaşılan ‘iletişim kazası’ da oldu. Bunlardan biri meşhur “Komünistler köprüleri satıyordu, Özal ‘sattırmam’ dedi” polemiği idi; Muharrem İnce bu tartışmayı TRT’den naklen aktararak Erdoğan’ın bilgisini yanlışladı. Zaten mantık olarak özel mülkiyet karşıtı komünistlerin bir kamu malını satmasını düşünmek mümkün değildir. Bir başka iletişim kazası “Milletim bana ‘tamam’ derse bırakırım” açıklaması oldu. Sosyal medyada ‘Tamam’ etiketli bir kampanya hemen devreye sokuldu ve bir hayli etkili slogan olarak aleyhte kullanıldı.

Mitinglerdeki sahne performansı açısından Erdoğan adaylar arasında açık ara önde idi. O artık usta bir siyasetçi ve iyi bir hatip; bu bakımdan platformda duruşu, rahatlığı, platformu kullanışı… hepsi çok iyiydi yine. (“Camdan değil candan” diye boş bir tartışma da yaşandı kampanya döneminde… ‘Boş’tu, çünkü “camdan” konuşan insanın “candan” konuşmadığına kim ne hakla hükmedebilir? Tam tersine “camdan konuşmak” karşıdaki insanları ciddiye aldığının bir işareti, düzgün/hazırlıklı olunduğunun göstergesi sayılmalıdır.)

Bir de “Erdoğan iyi, çevresi kötü”yü haklı çıkaran boyutu vardı kampanyanın: O ‘çevre’ye MHP lideri Bahçeli’nin de dahil olduğu varsayımıyla söylemek gerekirse, Erdoğan ve Başbakan Yıldırım’ın o şehir senin bu ilçe benim diyerek miting düzenlediği, toplantıdan toplantıya koştuğu, bir kanaldan diğerine soru yağmuruna tutulduğu bir seçim ortamında Bahçeli’nin ‘cumhur ittifakı’nın adayı için hiç de çaba gösterdiğini kabul edemeyiz. Salon toplantılarıyla, altı boş öfkeli konuşmalarıyla ittifaka bir şey kazandırdığını kimse söyleyemez. Bahçeli’nin dışında bazı Ak Partili vekiller/yöneticiler de Erdoğan’ın oylarını artırmaya değil azaltmaya yönelik işlerin parçası oldular. Bu parantezin son cümlesi sosyal medya denen gayya kuyusundaki abuk sabuk paylaşımlarıyla Ak Parti ve Erdoğan için çalıştıklarını düşünenlerle ilgili olsun: Mantıktan, akıldan, insaftan, haktan, hukuktan yoksun paylaşımlarıyla gerçekten de Erdoğan’ın oylarını epeyce tırtıkladınız!

Bütün bunların ötesinde ve üstünde milletin/seçmeninin/taraftarlarının nezdinde bir ‘Erdoğan’ sevdası/büyüsü/algısı var ki o çok büyük bir avantajdı; -Berat Albayrak’ın aktardığı gibi- “Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, Vallahi inanırız” diyen taraftara/seçmene sahip lider için performans şu bu ancak yardımcı unsurdur…

Muharrem İnce: Performans İyi, Ya Samimiyet?

Muharrem İnce kamuoyu tarafından en bilinen çıkışını Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı giriştiği genel başkanlık yarışında yapmıştı. Kongrede yaptığı konuşma oldukça etkileyici olmuştu; ama genel başkan olmasına yetmemişti (Türkiye’de parti içi demokrasisi işletilmediği için genel başkan adaylarının performansı değil, mevcut genel başkanın delege belirleme yetkisi kongrelerdeki seçimlerde asıl belirleyen oluyor. Bu da bahs-i diğer…) Cumhurbaşkanı adayı olmasıyla birlikte anılan konuşmasının daha iyisini/iyilerini yapması gerekiyordu İnce’nin. Zira bu yarış daha zorlu bir yarıştı. Konuşmak bakımından beklenen/tahmin edilen performansını zamanla aştı İnce; oldukça yüksek perdeden, çok takılmadan, hata yapmadan konuşmayı başardı. Sahneyi/kürsüyü/platformu kullanışı da iyiydi; kalabalıkla diyaloglar kurması, hareketli olması, irticalen konuşması, enerjik görüntüsü avantajlı taraflarıydı.

Kampanya jargonuna mitinglerini bitirirken selfie çekmek gibi bir ‘yenilik’ getirmesi de orijinal bir davranış olarak anılacak. Bir başka farklı ama ‘kopya’ kokan görüntü ise Cem Uzan’ı hatırlatan ‘beyaz gömlekli Muharrem’ görüntüsü idi. Cem Uzan’ı sıfırken yüzde 7’nin üzerinde oya ulaştıran faktörlerden biri bu idi; beyaz gömlekli, canlı, hareketli, ‘yakışıklı’ ve genç görüntüsü… (Ama Cem Uzan’ın başarısı kendi medyasını, Star televizyonunu ve gazetesini tepe tepe kullanmasıyla da ilgiliydi.)

İnce’nin biraz merakla, biraz endişeyle, çokça belirsizlikle (kadro, söylem, vaatler, CHP etkisi konusundaki belirsizlikler) başlayan kampanya süreci zamanla iyi bir noktaya vardı; başarılı bir ‘aday’ performansı ortaya çıktı. Ancak bu seçim döneminin 1990’ları hatırlatan bol vaatli görüntüsü İnce, Akşener ve diğerleri açısından bir handikap oluşturdu; zira ekonominin kötü olduğunu söyleyip Erdoğan’a yüklenen adayların hesapsız-kitapsız (ya da iyi hesaplanmamış izlenimi veren) vaatlerle seçmenden oy istemesi bir çelişki idi. Bunun yanı sıra kampanyanın başlarında medya desteği bakımından da bir eksiklik yaşadı İnce ve diğerleri… (Burada da bir ‘yenilik’ karşımıza çıktı; özellikle İnce mitinglerini kendisini izlemeyen gelenlerden rica ederek sosyal medya üzerinden yayınlattı; sosyal medyanın yaygınlığı ve haber kanallarının da izlenmezliği düşünülünce bu taktiğin de iş gördüğü söylenebilir.) İlerleyen günlerde televizyonlara çıkmaya, TRT’de bile boy göstermeye başladı; açığı kapatmaya, vaatleri ile ilgili olarak seçmeni ikna etmeye çabaladı ama…

Evet, bu kadar ‘iyi’ bir ‘ama’ ile sınandı; yeterince samimi bir görüntü vermedi. Seçim kampanyasını cuma namazıyla başlatması, “Kur’ân eğitimi aldım. İmam Hatip’e giderken yoldan döndüm. Dedem beni hafız yapacaktı”, “Abdestsiz sokağa çıkmam. Okulda lakabım ‘Hacı’ idi. Âyet-el Kürsî’yi en çabuk ben ezberledim”, “Muhafazakâr bir ailede büyüdüm. Onun için dindar nesil yetiştirilmesine itirazım yok. Engel olmam. Gereğini yaparız” demesi, mitingde ezan okunurken susması, Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyaret etmesi, tarlada traktöre, sahnede bisiklete binmesi… hepsi kim bilir belki samimiyetini ispatlama çabasıydı.

Ancak bunların ne kadar işe yaradığı, hem kendi laik/jakoben/elitist seçmenini, hem de oylarına talip olduğu dindar/muhafazakar/milliyetçi seçmeni ne kadar ikna ettiği belli değil.

Meral Akşener: Tülbentli Ama Kaba

Seçim kampanyasının en acemisi Meral Akşener oldu. Çokça miting yaptı, Türkiye’nin dört bir yanını dolaştı, televizyonlarda, sosyal medyada boy gösterdi, Sözcü’nün ve FOX’un yedek adayı (asıl aday onlar için Muharrem İnce idi) oldu; ama başarılı olabildi mi?

Aslında yeni kurulan bir parti için neredeyse tek başına uğraşan/çalışan/didinen Akşener’in aldığı oy önemlidir. Bir kadından beklenenin ve tahmin edilenin çok ötesinde iş çıkardı; mitinglerinin sayısı 100’ü aştı;
ilk kez bir lider olarak kürsülerde durmadan konuştu; kadrosu, programı, müktesebatı göz önünde bulundurulduğunda cesur ve dik başlı bir görüntü verdi. Ancak sahne performansı konuşması, üslubu, vurguları, sahnedeki duruşu yönünden zayıf kaldı. Bir kadından beklenmeyecek cevvallik görüntüsü verdi, sarfettiği sözler yine bir kadın için ‘kaba’ bulundu. Tülbent vurgusu belki yerindeydi ama tülbentleri elinde/omzunda tutarken/taşırken bir karmaşaya da sebep oldu; eline dolandı zaman zaman. Yine tülbentle verilmek istenen anneliğin/kadınlığın nezaketi, naifliği, inceliği sözlerindeki sert üslupla çelişti.

İçişleri Bakanlığı’ndaki işlerine yaptığı göndermeler propaganda teknikleri bakımından belki anlamlıydı ama tülbent inceliği ile yeni çelişik bir tablo ortaya koyuyordu. Akşener’in kampanyası sert/kaba bir üslupla mı, yoksa ince/naif bir üslupla mı hareket edeceği arayışıyla sürdü ve bir karara varamadan son buldu.

Akşener’in hesapsız-kitapsız vaatleri de yine diğer adaylarınki gibi yeterince inandırıcı gelmedi seçmene.

Diğerleri

Seçim kampanyasının en gözdelerinden biri cürmünden fazla kendinden bahsettirmeyi başaran Temel Karamollaoğlu idi. Erdoğan karşıtlığında kullanışlı bir malzeme olarak kullanılan Karamollaoğlu, bu durumdan çok rahatsız olmuş görünmedi. Miting yapacak taraftara çok yerde sahip olmadığı için salon toplantılarıyla kampanyasını yürüten Saadet lideri, bir çok tartışmanın içerisinde yer aldı; geleneksel dindar tabanı çok kızdırdı; hatta Ak Partililerin hakaretlerine uğradı. Ama Karamollaoğlu karşı bloğun konjonktürel teveccühünü kendisini yeterli bir kazanç olarak gördü.
Halk tv’ye çıkmakta, Uğur Dündar’ın konuğu olmakta (Dündar’a kampanya
öncesinde bir vesileyle ödül bile verdi!), Sözcü’de, FOX’ta kullanılmakta bir beis görmedi.Geriye kaldı iki aday: Selahattin Demirtaş ile Doğu Perinçek.

Biri terör örgütü ile irtibatlı bir aday, diğeri hep küsurat partisi olarak kalmış siyasi hareketin cürmünden fazla sesini duyurabilen lideri… Bu seçim kampanyasında ikisinin de sesi soluğu çıkmadı; birinin buna imkânı yoktu, diğerini bir avuç taraftarı dışında takip eden yoktu. Buna rağmen Demirtaş geleneksel oylarını koruduysa bunda tutuklu olmasının, ‘mağdur’ görüntüsünün etkisi oldu hiç şüphesiz; bunun yanı sıra taraftarları sosyal medyayı oldukça yoğun bir şekilde kullandı…

24 Haziran seçimleri çok kısa süren kampanya dönemiyle tarihte yerini alacak. Bir takım yeni arayışlarla, ‘yenilik’lerle, 1990’ları hatırlatan vaat yarışlarıyla, liderlerde gözlenen heyecanın seçmende görülmeyişiyle de…

Üniversitelerin Bölünmesi

Son yasal düzenleme ile yeni üniversiteler kuruldu; bazı üniversiteler ise ‘bölündü’. Özellikle üniversitelerin bölünmesi kamuoyunda tepki topladı. Tepkilerin bir kısmı ideolojikti, bir kısmı YÖK’ün açıklarını ortaya koyan yönüyle haklıydı. YÖK’ü yaklaşan seçimler öncesinde iktidarı toplum nezdinde zor durumlara düşürmekle eleştiren siyasi çevreler, “Üniversitelerdeki akademik ve idari sorunlar ortadayken iyi hazırlanmamış bir tasarıyı gündeme getirmenin sırası mıydı?” sorusunu yöneltti.

Eğitim Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri. Her dönem önemli oldu, her dönem çözüm bekledi, her iktidar/bakan döneminde yeni arayışların/politikaların deneme tahtası oldu. Ak Parti döneminde de. 15 yılı aşan iktidarında Ak Parti beş bakan (Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Çubukçu, Ömer Dinçer, Nabi Avcı) eskitti; altıncısı İsmet Yılmaz ile başta TEOG ve YKS olmak üzere sınav sistemlerinden zorunlu eğitim şekline eğitimin birçok alanında çözüm üretme çabasında.Eğitim alanındaki son ve çok tartışmalı işlerden biri ‘üniversitelerin bölünmesi’ olarak anlaşılan/lanse edilen düzenleme oldu. YÖK’ün ve üniversitelerin (ve tabii siyaset cephesinin de) konu ile ilgili tavrına geçmeden Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ile ilgili birtakım düzenlemelerin de yapıldığı kanunun içeriğinde neler bulunduğuna bakalım önce:

Bölünen Üniversiteler

Söz konusu kanuna göre, 16 devlet, beş vakıf üniversitesi kuruluyor: İstanbul, Gazi, Anadolu, Karadeniz Teknik, İnönü, Selçuk, Erciyes üniversitelerinde bazı bölümler yeni kurulacak üniversitelere bağlanıyor. Kanun tasarısı hakkında TBMM Milli Eğitim Komisyonuna bir sunum yapan Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin, “Bazı büyük üniversitelerimiz bölünerek ve bazı illerimize de yeni üniversiteler kurularak Türkiye’deki yükseköğretim hayatına yeni bir dinamizm kazandırmayı amaçlıyoruz.” diye konuşmuştu. Aynı toplantıda YÖK Başkanvekili Prof. Dr. Safa Kapıcıoğlu da son yıllarda yükseköğretim alanında çok ciddi değişimler yaşandığını ifade etmişti. Kapıcıoğlu, 2006 – 2008’de çok sayıda üniversite kurulduğunu dile getirmiş ve şunları eklemişti yeni tasarının gerekçesi olarak: “1982’de 27 olan üniversite sayısı 185’e ulaştı. Bununla beraber niteliksel büyümenin de çok önemli olduğunu düşünerek birtakım hususları gerçekleştirdik. Bir kalite kurulu oluştu. YÖK’ten bağımsız bir kalite kurulu ile akademinin, yükseköğretimin niteliksel olarak akredite edilmesi ve değerlendirilmesi söz konusu olacak. Araştırma üniversiteleri bölgesel kalkınma odaklı misyon farklılaşması çerçevesinde değerlendirilmektedir. Akademik hayatımızda, üniversitelerimizde belli alanlara yoğunlaşarak daha kapsamlı, nitelikli ve rekabetçi bir bilimsel alana yönlenmemiz için bu tasarı hükümetimize sunulmuştur.” Tasarıya/kanuna karşı çıkanların art niyetli olmayan itirazlarını karşılayacak bir mantık bu cümlelerde yer almıyor: YÖK’ün yükseköğretimde kaliteyi artırmak için ‘kalite kurulu’ oluşturması, üniversitelerin bir kısmını daha fazla ‘araştırma’ya yönlendirmesi, bölgesel kalkınmaya odaklanılması iyi hoş da bu hedeflere ‘bölünme’ ile mi ulaşılacak sorusunun cevabı yok.

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç da konu ile ilgili eleştirilere yanıt verirken şöyle konuştu: “Böylesine önemli bir karar İstanbul Üniversitesi için şaşırtıcı oldu”, “Bu yeni bir durum”, “Aceleye getirildi”, “Tartışılmalıydı”. Acaba öyle mi? Yaklaşık 10 senedir bu konunun İstanbul Üniversitesi’nde tartışıldığını, üç rektörlük döneminde gündemde olduğunu, kurullarda zaman zaman meselenin irdelendiğini herkes bilir. Demek ki yeni bir durum değil. ‘Bu marka değerini düşürür’ deniliyor, akreditasyonları iptal ettireceği söyleniyor. Halbuki akreditasyonlar üniversiteye değil programlara veya birimlere veriliyor.” Saraç, Hürriyet gazetesinden Hande Fırat’a yaptığı açıklamada yeni durumu ‘yeni bir model’ olarak niteleyebileceğimizi de söylüyor ve ‘kalite’ vurgusunda bulunuyor: “İstanbul Üniversitesi aslında ikiye ayrılıyor olsa da bu yeni durumun yeniden organize olma olarak nitelendirilebileceği alt normlarda düzenlemeler yapmayı planlıyoruz. Yani ayrı iki tüzel/hükmi kişiliğe sahip bu iki yapının akademik faaliyetlerde birbiriyle uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlayan ve pek çok mesele ve kararın kendi süreçlerinde başlayıp biteceği yeni bir sistem düşünüyoruz. Böyle yeni bir model gerçekleştirildiği takdirde, bunun güçlü bir sinerji yaratacağını umuyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın İstanbul Üniversitesi’nin yeniden organizasyonundan beklediği, kalite çıktısının artması ve kalite çıtasının yükselmesi beklentisini bu iki üniversiteye vereceğimiz yeni imkânlarla behemehal sağlamalıyız. Diğer bir ifade ile bu yeni durum İstanbul Üniversitesi için daha özerk bir sistemi de beraberinde getirecek. Her iki üniversitenin kendi arasında akademik konulardaki ‘bir oluşu’ bu iki üniversitenin araştırma özelliğini daha öne çıkacak. Dolayısıyla bu değişim aslında her iki üniversite için akademik konularda ve alanlarda, disiplinler arası çalışmalarda birlikte yönetişim sergileyebilecekleri daha özerk bir sistemi de peşi sıra getirecek. Karar alma süreçlerinde diğer üniversitelere nispeten daha fazla karar alma yetkisinin bulunacağı bir model, bu imkân şimdilik İstanbul üniversitelerine mahsus olacak ve neticeleri izlenecek.” Saraç’ın ‘kalite çıktısının artması’ için İstanbul Üniversitesi örneğinden hareketle bir taraftan ‘bölünme’yi savunması, öte taraftan “Her iki üniversitenin kendi arasında akademik konulardaki ‘bir oluşu’ bu iki üniversitenin araştırma özelliğini daha öne çıkaracak” sözleri de tutarlılıktan uzak görünüyor. Görünen o ki YÖK, ‘kalite artırmak’ niyetiyle girişimde bulunmakta haklı olsa da yöntem ve o yönteme ilişkin gerekçeyi üretmekte yeterince hazırlıklı değil.

Eğitimde Kalite Nasıl Sağlanır?

Akademik çevrelerde ‘eğitimde kalite’ konusu tartışılırken üniversitelerin öğrenci sayısı bakımından çok büyüdüğü, sınıfların kalabalıklaştığı, özellikle uygulamalı derslerin kalabalık sınıflarda/laboratuvarlarda verimli olamadığı söylenir; bu durumun kaliteyi düşürdüğünden, mezunların diploma sahibi ama ‘yetersiz’ olduğundan yakınılır. Üniversitelerin çoğalması, fakültelerin, bölümlerin, yüksek okulların ve meslek yüksek okullarının gerekli altyapı oluşturulmadan açılmasının anlamsız olduğu düşünülür ve hem YÖK hem de siyaset kurumu eleştirilir. Özellikle ‘her ilçeye bir meslek yüksek okulu’ uygulaması oldukça sorunludur; zira il merkezlerindeki fakülte, yüksek okul ve meslek yüksek okulu kadrolarının bir çok yerde yetersizliği ortadayken tenha ilçelerde öğretim elemanı bulundurmanın oldukça zor olduğu kolayca tahmin edilebilir. (Buna karşılık yine akademik çevrelerde önce herkesin yüksek öğretim hakkından yararlandırılması, sonra kalitenin sağlanmasına odaklanılmasını savunanlar da bulunuyor.) Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Enformatik Enstitüsü Başkanı ve eski Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut da söz konusu tasarıyı savunurken yüksek öğrenci sayısının kaliteyi düşürdüğünü söyledi: “100 bin öğrenci ile üniversite yönetilemez. Dünyadaki örnekleri de incelediğimizde, üniversitelerin yönetilmesinde ideal öğrenci sayısının 20-25 bin olduğunu düşünüyorum. Üniversitelerimiz, dinamik olmak, dünya ile yarışa girip iyi yerlere ulaşmak ve iyi öğrenci yetiştirmek istiyorlarsa tabii ki küçülmeleri gerekir.” Dolayısıyla genel olarak kemiyetin keyfiyeti olumsuz etkilediği, istenen/arzulanan hedeflere hem lokal olarak hem de ülke geneli bakımından ulaşılamadığı kabul ediliyor. Kalitenin artırılması, memleketin-milletin daha güzel hedeflere ulaştırılması açısından eğitim kurumlarının daha planlı, daha özenli, daha donanımlı bir şekilde kurulması, eğitim kadrosu oluşturulmadan öğrenci alınmaması, öğrenci kontenjanının ölçülü olması şart. Uygulamalı bölümler için pratik yapılabilecek altyapının da göz önünde bulundurulması lazım. (Yükseköğretimde sorunlar ve kalitenin artırılması meselesi ayrıca üzerinde durulmayı gerektirecek kadar derin bir mevzu.) Türkiye’de siyasetin eğitim alanına yaklaşımı genellikle ‘daha çok okul’, ‘daha çok öğretmen’, ‘daha çok öğrenci’ odaklı oldu. Ak Parti iktidarından önce de bu yaklaşım söz konusuydu, Ak Parti döneminde de. Ancak ‘eskiler’ bu alanda yeterince başarı sağlayamadı; okul, öğretmen, öğrenci ve diğer alanlarda Türkiye arzu edilen gelişmeyi gösteremedi. Ak Partili dönemde eğitimin ‘kalite’ ile ilgili boyutunda sorunlar bulunsa da ‘nicelik’ boyutunda bir hayli yol alındığı açık.

Siyasetin Yaklaşımı

Son tartışmalarda yeni düzenlemenin ‘kalite’ ile ilgili boyutu hiç şüphesiz siyasetin de gündemine geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul ve Gazi üniversitelerindeki yeni düzenlemeye yönelik protestoları “Bu üniversiteler sadece ikisi değil ama bu ikisinde maalesef bir tezgâhtır gidiyor” sözleriyle eleştirdi ve 105 bine ulaşan öğrenci sayısının İstanbul Üniversitesi’nde eğitim kalitesini düşürdüğünü söyledi. Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz ise şu sözlerle yeni düzenlemeyi savundu: “Ülkemizin her alanda hedeflerine ulaşabilmesi için nitelikli bilgiye ve nitelikli insan kaynağına sahip olması gerekir. Nitelikli bilgiyi üretecek ve nitelikli bilim adamlarını yetiştirecek kurumlar da üniversitelerimizdir. Bilimsel ve teknolojik alanlarda gerçekleştirilecek yenilik ve başarılar ülkemizin sürdürülebilir kalkınmasının ve sosyoekonomik gelişiminin de anahtarı olacaktır.”

Yeni düzenlemeye muhalefet partilerinden, bazı sivil toplum kuruluşlarından ve ilgili üniversitelerden itirazlar yükseldi. İtirazların bazıları Erdoğan’ın da işaret ettiği gibi “ideolojik”ti; bazıları biraz daha teknik içerikliydi. İdeolojik tepkileri görmezden gelmek, değersiz saymak mümkün; ancak YÖK’ün kamuoyundan yükselebilecek makul ve makbul itirazlar için hazırlıklı olması, böyle bir tasarıyı hazırlarken hem iktidarı zor durumda bırakmamak hem de toplumsal hassasiyetleri gözetmek bakımından dikkatli davranması daha doğru olurdu. Muhalefet partilerinin yeni düzenlemeye itirazı makul olmaktan uzak görünüyor; ‘bölünme’yi savunan YÖK’ün öne sürdüğü gerekçelerin yeterince doyurucu olmaması gibi. Düzenlemeyi erken seçim stratejisi olarak değerlendiren muhalefetin karşıtlığı “Üniversitelerin marka değeri düşer; köklü eğitim kurumları parçalanamaz” gibi sloganik ifadelerden öteye geçmedi. Tasarıyı “parçala ve yönet” politikası olarak niteleyen CHP’li Prof. Dr. Gaye Usluer, “Yangından mal kaçırır gibi önümüze koyuldu. Yapılan değişiklikler ve ekler komisyon toplantısının olduğu gün tesadüfen öğrendiğimiz değişiklikler oldu” dedi. Yeni düzenlemeye en çok tepki gösteren iki üniversite İstanbul Üniversitesi ile Gazi Üniversitesi oldu. Bu iki üniversiteden akademisyen ve öğrenciler protestolarını ‘Üniversiteme dokunma’, ‘Üniversiteler bakteri değildir’ gibi sloganlarla ortaya koydu. Öğrencilerin çoğu, üniversitelerinin akademik başarıları ve yurtdışındaki tanınırlıklarının zarar göreceği görüşünü dile getirdi.

Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı Hülya Çalışkan da fakültesinin İstanbul Üniversitesi’nden koparılmasını “Yüksek puanlarla yerleştirilmiş olan öğrencilerinin ve eğitim camiasının ağır kaybı” olarak niteledi. İstanbul Tabip Odası da yine siyasi tavrını takınarak konuya dahil oldu. Başkan Prof. Dr. Pınar Saip, yasanın İstanbul Üniversitesi’ni yok etme projesi olduğunu belirterek, “Bilin ki bu çınar devrilirse altında önce siz kalırsınız” dedi. Türk Eğitim Sen Genel Başkanı Talip Geylan, üniversitelerin çalışan ve öğrenci sayısı bakımından çok fazla büyümüş olmasının ‘bölünme’nin gerçek gerekçesi olmadığını düşünenlerden. Geylan, hükümeti bu tasarrufu hangi gerekçeyle kullanmak istediğini dürüstlükle açıklamaya davet ettiği konuşmasında bir çelişkiye dikkat çekti: “Bölünen üniversitelerin çok büyük olduğu için yönetilebilir olma kabiliyetini kaybettiği tezi doğru olsaydı; şimdi bölünen Sütçü İmam, Dumlupınar ya da Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden çok daha büyük olan başka üniversiteler de pakete dahil edilmez miydi? Öncelikle şu gerçek görülmelidir: Yönetilebilir olma zafiyetinin nedeni, çalışan ve öğrenci sayısının büyüklüğü değil; liyakatli yönetici yoksunluğu, özerklik eksikliği, katılımcı, modern ve demokratik yönetim anlayışının tesis edilememesi gibi daha temel unsurlardır. Ayrıca bu üniversitelerimizdeki akademik ve idari personel tarafından, üniversitelerin yaşadığı sorunlar nedeniyle bölünmesi gerektiği yönünde bir ihtiyaç olduğu talebi hiç gündeme getirilmemiş iken hiç tartışılmadan, hele ki konunun doğrudan muhatabı olan söz konusu üniversitelerin akademik ve idari çalışanlarının görüşü dahi alınmadan, ‘Ben yaptım oldu’ anlayışıyla kurumların kaderini tayin eden böylesi radikal bir karar alınıyor olması sağlıklı bir tavır değildir.”

Cerrahpaşa’nın Farkı

Yeni yasal düzenlemeye hiç şüphesiz en yaygın ve yüksek tepki İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden geldi. Önce İbn-i Sina adıyla kurulacak yeni üniversiteye bağlanması planlanan, daha sonra tepkiler üzerine yapılan değişiklikle “İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa” formülü ile Türkiye’nin belki en önemli tıp fakültesi, İstanbul Üniversitesi’nden ayrılmış oldu.

Bu duruma tepkilerin bir kısmı -yukarıda belirtildiği üzere- çok da makul değildi. Ancak tepkilerin bir kısmı söz konusu olan tıp eğitimi de olduğu için dikkate değerdi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alaattin Duran, fakültenin, üniversiteden ayrılarak başka bir üniversiteye bağlanacak olmasına ilişkin, “Bu markanın değerini yitirmesine izin verilmemelidir. Net olarak açıklanmayan gerekçeler arasında ‘Bir üniversitede iki tıp fakültesi olmaz’ görüşünün olduğu duyumları alınmaktadır. Bu görüş kesinlikle doğru değildir. İki tıp fakültesine sahip olması İstanbul Üniversitesi’ne her zaman güç katmıştır” dedi. Yeni düzenlemenin 600 yılık geçmişe sahip üniversiteyi küçülteceğine Duran da vurgu yaptı ve fakültelerin köklerinden koparılmaya çalışıldığını, oysa akademik kurumların tarihleri, geliştirdikleri kültürleri, bilimsel çalışmaları ve yetiştirdiği bilim adamlarıyla güçlendiğini söyledi. “Bir üniversitede iki tıp fakültesi olmaz” şeklinde bir duyumdan bahseden Duran, “Bu görüş kesinlikle doğru değildir. İki tıp fakültesine sahip olması İstanbul Üniversitesi’ne her zaman güç katmıştır. Üniversitenin yayınlarının üçte ikiden fazlası tıp fakültelerinden yapılmaktadır. 50 yılı aşkın süredir Cerrahpaşa ve Çapa tıp fakülteleri yeri geldiğinde bir birileriyle yardımlaşmış yeri geldiğinde de farklı bir rekabet içerisinde halkımıza kaliteli sağlık hizmetleri sunmuşlardır. Türkiye’deki hekimlerin ve tıptaki akademik kadroların çok önemli bir kısmı bu iki fakültemiz tarafından yetiştirilmiştir. Ayrıca Roma Üniversitesi’nde olduğu gibi iki tıp fakültesine sahip örnekler de bulunmaktadır” diye konuştu.

YÖK Başkanı Saraç’ın yeni yapılanmayla birlikte Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinin akademik konularda ‘bir oluşu’ ve böylece bu iki üniversitenin araştırma özelliğinin daha öne çıkacağını söylediğini bir kez daha hatırlayalım. Dekan Alaattin Duran’ın söyledikleri de Saraç’ın fakültelerin ‘bir oluşu’ sözleriyle paralellik oluşturuyor. İki büyük tıp fakültesi birlikte hareket edecekse, rekabet ederek araştırma özelliğini artıracak ve halka hizmet edecekse YÖK’ün ‘bölünme’ tasarrufu neden gerekti

Eğitimde kalitenin artırılmasına yönelik planları, programları, düzenlemeleri desteklemek eğitimcilerin kaçınacağı bir şey olamaz; bu bakımdan iyi niyetli eleştirileri, tavsiyeleri dikkate almak memleketin faydasına olur. Ancak YÖK’ün kendi görev, yetki ve sorumluluk alanlarını düzenleyen son kanunun yasalaşması sürecinde olduğu gibi, iyi iş çıkarmak, tasarıları sağlam bir zemine oturtmak, itirazların fazla olmayacağı gerekçeler oluşturmak da şart.

Bir Prens’in Amerika Yolculuğu

Suudi Arabistan’ın yeni ve genç prensi Muhammed bin Selman, son İngiltere ve ABD ziyaretiyle dünyanın dikkatlerini üzerinde toplamayı başardı! Genç yaşta veliaht olmasıyla adından söz ettiren Muhammed, “ılımlı İslam” söyleminden İsrail ile ilişkilerine, Türkiye karşıtlığından Katar izolasyonuna kadar pek çok tuhaflığıyla da gündeme gelmişti. Prens’in ABD ziyaretinde Orta Doğu’nun kan ve gözyaşına boğulmasının ilk sorumlusu Bush ve son sorumlusu Trump ile verdiği fotoğraflar ise dramatikti.

Fahd bin Abdülaziz’in Suudi Arabistan kralı olduğu dönem (13 Haziran 1982-1 Ağustos 2005) Orta Doğu’da büyük alt üst oluşların başlangıcının yaşandığı yıllardı. Fahd, Suudi Arabistan’ın kurucusu İbni Suud’un otuz yedi çocuğundan biriydi. 54 yaşında veliaht prens olmuştu. İbni Suud’un krallığı yöneten dördüncü oğlu olarak kral olduğunda 61 yaşında idi. Görece gençti yani.

Fahd’ın krallığı döneminde bölgedeki en büyük rakibi İran, Irak ile savaşıyordu. 1980’de başlayan savaş iki ülkeye de bir şey kazandırmadan ve yüzbinlerce insanın ölümüyle iki ülkeyi de tahrip ederek 1988’e kadar sürdü. 1988’de savaş sona erince Irak’ın diktatörü Saddam Hüseyin boş durmadı. Silahlanmaya devam etti. Elde ettiği silahlarıyla -hem de kimyasal silahlarıyla- Halepçe’de Kürtlere 16 Mart 1988’de ölüm yağdırdı. Suudi Arabistan’da Fahd kraldı.

Saddam İran-Irak savaşının sona ermesinden 2 yıl sonra, 2 Ağustos 1990’da komşusu Kuveyt’i işgal etti. Saddam’ın bu deliliği, Orta Doğu’daki ABD işgaline zemin hazırladı. Suudi Arabistan’da ABD önderliğinde büyük bir askeri güç yığıldı. 16 Ocak 1991’de ABD önderliğindeki askeri ittifak güçleri, Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkardı. Sadece 12 günde! ABD bir kere Orta Doğu’ya yerleşmiş ve en yakın müttefiki Suudi Arabistan’la pek çok ‘iş’in planlayıcısı ve uygulayıcısı olmuştu. Kral yine Fahd’dı.

11 Eylül 2001’de ABD’nin kalbine saplanan hançer, bu defa Afganistan’ın (7 Ekim 2001’de başlayan ABD işgali 28 Aralık 2014’e kadar sürecekti) ve hemen ardından Irak’ın işgali (20 Mart 2003’te başlayan ABD işgalinin 18 Aralık 2011’de Amerikan askerlerinin çekilmesiyle sona erdiği varsayıldı ama Irak’ta durum hâlâ içler acısı) ile sonuçlandı. Afganistan’ın da Irak’ın da işgal edildiği yıllarda Fahd hâlâ kraldı! 2005 yılında 84 yaşında ölünce yerine Abdullah bin Abdülaziz geçti (1 Ağustos 2005). Fahd’ın prenslikle birlikte 30 yılı aşan iktidarı sona ermiş yerine geçen 81 yaşındaki Abdullah bin Abdülaziz’in krallık dönemi başlamıştı. Abdullah iktidara geç geldi. Devr-i iktidarı da 23 Ocak 2015’e kadar sürebildi yani 9,5 yıl! Kral Abdullah’ın ölümünden sonra Suudi hanedanı kendi içinde birtakım ayak oyunlarına da şahit oldu. Yaşlı kralın ebediyete uğurlanmasına Türkiye de üç günlük yas ilan ederek tazimde bulunmuştu. Giden kral yaşlı idi de yerine gelen Selman bin Abdülaziz çok mu gençti? Değildi; o da kral olduğunda 80 yaşında idi. Ayak oyunlarına müdahale edebilecek durumda değildi yani.

Muhammed’in Yükselişi

İran-Irak savaşı devam ederken Selman bin Abdülaziz Riyad bölgesi valisiydi. Valilik yıllarında üçüncü eşinden ilk oğlu oldu 1985’te: Muhammed bin Selman. Kral’ın beş karısından olan 13 çocuğunun en farklısı olacaktı Muhammed. ABD’nin, ülkesine yerleştiği yıllarda 5-6 yaşlarındaydı. ABD, Afganistan’ı işgal ettiğinde 16, ‘demokrasi getirme’ niyetiyle Irak’ı işgal ettiği 2003’te 18 yaşındaydı; ülkesinin ve bölgenin sorunlarıyla yeni yeni yüzleşiyordu. Böyle hassas bir dönemde Suudi prenslerinin çoğunun aksine eğitimini ülkesinde tamamlamayı tercih eden Muhammed, Kral Suud Üniversitesi’nde hukuk da okudu. (Muhammed’in tek bir evliliği ve o tek eşinden ikisi kız, ikisi erkek dört çocuğu bulunuyor.) Hem ülkesinde hem bölgede hem de Batı dünyasında (özellikle ABD ve İngiltere’de) son dönemin en popüler isimlerinden biri olmayı başaran Muhammed’in tırmanışı oldukça hızlı oldu.

Bugün yaşlı babası Kral Selman bin Abdülaziz’in yanında ülkenin ‘de facto’ lideri olarak görülen Muhammed, 2009 yılında, Riyad valisi olan babasının özel danışmanı olmuştu. Bu statü radikal değişikliklere alışık olmayan krallıkta benzeri olmayan bir durumdu. Siyasi yolculuğundaki büyük sıçramayı, kral Nisan 2015’te kendisinin yerine gelecek olanı yeni jenerasyondan seçtiğinde yaptı. Muhammed bin Nayif, veliaht prens olduğunda, kralın üvey kardeşi Mukrin Bin Abdülaziz kenara itildi. Kral Selman’ın oğlu da yardımcı veliaht prens olarak atandı. Bu ‘ayak oyunları’ Muhammed bin Nayif’in bir süre sonra tahttan uzaklaştırılmasına, Muhammed bin Selman’ın ise tahtın varisliğinde ikinci sırada yer almasına zemin hazırladı.

Selman bin Abdülaziz Ocak 2015’te kral olduğunda, oğluna krallıkta daha iyi bir pozisyon verecek hızlı değişiklikler de yaptı. 29 yaşındaki oğlu Muhammed’i dünyanın en genç savunma bakanı olarak atadı. Sadece iki ay sonra, Suudi Arabistan’ın komşusu Yemen’e askeri operasyon başlatacak koalisyona öncülük etmesiyle Suudi Savunma Bakanı ve Prens Muhammed bin Selman, uluslararası alanda da boy göstermeye ve sorunların tarafı olmaya başladı. (Koalisyon şimdilik Yemen Devlet Başkanı Abdurabbu Mansur’un isyancıların kontrolündeki başkent Sana’yı yeniden ele geçirmesi konusunda ‘başarısız’ olmuş görünüyor; ancak Suudilerin Yemen’deki saldırıları ve katliamları devam ediyor.)

Teamüllere Aykırı

On yıl öncesine kadar prensler içinde bir prens olan ama baş döndürücü bir hızla yükselerek dünyanın en önemli adamlarından biri haline gelen Muhammed, son derece kalabalık olan, amansız ve acımasız iktidar kavgaları verilen Suudi hanedanı içerisinde ‘teamüllere aykırı’ bir şekilde sivrildi. Genellikle yaşlı prenslerin kral olması söz konusu iken (son iki kral 80’li yaşlarda, Fahd ise 61 yaşında kral olmuştu) ‘ekber ve erşed’ uygulamasından muaf tutulan Muhammed, hanedanın içindeki güç savaşlarını kazanarak genç yaşta kendisine tahtı getirecek sonucu elde etti. Yaşlı babasının yakın zamandaki muhtemel ölümüyle fiilen yürüttüğü krallık tahtına resmen de oturmuş olacak.

1985 doğumlu bir prensin bu acımasız mücadelenin içinden bir anda sıyrılmasındaki tuhaflığa ve teamül aykırılığına dikkat çeken bir ekşisözlük yazarı, “Kurt rakiplerini bir şekilde saf dışı bırakması ve en son amcası Muhammed bin Nayif’i oyunun dışına itmesi (57 yaşındaki asıl veliaht prens Muhammed bin Nayef, kendisine biat etmek zorunda bırakılmış ve kraliyet ailesi içerisindeki teamüller sarsılmıştır), azımsanacak gibi değildir.” yorumunu yapıyor. Yazar, kişisel yetenekleri, hırsı ve acımasızlığı kadar; uluslararası güç odaklarıyla ama en çok da dünyada yeni bir maceraya hazırlandıkları artık iyice belli olmaya başlayan Amerikan kapitalizmi/emperyalizmiyle kurduğu yakın ilişkinin, Muhammed’in bu hızlı yükselişini kolaylaştırdığını savunuyor: “Kendine bu denli güvenmesi, zaman zaman pervasız açıklamalar yapması, ABD ve İsrail taraftarlığını bu kadar açıktan beyan etmesi, İran’a karşı son derece saldırgan bir dil kullanması, Vahhabilik geleneğiyle çelişecek biçimde görünür ve popüler olması ve yaşlı babasının ölümünü bile bekleyemeden tahta çıkmak için sabırsızlandığını göstermesi, ‘bir şeylere’ hazırlandığının açık işareti gibi okunabilir.”

İran’la Gerilim

Suudi Arabistan ve onun fiili lideri Muhammed, iç savaşın -ve daha fazlasının da- yaşandığı Suriye ve Yemen’de karşıt tarafları destekledi. Bu kadar değil; Riyad ve Tahran, Şii din adamı Nimr El-Nimr’in Suudi Arabistan’da idam edilmesiyle de karşı karşıya geldi.

İran devlet medyası, olayların sorumlusu olarak gördüğü Prens Muhammed’in yükselişini de “yumuşak darbe” olarak yorumladı. BBC Arapça Servisinin derlemelerine göre, Muhammed, Suriye’deki İran varlığına karşı olduğunu ama aynı zamanda ABD yandaşlığını gösteren şu sözleri sarf etti geçen yıl: “Amerikalı askerlerin Suriye’de uzun vadeli olmasa bile en azından orta vadede kalması gerektiğine inanıyoruz. Suriye’deki ABD gücü, Washington’un bu ülkenin geleceğinde söz hakkına sahip olmasına da imkân verecektir.” Prens, yine 2017’deki bir ABD gezisi sırasında The Atlantic dergisine verdiği mülakatta İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’i hedef aldı. Hamaney’in Adolf Hitler’den daha tehlikeli olduğunu öne sürdü ve “Hitler, Hamaney’in yanında daha iyi görünüyor. Hitler, Hamaney’in yapmaya çalıştığını yapmadı. Hitler, Avrupa’ya hükmetmeye çalıştı, bu kötü fakat Hamaney bütün dünyaya hükmetmeye çalışıyor.” ifadelerini kullandı.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi, The Atlantic dergisinden önce Time dergisine verdiği röportajda, Amerikalı askerlerin Suriye’de “İran’ı durdurma” noktasındaki son durak olduğunu savunmuş ve ancak bu şekilde İran’ın bölgedeki etkisinin engellenebileceğini de belirtmişti.

Amerika’yı Sev, Türkiye’yi Kötüle!

Bütün konuşmalarında ABD’yi eleştirmekten kaçınan, ABD’nin bölgede sebep olduğu yıkımları görmezden gelip işgalinin sürmesi temennisinde bulunan Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, bölgedeki diğer müttefiki darbeci Abdulfettah Sisi’nin yönetimindeki Mısır’la da arayı iyi tutma gayretinde. Prens’in ‘gayreti’ sadece iyi ilişkiler, dostluk vs. ile de sınırlı değil. İran için sergilediği tavrı Türkiye’ye de teşmil etme derdinde. Kahire’ye yaptığı bir ziyarette Mısır ve Suudi Arabistan’ın ortak düşmanlarını açıklarken şu ifadeleri kullanmıştır: “Mısır ve Suudi Arabistan’ın düşmanları şeytan üçgenini temsil ediyor. Bu da Türkiye, İran ve terör örgütleridir.” Bölgedeki mazlum milletlerin sesi soluğu olmak için çaba gösteren Türkiye’yi suçlamaktan çekinmeyen Muhammed, Erdoğan ve Türkiye’nin yeni bir “Osmanlı halifeliği” kurmaya çalıştığını iddia etmiştir.

Konuşmaları ve davranışları ile kendisi hakkında “İki üç başarılı hamleyle iktidarı ele geçirdi. Bu hamlelerde de ABD yardımı (hem fikirsel hem de operasyonel olarak) olduğunu düşünmeye engel bir durum yok. ABD yine kendisi için doğru atı başa geçirdi. 30’lu yaşlarda olduğu için ölene kadar (yani 50 yıl kadar!) ya da ABD için daha yeni ve işlevsel bir akrabası çıkana kadar işi götürür.” yorumlarının yapılmasına sebep olan Muhammed, güzel bir PR ile ülkesinin Vahhabi köktenci imajını ılımlı İslam’a doğru çevirmeye çalışıyor bir yandan da. Batılılara şirin gözükme ameliyesi!

İsrail’e Yakın, Katar’a Uzak!

Muhammed bin Selman’ın, İran’la birlikte Türkiye’ye karşı duruşunu anlamak zor; daha zoru ise İsrail’e de gülücükler göndermesi. Suudi Arabistan ve İsrail arasında resmi diplomatik ilişkiler henüz kurulmuş değil. Ancak son yıllarda iki ülke arasında gözle görülür bir yakınlaşma sürecinin yaşandığı da açık. 2002’den beri İsrail-Filistin sorunu konusunda “iki devletli çözüm” önerisini destekleyen Riyad, Filistin işgalcisi İsrail’le temaslarda bulunmaktan çekinmez duruma geldi. Polis Akademisi’nden Dr. Ozan Örmeci’nin tespitlerine göre, 2015 yılında, bir CFR etkinliği kapsamında, İsrail Büyükelçisi Dore Gold ve Suudi General Dr. Anwar Eshki bir araya gelmiş ve ortak bir oturuma katılmışlardı. 2016 yılında, Suudi Arabistan’ın Güney Afrika üzerinden İsrail’e ait insansız hava araçları (drone) almaya çalıştığı yazılmıştı. Dr. Anwar Eshki başkanlığındaki bir Suudi heyeti, 2016 yılı içerisinde İsrail’i ziyaret etmişti.

Prens Muhammed bin Selman ise “Yahudilerin devlet kurma hakkı” olduğunu açıklayarak bu temaslara ve İsrail yakınlaşmasına katkısını sunmuştu: “Filistinlilerin ve İsraillilerin kendi topraklarına sahip olma hakları olduğuna inanıyorum fakat normal bir ilişkiyi garantiye alacak bir barış anlaşmasına varılması gerekiyor.”

İki ülkenin daha da yakınlaşacağı ve kısa süre içerisinde Riyad ve Tel Aviv’in “İran karşıtlığı” çizgisinde bir işbirliğine yöneleceği de tahmin ediliyor. Bu durum, zamanla İsrail’in Suudi Arabistan tarafından tanınmasına bile neden olabilir! Suudi Arabistan gibi tarihsel açıdan en sert, en güçlü ve en önemli Sünni İslam ülkelerinden birinin İsrail’i tanıması, kuşkusuz Yahudi İsrail Devleti’nin güvenliğini garanti altına alabilecek tarihi bir gelişme olacak!İki ülkeyi birbirlerine yakınlaştıran iki sebep daha bulunuyor: Birincisi, İran’ın nükleer programına olan muhalefetleri; ikincisi de İran’ın Şii yayılmacı politikasına tepkileri.

Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile birlikte Türkiye karşıtlığında ve Katar’ın izolasyonunda buluşan Suudi Arabistan ve Prens Muhammed, Orta Doğu’nun yeniden dizayn edildiği ortamda ABD ve İsrail atlarına oynamayı tercih etti. İran’la mezhep karşıtlığı ve bölgesel rekabeti de uygun malzemeler olarak kullandı; kullanıyor. Muhammed, ABD ve İsrail’e gülücükler gönderirken İran kontrolündeki Yemen’de işler iyice kötüleşiyor; Suudi füzeleri Yemen’in fakir ve garip halkına ölüm yağdırırken İran’ın kontrolündeki Husilerin Riyad’a gönderdiği füzeler Orta Doğu’daki krizi daha da derinleştiriyor. Savunma Bakanı olur olmaz Yemen’de İran desteğindeki Husilere karşı askeri operasyon başlatan Prens Muhammed, başarısızlığına karşın İran ve Yemen politikasında ısrarcı olmayı sürdürecek gibi görünüyor. Prens’in ABD Başkanı Donald Trump ve diğer Körfez ülkeleriyle beraber giriştiği anlaşılması zor bir diğer iş de “Katar ablukası” oldu. Müslüman Kardeşler hareketine Türkiye ile beraber en çok destek veren ülke olan Katar’a yönelik bu izolasyon, Suudi Arabistan’ın ve Prens Muhammed’in döneminde Orta Doğu’da yeniden statükoya dönüleceği ve halk hareketlerinin önüne set çekileceği şeklinde yorumlanıyor.

Fotoğrafın Düşündürdükleri

Prens Muhammed Bin Selman, göreve getirildiği günden bu yana –yukarıdan beri anlatılanlardan anlaşılacağı üzere- bölgenin, Müslümanların, Arap halkının teveccühü yerine İsrail, ABD ve Batının teveccühünü yeğledi. İktidarı ele geçirirken kendisine verilen desteğin karşılığında Washington’a ve çocukluğundan beri bölgede yaşanan kaosun, işgalin, ölümlerin sorumlularına tazimde kusur etmedi.

2017 yılı Mart ayında Beyaz Saray’daki görüşmeleri sonrasında, İslamofobik açıklamalarıyla İslam dünyasında zaman zaman tepki yaratan ABD Başkanı Donald Trump’ı “Müslümanların gerçek dostu” olarak nitelendirdi. Son derece ilginç ve bol malzemeli geçen son İngiltere ve ABD gezisinde ise Amerikan emperyalizminin ve katliamlarının bütün sorumlularıyla poz vermekte sakınca görmedi. Fotoğrafların çoğunda alışılmışın dışında takım elbiseli olarak görünen Prens, dünya kamuoyunun ilgisini üzerinde toplamayı, magazin medyasına malzeme olmayı yeterli kazanç saydı!

Önce İngiltere’ye giden Prens, geleneksel olarak Orta Doğu’da önemli bir güç olan bu ülkede ülkesi adına lobi yaptı ve ABD ziyareti öncesinde moral topladı. Prens’in Suudi Arabistan’da ipleri eline almaya başladığına dikkat çeken İngiliz medyası da bu ziyarete geniş yer ayırdı. Prens’in 19 Mart’ta başlayan iki haftalık ABD ziyareti ise çok geniş yelpazeye yayılan baş döndürücü bir görüşme trafiğine sahne oldu. Veliaht prens, Facebook’un kurucusu Marc Zuckerberg ile de görüştü. Yine takım elbise giymişti! Ünlü talk-show programcısı Oprah Winfrey’i bile kapsayan çok kapsamlı ve başarılı bir PR çalışmasına imza atan Prens, Trump tarafından Beyaz Saray’da ağırlandı. İlk tuhaf görüntüler buradan paylaşıldı. ABD’den satın aldığı rekor sayıdaki silahları fiyatlarıyla birlikte gösteren tablolar Trump tarafından hem Prens’e hem de medyaya gösterilirken Prens Muhammed, ‘teamüllere aykırı’ bu durumu gülerek karşıladı. ABD ile ilişkiler konusunda pozitif mesajlar vermeyi sürdüren Prens’in dünyanın en pahalı tablosu olan Leonardo da Vinci imzalı “Salvator Mundi”yi 450 milyon dolara satın aldığı da iddia edildi. “Ilımlı İslam” söylemleri ile Batıya şirin görünmeyi başarmış olan Prens, silah tablolarındaki milyar dolarlık silahlara ve da Vinci tablosuna yatırdığı paralarla bir kez daha şirinlik yapmıştı.

Bush’ların Karşısında Saygılı Bir Prens!

Suudi Prens Muhammed bin Selman’ın ABD ziyaretinden yansıyan fotoğrafların en ilginç, en incitici ve en dramatik olanı belki de ülkesinin büyükelçisi Prens Halid bin Selman ile birlikte Teksas’ta eski ABD Başkanı George W. Bush’u ziyaret ettiğini gösteren fotoğraftı. Görüşmede baba Bush, yani ABD’yi önce Körfez’e, sonra Orta Doğu’nun ve Asya’nın içlerine kadar işgalci güç olarak konumlandıran eski başkan, o yıllarda henüz çocuk olan karşısındaki muhatabının ziyaretini “iki ulus arasındaki uzun süredir devam eden dostluğunu kutlamak için harika bir fırsat” olarak değerlendirdi. Ziyarette, eski ABD Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Jim Baker ile 43. Cumhurbaşkanı ‘oğul’ Bush da hazır bulundu. Prens’in karşısında oldukça saygılı göründüğü ‘baba’ Bush, tekerlekli sandalyeye mahkumdu artık; hayat ona acımamıştı!

Ama acaba Prens’in, ‘baba’ Bush ve kadrajdaki diğerlerinin zamanında acımasızca suçlar işlediğinden haberi var mıydı? Olan biteni merak edip öğrenmiş miydi?

Küba’daki Amerikan üssü Guantanamo’da hapishane açan Bush’un buradaki binlerce Müslümanı insanlık dışı işkencelerden geçirdiğini duymuş muydu? ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından Usame bin Ladin’i yakalamak ve Taliban yönetimini görevden indirmek bahanesiyle 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a asker gönderdiğini, yıllar boyunca burada binlerce masum insanın ölümüne sebep olduğunu, bir ülkeyi tarumar ettiğini biliyor muydu? 20 Mart 2003 tarihinde Irak’ı işgal harekâtını başlatarak milyonlarca Müslümanın hayatını kaybetmesine, yerinden yurdundan olmasına, sakat kalmasına, çaresiz düşmesine yol açtığını hatırlıyor muydu?

Prens Muhammed, karşısında tazimde bulunduğu, kendilerine şirinlik ettiği, takım elbisesiyle ‘teamüllere aykırı’ diplomatik taklalar attığı kişilerin bugün Orta Doğu’nun tam bir kaos, katliam, işgal yurdu haline gelmiş olmasının sorumluları olduğunun farkında mıydı acaba?

Devlet Bizim Neyimiz Olur?

İslamcıların muhalefette iken devlete yükledikleri anlam ve misyon, iktidar olunca değişti mi? 1990’ların yayınları ile bugünkü yaklaşımlar karşılaştırıldığında sorunun cevabı ‘evet’ oluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın değişimi, yenilikçiliği, güncellemeyi tavsiye ve telkin eden söylemine rağmen gereksiz/abartılı/yanlış bir korumacı tavır günümüz İslamcılarını tutarsızlığa sürüklüyor.

1990’larda Ne Yazmışlardı?

Sözleşme, ‘aylık düşünce ve siyaset dergisi’ olarak 1990’ların sonlarında çıkmıştı; 1990’ların başlarında çıkan İzlenim gibi oldukça nitelik bir dergi olarak. (Yeni Zemin, Bilgi ve Hikmet gibi dergileri de unutmamak lazım tabii). Yörünge’nin ‘haftalık haber dergisi’ olarak yayımlandığı yıllarda yorum, analiz, düşünce dergisine olan ihtiyacı karşılayan dergilerden biriydi. Yayın yönetmeni Ali Bulaç, yayın koordinatörü ve yazı işleri müdürü Mehmet Metiner’di. Aşağıdaki alıntıları yaptığım Mayıs 1998 tarihli 7. sayısında Mehmet Metiner, Ali Bulaç, Kadir Canatan, Abdullah Gül, Üzeyir İlbak, Yasin Doğan, Altan Tan, Abbas Pirimoğlu, Ahmet Kekeç, Bahar Öcal Düzgören, Kenan Çamurcu, Koray Düzgören, Mustafa Tekin, Metin Karabaşoğlu, Ahmet Demirhan, Fadime Özkan ile diğer birkaç kişinin daha yazıları ve Abdurrahman Dilipak, Toktamış Ateş, Mehmet Metiner ve Yalçın Akdoğan’ın katılımıyla gerçekleşmiş bir açık oturum var. (Açık oturumda irtica, ara rejim ve demokrasi kavramları tartışılıyor, o günkü siyasi iktidar ve icraatları ağır biçimde eleştiriliyor; bu arada eleştirilerden devlet de fazlasıyla nasibini alıyordu.)

Gelelim söz konusu alıntılara…

Önce Ahmet Kekeç’ten: “Türkiye Cumhuriyeti muhaliflerinden kurtulmanın yolu olarak onları yok etmeyi seçen bir total yapılanmadır ve bunun da cumhuriyetle uzak yakın bir ilişkisi bulunmamaktadır. Biraz daha deştiğinizde, altta, oligarşinin sırıtan dişlerini göreceksiniz. Cumhuriyet, çünkü cumhuriyet elitlerinin zannettiği ve ileri sürdüğü gibi, yalnızca saltanatın zıddı bir rejim değildir; demokrasi için bir alt basamak, bir geçiş sürecidir.” (Sözleşme, Mayıs 1998, Sayı: 7, s. 43.)

Daha ‘ağır’ ifadeler Metin Karabaşoğlu’nun yazısından: “Türkiye’nin menfaati söz konusu oldu mu, akan sular durmaktadır. ‘Bir verip üç alma’ adına Iraklı masum çocukların ambargo ile aç ve biilaç kalıp ölmesinin ehl-i din içinde dahi seyircileri, hatta taraftarları vardır. Ne de olsa, ucunda ‘milli çıkarlar’ bulunmaktadır. Hem, ‘Vatan için can feda’ gibi yazılar dağa-taşa yazıldığı gibi, daha vahimi, küçük yaştan itibaren dimağlara da kazınmaktadır. Öyle ki, şu yazı misali, bunu sorgulama yönündeki çabalar, çoklarının gözünde ‘vatan hainliği’ne denk düşmektedir.” (Sözleşme, Mayıs 1998, Sayı: 7, s. 62.)

Karabaşoğlu’nun yazısındaki ‘devlet eleştirileri’ bu kadar değil! Çok daha ağır ifadeler de yer alıyor yazıda; ancak maksadın hasıl olması bakımından bu kadarı yeterli.

“Düşünceyi yasaklayan yasalar olmasın”

Alıntıların son kısmı Mehmet Metiner’den. Metiner 1999 yılında Beyan yayınları arasında çıkan İdeolojik Devletten Demokratik Devlete adlı kitabında, baştan sona, devlet eleştirileri, rejim, demokrasi, cumhuriyet, sistem tartışmaları yapıyor. Birkaç pasaj da onun kitabından:

“Devletin içinde var olduğu artık herkesçe bilinen bir takım çeteleşmelere yurttaşların sadece dikkatini çeken ve bu bağlamda devlet çeteleşmemeli türünden sadece temenni içeren bir düşünce açıklama fiili de bu türden bir suç kapsamına dahil edilirse, o zaman yurttaş bireyler neyi nasıl eleştiri konusu yapacaklarını şaşırır dururlar.”

“Demokratik devlet, eğitim üzerinde tekel kuran bir devlet değildir.”

Ülkemizde devlet her şeyin sahibi konumunda olduğu için, okullarda okuyan çocuklar üzerinde anne ve babaların talepleri hep göz ardı edilmiştir.”

“Türkiye özü itibariyle çok dinli, çok dilli, çok mezhepli ve çok kültürlü bir toplumdur. Bu çeşitlilik ve çoğulculuk, toplumsal biraradalığımıza gerçekten zarar vermemektedir. Bu toplumsal birlikteliği sağlayan çoğulculuğun, resmi düzeyde de kabulü, sosyal barışı daha da pekiştirici bir davranış olur elbette.”

“İnternet var olduğuna göre, bir kısım düşünceleri yasaklayan yasalarımız değişmeli diyorum. Ya internet olmamalı ülkemizde ya da düşünceleri yasaklayan yasalarımız.”

Dönemin -ve daha öncesinin- diğer dergileri ve kitapları incelendiğinde bunlara benzer -hatta daha ağır- eleştirilere, derin tartışmalara, orijinal önerilere rastlamak zor olamayacaktır: Diyanet’in kaldırılmasından tutun YÖK’ün lağvedilmesine kadar… (Metiner adını andığım kitabında YÖK ile DGM’ler ile devlet ile ilgili radikal eleştiriler/öneriler getirmektedir. Şöyle mesela: “Türkiye’de politik toplum (devlet) ‘her şeyin sahibi’ ve ‘herkesin hükümdarı’ konumunda iken…”

Hakim Devletten Hadim Devlete

Bütün bu hatırlatmalar, imalar ne içindi? İslamcıların devleti, devletin YÖK gibi, Diyanet gibi, DGM’ler gibi toplumun (ve tabii İslamcıların da) hassasiyetlerine, önceliklerine, özgürlüklerine, haklarına müdahale eden, sınırlayan, yön veren kurumlarını hedefe koyup eleştirdiği yıllarda eleştiri oklarının hedefinde olanlar, zamanla, iktidarını kaybetti, devletteki, bürokratik oligarşideki o sarsılmaz gibi görünen otoritelerini terk ettiler. Yerlerine şimdiki sahipleri oturdular; eskinin muhalifleri, yeni dönemin muktedirleri oldular.

Peki, ne değişti? Çok şey. Devlet başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere yeni dönemin aktörlerinin bir çoğunun ifade ettiği gibi hakim konumundan uzaklaştırıldı, vatandaşının/milletinin hadimi oldu. Özgürlüklerin temini ve yaygınlaşması, eğitim, sağlık, haberleşme, ulaşım, yargı gibi birçok alanda insanımız artık kendini daha iyi, daha özgüvenli, daha saygıdeğer olarak gördü/hissetti.

Bürokratik oligarşinin hikmetinden sual olunmaz memurlarının yerini milletine hizmeti şiar edinmiş hizmetkârları aldı. Memura soru sormanın cesaret, soruya cevap almanın başarı sayıldığı dönemden çözüm odaklı çalışan, vatandaşını hastanede, adliyede, belediyede kapıda karşılayıp derdini dinleyen, çare arayan, çare bulan ve gerektiğinde hesap veren memurluk anlayışının hakim olduğu döneme geçildi.

Erdoğan’ın sıklıkla kullandığı şu ifadeler yeni anlayışın kanıtı idi: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millete hâkim değil hadim olunur. Millete efendilik olmaz. Millete hizmetkârlık olur. Dikkat edin. Kim bu millete hizmet etmişse bu millet unutmaz.”

Yanlışları Da Savunmak!

Dolayısıyla eskinin muhaliflerinin, devlete, devlet kurumlarına, bürokrasiye sert eleştiriler yöneltenlerin hayalini kurduğu birçok şey gerçekleşmiş, önerdikleri düzen büyük oranda hayata geçirilmişti. Dolayısıyla eleştirmeye gerek kalmamıştı artık. İslamcı gazeteci, yazar, düşünür ve kanaat önderlerinin epey bir kısmı bu defa eleştiren taraftan savunan tarafa geçmeyi uygun bulmuştu, dönemin ruhuna binaen. Savunan tarafta olmak, en azından bazı İslamcıları yeni dönemin iyiliklerinin yanında eksikliklerini de aksaklıklarını da hatta bazen yanlışlıklarını da savunmaya itti. Devlet artık -bu zevata göre- kendilerinindi, olan biten her şey onlarındı, eksik, aksak, yanlış da olsa bazı şeyler görmezden gelinebilirdi! YÖK’ün, Diyanet’in, cemaatlerin, şu hocanın bu hocanın eylemleri, sözleri, açıklamaları ya da suskunlukları, ilgisizlikleri, boş vermişlikleri gündeme getirilmemeliydi; zira kastedilen kişi ve kurumların yanlışları iktidarı zayıflatma amacına matuftu! Hangi iktidarı? Bürokraside, sivil toplumda, devlette bir sürü reforma imza atmış ya da onları kendilerini yenilemeye, güncellemeye yöneltmiş, teşvik etmiş, zorlamış bir iktidarı; Erdoğan yönetimindeki bir iktidarı.

Oysa bu korumacılıkla ulaşılan, ulaşılması planlanan hedef Erdoğan’ın hedefleriyle uyuşmuyordu. Zira Erdoğan birçok konuşmasında işadamından kurum yöneticisine, gencinden öğrencisine, toplumun bütün katmanlarına ve bütün kurumlarına şeffaf olmaları, öncü olmaları, yenilikçi olmaları, girişimci olmaları yönünde uyarılarda bulunuyordu.

Mesela şu sözleriyle: “Bize sorgusuz sualsiz itaat eden bir gençlik değil, neyi niçin savunduğunu bilen bir gençlik lazım.” Ve adeta herkesi güncellemeye davet eden şu cümleleriyle:

“Anlamak mümkün değil. Yani bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar, çok farklı bir dünyada, farklı bir asırda, zamanda yaşıyorlar. Çünkü İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi vardır. Siz İslam’ı, 14-15 asır öncesinin hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız, böyle bir şey yok. Onun için de bugün İslam’ın uygulanması, yer, zaman, koşullar her şeyiyle, o da ne yapıyor, değişiyor. İslam’ın güzelliği de burada zaten, önemi burada. Şimdi birçok hoca efendi beni tefe koyup çalacak o ayrı mesele. Rabb’im bizi tefe koymasın, mesele orada.”

(Hatırlanacağı üzere Erdoğan, bu sözlerinin farklı noktalara çekilme gayretleri üzerine konuya ilişkin ikinci bir açıklama da yapmış ve şunları ifade etmişti: “Dinimiz İslam ve kitabımız Kur’an-ı Kerim, Rabbimizin emri gereği kıyamete kadar caridir. Değişimi inkâr etmek, kafasını kuma gömen deve kuşu misali kendi kendini kandırmak demektir. Elbette asla değişmeyen ve değişmeyecek olan kurallar da ilkeler de vardır. Mesela İslam’ın son din olduğu asla değişmeyecek bir hakikattir. Bununla kimse oynayamaz. Allah’ın, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bize açıkça ifade ettiği hükümler yani naslar asla değişmemiştir, değişmeyecek.”)

Kartel Medyası Ne Demişti?

Şimdi gelelim sadede: Geçmişte ‘Filanca komutanı eleştirenlerin amacı aslında TSK’yı itibarsızlaştırmaktır.” (Oramiral İlhami Erdil ile ilgili mahkeme süreci haberleştirilirken dillendirirdi Cumhuriyet gazetesi çevresi bu sözleri) ya da “Yolsuzluğu gündeme getirenler aslında istikrarı hedef alıyorlar.” (Bu sözler de DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde ANAP’lı bakanlar eleştirilirken kartel medyası tarafından söylenirdi) klişeleri çok kullanıldı; ancak bu itirazların makul ve mantıklı olmadığı sonradan anlaşıldı.

Şimdilerde kurumları, yöneticilerini, hocaları, şeyhleri eleştirmenin yanlışlığını savunanlar, bu tavırların altında gizli hedefler arayanlar, böylece geçmişteki eleştirelliklerinin uzağına savrulanlar, Erdoğan’ın yukarıda alıntıladığım (daha fazlasını bolca bulabileceğimiz) sözleri, müdahaleleri, uyarıları ile ofsayta düşmüş olmuyorlar mı? Erdoğan işe el atmayınca niye kimse kendi üzerine düşeni yapmayı akletmiyor? Kişiler/kurumlar niye sorumluluklarının gereğini yapmıyor? Medyanın anlı şanlı isimleri geçmişteki sorgulayan, uyaran, yol gösteren tavırlarını niye takınmaktan kaçınıyorlar?

Üstelik birçok alanda Erdoğan yolu açmışken, yordamı göstermişken. Unutulmasın ki kişiler, kurumlar ve devlet eksikleri, hataları, yanlışları sebebiyle eleştirildiğinde değil, ayıpları örtüldüğünde yıpranır. Ve yine unutulmasın ki 2023 hedefine doğru emin adımlarla ilerleyen Türkiye’de, devlet, hâkim değil hadimdir; milletinin hizmetkârı yani.