Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Donald Trump

Trump, Veliaht Prensi Neden Koruyor?

Washington Post yazarı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardından yerli yabancı medya çok sayıda haber ve analiz yayınladı. ABD Başkanı Trump’ın damadı Kushner’in Veliaht Prens Muhammed bin Salman ile olan yakın hukuku tartışmaları başka bir boyuta taşıdı. İbn Haldun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Al Jazeera Türk’ün eski yönetim kurulu başkanı Doç. Dr. Burhan Köroğlu ile Habertürk’ten Kübra Par’ın sorularını cevapladı.

Köroğlu, Kaşıkçı’nın cinayetinin perde gerisinde Suudi Arabistan’ın cihatçı örgütlerle ilişkisinin yattığını, ABD Başkanı Trump’ın Veliaht Prens’le yola devam edeceğini iddia etti. “Suudi Arabistan’ın son dönemlerde yaptığı şeyler de akla uygun değil.” diyen Köroğlu, şunları söyledi: “Bu bağlamda baktığımda kendi konsolosluğunda kendi vatandaşına böyle bir şey yapmasını çok da anlamsız görmüyorum. Muhammed bin Selman’ın şahsiyetiyle ilgili de çok sayıda şaibe var.”

Nasıl bir şahsiyet?

Öncelikle gizemli bir şahsiyet, öyle çıkıp da ortalıkta dolaşan biri değil. Güvenlik korkusu had safhada. Dolayısıyla, Kaşıkçı gibi birinin ona bireysel anlamda bir tehdit oluşturması söz konusu değil. Kaşıkçı sadece çok etkili bir gazeteciydi. Washington Post gibi bir gazetede eleştiri yazıları yazması Muhammed bin Selman’ı elbette rahatsız ediyordu. Türki bin Faysal, Suudi Arabistan’ın en önemli figürlerinden biri, bir dönem istihbarat şefliği yaptı. Dolayısıyla, aslında Suudi derin devletini en yakından bilenlerden biriydi. Bu tür insanların neyi ne kadar bildikleri bilinmez. Devlette çalışan birçok insanın bildiği sırlar vardır. Fakat günü geldiğinde bu sırları ortaya dökecek insan azdır. Türki bin Faysal, geçen günkü bir röportajında, ‘cihatçı’ örgütler ile Suudi Arabistan’ın ilişkileri kendisine sorulduğunda bunları reddetti “Böyle bir ilişkimiz yok” dedi. Ama yarın bir gün, Türki bin Faysal’ danışmanlık yapmış olan Kaşıkçı çıkıp bu ilişkinin aslında ne boyutlarda olduğu konusunda, Washington Post’a bir yazı yazsaydı, bin Selman’ın bunu temizlemesi kolay olmazdı. Dolayısıyla, veliahtın çevresinde, bu tür endişelerle bir şekilde Kaşıkçı’nın susturulması fikri oluşmuş olabilir.

Kaşıkçı-CIA bağlantısı…

Cemal Kaşıkçı’nın CIA için de çalışıyor olabileceğine yönelik iddialar da ortaya atıldı. Siz buna ihtimal veriyor musunuz?

Buna hiç ihtimal vermiyorum, çünkü Ortadoğu’da bunlar sık sık konuşulur. Kaşıkçı, Suud vatandaşlığından vazgeçmiş birisi değil. Belli endişeleri olsa da konsolosluğa kendi ayağıyla gidecek kadar ülkesine güvenen bir insandı. Aslında işin trajik tarafı da bu. Bir hafta öncesinde müracaat ediyor, kendisini konsoloslukta karşılıyorlar, ilgileniyorlar. Ardından, “Evrakların tamamlanması bir haftayı bulur, tekrar gel” diyorlar. Bu arada da o mevcut plan yapılıyor, Suudi Arabistan’dan 15 kişilik ekip geliyor. Aslında bu timin suikast timi olduğundan tam emin değilim. Çünkü daha önce birkaç operasyon yapılmıştı ve belli insanlar alınıp Suudi Arabistan’a götürülüp hapse konmuşlardı. Bunu da muhtemelen bu bağlamda düşünmüş olabilirler. Çünkü bu kadar kalabalık bir timin özel uçakla gelmesi akıllara bu soruyu getiriyor. Sadece bir suikast düzenlemek isteseniz bir insanı otel odasında da rahatlıkla öldürebilirsiniz.

Peki, gelen ekipte bir adli tıpçının da olmasını nasıl açıklıyorsunuz?

Tabii bu tür operasyonlarda bütün ihtimaller düşünülür. Öldürülmek durumunda kalınırsa delillerin yok edilmesi gerekir. Eğer kendi rızasıyla, itiraz etmeden onlarla beraber gitseydi, o kapıdan birlikte çıkıp bir uçağa biner ve normal yolcu gibi gidebilirlerdi. Fakat görünen o ki Kaşıkçı direnmiş, buna karşılık olarak da kendisine işkence edilmiş ve sonra da öldürülmüş. Sırf öldürmek için gelinmiş olsaydı, gerçekten bu kadar kalabalığa gerek yoktu. İkincisi, kaçırma çok daha akla makul geliyor, çünkü bu, bin Selman için de hem diğer muhaliflere korku salmak hem de “Türkiye gibi güvenliğin had safhada olduğu bir ülkeden bir muhalifimi kaçırıp yargılayabiliyorum” diyebilmek açısından daha büyük bir prestij olabilirdi.

İnsani boyutu bir tarafa bırakılırsa, bu olay, Suudi Arabistan’ın ABD ile ilişkilerini ve bölgedeki konumunu nasıl etkileyecek?

Suudi Arabistan son birkaç yılda ABD güdümüne çok daha fazla girmiş bir ülke. Suudi Arabistan topraklarında büyük Amerikan üsleri var. Şunu da bilmek lazım, bundan birkaç yıl önce Amerika’da bir yargılama yapıldı ve 11 Eylül olaylarındaki rolünden dolayı Suudi Arabistan’ın cezalandırılmasına dair bir karar çıktı. Trump bu olayı çözdü, bunun yolu da belliydi; Suudi Arabistan, Amerika ile 110 milyar dolar civarı silah alım anlaşması yaptı. Sonrasında da özellikle İran politikası konusunda tam anlamıyla ABD çizgisine geçti. Eskiden bir denge politikası vardı. İran’la ilişkiler her ne kadar kötü olsa da en azından karşılıklı saldırmazlık söz konusuydu. Katar’a zaten Körfez İşbirliği Teşkilatı dolayısıyla bir devlet gibi davranıyorlardı. Bu son krizden sonra birçok Katarlı ülkeden sınır dışı edildi, hapse atıldı. Suudi Arabistan bu son süreçte Türkiye’yi de karşısına aldı. Tabii bu yeni bir şey değil; Arap Bahar’ına kadar giden bir boyutu var. Ama son süreçte Suudi Arabistan, doğrudan PYD’ye aktarılan silahların parasını ödeyen bir ülke konumuna kadar gitti. Dolayısıyla, bu son iki üç yıllık süreç oldukça trajik. Ayrıca katı bir İslam devleti havası vardı. Şimdi artık ılımlı İslam’a geçeceklerini söylüyorlar ama bu ılımlı İslam projesinin de ABD kaynaklı olduğunu biliyoruz. Ilımlı İslam çerçevesinde az önce bahsettiğim gibi, turizm yatırımları, oteller gibi geleneksel olarak Suudi Arabistan halkının çok tasvip etmediği konuları da gündeme getirmeye başladılar. Dolayısıyla artık sabiteler yok. Bu projelerin hepsinin arkasında aslında Kushner ve İsrail var.

İsrail-Filistin meselesi bu tablonun neresinde?

Trump, hem Evanjelistlerin hem de Yahudi lobisinin desteğini almak amacıyla ciddi anlamda İsrail yanlısı bir politika izlemeye başladı. Daha öncesinde de Amerika’nın geleneksel politikası böyleydi ama o politikada yine ufak tefek dengeler vardı. Oysa şimdi Kudüs’ü, aslında bütün uluslararası teamülleri karşılarına alarak, Birleşmiş Milletler kararlarını hiçe sayarak, İsrail devletinin başkenti yaptılar. Buna normalde Arap dünyasının çok şiddetli tepki vermesi gerekirdi, ki birçoğu verdi. Ama Suudi Arabistan’ın tepkisi çok zayıf kaldı. Zaten Suudi Arabistan’ın Filistin yönetimine çok ciddi baskılar uyguladığını biliyoruz; hem yaptığı maddi yardımları önemli ölçüde kesti hem de bu kararı kabul etmelerine yönelik onlara baskı uyguladı. Katar’ı da aslında bundan dolayı biraz sıkıştırıyorlar, çünkü Katar hâlâ Filistin meselesinde hassasiyetini devam ettiren, İhvan-ı Müslimin hareketini terör örgütü ilan etmeyen, onlara kendi topraklarında yer veren bir ülke. O yüzden Katar’ı da cezalandırdılar. Suudi Arabistan medyasına ve resmi açıklamalara baktığımızda, “Filistin meselesi başımızın belası oldu. Bizim için aslında bu önemli bir mesele değil. Biz istikrara bakalım ve İsrail’le ilişkileri geliştirelim” çabasında olduklarını görüyoruz. Birtakım gizli görüşmeler yaptıklarını biliyoruz. Dolayısıyla, bu da Suudi Arabistan’ın sabitelerinden birinin daha ortadan kalktığını gösteriyor.

Kral Selman, yaşlı ve tecrübeli bir insan ama kontrol bir şekilde Muhammed bin Selman’ın elinde. Öyle olunca bu dengesizlikler ortaya çıkıyor. Burada ittifakın başını çeken Birleşik Arap Emirlikleri. Orada da veliaht Muhammed bin Zayid başı oynuyor. Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman ve Mısır’da da darbeci Sisi. Bu dönem, İsrail’in en rahat olduğu dönem. Tabii Suriye’deki savaş da bu noktada önemli rol oynuyor. Suudi Arabistan, şu anda önemli anlamda gücünü Yemen’le savaşa verdi. Dolayısıyla İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlara veya Batı Şeria’ya uyguladığı baskılara tepki verecek Arap ülkesi neredeyse kalmadı.

“Trump Dünya Kamuoyunu İkna Edebilirse Bin Selman İle Yola Devam Edecek”

Muhammed bin Selman’ın bu işin içinde olduğu ve Cemal Kaşıkçı’yı bizzat onun öldürttüğü ortaya çıkarsa ne olur? Kaşıkçı cinayeti Muhammed bin Selman’ı dize getirme vesilesi haline getirilebilir mi? Muhammed bin Selman gücünü yitirir mi? Gücünü yitirirse bütün bu dengeler nasıl değişir?

Amerika’da Trump üzerinde hem Senato’dan hem medyadan çok ciddi bir baskı var. Tabii seçimler de önemli bir baskı unsuru. Trump yapabilirse, bu olayla ilgili nihai kararı seçimler sonrasına kadar ertelemeye çalışacak. Alacağı karar doğrudan Muhammed bin Selman’ı bitirmek olmayacaktır diye düşünüyorum. Çünkü ciddi ittifaklar yapılmış ve üzerinde birçok konuda anlaşılmış. Ama Suud ailesinden başka bir emiri parlatıp öne çıkarabilir ve Muhammed bin Selman’ı tasfiye edebilirler.

Bu ihtimal güçlü mü?

Bu ihtimal var. Çünkü bin Selman kendi ailesinden çok önemli insanları hapsetti. Onları bir otelde tutup, her birisinden gücüne göre 10 milyar dolar, 20 milyar dolar gibi paralar aldı. Çok düşman kazandı. Ailede herhalde onu seven kalmamıştır.

Peki, Kaşıkçı’nın öldürülmesinin ardında Muhammed bin Selman’ı sevmeyen kraliyet ailesi ile Trump’ı zor durumda bırakmak isteyen ABD derin devletinin dahil olduğu bir operasyon olabilir mi?

Bu tür komplo teorileri düşünülebilir ama elimizde bazı deliller var. Doğrudan Muhammed bin Selman’ın yakın korumaları bu işin içinde. Eğer böyle bir komplo olsaydı, aslında bu da Muhammed bin Selman için yeni bir fırsat olurdu. Tam tersine, şu anda inkâr sürecindeler. Önce içeride olduğunu inkâr ettiler. Bu anlamda aslında Türk güvenlik güçlerinin de önemli bir şey yaptığını düşünüyorum. Doğrudan ellerindeki bilgileri başta paylaşmadılar, Suudi Arabistan’ın hata yapmasını beklediler ve onlar da bu hataları yaptılar. Muhammed bin Selman’ın hep babasına sorarak yaptığı şeyler vardı. Bu operasyonu babasına sormadan yaptığı konuşuluyor. Dolayısıyla, bütün deliller bir şekilde ortaya koyulursa ABD Muhammed bin Selman’ı tasfiye edebilir. Trump bence faturayı artıracak ve eğer dünya kamuoyunu ikna edebilirse bin Selman ile yola devam edecek. İkna edemezse de başka birini öne çıkarmaya çalışacak. Amerika’nın Suudi Arabistan’ı bırakması söz konusu olmaz. Ne Suudi Arabistan’ın ne de Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu saatten sonra Rusya veya Çin tarafına geçmesini ihtimal dahilinde görmüyorum. Bölgede böyle bir değişikliğin olması için ancak Arap Baharı gibi büyük bir halk hareketinin ortaya çıkması gerekir.

“15 Kişiden Biri Şüpheli Bir Trafik Kazasında Öldü, Diğerlerini De Öldürebilirler”

Sizce bu cinayet tam anlamıyla aydınlatılabilecek mi?

“Muhammed bin Selman’ın bunlarla bir alakası yok, onları cezalandıracak” deniyor. Türkiye’ye gelen 15 kişiden biri şüpheli bir trafik kazasında öldü. Diğer kişiler de çok rahat yargılanıp idam edilebilirler.

“Bu olay Muhammed bin Selman’ın gücünün sonunu getirebilir” diyorsunuz. Ama o da boş durmuyor, son günlerde ciddi anlamda tehditler savuruyor: “Petrolün varil fiyatını 200 dolara kadar çıkarırım” diyor. Rusya ile yakınlaşmaktan söz ediyor. Hatta ve hatta İran’la yakınlaşmaktan söz ediyor. Bin Selman’ın Çin ve Rusya ile yakınlaşma ihtimali gerçekten var mı? ABD bu tehditler karşısında geri adım atar mı?

Sanmıyorum. Suudi Arabistan geçmiş dönemde bütün yumurtalarını aynı sepete koydu. Bu saatten sonra bu tür atraksiyonlar yapması çok zor.

Petrol fiyatlarını artırabilir mi?

Onu da yapamaz. Hatta konjonktürde petrol üretimini artırmasına dair Amerika’dan bir baskı vardı. Belki bunu yapmayabilir. Fakat bin Selman’ın bu işin içinde olduğuna dair maddi deliller kesinleşirse, ABD doğrudan Birleşmiş Milletler üzerinden bir ceza kesebilir veya içeride bir saray darbesi yapılabilir. Çünkü bin Selman’a yönelik daha önce ufak tefek teşebbüsler de oldu. Kral Faysal da petrol fiyatlarını artırmıştı, sonrasında kendi yeğenine öldürttüler. Bu bölgede CIA’in hâlâ çok etkin gücü var. Hatta daha önce bin Selman’ın diğer emirlere yaptığı operasyonu gerçekleştiren de yine Amerikalı meşhur güvenlik şirketlerinden Blackwater’dı.

Yani ABD’den uzaklaşmaları ihtimali yok diyorsunuz…

Daha yakın zamanda Kral Selman’ın bir Rusya gezisi olmuştu. Çin zaten bölgede var. Ama Suriye konusunda ABD tarafında yer aldılar. Türkiye’nin kızacağını bile bile PYD’yi desteklediler. Geçen haftaki Pompei ziyaretinde de bir 100 milyon dolar daha aktardılar.

“Trump kamuoyunu ikna edebilirse Muhammed bin Selman ile yola devam etmeyi deneyecektir” dediniz. Ama bir de Türkiye’nin elindeki bilgiler ve Türkiye’nin alacağı pozisyon var. Kral Selman’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı arayıp, uzun bir telefon görüşmesi yaptığı ve “Düşmanlarımıza karşı ortak hareket edelim” diyerek ricada bulunduğu kulislere yansıdı. Türkiye’nin alacağı tavır bütün bu dengeleri ve Türkiye’ye karşı da oluşturulan ittifakları nasıl etkiler?

Türkiye aslında uzun yıllardır bölgenin bir istikrar ve demokrasi bölgesi olmasını istiyor. Arap Baharı’nı desteklemesinin arkasında yatan neden de buydu. Türkiye; demokrasiye, insan haklarına saygılı, fikir özgürlüğünü ortaya çıkaran, ekonomik gelişmeyi birçok alana yayan, halkının refahını öne çıkaran bir model haline gelmek istiyor. Türkiye Amerika’nın bölgeye bu şekilde müdahalesine karşı çıkacaktır. Diğer taraftan da Suudi Arabistan’a “Kendini düzelt, bölgede pozitif rol oyna. Maddi imkânlarını bölgeyi parçalama yolunda değil, Afrika’daki, Ortadoğu’daki halkların refahına yönelik kullan” şeklinde tavsiyede bulunacaktır.

Türkiye Kaşıkçı olayında dikkatli bir diplomatik yol izliyor. Hatta Cumhurbaşkanı danışmanlarından İlnur Çevik “Türkiye bu olayı kullanıp dünyayı Suudilerin başına yıkmak yerine yine Kraliyet ailesine dostluğunu gösterip olayı fazla deşelemeden, aksine iyi niyetle adımlar atarak Kral Selman’a yardımcı oluyor” diye yazdı. Suudi-Türkiye ilişkileri bundan sonra nasıl bir seyir alır?

Türkiye’nin bu bölge ülkeleriyle ilişkisi sadece rejimlerle ilgili değildir. Türkiye kendini bu bölgenin vazgeçilmez bir parçası, çok önemli bir aktörü olarak görüyor. Dolayısıyla, bölgedeki her türlü olumlu gelişmeyi destekleyecektir. Eğer Suudi Arabistan’daki rejim bu olaydan ders çıkarıp, Türkiye ile ilişkilerini düzeltme yönünde yeni bir yaklaşıma geçerse Türkiye bunu destekler.

Böyle bir ihtimal görüyor musunuz, yoksa tam aksine Türkiye’ye karşı daha da düşmanca bir tavır mı takınırlar?

Bu, Suudi Arabistan’ın tercihi. Aslında aklıselim ile bakıldığı zaman, Suudi Arabistan’ın Türkiye gibi bir ülkenin dostluğuna çok ihtiyacı olduğu görülür. Şu ana kadarki politikaları kendilerine zarar verdi. Trump’ın adeta aşağılayan konuşmaları aslında Suudi Arabistan halkının kalbinde derin yara açtı. ABD’nin kendilerini tamamıyla maddi anlamda yararlanılacak bir ülke konumunda görmesi, bir taraftan da sopa göstermesi aşağılayan bir yaklaşım. Kaşıkçı’nın yazılarında vurguladığı şeylerden biri buydu. Türkiye ise bölgeyle ilişkilerini eskiden beri zikrettiği “kazan-kazan ilişkileri” boyutunda tutmaya çalıştı. Bir de bu ülkelerle hem kültürel hem dini yakınlıklarımız var. Dolayısıyla Suudi Arabistan rejiminin bu akıl dışı yaklaşımdan çıkıp daha makul düşünmeye başlamasıyla ilişkilerin biraz daha normale dönebileceğini düşünüyorum. Aslında bu türbülans bölge için çok zararlı oldu. Bölgenin ihtiyacı olan şey öncelikle bölge ülkelerinin kendi ortak çıkarlarına odaklanmasıdır. Batı’nın emperyalist hesaplarını görmeleri ve kendi halklarının refahı ve mutluluğu için işbirliği yapmaları gerekir.

Amerika Geleceğiyle mi Oynuyor?

Demokrasilere rağmen devlet, seçmen iradesinin üzerinde bir“üst akıl”ın yörüngesinde işlemeye devam eder. Devlet aklı, popülizme teslim olmayacak bir stratejik derinliğe her zaman sahip olmak zorundadır. Halkın aleyhine bir kasıtla değil belki amamahiyeti ve yapısı itibariyle hadiselere daha makro açıdan bakmakla mukayyettir.

Türkiye’nin entelektüel kamuoyunda bu yönde yaygın bir kanaatin hasıl olması, dünya gerçekleri konusundaki sığlımızın yanı sıra hamasete olan yatkınlığımızın da bir göstergesi. ABD için ekonomiden siyasete birçok şeyin eskisi gibi olmadığı gerçek. Tek kutuplu bir dünyanın yavaş yavaş da olsa değişmekte olduğunu yadsıyabilmek artık oldukça zor. Ama ABD ve halkı, bundan şikayetçi mi gerçekten? Donald Trump’ın siyaset yapma tarzı, tek kutuplu bir dünya liderinin reflekslerini şüphesiz ki fazlasıyla aksettiriyor. Ancak Trump’ın, ABD siyaseti içinde neyi temsil ettiği de bir soru işareti. Arkasındaki halk desteğini kaybetmemiş olsa bile Trump, Amerika’nın uzun vadeli siyasal stratejisi içinde arızi bir fenomen olarak ortaya çıkmış gibi gözüküyor. Amerikan siyasal stratejisini bu fenomene “bağlı” bir değişken şeklinde değerlendirmek ve tespit etmeye çalışmak, gerek devletle halk/vatandaş arasındaki ilişkinin giriftliğini dikkate almamak gerekse Amerikan devlet aklını siyasal iradeye (başkana) irca etmek bakımından bir hata olacaktır.

Kabul edelim ki demokrasilere rağmen devlet, seçmen iradesinin üzerinde bir “üst akıl”ın yörüngesinde işlemeye devam eder. Devlet aklı, popülizme teslim olmayacak bir stratejik derinliğe her zaman sahip olmak zorundadır. Halkın aleyhine bir kasıtla değil belki ama mahiyeti ve yapısı itibariyle hadiselere daha makro açıdan bakmakla mukayyettir. Bizde bugün öne çıkan “güçlü devlet” vurgusunun anlamı da bir yanıyla budur. (Söylediklerimizin dış politika çerçevesinde anlaşılması gerektiği aşikâr olmalı. İç politikayla ilgili böyle bir değerlendirme yapmamız söz konusu değil.) Devletin dış politikada bütünüyle demokratik “temsil” iddiasıyla hareket etmesi –en azından bugün için- irrasyoneldir, beklenemez. Trump’la ilgili olarak bugün tefrik edilmesi gereken gerçek tam da bununla ilgili: Amerikan dış politikası acaba ne düzeyde başkanların tercihleriyle mücessem ne düzeyde daha bağımsız bir üst aklın (devlet aklının) ürünüdür?

Trump Fenomeni: Üst Aklın Komedisi

Galiba ne biri ne de diğeri tamamen doğru. Amerikan dış politikasının başkanların inisiyatifi altında değişmeyecek, değiştirilemeyecek kadar bürokratik ve stratejik derinliğe sahip devlet politikaları olduğu hep söylenmiştir. Büyük devletler söz konusu olunca siyasal iktidara bağlı değişimlerin daha kısıtlı hale gelmesi zaten kaçınılmaz. Trump’ın cehaleti bugün alay konusu olsa bile, bu gerçeği bilmeyen bir lider olma ihtimali pek öyle akla yatkın gözükmüyor. Fakat bu hususta koyduğumuz mim şu: biliyor olmakla tabi olup olmamak başka şeyler. Amerika’nın bugün bütün dünyayı karşısına alırcasına pervasızca yürüttüğü politikaların stratejik açıdan rasyonelliğini anlamakta zorlanınca bu mimi koymadan edemiyoruz. Dolayısıyla Trump’ın gerçekte ABD dış politikasıyla çelişen, çatışan bir dış politika yürütüp yürütmediği sorusu önemli.

Amerikan dış politikasındaki ittifak dengeleri ve söylemleri açısından bakıldığında, Trump’ın burada aykırı bir fenomen olarak ortaya çıktığını ileri sürmek pekala mümkün. Ancak bu, Amerikan dış politikasının asli dinamiklerini ve faillerini göz ardı etmekle bizi karşı karşıya getirebilir. Bilhassa dış politika meseleleri -her devlet için- siyasi iktidar değişimleriyle yerinden oynatılamayacak düzeyde milli bir çerçeveye ihtiyaç duyar. İktidarların dış politikaya yönelik radikal bir sapma meydana getirmeleri, konjonktürel gelgitler hariç kolay kolay beklenmemeli. Bu yüzden Trump fenomeninin ABD dış politikasında öngörülen “stratejik operasyonlar” için kullanışlı hatta gerekli bir aparat olabileceğini mutlaka hesaba katmamız lazım. Amerikan politikasının belli bir sertleşme ihtiyacıyla makas değiştirmesi tabii ki her zaman mümkün, ancak bu sertliğin dozunu artırarak mevcut ittifak ilişkilerini gözden çıkarmanın bile gerektiği bir süreçte “dengesizlik” işe yarar bir strateji haline gelir. Trump bugün bu dengesizliği realize edecek, aynı zamanda ABD açısından açıklanabilir olma özelliğine sahip bir lider. Başka deyişle Amerikan politikasındaki stratejik adımlar, Trump’ın başkanlığını hem rasyonel hem de cazip hale getiriyor. Dolayısıyla ABD’nin mevcut -muhtemel- üst aklıyla Trump arasında çatışmadan bahsetmek için ortada ikna edici somut veriler ve gerekçeler yok. Hatta belki üst aklın Obama politikalarındaki stratejik zafiyetlere binaen Trump’ı operasyonel amaçlarla devreye soktuğu bile ileri sürülebilir.

Güç Politikasında Tutarsızlığın İşlevi

ABD’nin çöküş sürecine girdiği ne kadar doğrudur, tartışılır. Ancak Amerikan hegemonyasının güç kaybettiğini, tek kutuplu dünyanın giderek daha farklı belki de çok kutuplu bir dünya düzenine doğru evrilmekte olduğunu gösteren önemli işaretler var. Bu durumun Amerikan halkı ve devleti için belli bir huzursuzluk kaynağı olması, gidişe dur diyecek önlemlerin alınmak istenmesi gayet tabiidir. Gerek enerji kaynaklarının kontrol altına alınmasına gerekse hegemonik üstünlük imajını tahkim edecek güç görüntülerinin dünya siyaset arenasında da Amerikan kamuoyunda da hissettirilmesine ihtiyaç hâsıl olabilmektedir. Wallerstein’in Reagan için söylediği maçoluğun anlamı ve bağlamı neyse, aynısı sanıyorum Trump için de fazlasıyla geçerlidir: “Reagan evresinin dersi şu: ABD’nin çöküşüne bir cevap olarak maçoluk” (Wallerstein 2016, 51).

Amerikan dış politikasının steril, daha doğru deyişle kendi içinde tutarlı bir yapıya sahip olduğunu söylemek epeyce müşkül. Dahası tutarlılığın politik açıdan rasyonel olduğu da şüpheli. Güç politikası, tutarlılığı her zaman deforme etmeye meyyaldir. Yine Wallerstein’in dediği üzere, Amerikan politikası bu anlamda tarihsel olarak karakteristik bir görünüm sergiler: “ABD (…) üç-kısımlı bir formül geliştirdi: Bu formül bir doz yerli halklara tavizler… bir doz demir yumruk… bir doz da büyük ölçüde şefkatli (iktisadi) ihmalin üstünü örten laf kalabalığı” (Age, 43). Ben buna ayrıca stratejik dengeleri değiştirmeye yönelik dördüncü bir unsur olarak “bir doz tutarsızlık” ilavesinde bulunmanın yerinde olacağını düşünüyorum. Güç krizi veya kompleksi içindeki bir Amerika için tutarsızlık, taktik bir anlam taşımakta ve çaresizliğe karşı bir çare olarak elzem olmaktadır. Trump’ın davranış tarzındaki tutarsızlıklar bir bakıma söz konusu tutarsızlığı belirsizleştirmenin aracı olmaktadır. Tutarsızlığın bazı zaman ancak pervasızlıkla kabil hale gelmesi Trump fenomeninin belki de en açıklayıcı özelliğidir. Tayyip Erdoğan’ın bir telefon görüşmesinde Trump’a, “Parasıyla almak istediğimiz halde, bize Patriot füzelerini satmaya yanaşmadınız” demesine karşılık “Siz, bu Patriot füzelerini parayla mı almak istemiştiniz?” şeklindeki cevabı sadece akla durgunluk veren bir ironi değil, aynı zamanda “beni sorgulayamazsın” tavrının kibirli ve küstahça bir aksidir.

Trump Bir Proje Değilse Ne Olabilir?

ABD’nin tutarlı ve dürüst bir devlet olmaya zorlanamayacağı yönündeki devlet aklı (stratejisi) bugün Trump’ın şahsında zuhur etmiş görünüyor. Üzerinde durulması gereken asıl nokta, bunun hegemonya kriziyle bir ilişkisi olup olmadığını açık hale getirmektir. Hegemonya krizinin aynı zamanda dünya sisteminin bir krizi olabileceği de artık ciddi ciddi konuşulmakta. Henry Kissenger’ın şu ifadelerini bu açıdan önemsemek lazım: “Dünya düzeni, Trump’tan çok daha önemli fakat Trump’ın başkan olarak yaptıklarıyla hızlanan sistemsel bir kriz yaşıyor; İkinci Dünya Savaşı sonrası düzenin bitme sürecini yaşamaya başladık” (Fuat Keyman, www.karar.com, 03.09.2018).

Trump’ın sözü edilen krizi derinleştirmesi de krize karşı mevcut Amerikan devlet aklının bir enstrümanı olarak ortaya çıkması da birbirine rağmen olabilecek şeyler. Tuhaf olan küresel süper güç konumundaki bir ülkenin dış politikasının Trump’ın cehaleti, pervasızlığı ve marazi kişiliğiyle kontrolsüz bir alana doğru savrulabileceğini varsaymaktır. Amerikan siyasetinin marjlarını zorluyor olsa bile Trump’ın, Amerikan devlet/stratejik aklıyla çatışan bir yola girmesi hiç de kabule şayan bir varsayım veya tespit olarak gözükmüyor. Şayet öyleyse Amerika için durum çok daha vahim sayılmalıdır.

Amerika’nın Stratejik Aklı Karışmış Gözüküyor

Ne ki Amerika kendi geleceğiyle mi oynuyor, yoksa dünya sistemini kendi mantalitesi ve arayışları doğrultusunda evrimleştirmeye matuf bile isteye keskin bir virajı mı alıyor, düşünmek gerekir. Başından beri söylemeye çalıştığımız gibi Trump’ın, Amerika’nın geleceğiyle oynamasına Amerikan üst aklının müsaade edeceği beklenmemeli. O yüzden burada doğrudan dünya sistemini ve çıkar dengelerini gözeten politik bir stratejinin varlığından şüphelenebiliriz. Brzezinsnki’nin değerlendirmelerinden hareketle söyleyecek olursak, Amerika’nın halen tek kutuplu bir dünya gücü olma arzusunda olup olmadığı şüpheli. Küresel dünya, tek kutuplu hegemonik bir devlet için aynı zamanda büyük maliyet ve sorumluluk demek. Kapitalizmin ve modernitenin geldiği belli evreden sonra küresel dünya artık tek bir imparatorluğun hamiliği altında varoluşunu sürdüremeyecek kadar dinamik, çok katmanlı bir jeopolitiğe ve jeokültüre sahip. Brzezinski, Amerika’nın gelecek stratejisinin bu gerçek etrafında şekillendirilmesinin kaçınılmazlığını vurguluyor: “ABD’nin politik hedefi mazeretsiz biçimde iki yönlü olmalıdır: Amerika’nın egemen pozisyonunu en azından bir kuşak daha ve tercih edildiği üzere daha da uzun sürdürmek ve sosyal-siyasi değişimin kaçınılmaz şok ve gerilimlerini emecek jeopolitik çerçeve yaratırken, bir yandan da barışçıl küresel yönetimin ortak sorumluluğunun jeopolitik çekirdeğine doğru evrimleşmek” (Brzezinski 2017, 292).

Buradan bakıldığı takdirde Amerikan stratejik aklının -Trump bağlamında- bir tenakuz ve çatışma içinde olduğu tespit edilebilir. Zira Trump fenomeniyle üst akıl, Amerika’nın hegemonik rolünün geriye çekilmesi yönünde bir değişime henüz hazır veya razı ol(un)madığını tebarüz ettirmektedir. Tabiri caizse “hegemonyanın demokratikleştirilmesi” diyebileceğimiz bu rol ve sorumluluk paylaşımı, Trump Amerikası’yla taban tabana zıt niteliktedir.

Amerika Küresel Demokrasiye Öncülük Edebilecek mi?

Diğer taraftan, ABD eğer dış politikada da demokratik bir tavır ve iradenin temsilcisi olma iddiasını taşıyacaksa, üst aklın kontrolünden çıkmayı başarmak zorundadır. Bunun Amerika’yla sınırlı bir sorun olmadığı muhakkak, ancak demokrasinin küresel sisteme/ilişkilere doğru yaygınlaştırılabilmesinde hegemonik konumdaki güce -her ne kadar güven olmazsa da- her zaman daha büyük sorumluluk düşer. Brzezinski’nin dediği gibi eğer “Bu davadaki jeostratejik başarı, Amerika’nın ilk, tek ve son gerçek küresel süper güç olma rolüne yakışan mirasını temsil” (Age, 293) etmekle ölçülecekse bunun yolu küresel sistemi demokratikleştirmekten geçecektir. Gary Hart’ın söyledikleri bu manada Amerika için belki de yeni bir şans anlamına gelmektedir:

“21. yüzyılda dış politika da uzmanlaşmış seçkinlere ve onların çıkarlarına bırakılamayacak kadar önemlidir… Halk olarak bizler ülkemizin küresel komşularımızla ilişkilerini yüksek ideallerimizin belirlemesinde ısrar etmeliyiz. Yeni dönemde dünya politikamız, Amerikan halkının politikası olmalıdır” (Hart 2016, 159).

Demokrasilerin yolu popülizmin tuzaklarıyla döşenmiş olabilir, gayet tabii. Fakat insanoğlunun tuzakları bertaraf etmek için gereken enerji ve tekâmül gücüne sahip olduğundan umudu kesemeyiz. Trump’a, Trump’ın Amerikası’na karşı insanlık davamızın hareket ettirici gücü ve cazibesi mutlaka olmalı.

Kaynakça
Wallerstein Immanuel (2016), Jeopolitik ve Jeokültür, Çev: Mustafa Özel, Küre Yayınları.
Brzezinski, Zbigniew (2017), Büyük Satranç Tahtası, Çev: Yelda Türedi, İnkılap Yayınları.
Hart, Gary (2016), 21. Yüzyılda Amerikan Büyük Stratejisi, Çev: İsa Karabaşoğlu, Avangard Yayınları.

Trump’ın Azli İçin Geri Sayım Başladı

Senatörlerin üçte ikisi başkanı suçlu bulduğu takdirde, başkan görevden alınır ve geri kalan görev süresi boyunca yerine başkan yardımcısı geçer. Bu süreç açısından 6 Kasım 2018 Kongre Ara Seçimleri hayati önem taşıyor. Zira şu anki aritmetikte çoğunluğu elinde tutan Cumhuriyetçilerin azil sürecine pek sıcak bakmadıkları, yanaşmayacakları varsayılıyor. Bu nedenle de Demokratların ara seçimlerde çoğunluğu elde etmeleri halinde azil için düğmeye basılacak.

ABD ulus olarak belki de tarihinden bu yana ilk defa bu boyutta büyük bir siyasi çıkmaz ile karşı karşıya. Bu çıkmazın adı, Donald Trump. Trump’ın kalması da zor, gitmesi de. Çetrefil bir mesele. Olayın zorluğu bizzat Trump’ın şahsiyetinden ileri geliyor, kaynaklanıyor. Richard Nixon, entelektüel bir adamdı ve Trump’ın skandallarıyla mukayese edilemeyecek küçük bir skandaldan dolayı istifa yolunu seçmişti. Kimse bunu, Trump’tan beklemesin. Zira şahsiyeti veya kişiliği gayet mürekkep ve zor bir kişilik yapısı arz ediyor. Nixon her ne kadar asabi bir şahsiyet olsa da kaderine razı oldu ve kenara çekilmesini bildi. Buna karşılık Trump, timsah derili, pişkin ve hatta çirkef bir karakteri temsil ediyor. Richard Nixon için ‘basit ve çözülür’ karakterli biri olduğundan bahsedebiliriz. Buna mukabil Trump’ın karakteri çok katmanlı ve esnemeyi, yenilmeyi bilmiyor. Daha doğrusu, derin cehaleti ona, pes imkânı verdirmiyor. Narsist, hedonist ve ırkçı bir karakteri var. Bu karmaşık karakterinin gereği olarak her gün yeni bir tweetiyle birlikte yeni çamlar deviriyor. ‘Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır’ ifadesinin açılımının da işaret ettiği gibi, ruhi gıdasını çarpışmaktan ve cidalden almaktadır. Bunu itiyat haline getirmiştir ve bundan zevk almaktadır.

Yazılan kitaplar, bu yönlerine ışık tutuyor. Eski ekibinden James Comey’in kaleme almış olduğu A Higher Loyalty (Yüce Sadakat) isimli eserinde ABD Başkanı Trump’ın, narsist kişiliğinden ve özelliklerinden bahsedilmektedir. Eski ekibinden ve danışmanlarından siyahi asıllı Omarosa Manigault da ‘Unhinged/Çarpık’ adlı eserinde onun ırkçı yapısını, tabiatını irdelemektedir. A Higher Loyalty adlı eser yüce sadakat anlamına gelse de aslında güce sadakattir. Nixon’ı deviren adamlardan birisi olan Washington Post gazetesinin kıdemli muhabirlerinden Bob Woodward da yeni kitabında, Trump’ın farklı bir yüzüne ışık tutmaktadır. Fear: Trump in the White House (Korku: Trump Beyaz Saray’da) adlı eserinde Niccolò Machiavelli yöntemlerine başvurduğunu gösteren detay ve işaretler sunmaktadır. “Korku: Trump, Beyaz Saray’da” kitabının başlığının bir hikâyesi var. Buna göre kitabın adı, Trump’ın 2016 yılında Washington Post gazetesi için Woodward ve başka bir muhabirle yaptığı röportaj sırasında söylediği sözlerden mülhem. Trump, röportajda “gerçek güç saygıyla gelir” diyor ve sonra da “Gerçek güç, kelimeyi kullanmak bile istemiyorum ama: ‘Korku’” diye devam ediyor.

Burada ‘korku’ ifadesi anahtar bir kavram. Trump’ın şahsiyetini ortaya koyuyor. Hile, düzenbazlık da bu yöntemin ikinci unsurudur. Ali Şeriati, Machiavelli tarzı yönetim şeklini üç kelimede toplar: Zer, zor ve hile. Altın, güç ve hile. Burada gücü korku ile birlikte harmanlamak, anmak, okumak gerekiyor. Sevilen birine yalan söylemek ve ihanet etmek, korkulan birine bunları yapmaktan daha kolaydır. Korktuğunuz insana, sevdiğiniz insan kadar kolay ihanet edemezsiniz. Hele ki bu iktidarın sahibiyse… Bu yüzden iktidar korkuyu, sevgiye tercih etmelidir. İşte Machiavelli’nin bu konudaki görüşü budur.1 Hakkında yazılan kitaplar üzerinden karakterini analiz etmek mümkündür. Skandal adamın hakkında yazılan ilk kitaplardan birisi, Michael Wolff’un kaleme aldığı ‘Ateş ve Öfke’ olmuştur. Skandalları kitaplardan taşmaktadır.

Samson Seçeneği

Bu narsist, kendisine ve hevasına tapınan karakterinin göstergelerinden birisi, ‘benden sonra tufan’ edebiyatına sarılmasıdır. Nitekim çok sevdiğini söylediği ‘Fox and Friends’ adlı televizyon programına telefonla konuk olan ABD Başkanı Donald Trump, “Harika iş çıkartan birini nasıl azledebilirsiniz bilemiyorum. Şunu söyleyebilirim eğer herhangi bir zamanda azledilirsem bence piyasa (ABD ekonomisi) çöker. Herkes yoksullaşır ve olamayacağını düşündüğünüz rakamları görürsünüz” mealinde konuşmuştur. Eski kişisel avukatı Michael Cohen ve eski kampanya direktörü Paul Manafort’un mahkemede suçlanması sonrası ABD medyasında başlayan ‘azil süreci’ (impeachment) tartışmaları hakkında konuşan Trump, “Eğer herhangi bir zamanda azledilirsem piyasa çöker” demiştir. Narsist kişiliğini dışa vuran açıklamalardan birisini de avukatı ve New York eski Belediye Başkanı Rudy Giuliani, Sky News’e yapmış, Trump’ın azledilmesi halinde yaşanacaklardan söz ederek müesses nizam ve herkese gözdağı vermiştir. Giuliani, Trump’ın koltuğundan indirilmesinin yalnızca siyasi güdülerle yapılabileceğini savunarak, bu durumda ABD halkının ayaklanma başlatacağını iddia etmiştir. Rudy Giuliani, Amerikan halkına ve devletine, Samson Seçeneği önermektedir. İsmini, tapınağın sütunlarını devirerek kendini ve onu esir almaya gelen binlerce Kenanlıyı enkaz altında bırakan Samson’dan almıştır. Karineler göstermektedir ki Trump ve ekibi, ABD üzerine çöreklenmiş ve musallat olmuş bir püsküllü bela ve karabasandır.

Skandalları kitaplara sığmayan, onlardan taşan Trump, karanlık geçmişiyle yüzleşmek istemese de başkanlık onu, spot lambalarının önüne çekmiş ve atmıştır. Bundan kaçışı mümkün değildir. Günümüzde hiçbir şey karanlıkta kalmıyor. Karanlık ve lanetli geçmişi her adımında kendisini izliyor ve geçmişte devirdiği çamlar teker teker önüne çıkıyor. Geçmişi, geleceğini kuşatıyor. Abraham Lincoln’ün bir vecizesiyle yüzleşiyor. “Bazı insanları her zaman kandırabilirsiniz, herkesi bazen kandırabilirsiniz ama herkesi her zaman kandıramazsınız.”2 Karşılaştığı aksilikleri ise pervasızlıkla karşılıyor. Şahsi sadakatle Trump’a bağlı olanlar sonuçta ABD’de hâlâ az çok sağlıklı bir biçimde işleyen kuvvetler ayrılığı prensibi gereği çözülmeye ve bülbül gibi ötmeye başladılar. Bu da azil sürecini hızlandıran bir gelişme oldu. ABD’de impeachment yani soruşturma ve azil süreci denilen süreç Ağustos ayının (2018) ikinci yarısından sonra hızlanmaya başladı. Zira yeni skandalların patlaması bir yana aynı zamanda Trump’ın güvendikleri de çözülmeye başladılar. ABD Başkanı Donald Trump’ın eski avukatı Michael Cohen ve bazı sırdaşlarının hayat kadınlarına ödeme yaptıklarını itiraf etmeleriyle birlikte işin rengi ve seyri değişti ve azil sürecinin akışı hızlandı. Cohen ile eski kampanya direktörü Paul Manafort’un, 21-22 Ağustos tarihinde seçim kampanyası sürecindeki yolsuzluklardan suçlu bulunmasını, ilk defa Trump ekibinde de ciddi bir sarsıntı ve endişe meydana getirdi. Azil sürecinin ciddiyeti konusunda herkesi ikna etti. Cohen, New York’taki federal savcılarla anlaşma yoluna gitti. Cohen, vergi kaçırma, banka dolandırıcılığı ve ‘mali kurumlara yalan beyanda bulunarak seçim kampanyası finansmanında usulsüzlük yapma’ suçlamalarını kabul etti. ABD Adalet Bakanlığı, Trump’la ilişki yaşadığını iddia eden kadınlara sessiz kalmaları amacıyla yapılan ödemeleri soruşturuyordu. Trump’ın avukatı Michael Cohen de bu ödemeler nedeniyle mercek altındaydı. Cohen’in mahkemede kabul ettiği suçlamalar arasında “bir siyasi adayın isteği üzerine bazı kişilerin bazı konularda sessiz kalması için ödemeler yaparak seçim yasasını ihlal etmek” de bulunuyor. Trump’ın eski kampanya direktörü Paul Manafort da Virginia’da süren davada, jüri tarafından 18 suçlamadan 8’inde suçlu bulundu. Cohen’ın üstlendiği 8 suçun cezası 65 yıl hapis cezasına kadar çıkabiliyor. Ancak Cohen’ın yaptığı anlaşma sayesinde en fazla 5 yıl hapis cezası alması bekleniyor. Cohen’ın alacağı ceza 12 Aralık’ta açıklanacak. Hakim, 500 bin dolar kefalet ve pasaport ile sahip olduğu silahları teslim etmesi karşılığında serbest kalabileceğini açıkladı. Amerikan televizyon kanalı CNN, Donald Trump’ın eski kapıcısı Dio Sajudin’e dayandırdığı haberinde, ABD Başkanı’nın eski hizmetçisiyle 1980’lerde yaşadığı ilişkiden gayrimeşru bir çocuğu olduğu iddiasını yeniden gündeme taşıdı. Karen McRougal ile Stormy Daniels’e susmaları karşılığında Trump namına para aktarma hususunda sadece eski avukatı Michael Cohen değil aynı zamanda vasalı olan Allen Weisselberg de itiraflarda bulundu.

Komplo Tertipçileri Komplodan Yakınıyor

Eski avukatı Michael Cohen’in itiraflarında da ortaya çıktığı gibi esasında geçmişteki kirli çamaşırlarını örtbas edebilmek için olmadık dolaplar çeviren ve kimi Washington Post yazarlarının da değindiği gibi seçimi yolsuzluklarla kazanan Trump için hesap verme vakti geldi. Bununla birlikte çevirdiği dolaplardan yakasını sıyırabilmek için derin devlet ve komplo iddialarına sarıldı. Bu yolla kamuoyunun desteğini kazanmaya çalışıyor. Lionel Lebron gibi kafadarları, Trump ile dayanışma göstererek küresel bir Kabal (Cabal) çetesinin Trump’a musallat olduğunu, komplo kurduğunu ve bunların kimi Hollywood yıldızlarından, Demokrat siyasetçilerden, basın baronlarından teşekkül ettiğini ve amaçlarının Trump’ı devirmek ve azletmek olduğunu iddia ediyor.3 Bunları Beyaz Saray’da karşılayan Trump da komplo iddialarına yatkın duruyor hatta medet umuyor intibaı uyandırıyor. Bu Trump yanlısı komplocu grup, QAnon kültü olarak anılıyor. Komplocuların global sübyancılık ağı kurduklarını da ve dünyaya karıştırdıklarını da ileri sürüyorlar. Hâlbuki popülist söylemleri ve eylemleri eşliğinde her gün attığı tweetlerle birlikte dünyayı en çok karıştıran kişinin destek verdikleri Trump’tan başkası olmadığından haberleri yok gibi!

Trump’dan kurtulması gereken sadece Amerikalılar değil. Dünya da bir an evvel Trump’tan kurtulacağı anı gözlüyor. Orta Doğu konusunda uzman isimlerden Dilip Hiro, Trump’ın bütün dünyayı karşısına aldığını ve aleyhinde birleştirdiğini yazıyor.4 Bununla birlikte bölgede İran’ın çökmesinin ekseninin çökmesini de beraberinde getireceği, bu anlamda Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerin tamamen başarısız ülkeler haline gelecekleri ve iflas edecekleri öngörülmektedir. Trump da Trump’tan ibaret değil. Trump’ın gitmesiyle birlikte ekseninin de sarsılacağı öngörülmektedir. Muhammed Bin Zayed ile Muhammed Bin Selman’ın konumlarının veya en azından bölgesel rollerinin de Trump’ın azliyle birlikte gerileyeceği varsayılmaktadır. Sözgelimi, Yemen konusunda Muhammed Bin Selman ile Muhammed Bin Zayed’e yönelik uluslararası tepkiler çığ gibi büyümektedir. Gelecek idare bu yönde Körfez’in bu ikilisine kalkan olmayı sürdürecek midir? Kuşkular var. Trump ile birlikte ekseni de kayabilir. İsrail basını ve özellikle sol ağırlıklı Haaretz gazetesi de sürekli olarak Turmp’ın ipiyle kuyuya inilmeyeceğine dair İsrail hükümetine uyarılar yapıyordu.

Azil İşlemi Prosedürü

Her ne kadar mahkemede Trump’ın ismi geçmese de Cohen’in kabul ettiği suçlamalar arasında ‘bir siyasi adayın isteği üzerine bazı kişilerin bazı konularda sessiz kalması için ödemeler yaparak seçim yasasını ihlal etmek’ de bulunuyor. Bu ise dolaylı olarak bile olsa Trump’ın isminin bir federal suça karışmasına ve görevden azil sürecinin başlaması gerektiğine dair seslerin yükselmesine yol açıyor. Bu ihtimal şimdilik düşük görülse bile azil süreci şöyle işliyor:

ABD Anayasası’nda bir başkanın vatan hainliği, rüşvet, diğer yüksek suçlar ve kötü davranışlar nedeniyle görevinden azledilebileceği ifade ediliyor. Kongre’nin alt kanadı olan Temsilciler Meclisi’nin herhangi bir üyesi, söz konusu suçlamalar dahilinde başkan ile ilgili bir önergeyi, Meclis’e sunabilir. Meclisin yüzde 51 oranındaki salt çoğunluğu önergeyi kabul ettiği takdirde suçlamalara yönelik dava açılabilir. Başkan ile ilgili dava süreci bu noktadan sonra Kongre’nin üst kanadı Senato’ya iletilir ve yargı süreci başlar. Senato’ya bağlı yüksek mahkemede, Temsilciler Meclisi üyeleri kovuşturma için çalışırken, Senato üyeleri de jüri olarak görev yapar. Başkan kendisi için savunma avukatları atayabilir. Sonunda Senato, nihai kararı verecek oylamayı yapar. Senatörlerin üçte ikisi (yüzde 67) başkanı suçlu bulduğu takdirde, başkan görevden alınır ve geri kalan görev süresi boyunca yerine başkan yardımcısı geçer. Bu süreç açısından 6 Kasım 2018 Kongre Ara Seçimleri hayati önem taşıyor. Zira şu anki aritmetikte çoğunluğu elinde tutan Cumhuriyetçilerin azil sürecine pek sıcak bakmadıkları, yanaşmayacakları varsayılıyor. Bu nedenle de Demokratların ara seçimlerde çoğunluğu elde etmeleri halinde azil için düğmeye basılacak.

Trump’ın bu çıkmazdan kurtulması için önünde üç yol var. Bunlardan birisi, Nixon gibi istifa etmesidir. Tony Blair, Berlusconi benzeri siyasiler gibi pişkin, teflon siyasetçiler kuşağından olması hasebiyle muhtemelen bu yola başvurmayacaktır. Geriye iki seçenek kalmaktadır. Bunlardan birisi, Temsilciler Meclisi ile Kongre’nin azli yönünde karar vermesi ve bu suretle görevinden alınmasıdır. Trump’ın bunu kabullenmesi ve razı olmasıdır. Üçüncüsü ise Rudy Giuliani’nin öngördüğü gibi direnmesi, vuruşarak çekilmesi ve bu suretle toplumsal olaylara davetiye çıkarmasıdır. ABD’de siyasi giyotin işliyor ve azil için geri sayım başladı.

1 http://www.academia.edu/30447243/Machiavellide_%C4%B0ktidar_ve_Korku_
2 “you can fool all the people some of the time, and some of the people all the time, but you cannot fool all the people all the time.”
3 http://thehill.com/blogs/blog-briefing-room/news/403549-trump-meets-with-promoter-of-qanon-conspiracy-theory-in-oval
4 http://www.atimes.com/weekend-can-donald-trump-unite-the-world-against-himself/

Trump Sonrası Demokrasi Eğitimi

Batılıların, Halide Edip Adıvar’ın İzmir’in işgal günlerinde işgalci askerlerin de içinde bulunduğu topluluğa hitaben yaptığı konuşmadaki üstü örtülü iletisine tekrar kulak vermeleri gerekir:
“Eğer eğitim, insana insan olmayı öğretemiyorsa, boşuna olmuş demektir.”

Son günlerde Batılı devletlerin, özellikle de Almanya ile Hollanda’nın, Türkleri ve Müslümanları hedef alan, aynı zamanda da Myanmar’daki Rohingya Müslümanlarına yönelik soykırımı görmezden gelen tavırları dikkatlerden kaçmamaktadır. 11 Eylül 2001 sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyada başlattığı korku siyaseti, Batılı ülkeler eliyle giderek artan biçimde Müslüman ve Türk karşıtı nefret siyaseti üzerinden yürümektedir. Orta Doğu coğrafyasına ve insanlarına karşı reva görülen insanlık-dışı uygulamalar, Neron devrini aratmamaktadır. Aynı zamanda bu tavırla Orta Çağ döneminin paradigmalarından beslenen uluslararası bir siyasetin de tekrar inşa edildiğini görüyoruz.

Silâh ticaretini globalleşmenin merkezine taşıyan Avrupa-merkezli bu ırkçı politikalar, Batı Avrupa ve ABD’nin yeni savaş alanları açabileceklerine dair ciddi kaygılar uyandırmaktadır. Bu kâr edinme hazzını doyurabilecek türden savaşlar çıkarma istekleri de kendi ülkelerini dünyanın merkezi olarak görme sanrısına dayalı bir “öteki üretme” süreci işletilerek meşrulaştırılmaktadır. Bu süreci, Türk ve Müslümanlardan duydukları korku ve dolayısıyla onları dışlamayı rasyonalize eden çıkarcı politikalar üzerinden yürütmeleri ise şimdiye kadar maskeledikleri Orta Çağ zihniyetini artık iyiden iyiye açığa çıkarmıştır.

Türkiye, coğrafi konumu dışında da Batılıdır. Ancak bu konum, Batıcı olmayı reddeden söylemsel bir konumdur. İşte tam da bu noktada Batılı ülkelere, Türkiye’den bir kez daha sesleniyoruz: Eğer uyguladığınız eğitim sistemleri, düşünmeyi reddeden, materyalist çıkarların kölesi olan ve bundan da hiç rahatsızlık duymayan düşünce biçimlerini şekillendiriyorsa, bu eğitim sistemini radikal bir biçimde değiştirin ve uygar insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir modele dönüştürün. Dönüştürün ki bütün dünya insanlarını, bu tehlikeli zihinsel körlükten kurtarmak mümkün olsun! Bunu yaparken, Halide Edip Adıvar’ın İzmir’in işgal günlerinde işgalci askerlerin de içinde bulunduğu topluluğa hitaben yaptığı konuşmadaki üstü örtülü iletisine de tekrar kulak vermeleri gerekir: “Eğer eğitim, insana insan olmayı öğretemiyorsa, boşuna olmuş demektir.”

“Biraz Daha Merhamet”

Son dönemlerde, 21. yüzyılın başlarında olduğumuz inancını giderek yitirmek, bizleri içten içe yiyip bitiriyor. Televizyon haberlerinde en sık rastladığımız görüntü, Türkleri köpeklerine ısırtan Batı Avrupa devlet güçlerinin yanı sıra Halep’ten Şam’a, Gazze’den Arakan’a uzanan katliamlar coğrafyasında fotoğraf karelerinde beliren içi boş, harap olmuş evler, arabalar arasında bir de boş çocuk ayakkabıları… Sahipleri ise çoğu kez, belki de oynarken katledilen çocuklar: Büyüme olanağı bulamadan, aramızdan ayrılanların ayakkabılarına sığacak bir ayakları yok artık! Öyle sanıyorum ki bu “boşlukların” fotoğraflarını görmenin bizi hüzünlendirmenin yanı sıra olayların görünmeyen yüzünü (imâ edilen bir cesedin aslında bir insan hayatı olduğunu) düşünmemizi ve “görmemizi” sağlama gibi bir etkisi de var. Batı-merkezli haber sınırlarını zorlayan, bize, bizi (3. Dünya ülkesi insanlarını ve yaşadıklarını) unutturmak isteyen devletlerin, bu çabalarını boşa çıkaran bir gerçek-dışı algı.

Peki, bu “boş ayakkabılara” bakan insanlar olarak biz neredeyiz? Onlar boşalana kadar bütün dünyanın insanları tam olarak neredeydi? Prof. Dr. Kemal Sayar’ın bir yazısında Goethe’den uyarlayarak dile getirdiği gibi, “biraz daha merhamet” şeklinde bizi kahreden bu görüntüleri kanıksamamak ve en temel insanî duygulara geri dönmek gerekiyor. Temennimiz odur ki dünyayı biraz daha insanca paylaşmaya gayret gösteren, diğer bir deyişle demokrasi eğitimine tam olarak sahip çıkan Batılı devletler çoğalabilsin!

Küresel iktidar, medyanın neyi göstermesi gerektiğini iyi (!) yönetiyor. Çünkü artık kendi bomba haber düzeneğini kurdu bir kere. ABD başkanlık yarışında, devlet başkanı adayı Hillary Clinton’ı finanse edenlerden birisinin Fetullahçı terör örgütü olduğu bir dünyada, biz akademisyen ve öğretmenler olarak, genel anlamda eğitimin, ciddi bir farkındalık bilinci yaratacağını genç kuşaklara nasıl anlatabiliriz?

Donald Trump gibi neredeyse her söylediği sözü finanse edecek güçte zengin, okumuş cahillerin nemalandığı bir Batı ülkesi, bizdeki darbe girişimini sadece lânetlemekte değil de aynı zamanda “görmekte” zorlanırsa, belki de okumuş cahillerin algı operasyonlarının gerçekleri bulanık ve tanınmaz hale getirmesinin, Batı medyasının bir tür başarı öyküsü olarak yansıttığını anlamak o kadar da zor bir iş değildir. Batı ülkeleri ve özellikle de ABD, sömürdükleri ülkelerin enerji ve doğal kaynaklarının “diktatörce” yönetimi ile gurur duyarak yaşamaya tam da alışmışken, 15 Temmuz kalkışmasında Türkiye’deki başarısız katliam ve soykırım girişimi ile hüsrana uğramıştır. Aslında bu tahakküm hareketleri, dünyanın pek çok yerinde, çarpıcı bir biçimde Batı ülkeleri lehine meyvesini vermeye devam etmektedir.

Unutmayalım ki ABD’nin savunduğu demokratik değerler, Orta Doğu ülkeleri söz konusu olduğunda istenen toplumsal değişim, tam bir paradoks içerisindedir ve sözde demokratik hedefler ve politikalar “totaliter” stratejiler aracılığıyla empoze edilmektedir. Böylece de bu bölgede kendi “oryantalist” düşlerine uygun bir toplumsal değişimi üstü örtülü bir biçimde diplomasi yoluyla değil de askerî müdahalelerle desteklemeye devam etmektedirler.

Modernitenin de Gerisine Gitmek

İnsanî değerlerin PYD savunucusu Clintonlaştırılmasını alkışlayan Amerikalı seçmenler, aynı değerlerin demokratik seçimler sonucunda Donald Trumplaştırılmasına karşı çıkıp sokaklara dökülmeye de alkış tutarken, artık bir an olsun durup neye alkış tuttuklarını bir kez daha düşünmek zorundalar. Irk ve cinsiyet ayrımcılığı ile İslamfobiyi de savunan, sadece Amerikan Düşü ideolojisini temsil ettiği için “daha da zengin olma” düşlerini destekleyen vatandaşların, gerçek anlamda demokratik bir toplum olmayı, kendileri için istedikleri türden bir demokrasiyi, sömürdükleri ülkeler için de istemeyi öğrenmeye çok büyük bir gereksinim var. Trump’ı destekleyen ve onun temsil ettiği Yeni Dünya Düzeni değerlerini, ABD’nin iyi bir toplum olmasına yatırım olarak gören seçmenlerin de hangi türden bir değişimi istediklerini sorgulamaları şarttır. Özellikle de kendi toplumlarındaki bu çeşit “değişime” aslında “değişmeme” isteğinin, yani katılımcı demokrasinin işlerlik kazanmasını bloke etme hareketinin bedelinin, bizim gibi ilerlediği halde 3. Dünya ülkesi etiketi ile geleceğinin mühürlenmesi anlamına geldiğini kavramaları gerekmektedir.

Unutmamalıyız ki globalleşen dünyada bir “Süper Güç” hegemonyası altında yaşayan ve komuta zincirinde en alt tabakayı “işgal” eden bizler için bu, modernitenin de gerisine gitmeyi vaat eden bir “gericilik” anlamına gelmektedir. Göçmenleri insan saymayan sert çıkışları da gösteriyor ki Trump artık, Türkiye gibi bir müttefikin karşısında değil de yanında olmanın, ABD’nin kendi geleceğini Fetö’cü olmayan bir düşünce yapısı çerçevesinde tasarlamanın yararlarını görmek ve kavramak zorundadır. Artık savunduğu ayrımcı yaklaşımlar yerine Batı-tipi demokrasilerin işlerliğine kavuşabilmesi için Orta Doğu ülkelerinin, kadınların, siyahların ve Müslümanların olduğu yeni bir dünya talebinde bulunmaya alışmalı, yani böyle bir dünyada da darbeler ve terör örgütleriyle yönetilmeyi reddeden bir Türkiye’nin var olduğu gerçeğini kabullenmesi gerekmektedir. Amerika’nın bu “yeni” seçilen devlet başkanı bunu yaparken de bizim gibi ülkelerin insanları hakkında kullandığı sözcükleri dikkatle seçmeyi, diğer bir deyişle anadili olan İngilizceyi, köprüleri yıkmak için bir silâh olarak değil de insanlarla yapıcı bir iletişim kurmak için kullanması gerektiği konusunda, kendi ülkesinde radikal toplumsal ve siyasal değişim ve dönüşümü destekleyen ilerici eğitimcilerden öğrenmeye açık olmak durumundadır.

Sadece bu ülkelerde değil, bütün dünyada, birbirimize darbe planı yapmadan (birbirimizi darp etmeden) birlikte insanca yaşamanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. İnsanî değerler var olduğu sürece, demokratik değerleri içselleştirmiş, şiddet yerine diyaloga önem veren stratejiler kullanan, birbiriyle sözel ifadelerle iletişim kurmaktan hiç çekinmeyen bir toplum ya da toplumlar olarak huzur içinde yaşamak mümkündür. Unutmayalım ki dünyayı her an değiştiren biz eğitimcileriz. Kendi ellerimizle, kendi düşüncelerimizle, kendi gözlerimizle. Her ders saatinde binlerce etkileşim ağının içerisine giriyor ve 50 dakika sonra çıkıyoruz. Yepyeni bizler olarak aslında eğitimci kimliklerimizle öğrencilerle el ele (onlara rağmen değil) her an dünyayı değiştiriyoruz. Sözcükler bazen bizi biz yapar, bazen de bizi yüreğimizden vurur, bir kurşun yarası gibi ağır. Sözcükler insanı incitir, çünkü buna sebep olanlar yine bizleriz. Bazen sözcükleri onlara esin veren insanlardan daha çok severiz. Sonra onların ardındaki gerçekleri, deneyimleri, birikimleri ve hayatı elimizin tersiyle bir kenara iteriz, hatta unuturuz. Öylesine unuturuz ki sözcüklerin içinde kayboluruz, demokrasi ve özgürlük gibi kavramların içinin hangi devlet tarafından bize rağmen boşaltıldığının ve hatta giderek ülkemiz üzerinde oynanan ikircikli oyunların üzerinde bile düşünemeyecek kadar yıpranırız. Gerçeğin yerini almalarına izin veririz, çünkü öyle olduklarını düşünmek işimize gelir. Sözcükler, bizim dışımızda hayat bulmuşlardır, artık. Bizlere rağmen, bizim için yaşarlar. En tehlikelisi de yine bizlerle birlikte. Belki de terör ve darbelerin olmadığı bir dünya için çalışmasını beklediğimiz, dünyanın bütün Donald Trump’larıyla birlikte.

Dünün Stratejik Müttefikliği ve Türkiye-ABD İlişkilerinin Bugününe Dair

15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından gerçekleştirilen ve sık kullanılan ifade ile “darbe girişimi” olarak nitelendirilen ama aslında açıkça bir “işgal girişimi” olan hadise, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerildiği süreçte yakın dönemde vuku bulan ilk ciddi gelişme olmuştur.
Türkiye, demokrasisini ve vatandaşlarını hedef alan bu hain girişime karşı ABD’den müttefiklik ruhuna uygun denebilecek herhangi bir destek görememiştir.

Stratejik müttefiklik kavramı uzun süre Türkiye-ABD ilişkilerinin tanımlanması için kullanılan bir ifade olmuştur. Her ne kadar Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri her dönem bu tanımlamaya uygun bir minvalde yürümüş olmasa da hem iki ülkenin dış politika yapıcıları ve karar alıcıları hem de uluslararası ilişkiler disiplini ile hemhal olanlar genel anlamda bu tanımlamadan vazgeçmemiştir. Buna rağmen ilişkilerde zaman zaman görülen gerilim veya hassas dönemler diye tabir edilen demlerde bu tanımlama üzerine gerekli sorgulamalar da yapılagelmiştir. Açıktır ki bugün iki ülke ilişkilerinde gelinen nokta itibariyle bu tanımlama fazlasıyla sorgulanmaya başlanmıştır; dahası bu tanımlamanın artık iki ülke arasındaki ilişkileri ifade etmediği görüşü hâkim durumdadır. İlişkilerin mevcut durumu hakkında bu görüşün hâkim olmasına yol açan ve yakın dönemde cereyan etmiş olayları hatırlamanın, gelinen noktanın sonuç ve yansımalarını irdelemeyi amaç edinen bu yazının değerlendirmesi için uygun olacağı düşünülmektedir. Son birkaç yıllık zaman zarfında Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan gelişmeleri hatırladığımızda karşımıza gergin ve hassas bir geçmişin çıktığını görmekteyiz. İlişkilerin gerilmesine yol açan gelişmeler 15 Temmuz İşgal Girişimi ve Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) lideri Gülen’in iadesinden Rıza Sarraf konusuna; ABD-YPG ilişkilerinden S-400 ve F-35 başlıklarında ele alınabilir.

15 Temmuz İşgal Girişimi ve Gülen’in İadesi

15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından gerçekleştirilen ve sık kullanılan ifade ile “darbe girişimi” olarak nitelendirilen ama aslında açıkça bir “işgal girişimi” olan hadise, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerildiği süreçte yakın dönemde vuku bulan ilk ciddi gelişme olmuştur. Türkiye, demokrasisini ve vatandaşlarını hedef alan bu hain girişime karşı ABD’den müttefiklik ruhuna uygun denebilecek herhangi bir destek görememiştir. Zira ABD yönetimi ancak bu terörist girişimin akamete uğrayacağı kesinleşince Türkiye’deki seçilmiş, meşru hükümete olan desteğini açıklayabilmiştir. Hem Türkiye’deki karar alıcılar nezdinde ve hem de Türkiye kamuoyundan tepki alan ABD’nin bu tutumu, Türkiye’nin terörist başı Gülen’in iadesini ABD’den istemesiyle devam etmiştir. Gülen’e yönelik suçlamalar ve iadesi konusunda ABD makamlarına teslim edilen belge ve dosyaların Washington’da Ankara’nın beklediği ciddiyetle ele alınmaması, Türkiye tarafında sürekli bir eleştiri konusu olurken; ABD’ye yönelik tepkileri de beraberinde getirmiş hatta bu hain girişim ile ABD’nin bağlantısına dair görüşler ortaya çıkmıştır.

Papaz Brunson’un Tutuklanması

15 Temmuz İşgal Girişimi sonrasında yürütülen soruşturma ve operasyonlar kapsamında 2016 yılı Aralık ayında İzmir’de tutuklanan ABD’li Papaz Andrew Craig Brunson, iki ülke ilişkilerinde gerilimin tırmanmasına yol açmış hatta ABD Başkan Donald Trump, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Vaşington ziyaretinde konuyu gündeme getirirken; mikroblog sitesinden de Brunson’un serbest bırakılması gerektiğini belirten bir mesaj paylaşmıştır. Brunson’ın yargılanması devam etmektedir.

Korumalar Hakkında Tutuklama Kararı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2017’de gerçekleştirdiği Vaşington ziyaretinde Türk Büyükelçiliği önünde toplanan ve Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a slogan ve hakaretlerle saldıran terör örgütü destekçilerine müdahale eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın korumaları hakkında ABD yargısınca tutuklama kararı ve ülkeye giriş yasağı çıkarılmış; ABD Kongresi de Türkiye’nin korumalar için almayı planladığı 1 milyon 200 bin dolar değerindeki ABD yapımı silahların satışını iptal etmiştir. İki ülke ilişkilerinde görülen gerilimin artmasına sebep olan bu olayda son olarak 11 koruma hakkındaki davanın düşürüldüğü açıklanmıştı.

Metin Topuz’un Tutuklanması

ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli olan Metin Topuz’un FETÖ’nün 17/25 Aralık kumpasına yönelik yapılan soruşturmalar kapsamında  “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs”, “devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla, gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin etmek” ve ‘’Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs’’ suçlarından tutuklanması iki ülke ilişkilerinde yeni bir gerilimi doğurmuştur. ABD’nin Türkiye’deki büyükelçisi Jonny Bass tutuklanma ile ilgili olarak skandal denilebilecek açıklamalarda bulunurken;  Topuz’un tutuklanmasından dört gün sonra ABD, Türkiye’den yapılan vize başvurularını askıya aldı. Türkiye’nin mütekabiliyet esasınca karşılık verdiği bu hamle bir süre ilişkilerdeki gerginliğin tırmanmasına yol açarken; daha sonra taraflar karşılıklı olarak normal vize prosedürüne geçiş sağladı.

Rıza Sarraf Olayı

FETÖ’nün 17/25 Aralık’taki kumpasını ABD’de sürdürme gayretleriyle manipüle ettiği ve İran’a uygulanan yaptırımların ihlal edildiği iddiasıyla ABD’de tutuklanan Rıza Sarraf’ın yargılandığı sözde dava ve sonrasında bu davada yine ABD’de tutuklu bulunan Halkbank eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’nın tek sanık haline gelmesi ile süreç Türkiye karşıtı bir hamle haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu olay Türkiye ve ABD ilişkilerindeki gergin tonu bir nebze daha artırırken; son olarak Mehmet Hakan Atilla söz konusu kumpas davasından 32 ay hapis cezası almıştır.

F-35’ler

Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alacak olması ve son olarak Papaz Brunson’un Türkiye’deki tutukluluğunun devamı üzerine ABD’de bazı senatörler, geçtiğimiz günlerde F-35’lerin Türkiye’ye teslimatını engellemek için Senato’ya bir yasa teklifi sunmuştu. Bundan sonra ABD’nin F-35’ler konusunda Türkiye’ye ambargo uygulayabileceğine dair iddialar gündeme gelmiş; konuyla ilgili son olarak Savunma Sanayii Müsteşarı Prof. Dr. İsmail Demir, Türkiye’nin de proje ortağı olduğu F-35’ler için ilk teslimatın 21 Haziran’da olacağını belirtmiştir.

YPG’ye Destek ve Yardımlar

ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin sınırlarını tehdit edip, sınır illerini hedef alan ve Türkiye’ye dönük saldırı ve tacizlerde bulunan terör örgütü PYD/YPG/PKK ile yakın iş birliğine gitmesi ve binlerce tırlık yardımda bulunması, Türkiye ile ABD ilişkilerinde görülen gerginliği zirveye taşıyan önemli bir unsur olmuştur. Türkiye’nin uyarılarına rağmen ABD’nin hala yardımlara devam etmesi gerilimi artırırken, Münbiç konusunda başlatılan temas süreciyle birlikte yen bir dönem başlamıştır.

ABD’nin Kudüs Hamlesi

ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma hamlesi ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ilişkilerin son dönemde gerilmesine yol açan önemli bir başka husus olmuştur. Yaşanan tüm bu gelişmelerin yanında ABD yönetim organlarından birbiriyle çelişecek düzeyde farklı açıklamaların gelmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginliğini yükseltmiştir. ABD ile yaşanan bu gergin sürece karşılık Türkiye’nin Rusya başta olmak üzere komşu ülkelerle olumlu iş birliği örneklerini hayata geçirmesi, Türkiye için bir kez daha Batı’da merkez ve eksen kayması tartışmalarını gündeme getirmiştir. Oysa Türkiye’ye bu eleştiriyi yöneltenler Türkiye’nin kendisini merkeze alan ve 360 derece eksene sahip çok yönlü ve aktif bir dış politika güttüğünü görmezden gelmektedirler. Zira Türkiye bu süreçte Singapur’dan Sudan’a Rusya’dan Suudi Arabistan’a İngiltere’den İran’a Moğolistan’dan Bosna’ya kadar pek çok kıta ve ülkede yoğun bir diplomasi yürütmüş ve geniş bir yelpazede örnek iş birliği modelleri geliştirmeyi başarmıştır. Türkiye’yi eksen kayması vb. gibi argümanlarla itham edenlerin gözden kaçırdığı veya görmek istemediği bir başka husus da Türkiye’nin tüm ittifak anlaşmalarına ve komşularına karşı sorumluluklarını yerine getirdiği gerçeğidir. Ancak buna rağmen ABD’nin üstelik Türkiye gibi NATO ülkesi bir müttefikine karşı bu müttefikinin ulusal güvenliğini tehdit eden bir terör örgütü ile yakın iş birlikleri geliştirmesi, bu terör örgütünü desteklemesi dahası Türkiye’nin sınırlarından dolayı NATO’nun güney sınırlarını da tehdit eden bir terör örgütü ile ortaklık yapması, bu ülkenin terörle mücadeledeki samimiyetinin sorgulanmasını gerektirecek boyutlara ulaşmıştır. ABD açıkça müttefiklik ruhuna aykırı hamleler yapmaktadır.

Kudüs konusunda Türkiye’nin yapmış olduğu tüm çağrı ve uyarılara rağmen ABD’nin attığı adımlar, bu ülkeyi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki oylamada görüldüğü üzere dünyada yalnızlığa iterken; İsrail’in işlediği vahşete ortak etmiş; Filistin-İsrail çatışmasının çözümü noktasında ABD’yi bir arabulucu değil aleni bir taraf haline getirmiştir. Ayrıca Kudüs konusundaki gelişmeler, Birleşmiş Milletler’in reforme edilmesi çağrılarının ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde Türkiye’nin sıklıkla dile getirdiği ‘‘Dünya 5’ten büyüktür.’’ iddiasının gittikçe güç ve vücut bulduğu bir ortamı doğurmuştur. ABD ile yaşanan tüm bu gelişmeler, iki ülke ilişkilerinde görülen gerginliğin tırmanmasına sebep olurken özellikle Türkiye kamuoyundaki ABD algısının da olumsuz bir şekle bürünmesine yol açmıştır.

Şanghay İşbirliği Örgütü Trump’a Meydan Okudu

1996’da Çin’in girişimi ve öncülüğünde Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından oluşturulan Şanghay Beşlisi Forumu 2001 yılında Özbekistan’ın da katılmasıyla kurumsal bir kimlik kazanarak Şanghay İşbirliği Örgütüne dönüştü. O tarihten itibaren gerek Avrasya coğrafyasında gerekse dünya gündeminde sürekli yerini almıştır.

Haziran ayına Avrasya coğrafyası damgasını vurdu. 9-10 Haziran tarihleri arasında Çin’in bir liman kenti olan Qingdao’da Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 18. Liderler Zirvesi toplandı. Oldukça zengin bir gündemi olan zirvede birçok ilk yaşandı. Bu ilklerden bir tanesi altı üyeli örgüt sekiz üye ile ilk toplantısını yapması oldu. Diğeri ise zirve için Çin’de bulunan Putin’e dostluk nişanının verilmesiydi. Çin’de daha önce böyle bir uygulama bulunmuyordu ancak 2015 yılında Xi Jinping’in talimatıyla Çin devletinin çıkarlarına hizmet eden ve dostu olan kişilere dostluk nişanı verilmesine karar verildi. Böylece ilk nişan Çin-Rusya ilişkilerinin kurucusu olarak görülen Putin’e verildi. Törende konuşan Xi Jinping, Putin’in kendisinin ve Çin halkının dostu olduğunu, bunun da en iyi göstergesinin 2000 yılından bu tarafa Çin’i tam 19 kez ziyaret ederek Çin’i en fazla ziyaret eden yabancı devlet başkanı olması olduğunu söyledi.

Zirvenin açılış günü Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olan ülkelerin liderlerine verilen resmi akşam yemeğinde konuşan Xi Jinping, Qingdao zirvesinin Şanghay İşbirliği Örgütü için yeni bir başlangıç noktası olduğunun altını çizdi. Ayrıca zirvenin yapıldığı bu kentin dünyanın yedinci Çin’in de ikinci işlek limanı olduğunu söyleyerek Çin’in dışa açılmasında önemli bir kapı olarak görülen Qingdao’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’nün tüm dünyaya açılması için sembolik bir anlamı olduğuna işaret etti.

Bilindiği üzere kuruluşunun on sekizinci yılını kutlayan Şanghay İşbirliği Örgütü, oldukça sancılı bir kuruluş ve gelişme süreci geçirmiştir. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla beraber Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından Avrasya coğrafyasının en önemli eksikliği, güven artırıcı önlemler mekanizmasının ya da bir başka deyişle bölgesel işbirliğini düzenleyen kurumsal bir yapının olmamasıydı. 1996’da Çin’in girişimi ve öncülüğünde Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından oluşturulan Şanghay Beşlisi Forumu 2001 yılında Özbekistan’ın da katılmasıyla kurumsal bir kimlik kazanarak Şanghay İşbirliği Örgütüne dönüştü. O tarihten itibaren gerek Avrasya coğrafyasında gerekse dünya gündeminde sürekli yerini almıştır.

Örgütün kurulmasının hemen ardından başlayan genişleme-derinleşme tartışmaları günümüze kadar devam etmiştir. Çin en başından beri örgütün sınırlı bir üye ile devam etmesini, genişleme yerine derinleşmeye ağırlık vererek örgütün bölgesel ve küresel etkinliğinin artırılmasını savunmuştur. Rusya her ne kadar Çin’e derinleşme konusunda destek verse de örgütün etkinliğinin artırılmasının yeni üyeler alarak genişleme stratejisiyle sağlanabileceğini savunmuştur. Varşova Paktı gibi bir deneyime sahip olan Rusya, örgütün kimliği konusunda zaman zaman Çin’den ayrılmıştır. Çin daha çok örgütün sivil yapısına vurguda bulunurken, Rusya ise örgütün askeri kimlik kazanmasını da savunmuş hatta kendisinin öncülük ettiği 2002’de kurulan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’nü Şanghay İşbirliği Örgütü’nün askeri kanadı yapmak için oldukça çaba sarf etmiştir. Ancak Çin ve öteki üyeler tarafından bu talep olumlu karşılanmamıştır.

Özellikle eski Sovyet cumhuriyetleri olan öteki üyelerin tutumu Rusya’ya geri adım attırmıştır. Bu bağlamda en çok tepki gösteren ve bunu bir Rus yayılmacılığı olarak nitelendiren Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov olmuştur.

Şanghay İşbirliği Örgütü 2005 yılında gözlemci üyeler alarak dikkatleri çekmiş, o dönem örgüt ABD’ye en önemli meydan okumasını yaparak Afganistan’dan askerlerini çekmesi ve üye ülkelerdeki askeri üslerini kapatması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu çağrıdan kısa bir süre sonra Özbekistan Hanabad üssünü kapatmıştır. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 2005 yılında Astana Zirvesinde ABD’ye meydan okuması tüm dünyada büyük bir heyecan yaratarak yeni Varşova Paktı ve doğunun NATO’su olarak anılmasına neden olmuştur. Bu meydan okuma Şanghay İşbirliği Örgütü’ne ilgiyi artırmış, başta Türkiye olmak üzere birçok ülke Şanghay İşbirliği Örgütüyle ilgilenmeye başlamıştır.

Şanghay İşbirliği Örgütü Qingdao Zirvesi

Qingdao Zirvesinin gündemi oldukça yoğundu. Geçen yılın bilançosu masaya yatırılarak örgütün gelmiş olduğu son nokta incelendi ve gelecek yıl için yapılacak ve izlenecek temel politikalar ve stratejiler belirlendi. Bu çalışmalara göre öne çıkan en önemli başlıklar uyuşturucu ticareti, siber güvenlik ve terörizmle mücadele oldu.

Özellikle terörizmle mücadele konusu oldukça önemliydi. Zira son dönemlerde terörizmle mücadele konusu biraz kâğıt üzerinde kalmış gibi görünüyordu. Bunun nedeni de şiddet eylemlerinin tekrar Ortadoğu bölgesine kaymış olması, özellikle Suriye’nin bir merkez haline gelerek Afganistan’ın yerini almasıydı. Fakat son dönemde özellikle Afganistan’da DAEŞ militanlarının sayıca artması ve ABD’nin Suriye ve Irak’tan DAEŞ militanlarını kısa bir eğitime tabi tuttuktan sonra Afganistan’a getirdiği iddiaları Şanghay İşbirliği Örgütü’nü rahatsız etti. Zira Şanghay İşbirliği Örgütü’nün temel misyonu “terörizm, ayrılıkçılık ve aşırıcılık” olarak tanımladığı “üç şer güç” ile mücadeledir. Açıkçası El Kaide’den sonra DAEŞ’in Afganistan’da yerleşmeye çalışması hem Afganistan için hem de Avrasya coğrafyasına ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyelerine büyük bir tehdit oluşturuyordu. Afganistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci üye olması ve örgütle karşılıklı anlaşmaları bulunması Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Afganistan’ın iç güvenliği ile ilgilenmesinin ana nedenidir. Dolaysıyla terörizmle mücadele etme adına Şanghay İşbirliği Örgütü üzerine düşen vazifeyi yapma adına harekete geçmiştir.

Bu bağlamda 23-25 Mayıs tarihleri arasında Şanghay İşbirliği Örgütü’nün terörizmle mücadele etmek için kurduğu Bölgesel Anti Terör yapısı adlı birim Pakistan’da terörle mücadele toplantısı düzenleyerek neler yapılması gerektiğini tartışmıştır. Böyle bir toplantının terörden çok çekmiş ve hala çekmekte olan Pakistan gibi bir ülkede yapılıyor olması ve Şanghay İşbirliği Örgütü Qingdao zirvesinden hemen önce olması dünyanın dikkatinden kaçmamıştır. Trump’ın teröre destek vermekle suçladığı Pakistan’a ABD’nin yaptığı yardımları kesmesi ve adeta Pakistan’ı yalnızlaştırmaya çalışmasına karşılık böyle bir toplantının Pakistan’da yapılmış olması, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün İslamabad’ın arkasında durduğunu göstermektedir. Peki asıl sorun ne? ABD’nin bir zamanlar yakın müttefiki olan Pakistan’a böyle cephe almasının nedeni Pakistan’ın Taliban ile olan ilişkisi mi yoksa milyarlarca dolarlık Çin-Pakistan ekonomik koridoru mu? Bu sorunun cevabı Çin’in Kuşak ve Yol girişiminde saklı.

Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesinde de gündeme gelen Kuşak ve Yol girişiminin geldiği son nokta masaya yatırılmıştır. Özellikle Çin, Kuşak ve Yol girişiminde Şanghay İşbirliği Örgütüne önemli roller biçmektedir. Avrasya Ekonomik Birliği ve BRICS gibi yapıların da Kuşak ve Yol girişimi içine adapte edilmesi gündeme gelmiştir.

Suriye Sorunu

Zirvede sadece Afganistan veya Avrasya merkezli terör tehditleri gündeme getirilmemiş, özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler de masaya yatırılmıştır. Bu bağlamda Suriye’deki gelişilmeler hakkında Putin liderlere bilgi vermiştir. Putin, Suriye’de Rusya ve Suriye ortaklığında sürdürülen terörle mücadele konusunda “Suriye’de terörle mücadelede ciddi sonuçlar elde edildi. Rusya, Suriye hükümeti, İran, Türkiye ve Kazakistan’ın da aralarında bulunduğu partnerlerimiz sayesinde ülkedeki terör faaliyetleri önemli oranda yok edildi” şeklinde açıklamada bulunmuştur. Ayrıca uzun zamandan beri Suriye Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmak istiyor. Rusya bu konuya olumlu bakıyor.

Uygur Sorunu

Çin’in en büyük güvenlik endişelerinin başında Kuşak ve Yol girişimi için en önemli merkez olan Uygur Özerk Bölgesi ve bu bölgedeki Uygurların durumu gelmektedir. Son dönemde bölgede Uygurların yanı sıra Müslüman Kazak ve Kırgızların da gözetim altına alınması, Kazakistan’da ve Kırgızistan’da büyük tepkilere neden olmuştur. Çin’deki Uygurların bir şekilde resmi olmayan yollarla ülkeden kaçarak Suriye’de DAEŞ’e katılması, Pekin’i endişelendirmektedir. Buradaki Uygur militanlarının bir kısmı Afganistan’a bir kısmı da doğrudan illegal yollardan Çin’e tekrar dönmektedir. Çin yönetimi, tıpkı Filistin’de olduğu gibi kendi topraklarında da Uygurlar tarafından bir intifada hareketinin başlamasından korkmaktadır. Bu nedenle Pakistan’ın burada rolü oldukça büyüktür. Zira Uygurların bir kısmı buradaki medreselere devam etmekte, ardından da Afganistan’a geçerek Taliban, El Kaide ve DAEŞ gibi örgütlere katılmaktadır. Geri kalan Uygurlar ise Pakistan’dan Suudi Arabistan’a veya Mısır’a geçerek burada dini eğitimlerine devam etmektedirler. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün temel misyonu olarak belirlenen üç şer güçle mücadele politikasının bir parçası olan ayrılıkçı hareketlerle mücadele kapsamında Pekin yönetimi, ayrılıkçı Uygurlarla mücadeleyi Şanghay İşbirliği Örgütü nezdinde yürütebilmek amacıyla Qingdao zirvesinde bir kez daha gündeme getirmiştir. Ancak Kazakistan, Kırgızistan ve Pakistan’ın Uygurların topyekûn bir şekilde terörist olarak görülmesine bir takım itirazları olmuştur. Aslında bu itiraz da pek yeni değildir. Hemen her Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesinde ayrılıkçı Uygur hareketleri gündeme gelir, hemen hepsinde de Kazakistan ve Kırgızistan gibi Uygur diasporasının çok fazla yaşadığı sınır ülkeleri üstü kapalı suçlanırdı. Sadece bu iki ülke değil özellikle önceki Çin devlet başkanı Hu Jintao döneminde Türkiye de çok sert bir şekilde eleştirilmişti. Daha birkaç yıl önce Uygurların sahte pasaportlarla Türk vatandaşları tarafından Çin ve Tayland’dan kaçırılması iki ülkeyi karşı karşıya getirmişti. Çin, Suriye’de DAEŞ saflarında savaşan Uygurların Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtiklerini söyleyerek üstü kapalı olarak Türk makamlarını bu geçişlere göz yumdukları için eleştirmektedir.

İran’ın Tam Üyeliği Sorunu

Şanghay İşbirliği Örgütü Qingdao zirvesinde diğer bir gündem maddesi de İran’ın tam üyelik durumuydu. Hemen her zirvede gözlemci üye olan İran’ın tam üyeliği gündeme gelmekte, her zaman da bir başka bahara denilerek savuşturulmaktaydı. Fakat 2017’de İran ile birlikte gözlemci üye olan Pakistan ve Hindistan’ın tam üye olmasıyla işler değişti. İran, tam üyelikte ısrarcı. Özellikle son bir yıl içinde İran’a karşı ABD’nin sert tutumu ve 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesi, Çin ve Rusya’nın İran ile imzalanan nükleer anlaşmayı desteklemesi ve İran’ın yanında durması işin rengini değiştirmiştir. Buna rağmen bu zirvede de İran’a tam üyelik çıkmamıştır. Bunun sebebi olarak uzun süreden beri tartışılan İran’ın ABD ile yaşadığı gerginlik gösterilmektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü İran’ı tam üyeliğe alarak ABD ile yaşamış olduğu sorunları sahiplenmek istemiyor. Bir başka deyişle bu kavgada taraf olmak istemiyor.

Çin ve Rusya ABD’ye Meydan Okudu

Qingdao zirvesinde Xi Jinping önemli bir çağrıda bulunarak Soğuk Savaş söyleminden ve dilinden vaz geçilmesi gerektiğini söyledi. Son bir yıldan beri ABD, gerek Rusya gerekse Çin’e karşı büyük bir meydan okuma içerisine girdi. ABD, Kasım 2017’de yayınladığı yeni Ulusal Güvenlik Stratejisinde Çin’i ve Rusya’yı rakip olarak ilan etti. Yeni bir Soğuk Savaş dönemi olarak yorumlanan bu hamlelerle Trump Rusya’yı, Ukrayna ve Suriye meseleleriyle ve ağır yaptırımlarla sıkıştırmaya; Çin’i ise Tayvan, Güney Çin Denizi ve Kuzey Kore gibi sorunlarla sıkıştırarak ticari bir takım imtiyazlar almaya ve Çin’in süper güç olmasını engellemeye çalışmaktadır. Tüm bu saldırılara karşı Çin ve Rusya, Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesinde birlik çağrısında bulunarak ABD’ye meydan okumuştur.

Şanghay Ruhu

Zirvede birlik vurgusunda bulunularak güçlü bir şekilde Şanghay ruhuna atıfta bulunuldu. Karşılıklı güven, karşılıklı saygı, karşılıklı çıkar, eşitlik, karşılıklı istişare, kültürel farklılıklara saygı ve ortak kalkınma arzusu şeklinde özetlenebilecek olan Şanghay Ruhu, zirve deklarasyonunda da yer aldı. İlk defa bu zirvede Şanghay ruhu somut bir şekilde ortaya konuldu ve örgütün gelecek yıllara yönelik yol haritasının oluşturulmasında temel parametreler olarak kabul edildi.

Qingdao Deklarasyonu

Qingdao zirvesinde alınan kararlar bir deklarasyon olarak ilan edildi. Özetle bu deklarasyonda şu başlıklar yer alıyordu: Terörizmle, ayrılıkçılık ve aşırıcılıkla mücadele için üç yıllık planın uygulanmasına karar verildi. Bunun yanında uzun vadeli iyi komşuluk, dostluk ve işbirliği anlaşmasının uygulanması konusunda çağrıda bulunuldu. Ayrıca bu zirvede 17 belge kabul edildi. Bu belgelerin içinde Şanghay İşbirliği Örgütü ülkeleri arasında uzun vadeli iyi komşuluk, dostluk ve işbirliği antlaşması ve terörizm, ayrılıkçılık ve aşırıcılık mücadelede 2019-2020 İşbirliği Programını uygulamak üzere 2018-2022 Eylem Planı kabul edildi. Liderler ayrıca 2018-2023 Uyuşturucu Karşıtı Stratejiyi ve bunu uygulamak için bir eylem planını onaylama kararını da imzaladılar. Bunun yanında deklarasyona Kuşak ve Yol Girişiminin dâhil edilmesine Hindistan karşı çıkarak Kuşak ve Yol Girişiminin Qingdao Deklarasyonunda yer almasını engelledi. Zaten Şanghay İşbirliği Örgütü içinde Kuşak ve Yol girişimine katılmayan tek ülke de Hindistan’dı.

Trumpizm: Hakaret Etme Sanatı

Birkaç başarısı var Trump’ın aslında. ABD sahnesinde vergi indirimi yasasını çıkardı ve dünya sahnesinde de (şimdilik kaydıyla) Kuzey Kore lideri Kim ile bir buluşma ayarladı. Ancak bunların yanında pek çok hatası var. Örneğin henüz vaat ettiği göçmenlik yasasını çıkaramadı. Meksika sınırına yapmayı tasarladığı duvar için parayı bulamadı. Ve İran ile yapılan nükleer anlaşmadan geri çekilerek dünyadaki birçok ülkeyi dehşete düşürdü.

Donald Trump başkan olduğundan beri ilişki kurduğu herkese hakaret ediyor. Tek istisna yakın aile üyeleri gibi görünüyor. Onlar da hakarete uğramıyorlar ama gözden düştüklerinde görmezden geliniyorlar. Sadece insanlar değil ülkeler de aynı durumda. Trump, İsrail dışında belki de her ülkeye hakaret etti.

Öyle anlaşılıyor ki hakaret etmek Trumpizm’i tanımlayan en önemli araçlardan biri. Trump sürekli hakaret ediyor ve bundan da zevk alıyor. Bu yüzden Trump uzmanlarını şu iki soru çok meşgul ediyor: Trump neden böyle yapıyor? Ve işe yarıyor mu?

Bazı uzmanlara göre bu sonu gelmeyen hakaretler, bir çeşit zihinsel kusurun sonucu. Bu uzmanlar Trump’a aşırı duyarlı megalomanyak diyorlar. Kendini dizginlemesinin mümkün olmadığını ve kendine hâkim olamadığını düşünüyorlar.

Ben bu görüşe katılmıyorum. Çünkü hakaretlerin, (1) Trump’un ABD ve dünya sahnesindeki hâkimiyetini sağlayabileceği ve (2) politikalarını en iyi şekilde uygulayabileceği kasıtlı bir stratejinin parçası olduğuna inanıyorum.

Trump’ın bu “hakaret oyunu”ndan kazancı ne olabilir? Öncelikle bir kişiye ya da bir ülkeye hakaret ettiğinde, onları karar vermeye zorluyor. Muhatapları ya karşı saldırıya geçip, Trump’ın kendilerine zarar verme riskini göze alıyorlar ya da Trump’ın hoşuna gidecek bir takım imtiyazlar veriyorlar. Her iki durumda da ilişkinin merkezinde Trump oluyor.

Trump’a göre, bu davranışları onu alfa-köpek yapıyor. O sadece dünya güç piramidinin zirvesinde olmak istemiyor, aynı zamanda orada sürekli görünür de olmak istiyor. İşte hakaretler bu amaca hizmet ediyor.

Hakarete uğrayarak istenmeyen bu iki seçenek arasında kalan kişi ya da ülkeler, hakarete uğramış diğer kişi ve ülkelerle ittifak kurmaya çalışabilirler. Bu potansiyel müttefikler hakaretlerle nasıl başa çıkacakları hususunda benzeri tartışmalar da yapabilirler. Ancak sonuçta Trump’a farklı tepki vermeyi de seçebilirler.

Bu noktada, hakaret edilen kişi veya ülke taktik değiştirmek için potansiyel müttefikini ikna etme yoluna gitmeye çalışabilir. Ya da başka potansiyel müttefikleri arayabilir. Müttefikler her iki durumda da Trump’ın hakaretleriyle nasıl başa çıkacakları yerine, nasıl ittifak kuracakları üzerine enerjilerini sarf ederler. Ve Trump’ın işine gelecek şekilde, asıl mevzudan uzaklaşırlar.

Bu sırada Trump taktik değiştirebilir. Hakaret edilen kişi veya ülkeye bazı kısmi imtiyazlar sunabilir. Bunu muğlâk bir biçimde veya belirli bir zaman sınırı ile yapabilir. Bu durumda ilgili kişi ya da ülke ya geçmişteki aşağılanmayı sineye çekmek ve imtiyazlara müteşekkir olmak ya da bunların yetersiz olduğu tavrını tercih etmek durumunda kalır.

Eğer verilen imtiyazlara şükretme tercihi yapılırsa, kişi ya da ülke, hakaretin yine tekrarlayacağı tehlikesinin Demokles’in kılıcı gibi tepesinde sallandığını bilir. Ya da Trump’ın gazabına tekrar maruz kalabileceğini bilir. Her iki durumda da Trump karlı çıkmaktadır.

Trump bu taktiği sağ ve soldan kendisine yöneltilen eleştirileri yatıştırmak için kullanabilir. Bunlar da Trump’ın makul bir merkezi figür olarak ortaya çıkmasına yardımcı olur.

Hakaretlerin son bir avantajı ise şudur. Trump’ın tweetlerinin tutarsızlığı herkesin malumu. Eğer bu twitlerden herhangi biri haklı çıkarsa onlardan kendine büyük pay çıkarabilir. (Mesela, “Nobel Ödülünü hak ediyorum”). Ama sonuç istediği gibi olmadığında, talimatlarını yerine getiremedikleri gerekçesiyle yardımcılarının bir kısmını veya tamamını suçlayabilir.

Hakaretin işe yarayıp yaramadığı sorusuna gelirsek. Öncelikle Trump’ın endişelenmesi gereken şeylerle başlayalım. Trump anketlerde çok düşük popülerliğe sahip. Bu hem Amerika çapında hem de dünya çapında geçerli bir fenomen. 2018 ve 2020 seçimlerini kazanabileceğinden emin değil.

Muhafazakâr tabanı, oy vermekten imtina edecek kadar ya da en azından muhafazakâr oyları arttırmak için çaba harcamayacak kadar mutsuz.

Bütün bunlara rağmen, “hakaret oyunları” az da olsa, kendisine olan desteği arttırıyor. Ancak bunlar yeniden seçilmek için yeterli mi? Ülkedeki seçmenlerine ve dünya kamuoyuna yaptığı bazı iyi şeyleri göstermek zorunda. Birkaç başarısı var Trump’ın aslında. ABD sahnesinde vergi indirimi yasasını çıkardı ve dünya sahnesinde de (şimdilik kaydıyla) Kuzey Kore lideri Kim ile bir buluşma ayarladı. Ancak bunların yanında pek çok hatası var. Örneğin henüz vaat ettiği göçmenlik yasasını çıkaramadı. Meksika sınırına yapmayı tasarladığı duvar için parayı bulamadı. Ve İran ile yapılan nükleer anlaşmadan geri çekilerek dünyadaki birçok ülkeyi dehşete düşürdü.

Peki, hakaretlerine verilecek karşılıklar Trump’ın politikalarında bir değişikliğe yol açacak mı? Bunu şu an için söylemek zor. Bu değişiklik her an olabilir. Ya da çıkmaza sürüklenebilir. Bir hakikat var ki o da şu: Bu hakaretlerin ilelebet olumlu getirisi olması beklenemez. Sonuçta çok şey kaybeden bir sürü insan ve bir sürü ülke var.

Bu nedenle, asıl soru bu değişikliklerin olup olmayacağı değil, ne zaman olacağı. Bu hepimizin her gün oynadığı bir oyun haline geldi. Oyunun sonuçları Amerika’da seçimlerde kendini gösterecek ve dünya çapında da yeni ittifakların oluşmasında.

Bir Prens’in Amerika Yolculuğu

Suudi Arabistan’ın yeni ve genç prensi Muhammed bin Selman, son İngiltere ve ABD ziyaretiyle dünyanın dikkatlerini üzerinde toplamayı başardı! Genç yaşta veliaht olmasıyla adından söz ettiren Muhammed, “ılımlı İslam” söyleminden İsrail ile ilişkilerine, Türkiye karşıtlığından Katar izolasyonuna kadar pek çok tuhaflığıyla da gündeme gelmişti. Prens’in ABD ziyaretinde Orta Doğu’nun kan ve gözyaşına boğulmasının ilk sorumlusu Bush ve son sorumlusu Trump ile verdiği fotoğraflar ise dramatikti.

Fahd bin Abdülaziz’in Suudi Arabistan kralı olduğu dönem (13 Haziran 1982-1 Ağustos 2005) Orta Doğu’da büyük alt üst oluşların başlangıcının yaşandığı yıllardı. Fahd, Suudi Arabistan’ın kurucusu İbni Suud’un otuz yedi çocuğundan biriydi. 54 yaşında veliaht prens olmuştu. İbni Suud’un krallığı yöneten dördüncü oğlu olarak kral olduğunda 61 yaşında idi. Görece gençti yani.

Fahd’ın krallığı döneminde bölgedeki en büyük rakibi İran, Irak ile savaşıyordu. 1980’de başlayan savaş iki ülkeye de bir şey kazandırmadan ve yüzbinlerce insanın ölümüyle iki ülkeyi de tahrip ederek 1988’e kadar sürdü. 1988’de savaş sona erince Irak’ın diktatörü Saddam Hüseyin boş durmadı. Silahlanmaya devam etti. Elde ettiği silahlarıyla -hem de kimyasal silahlarıyla- Halepçe’de Kürtlere 16 Mart 1988’de ölüm yağdırdı. Suudi Arabistan’da Fahd kraldı.

Saddam İran-Irak savaşının sona ermesinden 2 yıl sonra, 2 Ağustos 1990’da komşusu Kuveyt’i işgal etti. Saddam’ın bu deliliği, Orta Doğu’daki ABD işgaline zemin hazırladı. Suudi Arabistan’da ABD önderliğinde büyük bir askeri güç yığıldı. 16 Ocak 1991’de ABD önderliğindeki askeri ittifak güçleri, Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkardı. Sadece 12 günde! ABD bir kere Orta Doğu’ya yerleşmiş ve en yakın müttefiki Suudi Arabistan’la pek çok ‘iş’in planlayıcısı ve uygulayıcısı olmuştu. Kral yine Fahd’dı.

11 Eylül 2001’de ABD’nin kalbine saplanan hançer, bu defa Afganistan’ın (7 Ekim 2001’de başlayan ABD işgali 28 Aralık 2014’e kadar sürecekti) ve hemen ardından Irak’ın işgali (20 Mart 2003’te başlayan ABD işgalinin 18 Aralık 2011’de Amerikan askerlerinin çekilmesiyle sona erdiği varsayıldı ama Irak’ta durum hâlâ içler acısı) ile sonuçlandı. Afganistan’ın da Irak’ın da işgal edildiği yıllarda Fahd hâlâ kraldı! 2005 yılında 84 yaşında ölünce yerine Abdullah bin Abdülaziz geçti (1 Ağustos 2005). Fahd’ın prenslikle birlikte 30 yılı aşan iktidarı sona ermiş yerine geçen 81 yaşındaki Abdullah bin Abdülaziz’in krallık dönemi başlamıştı. Abdullah iktidara geç geldi. Devr-i iktidarı da 23 Ocak 2015’e kadar sürebildi yani 9,5 yıl! Kral Abdullah’ın ölümünden sonra Suudi hanedanı kendi içinde birtakım ayak oyunlarına da şahit oldu. Yaşlı kralın ebediyete uğurlanmasına Türkiye de üç günlük yas ilan ederek tazimde bulunmuştu. Giden kral yaşlı idi de yerine gelen Selman bin Abdülaziz çok mu gençti? Değildi; o da kral olduğunda 80 yaşında idi. Ayak oyunlarına müdahale edebilecek durumda değildi yani.

Muhammed’in Yükselişi

İran-Irak savaşı devam ederken Selman bin Abdülaziz Riyad bölgesi valisiydi. Valilik yıllarında üçüncü eşinden ilk oğlu oldu 1985’te: Muhammed bin Selman. Kral’ın beş karısından olan 13 çocuğunun en farklısı olacaktı Muhammed. ABD’nin, ülkesine yerleştiği yıllarda 5-6 yaşlarındaydı. ABD, Afganistan’ı işgal ettiğinde 16, ‘demokrasi getirme’ niyetiyle Irak’ı işgal ettiği 2003’te 18 yaşındaydı; ülkesinin ve bölgenin sorunlarıyla yeni yeni yüzleşiyordu. Böyle hassas bir dönemde Suudi prenslerinin çoğunun aksine eğitimini ülkesinde tamamlamayı tercih eden Muhammed, Kral Suud Üniversitesi’nde hukuk da okudu. (Muhammed’in tek bir evliliği ve o tek eşinden ikisi kız, ikisi erkek dört çocuğu bulunuyor.) Hem ülkesinde hem bölgede hem de Batı dünyasında (özellikle ABD ve İngiltere’de) son dönemin en popüler isimlerinden biri olmayı başaran Muhammed’in tırmanışı oldukça hızlı oldu.

Bugün yaşlı babası Kral Selman bin Abdülaziz’in yanında ülkenin ‘de facto’ lideri olarak görülen Muhammed, 2009 yılında, Riyad valisi olan babasının özel danışmanı olmuştu. Bu statü radikal değişikliklere alışık olmayan krallıkta benzeri olmayan bir durumdu. Siyasi yolculuğundaki büyük sıçramayı, kral Nisan 2015’te kendisinin yerine gelecek olanı yeni jenerasyondan seçtiğinde yaptı. Muhammed bin Nayif, veliaht prens olduğunda, kralın üvey kardeşi Mukrin Bin Abdülaziz kenara itildi. Kral Selman’ın oğlu da yardımcı veliaht prens olarak atandı. Bu ‘ayak oyunları’ Muhammed bin Nayif’in bir süre sonra tahttan uzaklaştırılmasına, Muhammed bin Selman’ın ise tahtın varisliğinde ikinci sırada yer almasına zemin hazırladı.

Selman bin Abdülaziz Ocak 2015’te kral olduğunda, oğluna krallıkta daha iyi bir pozisyon verecek hızlı değişiklikler de yaptı. 29 yaşındaki oğlu Muhammed’i dünyanın en genç savunma bakanı olarak atadı. Sadece iki ay sonra, Suudi Arabistan’ın komşusu Yemen’e askeri operasyon başlatacak koalisyona öncülük etmesiyle Suudi Savunma Bakanı ve Prens Muhammed bin Selman, uluslararası alanda da boy göstermeye ve sorunların tarafı olmaya başladı. (Koalisyon şimdilik Yemen Devlet Başkanı Abdurabbu Mansur’un isyancıların kontrolündeki başkent Sana’yı yeniden ele geçirmesi konusunda ‘başarısız’ olmuş görünüyor; ancak Suudilerin Yemen’deki saldırıları ve katliamları devam ediyor.)

Teamüllere Aykırı

On yıl öncesine kadar prensler içinde bir prens olan ama baş döndürücü bir hızla yükselerek dünyanın en önemli adamlarından biri haline gelen Muhammed, son derece kalabalık olan, amansız ve acımasız iktidar kavgaları verilen Suudi hanedanı içerisinde ‘teamüllere aykırı’ bir şekilde sivrildi. Genellikle yaşlı prenslerin kral olması söz konusu iken (son iki kral 80’li yaşlarda, Fahd ise 61 yaşında kral olmuştu) ‘ekber ve erşed’ uygulamasından muaf tutulan Muhammed, hanedanın içindeki güç savaşlarını kazanarak genç yaşta kendisine tahtı getirecek sonucu elde etti. Yaşlı babasının yakın zamandaki muhtemel ölümüyle fiilen yürüttüğü krallık tahtına resmen de oturmuş olacak.

1985 doğumlu bir prensin bu acımasız mücadelenin içinden bir anda sıyrılmasındaki tuhaflığa ve teamül aykırılığına dikkat çeken bir ekşisözlük yazarı, “Kurt rakiplerini bir şekilde saf dışı bırakması ve en son amcası Muhammed bin Nayif’i oyunun dışına itmesi (57 yaşındaki asıl veliaht prens Muhammed bin Nayef, kendisine biat etmek zorunda bırakılmış ve kraliyet ailesi içerisindeki teamüller sarsılmıştır), azımsanacak gibi değildir.” yorumunu yapıyor. Yazar, kişisel yetenekleri, hırsı ve acımasızlığı kadar; uluslararası güç odaklarıyla ama en çok da dünyada yeni bir maceraya hazırlandıkları artık iyice belli olmaya başlayan Amerikan kapitalizmi/emperyalizmiyle kurduğu yakın ilişkinin, Muhammed’in bu hızlı yükselişini kolaylaştırdığını savunuyor: “Kendine bu denli güvenmesi, zaman zaman pervasız açıklamalar yapması, ABD ve İsrail taraftarlığını bu kadar açıktan beyan etmesi, İran’a karşı son derece saldırgan bir dil kullanması, Vahhabilik geleneğiyle çelişecek biçimde görünür ve popüler olması ve yaşlı babasının ölümünü bile bekleyemeden tahta çıkmak için sabırsızlandığını göstermesi, ‘bir şeylere’ hazırlandığının açık işareti gibi okunabilir.”

İran’la Gerilim

Suudi Arabistan ve onun fiili lideri Muhammed, iç savaşın -ve daha fazlasının da- yaşandığı Suriye ve Yemen’de karşıt tarafları destekledi. Bu kadar değil; Riyad ve Tahran, Şii din adamı Nimr El-Nimr’in Suudi Arabistan’da idam edilmesiyle de karşı karşıya geldi.

İran devlet medyası, olayların sorumlusu olarak gördüğü Prens Muhammed’in yükselişini de “yumuşak darbe” olarak yorumladı. BBC Arapça Servisinin derlemelerine göre, Muhammed, Suriye’deki İran varlığına karşı olduğunu ama aynı zamanda ABD yandaşlığını gösteren şu sözleri sarf etti geçen yıl: “Amerikalı askerlerin Suriye’de uzun vadeli olmasa bile en azından orta vadede kalması gerektiğine inanıyoruz. Suriye’deki ABD gücü, Washington’un bu ülkenin geleceğinde söz hakkına sahip olmasına da imkân verecektir.” Prens, yine 2017’deki bir ABD gezisi sırasında The Atlantic dergisine verdiği mülakatta İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’i hedef aldı. Hamaney’in Adolf Hitler’den daha tehlikeli olduğunu öne sürdü ve “Hitler, Hamaney’in yanında daha iyi görünüyor. Hitler, Hamaney’in yapmaya çalıştığını yapmadı. Hitler, Avrupa’ya hükmetmeye çalıştı, bu kötü fakat Hamaney bütün dünyaya hükmetmeye çalışıyor.” ifadelerini kullandı.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi, The Atlantic dergisinden önce Time dergisine verdiği röportajda, Amerikalı askerlerin Suriye’de “İran’ı durdurma” noktasındaki son durak olduğunu savunmuş ve ancak bu şekilde İran’ın bölgedeki etkisinin engellenebileceğini de belirtmişti.

Amerika’yı Sev, Türkiye’yi Kötüle!

Bütün konuşmalarında ABD’yi eleştirmekten kaçınan, ABD’nin bölgede sebep olduğu yıkımları görmezden gelip işgalinin sürmesi temennisinde bulunan Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, bölgedeki diğer müttefiki darbeci Abdulfettah Sisi’nin yönetimindeki Mısır’la da arayı iyi tutma gayretinde. Prens’in ‘gayreti’ sadece iyi ilişkiler, dostluk vs. ile de sınırlı değil. İran için sergilediği tavrı Türkiye’ye de teşmil etme derdinde. Kahire’ye yaptığı bir ziyarette Mısır ve Suudi Arabistan’ın ortak düşmanlarını açıklarken şu ifadeleri kullanmıştır: “Mısır ve Suudi Arabistan’ın düşmanları şeytan üçgenini temsil ediyor. Bu da Türkiye, İran ve terör örgütleridir.” Bölgedeki mazlum milletlerin sesi soluğu olmak için çaba gösteren Türkiye’yi suçlamaktan çekinmeyen Muhammed, Erdoğan ve Türkiye’nin yeni bir “Osmanlı halifeliği” kurmaya çalıştığını iddia etmiştir.

Konuşmaları ve davranışları ile kendisi hakkında “İki üç başarılı hamleyle iktidarı ele geçirdi. Bu hamlelerde de ABD yardımı (hem fikirsel hem de operasyonel olarak) olduğunu düşünmeye engel bir durum yok. ABD yine kendisi için doğru atı başa geçirdi. 30’lu yaşlarda olduğu için ölene kadar (yani 50 yıl kadar!) ya da ABD için daha yeni ve işlevsel bir akrabası çıkana kadar işi götürür.” yorumlarının yapılmasına sebep olan Muhammed, güzel bir PR ile ülkesinin Vahhabi köktenci imajını ılımlı İslam’a doğru çevirmeye çalışıyor bir yandan da. Batılılara şirin gözükme ameliyesi!

İsrail’e Yakın, Katar’a Uzak!

Muhammed bin Selman’ın, İran’la birlikte Türkiye’ye karşı duruşunu anlamak zor; daha zoru ise İsrail’e de gülücükler göndermesi. Suudi Arabistan ve İsrail arasında resmi diplomatik ilişkiler henüz kurulmuş değil. Ancak son yıllarda iki ülke arasında gözle görülür bir yakınlaşma sürecinin yaşandığı da açık. 2002’den beri İsrail-Filistin sorunu konusunda “iki devletli çözüm” önerisini destekleyen Riyad, Filistin işgalcisi İsrail’le temaslarda bulunmaktan çekinmez duruma geldi. Polis Akademisi’nden Dr. Ozan Örmeci’nin tespitlerine göre, 2015 yılında, bir CFR etkinliği kapsamında, İsrail Büyükelçisi Dore Gold ve Suudi General Dr. Anwar Eshki bir araya gelmiş ve ortak bir oturuma katılmışlardı. 2016 yılında, Suudi Arabistan’ın Güney Afrika üzerinden İsrail’e ait insansız hava araçları (drone) almaya çalıştığı yazılmıştı. Dr. Anwar Eshki başkanlığındaki bir Suudi heyeti, 2016 yılı içerisinde İsrail’i ziyaret etmişti.

Prens Muhammed bin Selman ise “Yahudilerin devlet kurma hakkı” olduğunu açıklayarak bu temaslara ve İsrail yakınlaşmasına katkısını sunmuştu: “Filistinlilerin ve İsraillilerin kendi topraklarına sahip olma hakları olduğuna inanıyorum fakat normal bir ilişkiyi garantiye alacak bir barış anlaşmasına varılması gerekiyor.”

İki ülkenin daha da yakınlaşacağı ve kısa süre içerisinde Riyad ve Tel Aviv’in “İran karşıtlığı” çizgisinde bir işbirliğine yöneleceği de tahmin ediliyor. Bu durum, zamanla İsrail’in Suudi Arabistan tarafından tanınmasına bile neden olabilir! Suudi Arabistan gibi tarihsel açıdan en sert, en güçlü ve en önemli Sünni İslam ülkelerinden birinin İsrail’i tanıması, kuşkusuz Yahudi İsrail Devleti’nin güvenliğini garanti altına alabilecek tarihi bir gelişme olacak!İki ülkeyi birbirlerine yakınlaştıran iki sebep daha bulunuyor: Birincisi, İran’ın nükleer programına olan muhalefetleri; ikincisi de İran’ın Şii yayılmacı politikasına tepkileri.

Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile birlikte Türkiye karşıtlığında ve Katar’ın izolasyonunda buluşan Suudi Arabistan ve Prens Muhammed, Orta Doğu’nun yeniden dizayn edildiği ortamda ABD ve İsrail atlarına oynamayı tercih etti. İran’la mezhep karşıtlığı ve bölgesel rekabeti de uygun malzemeler olarak kullandı; kullanıyor. Muhammed, ABD ve İsrail’e gülücükler gönderirken İran kontrolündeki Yemen’de işler iyice kötüleşiyor; Suudi füzeleri Yemen’in fakir ve garip halkına ölüm yağdırırken İran’ın kontrolündeki Husilerin Riyad’a gönderdiği füzeler Orta Doğu’daki krizi daha da derinleştiriyor. Savunma Bakanı olur olmaz Yemen’de İran desteğindeki Husilere karşı askeri operasyon başlatan Prens Muhammed, başarısızlığına karşın İran ve Yemen politikasında ısrarcı olmayı sürdürecek gibi görünüyor. Prens’in ABD Başkanı Donald Trump ve diğer Körfez ülkeleriyle beraber giriştiği anlaşılması zor bir diğer iş de “Katar ablukası” oldu. Müslüman Kardeşler hareketine Türkiye ile beraber en çok destek veren ülke olan Katar’a yönelik bu izolasyon, Suudi Arabistan’ın ve Prens Muhammed’in döneminde Orta Doğu’da yeniden statükoya dönüleceği ve halk hareketlerinin önüne set çekileceği şeklinde yorumlanıyor.

Fotoğrafın Düşündürdükleri

Prens Muhammed Bin Selman, göreve getirildiği günden bu yana –yukarıdan beri anlatılanlardan anlaşılacağı üzere- bölgenin, Müslümanların, Arap halkının teveccühü yerine İsrail, ABD ve Batının teveccühünü yeğledi. İktidarı ele geçirirken kendisine verilen desteğin karşılığında Washington’a ve çocukluğundan beri bölgede yaşanan kaosun, işgalin, ölümlerin sorumlularına tazimde kusur etmedi.

2017 yılı Mart ayında Beyaz Saray’daki görüşmeleri sonrasında, İslamofobik açıklamalarıyla İslam dünyasında zaman zaman tepki yaratan ABD Başkanı Donald Trump’ı “Müslümanların gerçek dostu” olarak nitelendirdi. Son derece ilginç ve bol malzemeli geçen son İngiltere ve ABD gezisinde ise Amerikan emperyalizminin ve katliamlarının bütün sorumlularıyla poz vermekte sakınca görmedi. Fotoğrafların çoğunda alışılmışın dışında takım elbiseli olarak görünen Prens, dünya kamuoyunun ilgisini üzerinde toplamayı, magazin medyasına malzeme olmayı yeterli kazanç saydı!

Önce İngiltere’ye giden Prens, geleneksel olarak Orta Doğu’da önemli bir güç olan bu ülkede ülkesi adına lobi yaptı ve ABD ziyareti öncesinde moral topladı. Prens’in Suudi Arabistan’da ipleri eline almaya başladığına dikkat çeken İngiliz medyası da bu ziyarete geniş yer ayırdı. Prens’in 19 Mart’ta başlayan iki haftalık ABD ziyareti ise çok geniş yelpazeye yayılan baş döndürücü bir görüşme trafiğine sahne oldu. Veliaht prens, Facebook’un kurucusu Marc Zuckerberg ile de görüştü. Yine takım elbise giymişti! Ünlü talk-show programcısı Oprah Winfrey’i bile kapsayan çok kapsamlı ve başarılı bir PR çalışmasına imza atan Prens, Trump tarafından Beyaz Saray’da ağırlandı. İlk tuhaf görüntüler buradan paylaşıldı. ABD’den satın aldığı rekor sayıdaki silahları fiyatlarıyla birlikte gösteren tablolar Trump tarafından hem Prens’e hem de medyaya gösterilirken Prens Muhammed, ‘teamüllere aykırı’ bu durumu gülerek karşıladı. ABD ile ilişkiler konusunda pozitif mesajlar vermeyi sürdüren Prens’in dünyanın en pahalı tablosu olan Leonardo da Vinci imzalı “Salvator Mundi”yi 450 milyon dolara satın aldığı da iddia edildi. “Ilımlı İslam” söylemleri ile Batıya şirin görünmeyi başarmış olan Prens, silah tablolarındaki milyar dolarlık silahlara ve da Vinci tablosuna yatırdığı paralarla bir kez daha şirinlik yapmıştı.

Bush’ların Karşısında Saygılı Bir Prens!

Suudi Prens Muhammed bin Selman’ın ABD ziyaretinden yansıyan fotoğrafların en ilginç, en incitici ve en dramatik olanı belki de ülkesinin büyükelçisi Prens Halid bin Selman ile birlikte Teksas’ta eski ABD Başkanı George W. Bush’u ziyaret ettiğini gösteren fotoğraftı. Görüşmede baba Bush, yani ABD’yi önce Körfez’e, sonra Orta Doğu’nun ve Asya’nın içlerine kadar işgalci güç olarak konumlandıran eski başkan, o yıllarda henüz çocuk olan karşısındaki muhatabının ziyaretini “iki ulus arasındaki uzun süredir devam eden dostluğunu kutlamak için harika bir fırsat” olarak değerlendirdi. Ziyarette, eski ABD Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Jim Baker ile 43. Cumhurbaşkanı ‘oğul’ Bush da hazır bulundu. Prens’in karşısında oldukça saygılı göründüğü ‘baba’ Bush, tekerlekli sandalyeye mahkumdu artık; hayat ona acımamıştı!

Ama acaba Prens’in, ‘baba’ Bush ve kadrajdaki diğerlerinin zamanında acımasızca suçlar işlediğinden haberi var mıydı? Olan biteni merak edip öğrenmiş miydi?

Küba’daki Amerikan üssü Guantanamo’da hapishane açan Bush’un buradaki binlerce Müslümanı insanlık dışı işkencelerden geçirdiğini duymuş muydu? ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından Usame bin Ladin’i yakalamak ve Taliban yönetimini görevden indirmek bahanesiyle 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a asker gönderdiğini, yıllar boyunca burada binlerce masum insanın ölümüne sebep olduğunu, bir ülkeyi tarumar ettiğini biliyor muydu? 20 Mart 2003 tarihinde Irak’ı işgal harekâtını başlatarak milyonlarca Müslümanın hayatını kaybetmesine, yerinden yurdundan olmasına, sakat kalmasına, çaresiz düşmesine yol açtığını hatırlıyor muydu?

Prens Muhammed, karşısında tazimde bulunduğu, kendilerine şirinlik ettiği, takım elbisesiyle ‘teamüllere aykırı’ diplomatik taklalar attığı kişilerin bugün Orta Doğu’nun tam bir kaos, katliam, işgal yurdu haline gelmiş olmasının sorumluları olduğunun farkında mıydı acaba?

Gürültücü Trump

Trump gürültü çıkarmayı sever. Yaralı bir kaplan gibi sonuna kadar savaşacaktır. Davasına yardımcı olabilecek her şeyi ne kadar rezilce olursa olsun yapmaktan geri durmayacaktır…Trump tehlikeli, zira aynı zamanda karşı konulamaz tutkusu ile ABD’nin sahip olduğu nükleer silahları kullanarak yerine getirmeye hazır olmadığı tehditleri sağa sola savuruyor.

Katalonya’daki seçimler hakkında ya da Güneydoğu Asya’da ABD-Çin rekabeti karşısında Avustralya’nın ne yapması gerektiği hususlarında yazacaktım. Her iki konunun da kapitalist dünya sisteminin yakın geleceği için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat öyle görünüyor ki herkesin tartışmak istediği şey Trump’ın ne söyleyeceği ve söylediklerinin bir fark yaratıp yaratmayacağı konusu.

Trump’ın gerek dostlarının gerekse düşmanlarının merak ettiği en önemli soru şu: “Trump göreve devam edebilir mi?” Önceleri devam edemeyeceğini düşünüyordum ama şimdi fikrim değişti. Sebebi de şu:

Mevcut durum hakkında ne biliyoruz? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Trump’ın popülaritesi oldukça düşük hatta yakın zamanda daha da düşebilir. Kendisi popülaritesini düşük gösteren anket sonuçlarının sahte haberler olduğunu iddia ediyor.

Buna kendisi de inanmış görünüyor. Trump her zaman egosunu tatmin edecek şekilde hareket eden birisi. Başarısının ölçütünü görevde kalma, 2020’de seçimi yeniden kazanma ve 2024 yılına kadar başkanlık koltuğunda oturma olarak görüyor.

Bana göre Trump’ın taktikleri şunlar: Öncelikle olumsuz bile olsa manşetlerden hiç inmek istemiyor.

Onun hakkında yazdığım şu yazıya baksanız, Trump’ın bu amacını benimle bile başardığını farkedersiniz. Trump’ın söylediği az sayıdaki akıllıca şeylerden biri, birçok haber kanalı ve gazetenin onun hakkında yaptığı haberler yüzünden ayakta kaldığı. Trump’a göre, kendisi olmasa bunların birçoğu iflas ederdi.

Ancak devamlı manşetlerde kalmak yeterli değil. Trump, ABD ve dünya kamuoyunu daha da kutuplaştırmaya devam etmek zorunda. Amerikan seçmeni ne kadar kutuplaşırsa, bu Trump’ın o kadar işine geliyor. Şu anda 2016 seçimlerinde Rusya’dan yardım aldığı iddiaları yüzünden muhtemel bir mahkeme suçlamasıyla karşı karşıya. Tabii ki kendisi böyle bir işbirliğini redediyor.

Bu sırada yardakçıları, Trump’ın yasadışı bir şey yaptığına dair kanıt getiren insanlara pervasızca saldırıyorlar. Düsturları herşeyi sonuna kadar inkar etmek ve eleştirenlerin güvenilirliliğine halel getirmek için mümkün olan herşeyi mübah görmek.

Trump görevden azledilebilir mi? Bu olasılık zaman geçtikçe azalıyor. Ve ABD Senatosu, görevden alınması için çoğunluğu sağlasa dahi bu konuya Temsilciler Meclisi karar verecek. Orada da görevden azil için üçte ikilik bir oy çoğunluğu gerekiyor.

2020’de Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığını rededebilir mi? Bu da oldukça mantıksız bir seçenek. Zira Trump bağımsız olarak seçimlere katılabilir ve bu da Demokrat Parti’nin seçimleri kazanmasına sebebiyet verir.

Trump karşıtı hareketlerin iki sonucu olacaktır: Trump’ı kayıtsız şartsız destekleyen taraftarları Trump’ı alaşağı etmek isteyen hiçbir siyasetçiyi desteklemeyebilir. Aynı zamanda daha “ılımlı” taraftarları, Trump’ın birçok meseledeki aşırı tutumu yüzünden bir daha kendisine oy vermek istemeyebilir. Her iki durumda da kazanan Demokratlar olacaktır. Bu nedenle bazı uzmanlar aralarda yapılacak seçimlerde Demokrat Parti’nin zafer kazanacağını ileri sürüyorlar. Demokrat Parti’nin seçimi kazanma olasılığı Cumhuriyetçileri birleştirirken, kendilerini bölme riski taşıyor.

Zira Demokratlar hala seçimi kazanma taktiklerinin ne olması gerektiğinde hemfikir değiller. Bilinmesi gereken en önemli şey: Trump’ın bu konularda sessiz kalmayacağıdır. Trump gürültü çıkarmayı sever. Yaralı bir kaplan gibi sonuna kadar savaşacaktır. Davasına yardımcı olabilecek her şeyi ne kadar rezilce olursa olsun yapmaktan geri durmayacaktır. Zaten esasında kişisel gücü de böyle şeylerden gelmektedir. Ben şahsen Trump’ın yeniden seçilmesinin çok bir felaket getireceğini düşünmüyorum.

Birçok kişinin de işaret ettiği gibi şu andaki başkan yardımcısı Mike Pence, ilericiler için Trump’dan daha da kötü bir Başkan olacaktır. Pence, Trump’a nazaran sadece daha az gürültücü biridir. Amerika’nın dışında, dünyanın geri kalan kısmında ise Trump’ın sözünün bir değeri yok. Ancak bizatihi bu gerçek onu çok tehlikeli yapıyor.

Dünya politikasını anlamada kör cehaletten sıyrılıp, konulara biraz vakıf oldukça, daha fazla hata yapmaya başladı. Bundan dolayı her geçen gün kendisinin ve sonraki ABD başkanlarının diplomatik avantaj kazanma şansını kaybediyor.

Trump tehlikeli, zira aynı zamanda karşı konulamaz tutkusu ile ABD’nin sahip olduğu nükleer silahları kullanarak yerine getirmeye hazır olmadığı tehditleri sağa sola savuruyor.

Korkarım ki Trump’ın gürültülerine mahkumuz artık. Ancak bu ilerici davalar için hiç başarı kazanamayacağımız anlamına gelmiyor. Şimdi Trump’ın ne yapabileceğine değil, bizim ne yapıp yapamayacağımıza odaklanmamız gerekiyor.