Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Dış Politika

ABD ile Dostsan Düşmana Gerek Yoktur

Çoğu kişi izlememiştir… Hollywood camiası tarafından sanki ‘Türk tarihine hediye olsun’ diye çekilmiş olan “Osmanlı Subayı” diye bir film var. Van’da bir misyoner hastanesine gelen idealist hemşire Lillie, Ermeni çetelere karargah olduklarını öğrenince şöyle demişti:
“Dünyayı değiştirebileceğime inanıyordum.”

Bu konuya döneceğim…

İnsan bu, belki de sadece kendini değiştirebilir… Veya değişime şahit olur.

Önce araya bir fıkra… Sonra önemli bir konudan bahsedeceğim…

Bir genel müdür, zordaki şirketin hesaplarını incelemek ve çözüm bulmak üzere bir iktisatçı, bir işletmeci ve bir muhasebeciyi sırayla mülakata çağırır… Sorar:
“Bu şirketin kötüye giden durumunu nasıl değiştirilir?”
İktisatçı;
“Efendim her şeyden önce maliyetler gereğinden fazla yüksek; ara girdileri yerli malı seçersek karımız da o oranda artar, iyi yönde bir değişim olur” der.
İşletmeci;
“Efendim bilançoda görünene göre likiditemiz gereğinden az. Bence yapılacak en mantıklı şey ucuz kredi almak olacaktır” der.
Muhasebeci ise soruyu duyunca, hemen perdeleri kapatır ve sessizce sorar:
“Efendim siz, hesapların nasıl olmasını istiyorsanız, söyleyin; ona göre değiştiririz.”

Değişir mi? İyi bilirim, hep değişir.

90’ı yıllarda ABD’li bir NATO generali, kurumsal dergilerindeki makalesinde şunları yazmıştı:
“NATO içindeki Türkiye’nin askeri gücünün artması endişe verici.”

Bunlar çok iyi müttefik iken, yetkili kalemlerden çıkan sözlerdi…
Önceki yıl, özel mavi beyaz CIA uçağı ile Türkiye’yi ziyaret eden ABD heyeti de aynısını söyledi… Tabii ki, Türkiye’de değil, Fransa’da… Bir süredir sesi soluğu çıkmayan Macron ile yapılan görüşmede tekrar söylendi bu sözler.

Şimdilerde ise kaçınılmaz olan gerçekleşti.

Bir devletin ABD gibi bir dostu varsa düşmana gerek yoktur. Çünkü, “ABD’nin çıkarları bütün kanunların ve her türlü insani erdemin üzerindedir” ki, bu çıkarların asıl sahibi, küresel şeytani sermayedir. Ve bu kural, sınır tanımamaktadır.

Siyaseti yakından izleyen hemen herkes iyi bilir ki; Türkiye’de ki darbe ve darbe girişimlerinin, 15 Temmuz da dahil hangisi mevzu olursa olsun, hemen hepsinin iki ortak özelliği vardır:

  1. CHP yönetimi, tabanı değilse de, zihniyet olarak, bütün darbelerin yanında yer almıştır.
  2. ABD derin devleti bütün darbelerin planlayıcısı olmuştur.

İtiraz eden mi var? O zaman dinleyin.

ABD’nin son 50 yılında imzası bulunan Henry Kissinger’a 90’lı yıllarda sorarlar:
“Amerika, nasıl bu kadar güçlü olabildi?”
Kissinger şöyle cevaplar:
“Bizler Amerika olarak içimizdeki vatan hainlerini bulur ve temizleriz. Diğer ülkelerdeki vatan hainlerini de bulur, kahraman yapar, onları ülkelerinde önemli yerlere getiririz.”

Şeytani küresel sermaye ile elde edilen sırlarının temeli işte budur…

Türkiye’de gizli veya açıktan medyaya, eğitim sektörüne ve kültürel yapıya yatırımlar yaparak bu gücü elde ediyorlar… Bazen vakıflar vasıtası ile birilerini besleyerek, bazen suikast, tehdit ve şantajla ve bazen de gönüllü ajanlarla bu işi yapıyorlar…

Ocak 2020 itibari ile Türkiye’de 120 bin dernek ve 5 binden fazla vakıf faaliyet göstermekteydi. Bu derneklerin çoğu dolaylı yollardan küresel şeytani sermaye tarafından destekleniyor olsa da, bazıları da doğrudan yabancı STK’lara aitti…

Mesela… Bunlardan kuruluş amaçları tüzüklerinde açıkça yazanlardan bir kaçı…

  • ABD – German Marshall Fonu; Ermeni Türk diyaloğu için fonlama yapıyor. Ermeni iddialarına yakın söylem ve araştırmalara milyon dolarlar ödedi. Bu ödemeyi alanlardan biri de Orhan Pamuk…
  • Adalet için Lezbiyen Vakfı; LGBTQI fonlaması yapıyor. O sektörün mensupları sadece fuhuş ile para kazanmıyor.
    Avrupa Kültür Vakfı; sanat ve medya dünyasından bazılarını, batı kültürünü öven projelerde destekliyor.
  • Berghof Vakfı; devletten bağımsız silahlı grupların politik aktör olma yolunda geçiş süreçleri araştırmalarına milyon dolarlar ödedi… Tüzüğündeki kuruluş amacı bu… Gizli saklı bilgi değil… Yani KCK türü yapılanmaların beyin takımını besledi.
  • Clinton Vakfı; dini ve mezhepsel uzlaşmazlık alanlarında araştırma yapanlara hala milyon dolarlar ödemeye devam ediyor.
  • Demokrasi için Kazanım Fonu; muhalif demokratik görüşlerle ilgili eğitim sektöründe yatırımları var.
    Gelişen Pazar Vakfı; ABD Çin İngiltere ortak fonlaması ile yeni bilimsel geliştirmeleri inceliyor. Amacı bu… Ya da gerçek yüzü ile yeni icatlara, buluşlara el koymaya çalışan küresel şeytani sermaye kolu…
  • JP Morgan Chase Vakfı; gençlerin bilimsel çalışmaları hakkında araştırmalara sular seller gibi para döküyor.
  • Küresel Finans Fonu; kendilerini kültürel varlıkların etrafındaki toplulukların kalkınmasına adamış bir fon olarak ifade ediyorlar. Yani tarihi eser kaçakçılığı ve arazi mafyasının finansörleri…

Daha demokrasi ve siyaset içerikli onlarca vakıf var ki, “Türkiye nasıl federal yapı ile yönetilebilir?” konulu araştırma yazılarına açıktan para ödüyorlar.

Hatay, Gaziantep ve Diyarbakır… Türkiye’deki yabancı vakıfların hemen hepsinin şubesi bulunan üç şehir… Bunlar 50 yıldan fazladır ülkemizde ve bu şehirlerde faal çalışıyorlar…

Şaşırmadık değil mi? Göz önündeki kürdan ve arkadaki orman meselesi…

İşte bu yapıyı göz ardı etmezsek, hazırlıklı olursak, savunma mekanizmalarımızı bilinçlendirirsek gelecek bizim olur.

Devlet bunları biliyor ama devlet denilen mekanizmanın yönünü halk belirler. Biz ne isek, devlet eninde sonunda o olmak zorunda kalır… Biz hırsız olmadan devlet hırsız olmaz… Devleti uzaydan gelenler yönetmiyor.

Yine fıkra ile bitireyim yazıyı…

Fıkra bu ya… Türk büyüğü Temel, Yahudi ve Kürt Reşo, üç arkadaş… Ölmüşler… Üçü bir gömülüyor. Derken Temel’in tabutu hareket etmiş. Açmışlar, yaşıyor…
“Temel, hayırdır sen ölmedin mi?”
“Öldiiim… Öbür taraftan geleyrum.”
“Eee nasıl kurtuldun?”
“Anlatayım… Orada da düzen burası gibi. Baktım her şey aynen devam ediyor. Kapıdaki bekçiye on bin lira rüşvet verdim, dünyaya döndüm.”
“Öyleyse Yahudi ile bizim Reşo ne oldu?”
“Yahudi üç bin lira rüşvet vermek için pazarlık ediyordu. Bizim Kürt Reşo da, en son, ‘bana ne devlet ödesin’ deyip duruyordu. Onları beklemeden çıktım geldim.”


Benden anlatması, sizden anlaması efendim.

İsrail Sorunu Nasıl Çözülür?

İsrail sorununa sosyopolitik bir bakış
Farklı dönemlerde farklı isimlerle anılsa da Filistin’le ilgili problemlerin temeli, Siyonist Yahudiler tarafından arz-ı mevut olarak adlandırılan Mezopotamya coğrafyasında bir İsrail Devleti’nin kurulmasına dair ilk adım olarak toplanan 1897 Siyonist Kongresi’ne dayanır. Haddi zatında bu planı ilk dillendiren 1799 yılında Napolyon Bonapart olmuş ve daha o dönemde Avrupa’nın hâkim güçleri Kenan coğrafyasında bir İsrail Devleti’nin kurulmasının ne denli elzem olduğunu belirtmişlerdir.

Söz konusu coğrafyada Yahudi yerleşiminin peyderpey genişlemesinin ve İsrail yayılmacılığının tarihi ise 1917 yılında yayımlanan Balfour Deklarasyonuyla başlamaktadır. Bu tarihte tüm Ortadoğu coğrafyası Sykes-Picot gizli anlaşmalarıyla Osmanlı’dan ayrılmış ve önce Fransız mandasına bırakılan Filistin coğrafyası daha sonra birtakım pazarlıklar neticesinde İngilizlere devredilmiştir. İngilizler bölgede bir İsrail devletinin kurulması için canhıraş biçimde uğraşmış, dünyanın farklı yerlerinden Yahudileri bölgeye iskân etmek için her türlü teşvik ve zorlamayı gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki bölgenin tamamen hali ve mümbit bir arazi olduğu yönünde medya organlarında büyük propagandalar yapılmış ve bu yalan haberlerin de tesiriyle Yemen’den Fas’a Polonya’dan Rusya’ya kadar pek çok kültür ve coğrafyadan Yahudi –neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri- bir maceraya sürüklenmişlerdir.

Ne var ki ortam akın akın gelenlerin düşündükleri gibi değildir. Bölgenin sahipleri vardır ve bu sahipler yeni gelen göçmenleri hiç de hoş karşılamamışlardır. 1930’lu yıllar işgalci Yahudi yerleşimciler ile Arap mukimler arasında ciddi çatışmalara sahne olmuştur. Bu dönemde gözü dönmüş Yahudilerin bölgede yarattığı vahşet ve tecavüzlerden dolayı İngiliz mandası yeni yerleşim alanlarının açılmasını kısa süreliğine de olsa engellemiş, bunun üzerine fanatik Yahudiler İngiliz askerlerine saldırmışlar ve hatta bir Amerikan gemisini bilinçli bir şekilde bombalamışlardır. Bu dönemde ve sonrasında her ne kadar farklı coğrafyalardan bölgeye akın olsa da Avrupa’daki hele hele Almanya ve civarındaki Yahudiler, Filistin coğrafyasına hiç iltifat etmemişlerdir. Zira onlar Avrupa’da sermayeyi elinde tutan ve refah içinde yaşayan bir güruhtur. Tam da bu nedenle Hitler, ikinci dünya savaşı esnasında Holokost olarak anılan Nazilerin Yahudi soykırımını gerçekleştirmiştir. Soykırım neticesinde geride kalan Yahudiler, Almanya, Polonya ve Macaristan gibi ülkeleri terk ederek güvenli liman olarak gördükleri Mezopotamya’ya zorunlu göç dalgaları gerçekleştirmişlerdir.

1947 yılında İngiliz mandasının bölgeden çekilme kararı, 1948 yılında İsrail devletinin kurulması daha sonra gerçekleşen 1948, 1967 ve 1973 savaşları hep Siyonist genişlemeye imkân veren dönüm noktaları olmuştur. Mısır liderliğinde oluşturulan Arap koalisyonları İsrail’in teknolojik üstünlük taşıyan ve ABD desteğiyle donanan askeri karşısında bir varlık gösterememiştir. Ne var ki 1967 yılında BM, iki devletli çözüm önermiş ve bu öneri her iki tarafça kabul görmemiştir. Bu dönemde İsrail, Yahudilerin savaş öncesi yaşadıkları yere dönmesine müsaade ederken, savaş sonrasında Filistinlilere kendi bölgelerine dönüş imkânı vermemiştir. Üst üste yenilgilerden sonra İsrail baskısının artması Aralık 1987’de başlayıp 1993 Oslo Anlaşmasının imzalanmasına kadar süren Birinci İntifada ve Eylül 2000’de başlayıp 2005’e kadar süren İkinci İntifadanın pek çok nedeni mevcuttur. Haddizatında 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşlarında İsrail’in Batı Şeria, Gazze Şeridi, Kudüs ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmesi, Filistin nüfusunun hızla artmasına rağmen işsizlik ve yoksulluğa mahkûm olması, İsrail’in toplu tutuklamaları, mütemadiyen genişleyen toprak gaspları, keyfi öldürmeleri ve Ürdün ve Lübnan’a yapılan sürgünler bu nedenler arasında yer almaktadır. Bu arada Yaser Arafat’ın 1974 yılında BM kürsüsünden yaptığı şu deklarasyon tüm bu süreçlerin yaşanmasında etkin bir rol oynamıştır: “Bugün buraya bir elimde zeytin dalı diğerinde özgürlük savaşçısının silahı ile geldim. Zeytin dalımın elimden düşmesine izin vermeyin!”

Her iki intifada neticesinde Filistin açısından olumlu sonuçlar alındı. Bunların başında Filistinlilerin Madrid Konferansı ve Oslo Anlaşmalarına katılmalarını sağlaması gelmektedir. Öte yandan bu ayaklanmalar Filistin lehine uluslararası bir farkındalığın oluşmasına neden oldu ve sorunun iki tarafı olduğu belirgin hale geldi. Yaser Arafat ılımlı bir lider olarak 1988 Filistin illi Konseyinde İsrail’in meşruiyetini, 1947’den beri oluşan BM çözüm önergelerini tanıdı ve iki devletli çözümü destekler hale geldi. O günden bugüne en büyük İsrail saldırısı –kara harekâtıyla birlikte- 2014 yılında yaşandı. Bugüne geldiğimizde ise Ramazan Ayının Kadir gecesinde Mescidi Aksa’da ibadet edenlere İsrail saldırılarıyla beraber çatışma tetiklendi. Bu anlamda görünür ilk neden, Mescidi Aksa’nın uzun süreden beri ablukaya alınmış olması, Hamasın verdiği süre içinde ibadete açılmaması ve cemaate doğrudan saldırının gerçekleşmesiyle başladı. Olaylar aynı zamanda İsrail devletinin kurulduğu ve Kudüs Günü olarak kutlanan 14 Mayıs’a ve Filistin’in Nekbe (Büyük Felaket) olarak adlandırdığı döneme tesadüf ettirildi. Süreç olarak baktığımızda Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımlaması, pek çok ülkenin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve Golan Tepelerinin İsrail’e verilmesi Netanyahu’nun kendi şahsında büyük bir güç vehmetmesine neden oldu. Hâlbuki Trump’ın bu keyfi kararı, 1967 BM karalarıyla çelişmekteydi. Zira BM Kudüs’e uluslararası bir statü tanımaktaydı.

Tüm bunların ötesinde Netanyahu’nun dört defa yapılan seçimlerde bir türlü istediği başarıyı elde edememesi ve hükümeti kuramaması bu şiddet sarmalını tercih etmede ekili oldu. Zira bu şiddetle birlikte aşırı sağcı ve maksimalist kesimleri kendine çekecek ve seçimlerde daha büyük bir oy oranına ulaşacaktı. İkinci neden, bölgede İsrail’in güvenliğini tehdit eden bir güç olarak gördüğü İran’la ABD’nin nükleer müzakere sürecini akamete ve sekteye uğratma çabası olarak görülmektedir. Üçüncü neden ise, Tanrı’yı kıyamete zorlama ve Büyük İsrail Projesi kapsamında Gazze’yi alarak bölgede Filistin varlığına son vermek ve Mescidi Aksa’yı yıkarak Süleyman Mabedini kurmak şeklinde özetlenebilir.

Kuşkusuz bu çılgın teşebbüsü kolaylaştıran ya da Netanyahu’ya cesaret veren farklı olgular da mevcuttur. Bunların başında Arap baharıyla birlikte İsrail’e mukavemet edebilecek Saddam Hüseyin, Kaddafi, Mübarek gibi tüm bölge liderlerinin elimine edilmesi gelmektedir. İkinci neden ise İslam dünyasının içine düştüğü acziyettir. Zira bugün en zengin İslam devletleri İbrahim Anlaşması ile İsrail’le normalleşme sürecine girmiş ve İsrail’e tabi olarak bu azgın devlete moral destek sağlamaktadırlar. Örneğin BAE 1.5 milyar dolarlık bir enerji anlaşması imzalayarak İsrail’le ilk ekonomik ilişkiye giren ülke olmuştur. Öte yandan İslam ülkeleri henüz bağımsızlığına ve demokratik kurum ve kuruluşlara kavuşamamış durumdadır. Öyle ki halkların kalbi Filistin’le atarken yöneticiler İsrail’le ilişkileri derinleştirme arayışıyla meşguldürler. Halkı Müslüman olan 57 ülkenin dünya ekonomisine katkısı yüzde 7 civarındadır ve innovasyon, teknoloji ve bilim alanında İslam dünyasının küresel sisteme katkısı yok denecek seviyededir. Öte yandan gene İslam dünyası maruz bırakıldığı kimlik siyasetinin dışına çıkamayarak ırk, mezhep temelli ciddi bölünmeler ve kutuplaşmalar yaşamaktadır. Aynı zamanda buna sınır ve kaynak paylaşımındaki ihtilaflar da eklemlenebilir.

Mesele önce Arap-İsrail ihtilafı diye adlandırılırken daha sonra Filistin-İsrail sorunu olarak tanımlanmaya başlandı. Haddizatında bu İsrail’in istediği bir sınırlamayı içermekteydi. Ölçekle beraber tehdidi de daraltmak isteyen İsrail, sırf bu nedenle Mısır’ın arabuluculuğuna toleransla yaklaşırken Türkiye’yi devreye sokmamaya özen gösterdi. Bu gerçekten hareketle, meselenin dünyaya takdim edilmesinde bizin bu hataya düşmememiz icap etmektedir. Bu sorun kesinlikle bir din, mezhep, siyaset ve ideolojiye tahsis edilmemelidir. Zira bu konu, tüm insanlığın ve uluslararası toplumun gündeminde yer almalıdır. Nitekim Human Rights Watch, İsrail’in insanlığa karşı bir savaş suçu işlediğini kayda geçirmiştir. Bu nedenle kutsal mekân üzerinden, dini motiflerle ve İslam-Yahudi karşıtlığıyla ihtilafı tanımlamak ancak İsrail’in menfaatine muvafık düşmektedir. Olaya bu perspektiften bakınca çözümün bir parçası olabilecek Hıristiyanlar veya dini inanç taşımayanlar karşı bloka itilmektedir. Hâlbuki İsrail’deki vakıfların yüzde kırkı Ortodoksların elindedir ve onlar da İsrail zulmünden etkilenmektedir. Kaldı ki altı çizilmesi gereken ene önemli unsur, asıl kutsal olanın insan ve insan canı olduğunun vurgulanmasıdır. Mücadelenin ise tüm insanlığın vicdanına hitap eden bir insan hakları mücadelesi olduğunun şiddetle altının çizilmesidir.

Öte yandan Kudüs her üç semavi din bakımından kutsal kabul edilmektedir ve bu şehrin uluslararası toplum tarafından yönetilmesi pek çok defa gündeme gelmiştir. Zira ortada bir zalim ve gittikçe güç kaybeden mazlum bir halk vardır. Bu bakımdan Hamas’ın attığı füzeler üzerinden mağduriyet yaratmaya çalışan İsrail, nefsi müdafaa argümanında hiç de inandırıcı değildir. Zira BM’ye göre nefsi müdafaa, orantılı ve sivil halka zarar vermeden yapılabilir. BM’in 1951 yılında aldığı meşru müdafaayı tanımlayan madde oldukça sarihtir. Nitekim Türkiye 2015 yılında PKK’nın hendek siyaseti uyguladığı ve Türk şehirlerini kantonlaştırmaya çalıştığı dönemde sivil ve masumların ölmesine mani olmak için hava harekâtı düzenlememiş ve sırf bu yüzden yedi yüzün üzerinde askerini şehit vermek zorunda kalmıştı. Küçücük bir alan olan Gazze’nin bombardımana tabi tutulması, sözde suçlu olarak görülen Hamas’ın üst düzey komutanlarının yanı sıra 67 masum çocuğunda ölmesini beraberinde getirdi.

Tam da bu noktada ihtilafın hukuki boyutuna ve uluslararası örgütler bazında neler yapılabileceğine baktığımızda, Human Rights Watch’ın İsrail’in sergilediği zulmü, Güney Afrika’dan aşina olduğumuz aparthaid (ırk ayrımcılığı) ile tanımladığını görmekteyiz. 2015’te Filistin Otoritesi’nin müracaatıyla harekete geçen Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) insanlığa karşı suç işlendiğini kayda geçirmiş ve -ABD’nin yargıçlar üzerinde oluşturduğu baskı ve tehdide rağmen- İsrail’in üst düzey komutan ve siyasetçilerini savaş suçlusu ilan etti. Nitekim 2017 yılında Trump’ın Kudüs’ü başkent ilan eden hukuksuz adımı da Türkiye’nin girişimiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kahir ekseriyetle akamete uğratıldı.

Kaldı ki İsrail, Lahey ve Cenvere Sözleşmelerine göre insanlığa karşı suç işlemekte, ibadet ve mülkiyet özgürlüğüne engel olmaktadır. Şeyh Cerrah Mahallesi başta olmak üzere Mescidi Aksa civarını Yahudileştirmek arzusunda olan İsrail, teopolitik kaygılarla Mescidi Aksa’yı yıkıp buraya Süleyman Mabedi inşa etmek, kaosu artırarak Tanrı’yı kıyamete zorlamak inancıyla hareket etmektedir. Hıristiyan Siyonistlerin (Evanjelik) sahip olduğu bu sapkın inanışa göre bölgede kaos ve anarşi kıyameti getirecek ve bin yıl sürecek Tanrı’nın Krallığı bu sayede kurulacak. Davut yıldızını bayrağının ortasına yerleştiren İsrail, üst ve alta koyduğu mavi şeritle Nil’den Fırat’a kadar kurulacak bir devlet hayalini (Büyük İsrail Projesi) açıkça ortaya koymaktadır. 1948 ve 1967’de BM’nin Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan eden ve iki devletli çözümü karara bağlayan deklarasyonlarına İsrail, uymamakta ısrarcı davranmaktadır. 1967 Anlaşmasına göre mültecilerin kendi topraklarına dönmesi kararına da İsrail uymamıştır. Yayılmacılığı, soykırımı ve işgalciliği devlet politikası olarak benimseyen İsrail’in sınırlarının -Cumhurbaşkanımızın BM Genel Kuruluna hitabında da belirttiği gibi- nerede başlayıp nerede bittiği belirsizliğini korumaktadır. Bu şiddet sarmalıyla İsrail, İslam dünyasının acziyetini ortaya koymakta, İran nükleer müzakerelerin zora sokmakta ve Türkiye’nin Mısır’la normalleşmesi huşunda ön almaktadır. Ancak bu defa Netanyahu’nun beklemediği şeyler olmuş, Hamas meşhur Demir Kubbeyi (Iron Dome) delmiş, Aşkelon’dan Yafa’ya geniş bir alana ulaşan Hamas füzeleri İsrail halkının devletine duyduğu güveni tarumar etmiştir. Buna ilaveten Batı Şeria’da yaşayan ve daha önce hiçbir direnişe destek vermeyen İsrail vatandaşı Araplar ayaklanmış, zor durumda kanlan Biden saldırının bir an önce bitirilmesi için baskı yapmış ve dünya kamuoyu Siyonist zulmüne karşı daha fazla hassasiyet göstermiştir.

Türkiye’nin yoğun ve süreklilik arz eden diplomasi trafiği neticesinde BMGK toplanmış, BM genel Kurul başkanı Volkan Bozkır’ın ve katılan üye devletlerin desteğiyle ateşkes sağlanmıştır. Ne var ki Netanyahu saldırıdan beklediği hedeflere ulaşamamış, hükümeti kuracak şekilde aşırı sağın desteğini alamamış ve –son günlerde- Neftali Bennett’in Netanyahu’nuın yerini alacağı ve İsrail vatandaşı Arapların da temsil edileceği bir koalisyonun hükümet edeceği beklentisi güçlenmiştir. Nitekim Netanyahu’nun kendi Arap vatandaşlarını da dışlayan ırkçı vatandaşlık yasası ters tepmiş ve İsrail içerisinde pek çok kesim Filistin’e destek verir hale gelmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk işgal edilen yerleri ilhak etme hakkını tanımamış ve işgal yönetiminin yerleşim planları dâhil aldığı hiçbir kararın geçerli olmadığını ilan etmiştir.

Türkiye ne yapmalı sorusuna cevap olarak, öncelikle Türkiye’nin Netanyahu’nun yerine gelecek yönetimle kesinlikle normalleşme süreci içerisine girmemesi gerekir diyebiliriz. Zira yeni gelecek isim de Netanyahu gibi soykırımcı, radikal ve ırkçı bir isimdir. Uluslararası toplumla birlikte hareket ederek Türkiye, Kudüs’ü “uluslararası koruma” altına aldırmalı ve buraya uluslararası müdahaleye zorlamalıdır. Nitekim Türkiye bunu Bosna Savaşında sağlamıştır. Kıbrıs’a 1974’te müdahale etmeseydi Kıbrıs da Filistin olacaktı. Gene atılacak stratejik bir adım olarak Filistin’le Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması imzalanmalıdır. Mısır’la normalleşme süreci hızlandırılarak Suudi Arabistan’ı da dâhil ederek bundan sonraki tüm Filistin’i Yahudileştirme politikalarına karşı durulmalıdır. Zira nihai amaç, hiçbir Filistinlinin sınırları dâhilinde yaşamadığı bir İsrail devleti kurmaktır. Burada asıl normalleşmesi gereken İsrail’dir ve bu tutumuyla insanlık için ciddi bir güvenlik sorunu oluşturmaktadır.

Sonuç olarak Osmanlı’nın parçalamamasında etkin rol oynayan ve Büyük İsrail Projesi kapsamında güneydoğu illerimize göz diken bu anlayışa artık dur denilmesi gerekmektedir. Suriye sınırında terör devleti kurma çabası içerisine giren, Doğu Akdeniz politikamızı baltalamaya çalışan, güçlü bir Türkiye’yi tehdit olarak gören ve Türkiye aleyhine algı oluşturmak için ciddi bir lobi oluşturan İsrail’e karşı Türkiye her platformda savaş açmalı ve hareket alanını her fırsatta daraltmalıdır. Türkiye’nin liderlik ettiği Türk Konseyi, Karabağ Zaferinden sonra kurulması planlanan altılı organizasyon ve Doğu Avrupa’da kurulması yakın olan dokuzlu yapı bu kabil kararların alınabileceği uygun platformlar olabilir.

Olmak kolay ölmek zor

Türkiye özellikle son 7 yıldır ağır saldırılar altında.

Anlayın artık, istenmiyoruz!

Bu topraklarda da istenmiyoruz, bu coğrafyada da!

Ellerinden gelse topumuzu katledecekler!

Gelmiyor!

Bölüp parçalamak, sınırlarımızı daraltmak, kalanını da kan ve gözyaşımızla sulamak istiyorlar!

Tıpkı Irak gibi, Suriye gibi, Libya gibi, Yemen gibi, Mısır gibi..

Anlayın artık!

Yüzyıl önce solukları yetmediği için yarım bırakmak zorunda kaldıkları işlerini yüzyıl sonra nihayete erdirme derdindeler!

Görmüyor musunuz Allah aşkına?

Dört bir yanımızı yeniden kuşattılar!

Sağımız solumuz önümüz arkamız her yanımız sarıldı!

İçimizden de vuruyorlar!

PKK dediğiniz de, FETÖ dediğiniz de, DEAŞ dediğiniz de, ESED dediğiniz de, Hafter dediğiniz de, SİSİ dediğiniz de hep aynı.

Her biri, Türkiye’ye karşı yürütülen bir vekâlet savaşının parçası.

15 Temmuz’da yapmak istedikleri ile Suriye’nin kuzeyinde yapmaya çalıştıkları arasında hiçbir fark yok. Ha keza Akdeniz’de..

Sınırımızın hemen dibinde terör unsurları tarafından inşa edilen NATO ölçekli devasa sığınakları, içerisindeki milyonlarca silah ve mühimmatı nasıl izah edeceğiz?

O sığınakları inşa edenleri, içerisini ağır silah ve mühimmatlarla donatanları hâlâ görmeyecek miyiz?

Yoksa Suriye’de ne işimiz var diyerek olanı biteni gizlemeye devam mı edeceğiz?

Akdeniz’de sahip olduğumuz, hakkımız olan enerji kaynaklarından elimizi çekmemiz için yapılan planları, işbirliklerini, saldırıları görmeyecek miyiz?

Hafter’in Türkiye’ye karşı vekâleten bir savaş yürüttüğü gerçeğine kulaklarımızı tıkayıp ihanet gibi açıklamalara yenilerini mi ekleyeceğiz?

Borç batağında yüzen, elinde avucunda hiçbir şeyi kalmamış Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik saldırılarını, maziden kalma düşmanca bir tutum olarak mı değerlendireceğiz?

Umarsızca arkasındaki odağı inkâr etmeye devam mı edeceğiz?

İs te mi yor lar!

Güçlü bir Türkiye, iddiaları olan bir ülke istemiyorlar.

Bu milletin, bu medeniyetin dünyadaki tarihsel liderliğine tahammülleri yok!

Yüzyıldır aynı korkuyu yaşıyorlar; ya günün birinde bir ‘çoban Osman’ daha çıkarsa diye! Küçük bir kıl çadırından dünyaya nizamat vermeye kalkarsa diye!

Medeniyet namına bugünün dünyasında, insanlık âlemine söz söyleyebilecek, yön verebilecek tek millet biziz.

Dünyayı bu vahşi düzenin içerisinden çekip çıkarabilecek, kanı gözyaşını durdurabilecek tek millet yine biziz.

Biz miyiz?” diyerek kendisiyle birlikte bu milleti aşağılamaya kalkan alçaklar tabii ki olacak.

Siyasi istikbali uğruna ülkesini şikâyet eden, müstevlileriyle işbirliği yapan, vatanına yönelik tüm saldırıları alkışlayan, tiyatro diyen, kontrollü diyen, niye alıyoruz, niye yapıyoruz, ne işimiz var diyenler de çıkacak.

Esed’le barışalım demeye devam edecekler.

Hafter bizim dostumuz demeye devam edecekler.

Suriye’de, Doğu Akdeniz’de, Libya’da ne işimiz var demeye de.

Etrafımızı çevreleyen düşmandan hiç korkmadım.

Eyvah ki eyvah; içimizdeki düşmanla nasıl baş edeceğiz?

Ve son bir not.

Putin’e ‘ne işimiz var Suriye’de’ diyen bir Rusya yok.

Trump’a ‘Suriye’den sakın çekilme’ diyen bir ABD var.

Yüz binlerce sivili çoluk çocuk katleden Esed’e ‘dur’ diyen bir dünya yok.

Eli kanlı bir terör örgütüyle mücadele eden Türkiye’ye ‘dur’ diyen onlarca CHP’li vekil var!

Görmüyor musunuz; anlayın artık, ya olacağız, ya öleceğiz.

Olmak kolay ölmek zor.

Turgay Güler/Akşam

Yumruk Mesafesi

Bu yazımıza Doç. Dr. Evren Balta’nın naklettiği meşhur Alman felsefeci Arthur Schopenhauer’un  “kirpi ikilemi” teziyle başlayalım:

“Türkiye ve Rusya bütün gerilimlere ve ulusal çıkar tanımlarındaki çelişkilere rağmen ilişkilerini ısrarla iş birliği hattında sürdürmeye çalışıyor. Bu iki aktör arasındaki ilişkileri anlamak için Alman felsefeci Arthur Schopenhauer’un “kirpi ikilemi” tezi mükemmel bir metafor…

 

Schopenhauer’a göre, çok soğuk bir kış gününde bir araya gelen yalnız kirpiler ciddi bir ikilem ile karşı karşıya kalacaklardır: Ya birbirlerinden uzak durarak tek başlarına soğuktan ölecek ya da birbirlerini ısıtmaya çalışırken birbirlerine dikenlerini batırarak canlarını acıtacaklardır. Kirpiler önce donmamak için birbirlerine bir hayli yaklaşırlar, yaklaştıkları anda dikenlerinin farkına varır ve ayrılırlar. Pek çok bir araya gelme ve dağılma döngüsünden sonra, nihayet kirpiler birbirlerine ne fazla uzak ne de fazla yakın olmanın hem soğuğa hem de karşısındaki kirpinin dikenlerine karşı korunmada en iyi yol olacağını keşfederler. Ama bu “mükemmel” mesafenin hem öğrenilmesi hem de muhafaza edilmesi zordur.”

 

Kültürümüzde beşeri ilişkileri niteliği konusunda şöyle bir deyim vardır. Dostluk yumruk mesafesinde olmakla kaimdir. Mükemmel mesafe diye de tanımlayacağımız bu uzaklık-yakınlık aralığı ilişkilerin müdavemeti açısından elzemdir. İnsani ilişkilerde had-hudut gözetilmelidir. İyi günün kötü güne de dönüşebileceği düşünülerek hem eski dosttan gelecek yumruktan emin olabilmek, hem de yeni dosta sarılabilmek için yumruk mesafesi mükemmel bir aralıktır.

Devletlerarası münasebetler kalıcı dostluklar ve düşmanlıklar üzerine bina edilemezler. Gün gelir menfaatler çakışır veya kesişir.

Türk-Rus ilişkileri hiçbir zaman kalıcı dostluk haline evirilmemiştir. Kâh muhabbet, kâh adavet yön vermiş münasebetlerimize. Gün olmuş Avrupa devletlerinin saldırganlığını Rusya ile yakınlaşarak bertaraf etmişiz, gün olmuş Rus gailesine karşı Avrupalılardan destek beklemişiz. Bazen iç meselelerimizde bile dış destek talep ettiğimiz vakidir. Daha geniş bilgi için Hünkâr İskelesi Antlaşmasına bakılabilir. (Hünkâr İskelesi Antlaşması 8 Temmuz 1833 tarihinde İstanbul’un Hünkâr İskelesi semtinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Rus İmparatorluğu ile imzaladığı bir karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşmasıdır.)

Türkiye, ezik aydınlarının üzerindeki çekingenliği atarak Libya’ya asker gönderebildi. Elhamdülillah.

Öte yandan “ezik aydın” tabiri maalesef bürokrasi için de geçerliymiş. İsyancı bir teröristin silah bırakmasını sağlamak için Rusya’dan onu ikna etmesini beklemek bir eziklik değil mi? Bizim meşru hükümetle yaptığımız mutabakatın gereği olarak Libya’daki varlığımız yasaldır. Elbette askerimiz oraya elma hasadı için gitmedi. Bir ordu ne yaparsa onu yapacak.

Libya’da varlığı sorgulanması gereken Rusya’yı muhatap almak yetmezmiş gibi bir de ondan asileri silah bırakmaya ikna etmeyi istemek politik bir körlük değil mi?

Belli ki  24 Kasım 2015’te Rusya Federasyonu Hava Kuvvetleri’ne ait Sukhoi Su-24M tipi uçağın sınır ihlali gerçekleştirmesinden dolayı Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmesinin etkisinden sıyrılamamış diplomatlarımız var.

Uçak sınırımızı ihlal etmiş ve düşürülmüştür. Bir Türk uçağı Rus sınırlarını ihlal etse onlar da farklı davranmayacaklardır.

Libya ile tarihi bağlarımız bir yana BM’nin tanıdığı bir hükümetle imzaladığımız anlaşmalar var. Buna karşılık Rusya’nın Libya’da ne işi var. Neden Libya konusunda onları muhatap alıyoruz. Bu politikamızla Rusya’nın Libya’daki varlığını yasallaştırmıyor muyuz?

Denilebilir ki Suriye’de çıkarlarımız örtüşüyordu. Hayır, böyle bir durum yoktu. Rusların sıcak deniz hayali vardı. Özellikle İran, takıyyesi gereği ayının burnuna toka takıp onu Suriye sahasına getirerek karşımızda aynı oynattı. Bize de Süleymani’nin oynattığı ayıyı seyretme gafleti düştü. Bu arada ayı oynarken çadırı yıktı. Düşmesi an meselesi olan Esed, yeniden zulmüyle geri geldiği gibi Rusya ‘da tüm sakilliğiyle bir İslam beldesine çökmüş oldu.

Yumruk mesafesi alamadığımız Rusya, yarın barış ortamına kavuştuktan sonra Libya’dan çıkacak mı? Var mı bunun garantisi? Oradaki varlığı yasal bir gerekçeye dayanmayan Rusya’nın Libya’da sömürüden başka bir gayesi mi var?

Türkiye, Rusya ile uzaklığını-yakınlığını mükemmel mesafe ayarında tutmalıdır. Hem Suriye’de, hem Libya’da, hem de her yerde.

Adil Gülmez

@umradil

Avrupa Birliği “Değerleri”nde Macaristan Çatlağı

AB için böyle bir kriz ilk değildir. AB Komisyonu 2017 yılında benzer bir süreci Polonya’ya karşıda başlatmıştı. Tasarı, resmi olarak geçen yıl AB Parlamentosu’ndan geçmişti. Bu nedenledir ki AB Komisyonu var olan değerleri korumak adına Macaristan’a yaptırımı uygulayacak veya tavsiye niteliğinde karar alacaktır.

Birleşmiş Avrupa tasavvuru ve ülküsü, gerçek bir siyasi projeye dönüşüp Kıta Avrupası ülkelerinin hükümet politikalarında uzun vadeli bir hedef haline gelmeden önce sadece filozoflar ve önsezili kimselerin düşüncelerinde yaşıyordu. Avrupa Birleşik Devletleri, hümanist ve barışçı bir hayalin parçasıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında her alanda büyük yıkıma uğrayan Kıta Avrupası, bu vaziyetten kurtulabilmek için bir çıkış yolu aramaktaydı. Bunun sonucunda ise Kıta Avrupası’nda barışın yeniden kurulması, ülkelerin ortak “Değerler” etrafında bir araya gelmesi ve özellikle refahı artıracak şekilde ekonomik alanda kuvvetli bir işbirliğinin başlatılması fikri her geçen gün daha yüksek bir sesle dile getirilmeye başlanmıştı. Avrupa çapında barışın sağlanması ve Avrupa ülkeleri arasında ekonomik bir işbirliğinin kurulması amacından hareketle ileride siyasi bir birliğin temellerinin atılması hedeflenmekteydi. Bu doğrultuda, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg tarafından 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması ile 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (AAET) kuran Roma Antlaşmaları imzalandı.

AB’nin mihenk taşları olan AKÇT, AET ve AAET’nin fikir babaları; Jean Monnet (Fransa Planlama Teşkilatı Başkanı), Robert Schumann (Fransa Dışişleri Bakanı), Konrad Adenauer (Almanya Başbakanı), Walter Hallstein (AB Komisyonu ilk başkanı) Alcide de Gasperi (İtalya’nın ilk başbakanı), Paul H. Spaak (Avrupa Parlamentosu ilk başkanı) ve Altiero Spinelli (İtalyan Siyaset Bilimci) gibi kurucular yaşamış olsaydı, AB Parlamentosu’nun Macaristan için aldığı yaptırımından memnun kalırlardı. Çünkü AB, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca kazandığı deneyimle ve oluşturduğu ortak ilkeler temelinde meydana getirildi. Avrupa devletlerinin ortak deneyimlerinin sonucu oluşan ilke ve idealler olan kalıcı barışın sağlanması, toplumsal refah, dayanışma, özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, pazar ekonomisi ve girişim özgürlüğü, bu yeni bütünleşme hareketinin temellerini oluşturmaktı. Aynı zamanda AB’de asıl amaç, üye devletlerin ve vatandaşlarının ulusal, kültürel, dilsel, dinsel çeşitliliğini bir potada eritmek değil, bu çeşitliliğin getirdiği dinamizmi güce dönüştürebilmekti.

AB’nin değerleri, AB Antlaşması’nın 2. maddesinde şöyle ifade edilmektedir: “Birlik, insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlıklara mensup kişilerin hakları da dâhil olmak üzere insan haklarına saygı ilkeleri üzerine kurulmuştur. Bu değerler, çoğulculuk, ayrımcılık yapmama, hoşgörü, adalet, dayanışma ve kadın-erkek eşitliğinin hâkim olduğu bir toplumda üye devletler için ortaktır.” AB, Avrupa halklarının ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda birbirleriyle kaynaşmasını öngören, Avrupa devletlerinin ve vatandaşlarının bir araya gelerek oluşturduğu “uluslar üstü” bir yapıdır. Bu yapı, üye devletler arasında imzalanan uluslararası antlaşmalarla kuruldu ve aynı antlaşmalarla bazı alanlarda karar alma ve düzenleme yetkisi üye devletler tarafından AB’ye verildi. Böylelikle, dünyada bir benzeri daha olmayan, tüm üye devletleri ve vatandaşlarını aynı anda, aynı şekilde ve aynı ölçüde bağlayan bir hukuk sistemi meydana getirildi. Antlaşma metnindeki madde de belirtildiği gibi AB için değerler ön plandadır. Bu değerler, AB’nin kurucularının da ifade ettiği gibi olmazsa olmazlardır. Zaten AB’yi diğer uluslararası siyasi ve ekonomik örgütlerden hem farklı kılan hem de öncü kılan bu değerler üzerine inşa edilmesidir.

Derinleşen Sığınmacı-Mülteci Krizi

Macaristan, AB’nin en büyük genişleme politikasını hayata geçirdiği 2004’te, AB’ye tam üye oldu. Şahsi kanaatim-analizim 2004 AB Genişleme Politikası niceliksel ve fiziksel olarak AB’yi büyütmüştür! Keza 2004 AB Genişleme Politikası’nın özüne bakıldığında ise tam üye olarak aldığı ülkelerin hâlihazırda hâlâ AB değerlerini benimseyemediği ve üzerlerine düşen kriterleri yerine getiremediği apaçık ortadadır. Bunlardan biri de Macaristan. On milyonun üzerinde bir nüfusa sahip ve etnik yapısı itibariyle Orta Avrupa’nın en homojen ülkesi. Bu da ister istemez Macarlarda milliyetçilik olgusu gerçeğini ve bununla birlikte AB’nin değerlerini kanıksamakta bazı sıkıntıları kendisiyle beraber getirmiş oldu. Örneğin, Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın ülkesi üzerinden Batı Avrupa’ya ulaşan sığınmacıları geri kabul etmeyeceklerini ama söz konusu sığınmacıların Yunanistan’a geri taşınması sürecine yardımcı olacaklarını ifade etmesi. Başbakan V. Orban’ın Macaristan’ın sığınmacı konusundaki duruşunun 2015’ten bu yana değişmediğini, Balkanlar üzerinden AB topraklarına ulaşan mültecilerin ilk olarak Yunanistan üzerinden kıtaya ayak bastıklarını bu nedenledir ki sığınmacı kabul etmeyeceklerini söylemesi, AB ile Macaristan arasında kriz yarattı. Orban’ın geri adım atmamakta kararlı duruş sergilemesi ile sığınmacı-mülteci krizinin derinleşmesine doğru yol aldı. Avrupa Parlamentosu (AP), AB’nin, Macaristan’a demokratik kuralları düzenli olarak ihlal ettiği gerekçesiyle cezai süreç başlatmasına karar verdi. Strasburg’daki Genel Kurul Toplantısı’nda yapılan oylamada, teklif 48 çekimser olmak üzere 197’ye karşı 448 oyla kabul edildi. AB Parlamentosu, Macaristan’da, AB’nin kurucu değerlerinin ciddi şekilde ihlal edildiğini açık bir şekilde ifade etmiş oldu. Yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, yolsuzluk, azınlık hakları ve göçmenlerin ve mültecilerin durumunu temel kaygılar olarak sıraladı. AB Parlamentosu, AB üye ülkelerinin, antlaşma metnindeki 7. maddeye göre Macaristan’ın, AB’nin kurucu değerlerini ihlal etme riski altında olup olmadığını belirlemelerini istedi. Önerinin kabul edilmesi için üyelerin mutlak çoğunluğu (376) ve oyların üçte ikisi – çekimserlerin hariç tutulması lazımdı. AB Parlamentosu AB Konseyi’ne, birliğin kurucu değerlerine karşı sistemli bir tehdidi önlemek için üye devlete karşı harekete geçmesi çağrısında bulundu. Yukarıda değindiğimiz gibi AB Antlaşması 2. maddesinde yer alan ve AB Temel Haklar Şartı’nda yansıtılan bu değerler, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıyı içermektedir. MEP’ler AB ülkelerini, AB Antlaşması’nın 7(1) maddesinde belirtilen prosedürü başlatmaya çağırdı. AB Parlamentosu, Macaristan’ın AB’ye katılımının “siyasi yelpazede geniş bir fikir birliği ile egemen bir karara dayalı gönüllü bir eylem olduğunu” hatırlattı ve herhangi bir Macar hükümetinin, AB’nin değerlerinin ciddi bir şekilde ihlal edilme riskini ortadan kaldırma görevini üstlendiğinin altını çizdi. Parlamentonun başlıca endişeleri şunlardır;

• Anayasal ve seçim sisteminin işleyişi,
• Yargının bağımsızlığı,
• Yolsuzluk ve çıkar çatışmaları,
• Gizlilik ve veri koruma,
• İfade özgürlüğü,
• Akademik özgürlük,
• Din özgürlüğü,
• Örgütlenme özgürlüğü,
• Eşit muamele hakkı,
• Romanlar ve Yahudiler olmak üzere azınlıklara mensup kişilerin hakları,
• Göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin temel hakları,
• Ekonomik ve sosyal haklar,

Sonuç olarak; AB kendisi için vazgeçilmez olan demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü vb. değerler üzerine kuruldu. AB’yi dünyada NAFTA, APEC, SAARC gibi birçok örgütten hatta tüm örgütlerden ayıran bu “değerler”i olmuştur. Bunun içindir ki AB’yi farklı kılan da bu değerleridir. Aslında AB için böyle bir kriz ilk değildir. AB Komisyonu 2017 yılında benzer bir süreci Polonya’ya karşıda başlatmıştı. Polonya, yargı alanında getirdiği reform ve değişikliklerle ülkede demokrasi ve hukukun üstünlüğü değerlerine uymamakla suçlanmıştı. Polonya’ya yaptırımları başlatacak olan tasarı resmi olarak geçen yıl AB Parlamentosu’ndan geçmişti. Bu nedenledir ki AB Komisyonu var olan değerleri korumak adına Macaristan’a yaptırımı uygulayacak veya tavsiye niteliğinde karar alacaktır. Ancak tavsiye niteliğinde alacağı karar, AB değerlerinin sorgulanmasına yol açmayacak bir şekilde olmalı. Çünkü Birlik içerisindeki diğer üye ülkelerin özellikle son dönemlerde İspanya ve İtalya gibi (velev ki İtalya, AB’nin altı kurucusundan biri) ülkelerinde milliyetçilik-sığınmacı-mülteci vb. konularda ihlallerine yol açabilir. Her ne kadar V. Orban bu karara direneceğiz ve bu şantajlara boyun eğmeyeceğiz dese bile. Macaristan ile ilgili raporu yazan Judith Sargentini (Yeşiller/EFA, NL) şu sözleri önemlidir; “Birlik devletini tartıştığımız hafta içinde, Avrupa Parlamentosu önemli bir mesaj gönderdi: Biz de dâhil olmak üzere tüm Avrupalıların hakları için ayağa kalkarız. Macar vatandaşlar ve Avrupalı değerlerimizi savunuyoruz. Şimdi, Avrupalı liderlerin sorumluluklarını üstlenmeleri ve Macaristan’da hukukun üstünlüğünün ortadan kalkmasıyla birlikte aradan izlemeye son vermeleri gerekiyor. Bu, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel haklar üzerine kurulu bir Birlik için kabul edilemez.” Bu sözlerden anlaşılacağı üzere AB “değerler” üzerine kuruludur.

Ölü İdealler Derneği

Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonu’ndan çekildiğini ilan eden ABD’nin başlıca gerekçelerinden biri İsrail’in işgal, illegal yerleşimler ve sivil katletmeye dayalı insanlık dışı politikalarının sık sık komisyon gündemine gelmesi ve eleştiri konusu yapılmasıydı. İnsan hakları, artık sahiplerinin gözünde de ölü bir idealdir.

Hiçbir Kutsalı Olmayanların İktidarı

Bu, modern zamanların en dramatik hikâyesi. İçinde sadece doyumsuz ve sinsi kapitalistler, işbirlikçi kompradorlar yok; bir zamanların ateşli solcuları, hızlı İslamcıları da var. Büyük anlatıların, kuramların, deklarasyonların çöküşü var.

Hikâyenin başlangıcı olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni alalım. İçinde bulunduğumuz 2018 yılında 70. yıldönümü kutlanacak olan Bildirge, dünya üzerinde tanınmışlık bakımından edebiyatın büyük klasikleriyle yarışacak bir konumda. Muhtemelen çevrilmediği ulusal dil yoktur. Bildirgenin giriş bölümünde, her insanın doğasında bulunan onuru ve kişilerin eşit ve ayrılmaz haklarını tanımanın, dünya üzerinde özgürlük, adalet ve barış açısından vazgeçilmez önemde olduğu belirtilir. Bildirgeye göre insanlar, akıl ve vicdan sahibi varlıklar olarak birbirlerine “kardeşlik ruhu” içinde davranmalıdır. Irk, cinsiyet, dil, din, siyasi görüş, ulusal köken… bakımından ayrımcılığa uğramaksızın herkesin hayat, özgürlük ve kişi güvenliği hakkı vardır; hiç kimse köle durumunda tutulamaz; işkenceye ve insanlık dışı, zalimce cezalandırmaya tâbi kılınamaz.

1960’larda imzaya açılıp 1970’lerde yürürlüğe giren Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi, Bildirge’ye ilişkin kapitalist ve sosyalist dünyalardaki yorum farkını ortaya koydu. İlkini ABD ve Batı Bloku, ikincisini Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku sahiplenirken her iki kesim bir anlamda, günahlarını kuramsal olarak, kağıt üzerinde dahi gizlemeye ihtiyaç duymadı. İkiz sözleşmeler bir bakıma materyalizmin kapitalist ve sosyalist ekolleri arasındaki ihtilafı belirginleştirdi.

Evrensel Bildirge, burada listelenen hak ve özgürlükleri ihlal eden hükümetler üzerinde ahlaki bir baskı kurulmasını sağlayacak bir değerler çerçevesi sağlamaktan öte bir işlev görmedi. Makyavelizmi siyasetin temeline yerleştirmiş yönetimleri dizginleme imkân ve vasıtalarından yoksundu. Atom bombasını İkinci Dünya Savaşı’na yetiştirmek için çabalayan, teslim olmak üzere olan bir Japonya’nın sivil halkı üzerinde deneyen kişilerce hazırlanmıştı Evrensel Bildirge. Yüzyıllara yayılan bir sömürgeci ve emperyalist gelenekten böyle aniden vazgeçebilir miydi Batılılar? Kalplerinde ne değişmişti? Düne kadar katledip sömürdükleri, insan-altı varlıklar olarak gördükleri başka halkları niçin kendileriyle eşit insan saymalıydılar? Kalplerinde, imanlarında ne değişmişti? Değişiklik sadece Dünya Savaşı esnasında yaşanan yıkımı izah çabasında ve omuz omuza savaştıkları sömürge askerlerine yönelik bağımsızlık vaatlerinde yaşanmıştı.

Hiçbir kutsalları yoktu. Bu yüzden Evrensel Bildirge hiçbir zaman inandırıcı ve bağlayıcı olmadı. İsrail’in kuruluşu ve bu süreçte yaşanan Deyr Yasin gibi katliamlar, Keşmir halkına vaat edilen referandumun bir türlü gerçekleştirilmemesi sonucu ortaya çıkan dram, Afrika’da iç savaşlar, soykırım hareketleri, açlık ve sefalet, Latin Amerika’da askeri darbeler, işkence altında ölüm vakaları, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar, Uzak Doğu’da Vietnam halkının cephe gerisinde katledilmesi, “Portakal Sarısı Madde” ile topraklarının zehirlenmesi, Afganistan’da önce Sovyet, sonra Amerikan işgali, yakın geçmişte Irak ve Suriye’den Libya’ya kadar İslam beldelerinin Balkanlaştırılması ve tahribi… BM İnsan Hakları Komisyonu’ndan çekildiğini ilan eden ABD’nin başlıca gerekçelerinden biri İsrail’in işgal, illegal yerleşimler ve sivil katletmeye dayalı insanlık dışı politikalarının sık sık komisyon gündemine gelmesi ve eleştiri konusu yapılmasıydı. İnsan hakları, artık sahiplerinin gözünde de ölü bir idealdir.

Batıcı Muhaliflerin Batılı Şirketlerce İstismarı

Küresel sistemin iktidar odakları ve elitleri kendi insanlarına karşı da aynı ilkesiz ve merhametsiz tutumu gösterebilmiştir. İsveç merkezli mobilya şirketi Ikea, Doğu Almanya’daki fabrikalarında 1970’lerde ve 80’lerde siyasal mahkumları zorla çalıştırdığının ortaya çıkması üzerine 2012 yılında özür dilediğini açıkladı. Uluslararası denetim ve danışmanlık firması Ernst & Young denetçileri tarafından hazırlanan ve 2012 yılında açıklanan bir rapor başka pek çok Batılı şirketin Doğu Almanya’daki mahkum çalışma kamplarında ucuz iş gücünden yararlanarak üretim yaptığını ortaya koydu.

Konuyla ilgili “Batı İçin Doğu Ürünleri” adıyla bir TV belgeseli hazırlayan gazeteci Anne Worst’ın araştırmasına göre, kozmetik ve ayakkabıdan tekstil ve mobilyaya, kimyasal maddeler ve petrol ürünlerinden pil ve beyaz eşyaya kadar çok farklı sektörlerde faaliyet gösteren 6.000 civarında Batılı şirket, bu sistemden yararlandı. (Ikea’nın yanı sıra Siemens, Aldi, Krupp, Mannesmann, Linde, Beiersdorf, Varta, Underberg, Quelle, Neckermann, Salamender bu şirketler arasındaydı.) Batı yanlısı oldukları için tutuklanan, mahkum edilen siyasal muhalifler, Doğu Bloku’nun sosyalist yöneticilerinin işbirliğiyle Batılı şirketler tarafından emek sömürüsüne maruz bırakılmıştı. Bugün Batı Avrupa’da ve ABD’de modern köleler olarak tutulan on binlerce göçmen işçi var. Seyahat belgelerine el konulmuş veya işverene bağlı vize sistemi nedeniyle tutsak duruma düşürülmüş bu insanlar, çok düşük ücretle tarımdan hazır giyim endüstrisine kadar pek çok sektörde ağır şartlar altında çalıştırılıyor. İngiltere, 2015 yılında “Modern Kölelik” başlığını taşıyan bir yasa çıkararak bu konudaki ayıbını gizleme yönünde önemli bir adım attı. 19. yüzyıl başlarında Fransa’nın Karayipler’deki şeker üretimini baltalamak için önce köle ticaretine son verip daha sonra kölelik kurumunu ilga eden, bu esnada köle ticaretini önleme bahanesiyle donanmasını Osmanlı karasuları dahil dünyanın dört bir yanında devriye görevine çıkaran, fakat öte yandan sömürgelerdeki ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için “sözleşmeli göçmen işçi” statüsünü icat eden de aynı İngiltere’ydi.

Bir İstihdam Kapısı Olarak Fuhuş

BM teşkilatının resmi kuruluşu olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 1998 yılında fuhuş konulu bir rapor yayımladı. Lin Lean Lim tarafından kaleme alınan ve “Seks Sektörü: Güneydoğu Asya’da Fuhşun Ekonomik ve Sosyal Temelleri” başlığını taşıyan rapor, ücretli fuhşu meşrulaştırma çabalarına akademik düzeyde bir katkı niteliğindeydi. Çalışmanın editörü Bayan Lim, ILO bünyesinde “Kadınlar için Daha Çok ve Daha İyi İşler Uluslararası Programı”nın yöneticisiydi.

Güneydoğu Asya ülkelerinde mali ve ekonomik krizin yaşandığı, kadınların fuhuş şebekelerine daha kolay av haline geldiği bir dönemde ILO’nun raporu, hükümetlere fuhşu meşru bir iş kolu olarak tanımalarını ve dolayısıyla fuhuş sektöründen gelecek kârlarla ekonomilerini sağlamlaştırmalarını tavsiye etti. Bir yandan fuhuş batağına saplanmış kadınların geliri vergilendirilecek diğer yandan “seks işçisi” adı altında meşru bir iş kolunda istihdam edilmiş gibi gösterilmeleri suretiyle işsizlik oranlarının daha düşük çıkması sağlanacaktı.

ILO raporunu hazırlayanların temel argümanı şöyleydi: Fahişelik esas itibariyle ekonomik bir faaliyettir.

Raporda şu ifadelere yer verildi: “Çıplak gerçek şudur ki seks sektörü, ulusal ekonomilere ve uluslararası ekonomiye iyice yerleşmiş bir ‘büyük iş’tir… Özellikle hacim ve önemi dikkate alındığında resmi duruş, ihmal etme veya tanımama şeklinde olamaz.”

ILO’ya hâkim mantığa göre bir şey çok kârlı ise ne kadar kirli veya karanlık bir faaliyet türü olursa olsun meşru sayılmalıdır. Örgütün araştırmacıları ve yazarları bu şekilde ekonomik yararlılığı her türlü insani ve ahlâki mülahazanın üstünde tutmuş, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın nihai kriteri haline getirmiş olmaktadır. Fuhşu kurumsallaştırma çabası içinde insanlığın yarısını piyasada alınıp satılabilecek eşyalara indirgeme, daha doğrusu bu yöndeki süreci takviye etme yönünde güçlü bir hamle gerçekleştirmişlerdir.

Bu bakımdan rapordaki bakış açısı aslında BM teşkilatının insan hakları ve kadın-erkek eşitliği idealine de aykırıdır. Kadınlara “cinsel hizmet” sunma rolünü biçmekte ve erkeklere, kadın bedeni üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkı tanımakta, bunu gerçekleştirme imkân ve yeteneğine sahip olduğunu bildirmektedir. Bir BM teşkilatı olarak ILO, BM’nin ilan ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni tekzip edebilmektedir.

Kutsalı Olanların Davası

Kurulu düzeni ayakta tutan mitlerden bir tanesi, mevcut durumun ezeli ve ebedi olduğuna dair oluşturduğu yanılsama ve bu yanılsamanın zihinlerimize işlenmiş olmasıdır. Batı’dan yayılan demokrasi ve insan hakları ışığı tarih öncesi çağlardan beri (yüzyıllardır) dünyayı aydınlatmaktadır ve aydınlatmaya devam edecektir. Birinci dünya halkları dışında kalanlar için bu aydınlık (!) Hiroşima ve Nagazaki sakinlerinin maruz kaldığı türden oldu. Dresden sakinleri, Hanoi sakinleri, Gazzeliler, Doğu Gutalılar… farklı zamanlarda benzer şekilde aydınlatıldı (!).

Batılının bir zamanlar uygarlığı yayma misyonu gibi (Rudyard Kipling’i ve Beyaz Adamın Yükü’nü hatırlayalım) demokrasi ve insan hakları iddiasını ciddiye alan halklar, askeri darbeden ambargoya kadar farklı yöntemlerle cezalandırıldı. Şili’de 1973’te sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’yi deviren darbe, 2012’de Mısır’da Muhammed Mursi yönetimine karşı tekrarlandı. 2000’li yıllarda demokratik seçimlerde Hamas hareketini tercih eden Gazze halkı, İsrail’in kuşatmasına ilave olarak ABD ve Batı Avrupalı güçlerce ambargoyla cezalandırıldı. Türkiye’de Tayyip Erdoğan iktidarını devirmeye yönelik açıktan (15 Temmuz askeri darbe girişimi) veya gizli müdahaleler halen devam eden bir süreçtir.

Küresel sisteme kuvvet veren bir diğer unsur, bilgi kaynakları, bilgiyi elde etme ve yorumlama yöntemleri bakımından güçlü bir geleneğe sahip oluşudur. Bu bakımdan geldiği noktayı hafife almak yanlış olur. Bilginin tahakküm aracı olarak kullanılması meselesi, enerji kaynakları üzerindeki hakimiyetten modernitenin nasıl devam ettirileceğine kadar bir dizi temel konu etrafında en köklü üniversitelerde en cevval beyinlerce kim bilir kaç tane tez çalışmasına
konu edilmiştir ve edilmeye devam etmektedir.

Dünya üzerinde sisteme muhalif sol hareketlerin Sovyetlerle birlikte çökmesi gerçekten üzücü bir gelişmedir. Bunun etkilerini Avrupa’da ve hatta İsrail’de vicdanın sesinin daha fazla kısılması biçiminde yaşamaktayız. Sovyetlerin ülke içinde muhalifleri sindirme, eleştiri ve tartışmaya kapıları kapama, ülke dışında askeri işgal, sivil katliamı ve zulüm politikalarına rağmen bu yönetimle kader birliği içine girmek dünya solunun ölümcül hatası oldu. Stalinizmin korkunç icraatlarına göz yumulurken insanlığın sorunlarına çözüm üretme yeteneği köreldi. Materyalist bakış açısı, çoğu vakada kapitalist ve liberal entelijansiyanın ürettiği kavram ve izah biçimlerine teslim olmayı kolaylaştırdı. Bugün kendisini solcu olarak tanımlayan sendika yöneticilerinden kaç tanesi ILO’nun fuhuş ve istihdam arasında kurduğu bağa itiraz edebilir? Kaç tanesi “seks işçisi” adlandırmasını, kadınlara yönelik cinsel istismarı gizlemek için icat edilmiş bir niteleme olarak reddedebilir? Daha ziyade modern dünyadan kopmamak adına, dinî/İslamî gelenekle yakın gözükmemek adına, kadın tâcirlerinin takdirle karşıladığı resmi tutumu benimser, hiçbir insani duyarlılığı olmayan bu çetelere cesaret ve meşruiyet kazandırır, onlarla aynı safta görünmekten rahatsızlık duymaz; esasen bunun farkında da değildir. Evrensel Bildirge’nin giriş bölümünde yer alan, her insanın “doğasında bulunan onur” (inherent dignity) kavramı ile bir kadını ticari ve cinsel nesne durumuna indirgemenin nasıl bağdaşabileceğini sorgulayamaz. Bu yüzden sol hareketler Amerikalı üstatlarının izinde -tabiri caizse- ölü idealler derneğinin en yeni üyeleri durumuna gelmiştir. Müslüman bu sorgulamayı yapmak zorunda, eğer derneğin son üyeleri olarak tarih yapanlar/yapma potansiyeli olanlar kategorisinden büsbütün dışlanmak istemiyorsa. Kutsalı olanlar, yeryüzünün ıslahı için büyük sorumluluklar üstlenmek zorunda. Lakin öncelikle kendi varoluşunu, evren içindeki ve Tanrı karşısındaki konumunu, hayatın anlam ve gayesini teyit etmek gerekir.

Pratik düzeyde şu sorudan başlanabilir: Müslümanlar olarak alâmet-i farikamız nedir? Mesela suç oranları dikkat çekici biçimde düşük bir toplum örneği ortaya koyabiliyor muyuz? Bir yabancı, Müslümanlara ait bir beldeye geldiğini, ortama hâkim olan güven ve emniyet duygusundan, düzen ve tertipten, güler yüzlü insanların sıcak, samimi, dürüst tavır ve davranışlarından, cadde ve kaldırımlarındaki bakım ve temizlikten anlayabiliyor mu?

İstanbul’da kış mevsiminin karlı fırtınalı günlerinde sokaklardan evsizlerin toplanıp spor salonlarında barındırılmasını müjdeli bir haber olarak takdim eden, belediyecilik adına büyük bir başarı olarak öven, fakat Müslüman bir toplumda evsizlerin nasıl var olabildiğini sorgulamayan gazetemiz… “Kabirde yakmayan kefen” satan hocaefendi… Yoksullara pahalı bir cipin aynasından bakan yeni zengin dindar… kime, İslam’ın hangi mesajını verebilir? Dünün ikna odacısı ve engizitörü, bugünün ağaçsever ve çevrecisi eski düzenin bağlılarına çevre duyarlılığı üzerinden prestij kazandırmak kimin ayıbıdır? Cenab-ı Allah’ın emanetini öncelikle Müslüman’ın sahiplenmesi gerekmez mi?
Kendi geleneğinden yola çıkarak kavram ve değerler önermesi beklenen ancak şöhret ve maddi imkânların cazibesine kapılıp sisteme teslim olmuş, sistemin putlarını yüceltecek kadar sığlaşmış entelektüel, hangi zorlu ve uzun soluklu mücadeleyi göğüsleyebilir? Halk düşmanı televizyoncuyu, merhum Necmettin Erbakan’ın adını taşıyan bir vakfın çatısı altında taltif eden siyasetçi, küresel boyutlarda icra edilen bir Makyavelizme nasıl itiraz edebilir?

Kapitalist şeytanlara ilk taşı, kutsalı olup günahı olmayanlar atmalı.

ABD’nin Nükleer Silahları İnsanlığı Tehdit Ediyor

ABD, II. Dünya Savaşı ile Soğuk Savaş döneminde önce Hitler’le daha sonra da Sovyetler Birliği ile baş edebilmek adına iktidar gücüne dayalı bir mantıkla Armageddon Savaşını yani dünyada büyük bir nükleer savaş çıkararak düşmanlarını imha edecek bir kıyamet günü senaryosunu gerçekleştirmek için teknoloji ve bilimi finanse ederken, kendi halkını da yanıltıcı ve yalan haberlerle onyıllardır oyalamaktadır.

İçinde bulunduğumuz Kudüs krizi sürecinde, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere çeşitli Batı Avrupa devletleri ve İsrail devletinin işbirliği yaparak karşımıza diktiği terör duvarlarıyla devletimiz ve milletimizle omuz omuza vererek mücadele etmeye çalışıyoruz. Kuzey Kore’nin nükleer saldırılarından şikâyet eden Donald Trump yönetiminin, aslında II. Dünya Savaşı döneminden beri nükleer silah ve teknolojilerini geliştiren bir devletin vatandaşları olmaları oldukça çarpıcı ve bir o kadar da insanlık dışı bir tablodur.

Kıyamet Silahı

Daniel Ellsberg, ABD’nin kurum ve örgütlerinde çalıştığı Vietnam Savaşı sırasında devletin gizli belgelerini açıklayan, halktan gizlenen kirli çamaşırları ve Watergate Skandalını, Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri) adı altında yayınlayarak Richard Nixon’ın başkanlıktan düşmesine sebep olan bir aktivisttir. Ulusal Güvenlik Örgütü yanında diğer kurumlarda da istihbarata erişimi olan birisidir. Nükleer savaş planlayıcılarından birisi olarak görev yaparken, Amerikan halkından gizlenen ve 1940’lardan beri süregelen nükleer savaş planlarını öğrenince bunları ifşa etmeyi gerçek bir vatandaşlık görevi sayar. Son aylarda piyasaya çıkan ve başlığı Kıyamet Silâhı anlamına gelen The Doomsday Machine: Confessions of a Nuclear War Planner (2017) kitabında, Roosevelt, Truman, Eisenhower, Kennedy ve Johnson gibi devlet başkanlarının bilgisi dahilinde üretilen ve geliştirilen nükleer silahları Kıyamet Silâhı olarak adlandırır. Nükleer Savaş planlarıyla yeni bir Hitlerci totaliter devlet anlayışını destekleyen ve milyonlarca insanı birkaç saat içerisinde imha edecek öldürme kapasitesini zaman zaman devlet başkanlarından bile gizlemeyi başaran bir derin devletin bu siyasetini, özellikle de tarihimizin bu en kritik ve zorlu ulusal mücadele döneminde çok iyi anlamamız gerekmektedir.

ABD, II. Dünya Savaşı ile Soğuk Savaş döneminde önce Hitler’le daha sonra da Sovyetler Birliği ile baş edebilmek adına iktidar gücüne dayalı bir mantıkla Armageddon Savaşını yani dünyada büyük bir nükleer savaş çıkararak düşmanlarını imha edecek bir kıyamet günü senaryosunu gerçekleştirmek için teknoloji ve bilimi finanse ederken, kendi halkını da yanıltıcı ve yalan haberlerle onyıllardır oyalamaktadır. II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ve İngiliz bombardıman uçakları Almanya’da sadece fabrika ve askeri hedefleri vurduklarını kamuoyuna açıklarken aslında sivilleri de hedef aldıklarını halktan gizlemişlerdir. Bu yalanları devlet kurumlarındaki görevlerinde öğrenen Ellsberg, bu bombaların içerdiği beyaz fosfor ve napalm türünden maddelerin, insan cildine yapışarak yakma özelliği taşıdığını da anlamakta gecikmez. Aslında bu bombalama pratiği Nazilerin yaptığı “terör bombası” (s. 24) uygulamasını taklit eden bir uygulamadır.

Nazilerin yaptığı bombanın tehlikelerini farkeden Yahudi bilim adamı Leo Szilard, Albert Einstein’dan Başkan Roosevelt’e bir mektupla bu Alman tehlikesini bildirmesini rica eder. Böylelikle, Başkan Roosevelt’in başlattğı Manhattan Projesi’nde çalışan bilim adamlarının, Amerikan devletinin Almanlardan daha güçlü olmak için değil de devleti dış tehlikelerden korumak yalanıyla kandırıldıkları çalışma başlatılmış olur. Hitler insanları kısa sürede imha edecek bombaların üretilmesi taraftarı olduğundan nükleer bomba üzerine yıllarca sürecek çalışmayı mantıksız bularak durdurmuştur. Kendisi için bir tehlike olmadığı hâlde nükleer silah yapımının 1940’lardan itibaren geliştirilmeye devam etmesi, ABD’nin savunma hakkının saldırı hakkına evrildiğini gösterir.

Alman tehlikesinin bittiğini gören Manhattan Projesi çalışanlarından Szilard ve diğer bilim adamları, geliştirilen nükleer bombanın düştüğü çevrede yaratacağı büyük tehlikeyi görerek Japonya’ya karşı kullanımdan devleti caydırmaya çalışır. Hiroşima ve Nagazaki, sadece ABD’nin dış tehlikelerden korkularını bertaraf etme amacını gütmemiştir.

Gerçekte var olmayan bir tehlikenin sanal “korkusu” Amerikan halkında yaratılan ve halkın duygularını sömürerek manipüle eden bir siyaset anlayışını günümüze kadar getirmiştir.

Dünyayı Kurtarma Miti

1957’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin başlattığı Sputnik dönemi ise ABD’deki savunmasız bırakılma korkusunun somut bir örneği olarak kurgulanmıştır. Bu dönemdeki gelişmeler, tam olarak hangi ülkenin dünya liderliğini ve jandarmalığını üstleneceği kaygısı yanında ABD’nin sadece kendi halkını değil, aynı zamanda dünyayı da kurtaran bir mesih rolünü üstlenmesini de kolaylaştırmıştır. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere ülkeye gelebilecek stratejik tehditlere karşı çalışma yapan kurumlarda olası saldırılardan çok buna cüret edenlerden “intikam almaya yönelik” (s. 39) çalışmalar yapılmakta idi.

Amerika’yı ve dünyayı büyük bir nükleer savaş tehlikesinden koruma miti üzerine temellendirilen korkuları gidermek için Hitler’i arattırmayacak “terör bombacılığı” çalışmasıyla, kurulan kıyamet düzeneği çoktan işlemeye başlamıştı. Bundan daha korkutucu olanı Başkan Eisenhower’ın 1959’da nükleer denetimden sorumlu olan Amiral Harry D. Felt’e verdiği gizli
bir mektuptur. Felt’in Daniel Ellsberg’e söylediğine göre bu mektup, Washington’daki Eisenhower ile Hawaii’de görev yapan Felt arasındaki iletişim kesilirse, Felt’e devlet başkanı adına nükleer savaşı başlatmak için bütün yetkileri devrediyordu.

Eğer iletişim bir arıza nedeniyle kopacak olsa bunu bilmeyen bir kişi savaşı başkan adına başlatmış olacaktı. Bu ince nokta bütün nükleer dönem boyunca, Amerikan kamuoyundan titizlikle saklanmıştı. Amerikan halkı bugüne kadar nükleer savaşa girme karar ve yetkisinin sadece devlet başkanına ait olduğuna inanmıştır. ABD’nin nükleer gücünün başkan yerine başka birisine teslim edilmesi, o sözkonusu kişiye adeta “ilâhî imha gücünü” (68) vermektedir.

Bunun ne anlama geldiği açıktır: korkulardan örülü duygulanım siyasetini bir adım ileri götüren devlet çarkı, istenilen bir anda savaş başlatabilecek siyasal yönetim sistemini kurmuştur. Amerikan halkı bunu bilmese bile. Ellsberg, bu durumun, sorumsuzca davranan bir kişinin elinde büyük bir tehlike arzedeceğini farklı başkanlara açıklasa da günümüze dek değişen bir şey olmamıştır. 22 Ekim 1962’de Sovyetlerin Küba’ya yerleştirdiği füzeler dolayısıyla Sovyetler ile ABD arasında başlayan kriz, Başkan John F. Kennedy’nin verdiği beyanatla birlikte tehlikeli bir süreci başlatır. Çünkü Küba’daki füzelerin Batı’daki devletlere atılması durumunda, Sovyetler Birliği’ne karşılık verileceği kararı kesinleşmiştir.

Küba krizinin perde arkasındaki gerçeği gizli belgelerden açıklayan Ellsberg, Kennedy’nin ültimatomu ile verilen birkaç günlük müddet bitmeden Kruşçev’in füzeleri geri çekmesiyle kendi ülkesinde yenik bir lider olarak görülmeyi sineye çekmesini şöyle açıklar: ABD’nin elindeki nükleer silahları Sovyetler’e karşı kullanması halinde neler olabileceğini düşünerek ecel terleri döken Kruşçev gibi Kennedy de aynı kaygıları paylaşır. İki ülke arasında basit bir olay gibi görünen Küba krizi, dünyayı felakete sürükleyecek bir nükleer savaşın eşiğinden son anda dönüldüğünü göstermesi bakımından çok korkutucudur.

Aslında Kruşçev, Kennedy’ye yazdığı özel mektubunda dünyayı “termonükleer savaş felâketine” (219) götüren bir yanlıştan geri dönülmesi isteğini yineler.

Öte yandan Robert Kennedy ise kardeşi John F. Kennedy’nin duygularını özetlerken, onu korkutan en önemli tehlikenin Amerika ve dünyada böyle bir savaşta ölecek çocukların ve gençlerin, gelecekte “bir seçimde oy kullanma, seçilme, bir devrim yapma ve kaderlerini belirleme haklarının” (219)
ellerinden alındığı bir dünyanın, çok yakın bir gelecekte gerçek olması yani Kıyamet Günü’nün gelmesi ihtimaliydi.

Bu olay Ellsberg’e şunu göstermiştir: nükleer silahları sorumlu bir biçimde kullanmayan ülkeler, dünyaya tehlike saçmaktadır ve bu sadece nükleer silahları ellerinde bulunduran İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore gibi daha küçük ülkelerle sınırlı kalmayan bir tehlikedir. Küba krizinin ardında yatan gerçek, Ellsberg’e göre, “süper güçlerin sorumluluk duygusuyla hareket eden liderlerinin elinde bulunan nükleer silahlar” bazen “uygarlığın devamına
halel getirecek tehlikeler doğurmaktadır” (221).

Nükleer Tehditler

Bütün bunlar gösteriyor ki 15 Temmuz 2016’da bastırılan işgal hareketinden bu yana memleketimizi terörize eden Batılı güçlerin bize nükleer savaş açma konusunda Orta Doğu coğrafyasını tehlikeli bölge olarak dünyaya sunmak amacıyla ellerinden geleni yaptıkları yadsınamaz. İçinde bulunduğumuz ve tehlike sinyallerinin sürekli görüldüğü bir dönemde, Kuzey Kore’nin olası bir saldırısına karşı savunma hakkını (!) kullanmak isteyen ABD’nin elinde bulunan nükleer silahların imha kabiliyeti sadece Kuzey Kore ile sınırlı değildir.

Bütün gücünü silahlarından alan devletler, 3. Dünya ülkelerine “ihraç” ettikleri eğitim sistemi ile zihinlerini sömürgeleştirdiklerini ve direnemeyecek ölçüde pasifize ettiklerini sandıkları insanların beyin ve direnme gücünün kendilerine karşı bir silah gibi yöneldiğini de görmek zorundadırlar. ABD’de Rıza Sarraf ve Halk Bank davalarını Türkiye’ye karşı şantaj aracı olarak kullanan sözde yargı mensupları ya da Kudüs’ü İsrail’inn başkenti yapma gücünün olduğuna inanan bir devlet başkanı, bu dünyada bizlerle ve Orta Doğu’da bulunan bütün halklarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundadır.

Öte yandan Filistin’de küçük çocukları kafeslere kapatıp, Nazilerin toplama kamplarında kendi dedelerinin yaşadığı sindirme taktiklerini uygulamayı bir başarı zanneden İsrail devlet güçleri, gerek kendi ülkelerinin sağduyulu insanlarının gerekse ABD ile dünyanın her tarafında gözünü budaktan sakınmayan fikir ve sanat insanlarının aktivizmine son veremeyeceklerini, yani bütün dünya nüfusunun tarihsel belleklerini yok edemeyeceklerini ve onları toptan öldüremeyeceklerini de unutmamalıdırlar.

ABD yönetiminde bulunan yetkililer de aynı şekilde tarih boyunca Amerikan halkına söylenen yalanların ortaya çıkması korkusuyla yaşamak zorunda kalacaklarını unutmamalıdırlar. Bu korku, sanal korkular yaratıp termonükleer savaş silahları geliştirmeye ve birgün onları kullanacakları hayaliyle hiç yaşamadıkları coğrafyalarda savaş ve katliam yapmaya hiç benzemez.

ABD yönetimi ve yetkilileri yanında Amerika’nın ve İsrail’in sağduyu sahibi halkları da bilmelidir ki eğer ABD bizzat kendi devletinin sınırları içerisinde nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirebilirse, Orta Doğu ülkelerine ve orada yaşayan Müslümanlara karşı Amerikan kamuoyunda yazılı, görsel ve dijital medya aracılığıyla ürettiği korkuları bertaraf edebilirse, İsrail sürekli orantısız güç kullandığı savunmasız insanlara şiddet uygulamaya bir son verirse sadece bu coğrafyada yaşayan bizler değil aynı zamanda bütün dünya ülkeleri de huzura kavuşacaktır.

Dünün Stratejik Müttefikliği ve Türkiye-ABD İlişkilerinin Bugününe Dair

15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından gerçekleştirilen ve sık kullanılan ifade ile “darbe girişimi” olarak nitelendirilen ama aslında açıkça bir “işgal girişimi” olan hadise, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerildiği süreçte yakın dönemde vuku bulan ilk ciddi gelişme olmuştur.
Türkiye, demokrasisini ve vatandaşlarını hedef alan bu hain girişime karşı ABD’den müttefiklik ruhuna uygun denebilecek herhangi bir destek görememiştir.

Stratejik müttefiklik kavramı uzun süre Türkiye-ABD ilişkilerinin tanımlanması için kullanılan bir ifade olmuştur. Her ne kadar Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri her dönem bu tanımlamaya uygun bir minvalde yürümüş olmasa da hem iki ülkenin dış politika yapıcıları ve karar alıcıları hem de uluslararası ilişkiler disiplini ile hemhal olanlar genel anlamda bu tanımlamadan vazgeçmemiştir. Buna rağmen ilişkilerde zaman zaman görülen gerilim veya hassas dönemler diye tabir edilen demlerde bu tanımlama üzerine gerekli sorgulamalar da yapılagelmiştir. Açıktır ki bugün iki ülke ilişkilerinde gelinen nokta itibariyle bu tanımlama fazlasıyla sorgulanmaya başlanmıştır; dahası bu tanımlamanın artık iki ülke arasındaki ilişkileri ifade etmediği görüşü hâkim durumdadır. İlişkilerin mevcut durumu hakkında bu görüşün hâkim olmasına yol açan ve yakın dönemde cereyan etmiş olayları hatırlamanın, gelinen noktanın sonuç ve yansımalarını irdelemeyi amaç edinen bu yazının değerlendirmesi için uygun olacağı düşünülmektedir. Son birkaç yıllık zaman zarfında Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan gelişmeleri hatırladığımızda karşımıza gergin ve hassas bir geçmişin çıktığını görmekteyiz. İlişkilerin gerilmesine yol açan gelişmeler 15 Temmuz İşgal Girişimi ve Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) lideri Gülen’in iadesinden Rıza Sarraf konusuna; ABD-YPG ilişkilerinden S-400 ve F-35 başlıklarında ele alınabilir.

15 Temmuz İşgal Girişimi ve Gülen’in İadesi

15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından gerçekleştirilen ve sık kullanılan ifade ile “darbe girişimi” olarak nitelendirilen ama aslında açıkça bir “işgal girişimi” olan hadise, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerildiği süreçte yakın dönemde vuku bulan ilk ciddi gelişme olmuştur. Türkiye, demokrasisini ve vatandaşlarını hedef alan bu hain girişime karşı ABD’den müttefiklik ruhuna uygun denebilecek herhangi bir destek görememiştir. Zira ABD yönetimi ancak bu terörist girişimin akamete uğrayacağı kesinleşince Türkiye’deki seçilmiş, meşru hükümete olan desteğini açıklayabilmiştir. Hem Türkiye’deki karar alıcılar nezdinde ve hem de Türkiye kamuoyundan tepki alan ABD’nin bu tutumu, Türkiye’nin terörist başı Gülen’in iadesini ABD’den istemesiyle devam etmiştir. Gülen’e yönelik suçlamalar ve iadesi konusunda ABD makamlarına teslim edilen belge ve dosyaların Washington’da Ankara’nın beklediği ciddiyetle ele alınmaması, Türkiye tarafında sürekli bir eleştiri konusu olurken; ABD’ye yönelik tepkileri de beraberinde getirmiş hatta bu hain girişim ile ABD’nin bağlantısına dair görüşler ortaya çıkmıştır.

Papaz Brunson’un Tutuklanması

15 Temmuz İşgal Girişimi sonrasında yürütülen soruşturma ve operasyonlar kapsamında 2016 yılı Aralık ayında İzmir’de tutuklanan ABD’li Papaz Andrew Craig Brunson, iki ülke ilişkilerinde gerilimin tırmanmasına yol açmış hatta ABD Başkan Donald Trump, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Vaşington ziyaretinde konuyu gündeme getirirken; mikroblog sitesinden de Brunson’un serbest bırakılması gerektiğini belirten bir mesaj paylaşmıştır. Brunson’ın yargılanması devam etmektedir.

Korumalar Hakkında Tutuklama Kararı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2017’de gerçekleştirdiği Vaşington ziyaretinde Türk Büyükelçiliği önünde toplanan ve Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a slogan ve hakaretlerle saldıran terör örgütü destekçilerine müdahale eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın korumaları hakkında ABD yargısınca tutuklama kararı ve ülkeye giriş yasağı çıkarılmış; ABD Kongresi de Türkiye’nin korumalar için almayı planladığı 1 milyon 200 bin dolar değerindeki ABD yapımı silahların satışını iptal etmiştir. İki ülke ilişkilerinde görülen gerilimin artmasına sebep olan bu olayda son olarak 11 koruma hakkındaki davanın düşürüldüğü açıklanmıştı.

Metin Topuz’un Tutuklanması

ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli olan Metin Topuz’un FETÖ’nün 17/25 Aralık kumpasına yönelik yapılan soruşturmalar kapsamında  “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs”, “devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla, gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin etmek” ve ‘’Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs’’ suçlarından tutuklanması iki ülke ilişkilerinde yeni bir gerilimi doğurmuştur. ABD’nin Türkiye’deki büyükelçisi Jonny Bass tutuklanma ile ilgili olarak skandal denilebilecek açıklamalarda bulunurken;  Topuz’un tutuklanmasından dört gün sonra ABD, Türkiye’den yapılan vize başvurularını askıya aldı. Türkiye’nin mütekabiliyet esasınca karşılık verdiği bu hamle bir süre ilişkilerdeki gerginliğin tırmanmasına yol açarken; daha sonra taraflar karşılıklı olarak normal vize prosedürüne geçiş sağladı.

Rıza Sarraf Olayı

FETÖ’nün 17/25 Aralık’taki kumpasını ABD’de sürdürme gayretleriyle manipüle ettiği ve İran’a uygulanan yaptırımların ihlal edildiği iddiasıyla ABD’de tutuklanan Rıza Sarraf’ın yargılandığı sözde dava ve sonrasında bu davada yine ABD’de tutuklu bulunan Halkbank eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’nın tek sanık haline gelmesi ile süreç Türkiye karşıtı bir hamle haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu olay Türkiye ve ABD ilişkilerindeki gergin tonu bir nebze daha artırırken; son olarak Mehmet Hakan Atilla söz konusu kumpas davasından 32 ay hapis cezası almıştır.

F-35’ler

Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alacak olması ve son olarak Papaz Brunson’un Türkiye’deki tutukluluğunun devamı üzerine ABD’de bazı senatörler, geçtiğimiz günlerde F-35’lerin Türkiye’ye teslimatını engellemek için Senato’ya bir yasa teklifi sunmuştu. Bundan sonra ABD’nin F-35’ler konusunda Türkiye’ye ambargo uygulayabileceğine dair iddialar gündeme gelmiş; konuyla ilgili son olarak Savunma Sanayii Müsteşarı Prof. Dr. İsmail Demir, Türkiye’nin de proje ortağı olduğu F-35’ler için ilk teslimatın 21 Haziran’da olacağını belirtmiştir.

YPG’ye Destek ve Yardımlar

ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin sınırlarını tehdit edip, sınır illerini hedef alan ve Türkiye’ye dönük saldırı ve tacizlerde bulunan terör örgütü PYD/YPG/PKK ile yakın iş birliğine gitmesi ve binlerce tırlık yardımda bulunması, Türkiye ile ABD ilişkilerinde görülen gerginliği zirveye taşıyan önemli bir unsur olmuştur. Türkiye’nin uyarılarına rağmen ABD’nin hala yardımlara devam etmesi gerilimi artırırken, Münbiç konusunda başlatılan temas süreciyle birlikte yen bir dönem başlamıştır.

ABD’nin Kudüs Hamlesi

ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma hamlesi ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ilişkilerin son dönemde gerilmesine yol açan önemli bir başka husus olmuştur. Yaşanan tüm bu gelişmelerin yanında ABD yönetim organlarından birbiriyle çelişecek düzeyde farklı açıklamaların gelmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginliğini yükseltmiştir. ABD ile yaşanan bu gergin sürece karşılık Türkiye’nin Rusya başta olmak üzere komşu ülkelerle olumlu iş birliği örneklerini hayata geçirmesi, Türkiye için bir kez daha Batı’da merkez ve eksen kayması tartışmalarını gündeme getirmiştir. Oysa Türkiye’ye bu eleştiriyi yöneltenler Türkiye’nin kendisini merkeze alan ve 360 derece eksene sahip çok yönlü ve aktif bir dış politika güttüğünü görmezden gelmektedirler. Zira Türkiye bu süreçte Singapur’dan Sudan’a Rusya’dan Suudi Arabistan’a İngiltere’den İran’a Moğolistan’dan Bosna’ya kadar pek çok kıta ve ülkede yoğun bir diplomasi yürütmüş ve geniş bir yelpazede örnek iş birliği modelleri geliştirmeyi başarmıştır. Türkiye’yi eksen kayması vb. gibi argümanlarla itham edenlerin gözden kaçırdığı veya görmek istemediği bir başka husus da Türkiye’nin tüm ittifak anlaşmalarına ve komşularına karşı sorumluluklarını yerine getirdiği gerçeğidir. Ancak buna rağmen ABD’nin üstelik Türkiye gibi NATO ülkesi bir müttefikine karşı bu müttefikinin ulusal güvenliğini tehdit eden bir terör örgütü ile yakın iş birlikleri geliştirmesi, bu terör örgütünü desteklemesi dahası Türkiye’nin sınırlarından dolayı NATO’nun güney sınırlarını da tehdit eden bir terör örgütü ile ortaklık yapması, bu ülkenin terörle mücadeledeki samimiyetinin sorgulanmasını gerektirecek boyutlara ulaşmıştır. ABD açıkça müttefiklik ruhuna aykırı hamleler yapmaktadır.

Kudüs konusunda Türkiye’nin yapmış olduğu tüm çağrı ve uyarılara rağmen ABD’nin attığı adımlar, bu ülkeyi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki oylamada görüldüğü üzere dünyada yalnızlığa iterken; İsrail’in işlediği vahşete ortak etmiş; Filistin-İsrail çatışmasının çözümü noktasında ABD’yi bir arabulucu değil aleni bir taraf haline getirmiştir. Ayrıca Kudüs konusundaki gelişmeler, Birleşmiş Milletler’in reforme edilmesi çağrılarının ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde Türkiye’nin sıklıkla dile getirdiği ‘‘Dünya 5’ten büyüktür.’’ iddiasının gittikçe güç ve vücut bulduğu bir ortamı doğurmuştur. ABD ile yaşanan tüm bu gelişmeler, iki ülke ilişkilerinde görülen gerginliğin tırmanmasına sebep olurken özellikle Türkiye kamuoyundaki ABD algısının da olumsuz bir şekle bürünmesine yol açmıştır.

Türkiye – Ermenistan İlişkileri: Geçmişten Geleceğe Değişen Bir Şey Yok

Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihsel sürecine baktığımızda hem 2000’li yıllarda hem de öncesinde Türkiye’nin, bölgede güvenin, refahın ve barışın sağlanması için elinden gelen çabayı sarf ettiğini görebiliriz. Yalnız görülen odur ki Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi ancak Ermenistan’ın normalleşmesiyle mümkün olacaktır.

Türkiye-Ermenistan ilişkileri, Türk dış politikasında, Kafkasya coğrafyasındaki en sorunlu alanı oluşturmaktadır. Sözde soykırım iddiaları, tarihe dayalı sorunlar, Türkiye’nin doğu vilayetlerinin Batı Ermenistan içerisinde gösterilmesi ve Sovyetler sonrası dönemdeki Karabağ Savaşı Ermenistan’ın, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesine engel olmuştur.1

Ermenistan Anayasası’nın 13. maddesinin 2. Paragrafında, devlet armasında Ağrı Dağı’nın yer aldığını görebiliriz. Yine Ermenistan Parlamentosu’nun 23 Ağustos 1990’da kabul ettiği Bağımsızlık Bildirgesinin 11. maddesinde, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi için ‘’Batı Ermenistan’’ ifadesine yer vermiştir. Ermenistan, çeşitli zamanlarda Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırları çizen 1920 tarihli Gümrü ve 1921 tarihli Kars Antlaşmalarının yürürlükte olmadığı iddialarını dile getirmektedir.2

Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin ilk dönemlerine baktığımızda, Ermenistan’ın olumsuz tavırlarına rağmen Türkiye’nin ikili ilişkilerin gelişmesi için çaba harcadığını görmekteyiz. 16 Aralık 1991’de Türkiye, ABD’nin ardından Ermenistan’ı tanıyan ikinci ülke olarak yer almıştır. Tanımadan sonra ise Moskova’daki Türkiye Büyükelçisi Volkan Vural, 1992 Nisan’ında Ermenistan’a yaptığı ziyaret ile ilişkileri başlatmıştır. Türkiye, bağımsızlığının ardından Ermenistan’a kendi toprakları üzerinden insani yardım malzemesi gönderilmesini sağlamıştır. Ayrıca Türkiye, Ermenistan’ı 25 Haziran 1992’de kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na kurucu üye olarak davet etmiştir.3

Türkiye’nin Ermenistan’a yakınlaşma girişimi bununla sınırlı kalmamış, 1992’de Ankara Ermenistan’a 100 bin ton buğday satmış, hemen ardından 1992-1993 kışı boyunca üç yüz milyon kilowatt-saat elektrik enerjisi satılması konusunda bir enerji antlaşması imzalanmıştır. Lakin antlaşma hem Azerbaycan’da hem de Türkiye’de tepki ile karşılanınca iptal edilmiştir. Ermenistan’ın özellikle Hocalı’da yaptığı katliam ve hemen ardından Kelceber bölgesini işgali ile birlikte Türkiye, Ermenistan politikasında değişikliğe gitmiştir. Türkiye, Azeriler ve Ermeniler arasındaki çatışmalarda Azerbaycan tarafını destekleyerek 1993 yılında Ermenistan ile olan sınırını kapatma kararı almıştır. 4

Günümüz itibarıyla Türkiye, Ermenistan ile olan ilişkisini hava koridorunu kapatma, uçak seferlerini iptal etme ve sınırları kapatma şeklinde sınırlandırarak ilişkilerin gelişmesini şu koşullara bağlamıştır:

  1. 1915 olaylarına ilişkin soykırım iddialarının kalkması;
  2. Türkiye’ye yönelik toprak talebinden vazgeçilmesi;
  3. Dağlık Karabağ ve yedi rayonun işgalinin bitmesi ve mültecilerin dönüşü;
  4. Azerbaycan’ın diğer bölgeleri ve Nahçivan koridorunun açılması.5

Türkiye bu koşullara rağmen Ermenistan ile ilişkilerinde devamlı yapıcı olmaya çalışmıştır. Örneğin, 1995’te İstanbul-Erivan arasında uçak seferlerine imkân veren H-50 koridorunun açılmasına izin verilmiştir. Bu koridor hala açıktır. Türkiye diyalog kanallarını BM ve AGİT gibi uluslararası kuruluşlar ile devam ettirmiştir.6 Lakin Ermenistan devleti bu yapıcı tutumuna karşılık Türkiye’yi uluslararası alanda suçlamaya devam etmiştir. Hatta PKK ve ASALA gibi terör örgütlerine destek vermiştir.

2005 yılında Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, dönemin Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan’a bir mektup göndererek, Ermeni ve Türk tarihçileri ile birlikte diğer uzmanlardan oluşacak bir komisyonun (Ortak Tarih Komisyonu) 1915 dönemine ait olayları sadece Ermeni ve Türk değil, üçüncü ülkelere de arşivlerini açarak uluslararası kamuoyuna açıklamaları çağrısı yapmıştır.7 Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini 2007 yılından itibaren somut adımlar atarak geliştirmeye başlamıştır. 2007 yılının Mart ayında Van Gölündeki Akdamar Kilisesi, Türkiye tarafından restore edilmiş ve açılışa dönemin Ermenistan Kültür Bakan Yardımcısı Gagik Gürciyan başta olmak üzere birçok Ermeni bürokrat katılmıştır. Aynı yıl içerisinde Antalya-Erivan uçak seferleri de başlayarak süreç devam etmiştir.8 Ayrıca on binlerce Ermeni, Türkiye’de kayıt dışı olarak çalışmakta ve gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları ve iş dünyası kuruluşları serbestçe iş yapabilmektedir.9 2007 yılının Ağustos ayında başlatılan ve uzun bir süre İsviçre’nin arabuluculuğunda gizlice yürütülen görüşmeler sonucunda, 31 Ağustos 2009 tarihinde Ermenistan ve Türkiye arasında iki protokol parafe edilmiştir. Bu protokollerden ilki, Türkiye-Ermenistan arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasını öngörürken, ikinci protokol ise taraflar arasında somut işbirliği olmasını belirlemektedir. 2008 yılından itibaren taraflar arasında hızlı gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Bunlardan en önemlisi 2008 yılı Eylülünde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dünya ve bölge medyasında geniş yer bulan, “futbol diplomasisi” çerçevesinde Erivan ziyareti olmuştur.10 Protokollerin açıklanmasından sonra Türkiye’de muhalefet tepki göstermiş, aynı zamanda Azerbaycan tarafında da tepki ile karşılanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 12 Aralık 2013 tarihinde Erivan’a ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyarette Davutoğlu’na Yeni Şafak gazetesi yazarı Markar Esayan ve şu anda Fransa vatandaşı olan Samson Özararat ile Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş gibi Ermeni kökenli kişiler eşlik etmiştir.11 Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki bu dönemde diğer bir önemli gelişme ise Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbandyan’ın 28 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın devir-teslim törenine katılarak, Ermenistan yönetiminin tebrik mesajını ve davetini ileten bir mektup sunmasıdır.12

Bütün bu gelişmelere rağmen Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme çabası, protokollerin Ermenistan tarafından meclisten geri çekilerek rafa kaldırılması ile sonuçlanmıştır. Türkiye’nin tüm çabalarına ve iyi niyetine rağmen bir Amerikan kuruluşu olan Caucasus Reserch Resource Centers (CRRC) tarafından 2015 yılında yapılan bir kamuoyu araştırmasına katılanların yarısı Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasının Ermenistan ulusal güvenliğine zarar vereceğini dile getirmiştir. Ayrıca %82’si Türkiye’ye güvenilmeyeceğini ifade etmiştir.

19 Eylül 2017 yılında Sarkisyan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşmada da Türkiye’nin kabul edilemez önkoşullar (Dağlık Karabağ) öne sürdüğünü söyleyerek protokollerin geçersizliğini beyan edeceklerini belirtmiştir.

2018 yılına geldiğimizde Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın sözcüsü Vladimir Hakobyan, Ermeni televizyonu Yerkir Media’ya yaptığı açıklamada, “Sarkisyan, Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Ermeni-Türk protokollerinin iptal edildiğini söyledi” dedi. Ermenistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tigran Balayan da Twitter’da yaptığı paylaşımda Sarkisyan’ın bu anlaşmaları “geçersiz ilan ettiğini” duyurdu. Protokollerin kaldırılması ile bir normalleşme süreci daha Ermenistan tarafından sonlandırılmış oldu.

Ermenistan’da halk protestolarıyla başlayan süreç sonucunda 8 Mayıs 2018’de parlamentoda yapılan seçimlerde Başbakan seçilerek yönetimin başına gelen muhalefet lideri Nikol Paşinyan, Türkiye’ye ilk mesajını ziyaret ettiği Ermeni işgali altındaki Dağlık Karabağ bölgesindeki Hankendi’nden verdi. Düzenlenen basın toplantısında komşu ülke Türkiye ile ilgili bakış açısı sorulduğunda Paşinyan şu yanıtı verdi:

“Biz Türkiye ile ön şartsız ikili ilişkilerin normalleşmesinden yanayız. Biz herhangi bir ön şart aramıyoruz. Arayan taraf Türkiye. Bu ön şartı da üçüncü bir ülkeyle olan ilişkilerine bağlıyor (Azerbaycan)’’. Bununla birlikte Paşinyan, ‘Ermeni soykırımının’ uluslararası toplum tarafından tanınması için çalışacaklarını belirterek bunun yeni soykırımların önlenmesi için gerekli olduğunu savundu.’’

Ermenistan’daki son gelişmelerin Türkiye’yle ilişkilere etkisini değerlendiren Ermeni uzmanlar, muhalif lider Nikol Paşinyan’ın başbakanlık görevine gelmesinden sonra Ankara’yla ilişkilerin değişmeyeceğini öngörmektedirler.

Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihsel sürecine baktığımızda hem 2000’li yıllarda hem de öncesinde Türkiye’nin, bölgede güvenin, refahın ve barışın sağlanması için elinden gelen çabayı sarf ettiğini görebiliriz. Yalnız görülen odur ki Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi ancak Ermenistan’ın normalleşmesiyle mümkün olacaktır. Lakin Ermenistan tarafının duygusal ve irrasyonel bir şekilde politika üretmesi, gelecekte de bir değişim olmayacağını göstermektedir. Hala Ermeni devleti, kendini Türk düşmanlığı üzerinden kurgulamaktadır.

Kaynakça

  • ASLANLI, Aras; Karabağ Sorunu ve Türkiye-Ermenistan İlişkileri, Ankara, Berikan Yayınevi, 2015.
  • ASLANLI, Aras; ‘’Karabağ Sorunu ve Azerbaycan-Türkiye-Ermenistan İlişkileri’’, Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası Avrasya Strateji Dergisi, Cilt 1, No 1, 2012, ss. 175-196.
  • GÖKÇE, Mustafa; ‘’Yukarı Karabağ Sorunu ve Türkiye-Ermenistan İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme’’, Turkish Studies, Volume 6/1, 2011, ss. 1111-1126.
  • İŞERİ Emre, ‘’Türkiye’nin Yeni Dış Politika Etkinliğinin Kafkasya’daki Sınırları: Ermenistan Boyutu’’, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der.), Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2010, s.247-264.
  • Barış Özdal, ‘’Türkiye-Ermenistan İlişkileri ve Güney Kafkasya’’, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der.), Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2010, s.303-322
    WAAL, Thomas De; Karabağ: Barış ve Savaş Süreçlerinde Ermenistan ve Azerbaycan, Çev.
  • Didem Sone, İstanbul, Hrant Dink Vakfı, 2014.
  • LÜTEM, Ömer Engin, ‘’Türkiye-Ermenistan ilişkileri’’ AVİM, 2017.

1Emre İşeri, ‘’Türkiye’nin Yeni Dış Politika Etkinliğinin Kafkasya’daki Sınırları: Ermenistan Boyutu’’, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der.), Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2010, s.247-264.
2Araz Aslanlı, ‘’Karabağ Sorunu ve Azerbaycan-Türkiye-Ermenistan İlişkileri’’, Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası Avrasya Strateji Dergisi, Cilt 1, No 1, 2012, s.179.
3Araz Aslanlı, a.g.m, s.191
4Mustafa Gökçe, ‘’Yukarı Karabağ Sorunu ve Türkiye-Ermenistan İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme’’, Turkish Studies, Volume 6/1, 2011, s.1119-1120.
5Araz Aslanlı, a.g.m, s.193.
6Araz Aslanlı, a.g.m, s.193.
7Araz Aslanlı, a.g.m, s.217-219.
8 Barış Özdal, ‘’Türkiye-Ermenistan İlişkileri ve Güney Kafkasya’’, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der.), Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2010, s.303-322.
9 Thomas De Waal, Karabağ: Barış ve Savaş Süreçlerinde Ermenistan ve Azerbaycan, s.366.
10 Barış Özdal, ‘’Türkiye-Ermenistan İlişkileri ve Güney Kafkasya’’, s.303-322.
11 Araz Aslanlı, a.g.m, s.232
12 Araz Aslanlı, a.g.m, s.239

Tarihçi Prof. Dr. Halil BERKTAY: “Erdoğan İçin MHP İle İttifak Hayatî Önem Kazandı.”

Son beş yılda Türkiye’nin, Batı ve özellikle ABD ile yol ayrımlarının giderek çoğaldığını görüyoruz. Amerika’nın koyduğu sınırların dışında, daha bağımsız dış politika çıkışları İsrail, Filistin ve Gazze sorunuyla başladı.

Batı dünyasında yaşanan krizler üzerine yaptığımız söyleşilerde Tarihçi Prof. Dr. Halil Berktay; Batı dünyasında yaşanan krizlerin tarihsel kökenlerini, Batı dünyasına yönelecek eleştirileri ve alternatifleri, Batı’nın kültür dünyamıza etkilerini anlatmıştı. Söyleşi dizimizin son bölümünde bu tarihsel çerçeveden hareketle güncel siyaset üzerine konuştuk.

Önceki söyleşilerimizde Türkiye’nin ve Türkiye somutunda birçok Batı dışı toplumun Batı ile ilişkisinin daha ziyade kültür ve medeniyet boyutları üzerinde durduk. Bugün artık siyasetten konuşalım mı?

Zaten gümbürtü önce siyasi ilişkiler alanında kopuyor. Çatışmalar, muhalefet, yol ayrımları siyasi-askeri ilişkiler alanında meydana geliyor. Ve budur ki Batı’nın sadece siyasi açıdan değil, aynı zamanda kültür ve medeniyet olarak sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Türkiye’nin durumu açık. Gerilim ve anlaşmazlık hep vardı. Aslında Türk milliyetçiliği (o zamanki haliyle Kemalist devletçi-milliyetçilik) Batı’dan o kadar hoşlanmıyordu. Batı (ve 1945 sonrasında hegemonik konuma yükselen Amerika) da bu devletçi Türk milliyetçiliğinden nasibini almıştı ama Soğuk Savaş süresince bunlar bastırılmış, sathın altına itilmişti.

Sovyetler Birliği’nin dağılması, komünizmin çöküşü, Soğuk Savaşın sona ermesi büyük bir değişim anlamına geldi. Türkiye, Batı (ABD) için Soğuk Savaş değerini yitirdi, Batı da Türkiye için. Dolayısıyla her iki taraf birbirinden görece soğumaya, uzaklaşmaya başladı. 1989-2002 arasındaki ilk aşamada, devletçi vesayet rejimi henüz ayaktaydı. Soğuk Savaş sonrasında Batı’nın insan hakları ve demokrasi konularında daha ısrarcı olmasına tepki göstermeye başladı. Derken 2002’de AKP ilk seçimini kazandı; iktidara geldi demiyorum, iktidar olmaya giden zor ve uzun yola girdi. Batı bu sefer İslâmofobik bir tedirginliğe girdi. Nerede bizim o güzel laik generallerimiz demeye başladı. Gene de AK Parti’nin özellikle AB ile ilişkileri sağlam tutmaya önem veren, liberal-demokratik ilk on yılında bu sefer bu tedirginlik kısmen bastırıldı. Kabaca 2012 dolaylarına kadar işler nispeten iyi gitti.

Buna karşılık son beş yılda Batı ve özellikle ABD ile yol ayrımlarının giderek çoğaldığını görüyoruz. Türkiye’nin, Amerika’nın koyduğu (veya hep uyulacağını varsaydığı) sınırların dışında, daha bağımsız dış politika çıkışları İsrail, Filistin ve Gazze sorunuyla başladı. Daha sonra, Türkiye’nin ve AKP’nin DAEŞ’i korumak, beslemek, el altından yardım etmekle suçlandığı bir aşamadan geçildi. Tam bir dezenformasyon kampanyası açıldı. Anlaşmazlık noktaları giderek çoğaldı ve bugün en başta Suriye, Kuzey Suriye (Rojava) ve Suriye Kürtleri sorunu geliyor. Madalyonun diğer yüzü, DAEŞ’i korumak ve desteklemekle suçlanan Türkiye’nin, bir sonraki aşamada DAEŞ’e karşı mücadeleden dışlanması, ekarte edilmesi oldu. Obama döneminden itibaren ABD yönetimi, DAEŞ’e karşı Türkiye’yi müttefik almaktansa Kuzey Suriye’deki Kürt nüfusa, daha da spesifik olarak PKK’nın bir uzantısı olarak değerlendirilen PYD örgütüne ve onun silahlı gücü olan YPG’ye dayandı; onları eğitti ve silahlandırdı. Batı, öncelikle Suriye’de Türk değil önemli bir Kürt nüfusunun bulunduğunu hesaba kattı; ardından solcu Kürtleri DAEŞ’in temsil ettiği cihadcılığa karşı daha seküler bir güç gibi gördü. Bu politikanın Trump seçilirse sona ereceği umulmuştu ama hiç de öyle çıkmadı. Aynı politika daha kapsamlı olarak devam etti, ediyor. Obama döneminde verilmeyen ağır silâhların, en ileri uçaksavar ve tanksavar füzelerinin vb. verilmesine ilişkin anlaşmalar Trump yönetiminde devreye girdi. YPG bayrakları tankların ve zırhlı araçların üzerine Amerikan bayraklarıyla yan yana dalgalandı. CENTCOM’un (ABD Merkez Komutanlığı’nın) web sitelerinde YPG gerillalarının “modern” genç kız ve delikanlılar olarak reklamı yapıldı. Öyle bir süreç yaşandı ki Türkiye bu adımların her birini protesto etti ama zerrece aldıran çıkmadı. Hepsi şu veya bu şekilde geçiştirildi, giderek olağan kılındı. Son olarak Batı koalisyonunun “Birleşik Ortak Görev Gücü – Doğal Kararlılık Harekâtı”nı temsil eden bir sözcüsünün, Defense Post sitesine, DAEŞ’in bertaraf edilmesi sonrasında Suriye’nin kuzey sınırında güvenliğin, yarı yarıya (YPG’nin cephe örgütü niteliğindeki) Demokratik Suriye Güçleri’nden oluşan 30.000 kişilik bir kuvvet tarafından sağlanacağını açıklaması, bardağı taşıran damla oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir “terör ordusu” olarak nitelediği bu güce izin verilmeyeceğini açıkladı ve ardından zaten haftalardır konuşulan Afrin operasyonu gelmekte gecikmedi.

FETÖ, Batı İle Türkiye Arasına Girmeyi Başardı

İyi de sorunlar bundan mı ibaret? Kuzey Suriye ve Suriye Kürtleri (ya da PYD/YPG), Türkiye ile Amerika arasındaki tek çatışma nedeni mi?

Değil kuşkusuz; daha 2012’den itibaren, Batı ve özellikle ABD, AK Parti iktidarından hoşnut olmadığını giderek daha net biçimde ortaya koydu. AKP ile Gülen Cemaatinin yollarının ilk ayrıldığı andan itibaren, Batının en önemli medya kuruluşlarının, New York Times’ın, Wall Street Journal’ın, Washington Post’un, BBC’nin, Le Monde’un, Guardian’ın vb. Türkiye haber ve yorumları “otoriterleşme” ve “diktatörlük” üzerinden kurulmaya başladı. O noktaya gelinceye kadar, Gülenciler gerek kilit NATO mevkileri ve diğer askerî temsil-temas noktaları açısından, gerekse medya mecraları açısından (özellikle Zaman ve Today’s Zaman sayesinde) o kadar güçlü bir şekilde mevzilenmiş ve Batı ile Türkiye arasına girmeyi başarmışlardı ki Gülenci yayın organları ile ABD’nin özellikle neo-con ve/ya İsrail yanlısı think tank’leri arasında öyle yoğun ilişkiler kurulmuştu ki 2012-16 arasındaki dört beş yıl boyunca Batı medyası hükümetten çok Gülencilere kulak verdi (ve bugün de vermeye devam ediyor). Bir tür dış kuşatma yaratıldı ve Batının ne yapıp yapıp Erdoğan’dan kurtulmak istediği hissi giderek belirgin hale geldi. 2015 yaz başında PKK’nın “yeni devrimci halk savaşı” ilânına giden süreç, gene Batı basınında (belki en tipik olarak Le Monde’da) hayli partizan yorumlara konu oldu. Gerillaların hazırlığını, PKK gençliğinin kararlılığını, TSK’nın asla bu kent ve kasabalara giremeyeceğini, hendek ve barikatların ötesinde yeni, komünal bir yaşam kurulmakta olduğunu ballandıran, göklere çıkaran yazılar yazıldı. İçerde ise, sol aydın ve öğretim üyelerinin bir kesimi maalesef PKK’nın ilçe merkezi işgallerine karşı güvenlik güçlerinin verdiği mücadeleyi neredeyse yeni bir Ermeni soykırımı gibi göstermeyi ve dışarıya, Batıya, Birleşmiş Milletlere, uluslararası kamuoyuna şikâyet etmeyi denedi. Bu da yanlış bir muhalefet tarzıydı ve her türlü gerilimin artmasına katkıda bulundu.

Hepsinin üzerine 15 Temmuz 2016 darbe girişimi geldi. Acaba ardında bir şekilde ABD var mıydı ya da Amerikan derin devletinin ne kadarı, ne ölçüde haberdardı FETÖ’nün bu hazırlığı ve hamlesinden? ABD bunu tabii resmen ve şiddetle reddediyor. Öte yandan, gerek Amerika’nın gerekse birçok Avrupa ülkesinin darbe karşısında uzun süre sessiz kaldığı; darbeyi başından itibaren asla kabul edilemeyecek bir girişim olarak değerlendirmediği, en azından bekle gör politikası izlediği de son derece açık. Belki içten içe darbenin başarısının pususuna yattılar, umutlandılar ve daha sonra ancak kerhen kınadılar. Tavır aldılarsa da biraz zoraki bir şekilde ve Türkiye’nin atlattığı badireyi küçümseyerek tavır aldılar. Halen de gerek Amerika’da gerekse Avrupa’da FETÖ propagandası büyük itibar görüyor. Türkiye’nin kendini anlatma çabalarından çok daha fazla güven duyuluyor, inanılıyor. Gülenciler ellerindeki bütün kanal ve olanaklarla hem darbeyi uydurma gibi gösteriyor hem de darbenin püskürtülmesinin ardından kendilerine karşı girişilen zorunlu tasfiye hareketlerini Türkiye’nin insan hakları sorunlarının en başında sayıyor. Kurulduğunu söyledikleri “baskı rejimi”nin özü ve esasını kendilerine yapılanlar gibi resmediyor. Türkiye ısrarla Amerika’dan Fethullah Gülen’in iadesini talep ediyor (veya ediyordu). Fakat bu hiç olacak gibi gözükmüyor. Hele Michael Flynn vakasından sonra hiç mümkünatı kalmamış gibi. FETÖ orada sımsıkı kök salmış; Türkiye içindeki aygıtı ne kadar hasar görmüş olursa olsun, yurtdışında geniş bir cemaate kumanda etmeyi sürdürüyor. Bunun, ucu Türkiye’ye uzanan bazı dava ve soruşturmalara da önemli yansımaları var. Bir Rıza Zarrab ve Hakan Atilla davasında savcılığın başvurduğu tanıklar ve tanıklıklar büyük ölçüde FETÖ cenahından geliyor. Yolsuzluk iddialarında hiçbir gerçek payı yok demek istemiyorum ama 17-25 Aralık 2013’le de örtüşen bir şekilde, davanın dokusunda, hazırlanışında ve kumaşında FETÖ’nün varlığı hissediliyor.

15 Temmuz 2016’dan sonra Türkiye, bir de anayasa referandumu sürecinde bazı Avrupa ülkeleri ile önemli çatışmalar yaşadı. Özellikle Hollanda ve Almanya ile Türkiye arasında büyük bir diplomatik kriz doğdu. Bu iki hükümet, kısmen Erdoğan’ın ve AKP’nin kazanmamasını istememek gibi bir tarafgirliğe, kısmen de kendi içlerinde gelişen aşırı sağcı, yabancı düşmanı, Müslüman düşmanı cereyanların fazla tepkisini çekmemek gibi popülist bir kaygıya kapıldı. Öyle veya böyle; referandumda hayır propagandasını şu veya bu ölçüde serbest bırakır veya normal görürken, evet yanlısı bir kampanyanın yürütülmesine izin vermediler. Bu bağlamda Türkiye’nin bakanları ve diplomatlarını dahi ülkelerine sokmadılar. Hollanda’daki Türkiye temsilciliklerinin diplomatik hakları çiğnendi. Fiziksel tacize dahi uğradılar. Türkiye’nin de buna karşı özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından tepkisi çok sert oldu. Erdoğan her iki ülkeyi doğrudan doğruya Nazizm ile suçladı; Almanya için, siz Nazizm’e geri döndünüz dedi. O zaman da yazdım; bence bu da yanlıştı. Tarihsel açıdan da yanlıştı, diplomatik açıdan da yanlıştı. İlişkiler ha koptu ha kopacak bir noktaya geldi.

Peki, bütün bunlar sırf Türkiye’ye mi özgü? Yeryüzünde sadece Türkiye mi özellikle Amerika ile bu kadar sert biçimde çatışıyor?

Hayır. Daha önceki söyleşilerimizde de ifade ettiğim gibi, bugün dünyada Amerika’nın güçlenen değil zayıflayan bir nüfuzu söz konusu. Bir kere, dünyanın Soğuk Savaş dönemindeki gibi ideolojik bloklara ayrışmıyor olması, ABD’nin kendi müttefikleri üzerindeki ağırlığını azaltıcı bir rol oynuyor. Eski ideolojik militanlıklar geçerli değil. Amerika’ya en çok meydan okuyan iki ülke, tabii Rusya ve Çin. Rusya, komünizmin çöküşü ve Sovyetlerin dağılmasıyla maruz kaldığı düşüşten bir ölçüde çıktı. ABD ile dünya çapında bir hegemonya yarışına girecek gibi olmasa da kendi yakın çevresi (güneyi ve batısı, Ortadoğu ve Doğu Avrupa) üzerinde tekrar söz sahibi olmayı büyük ölçüde başarıyor. (Ocak sonu itibariyle) Putin’in sembolik açıdan anlamlı son adımı, İngiliz yapımı Stalin’in Ölümü komedisini, Rus tarihini karaladığı ve yaşlı nesillerin duygularını rencide edeceği gerekçesiyle yasaklatmak. Böylece devrik komünizmin diktatörlük mirasına neredeyse doğrudan sahip çıkıyor.

Çin ise geleceğin hızla yükselen gücü. Aslında şimdiden ikinci süper devlet. Amerika ve Avrupa’nın kendi içlerine döndüğü koşullarda, dünya çapında bir liderlik alternatifi sunmakta. En son, küresel ısınma sonucu artık buzkıransız seyrüsefere izin veren Kuzey Buz Denizi ve Norveç’ten Kore’ye uzanan kuzey rotasını yeni bir İpek Yolu’na dönüştürme projesini ortaya attı. Bu gibi konularda klasik kapitalist ülkelerden bile çok daha atik davranıyor. Madalyonun diğer yüzünde, Zi Cinping hemen bütün yetkileri tekeline alırken, yedi kişilik Politbüro Daimî Komitesi’nin yeni ismi Wang Huning demokrasiye karşı “yeni otoritarizm”in teorisini kuruyor. İşte bu Çin, özellikle Güney Çin Denizi’ndeki adalar ve karasuları konusunda, hem ABD hem bütün diğer bölge ülkeleri (Japonya, Filipinler, Vietnam vb.) ile çatışmakta. Gene Çin’in, çeşitli Afrika ülkelerine hızla artan yardım ve yatırımları söz konusu. Şimdi şu nokta çok önemli: Rusya ile Amerika veya Çin ile Amerika arasındaki bu rekabet, artık herhangi bir ideolojik kılıfa sokulamıyor. Bu da Çin ve Rusya’nın lehine, Amerika’nın aleyhine. Çünkü (hele Trump yönetiminde) herhangi bir ahlâkî üstünlük iddiası ve bunu bir tahakküm aracına dönüştürme olanağı kalmıyor. Paradoksal olarak, büyük bir ideolojik çatıyı değil de “sadece” kendi devlet çıkarlarını savunuyor olmak, Çin ve Rusya’yı daha “normal” aktörler haline getiriyor.

Eski blokların dağıldığı bu giderek daha “çoklu” dünyada, başka birçok ülke de Amerika ile giderek daha fazla sürtüşmeyi göze alabiliyor. Örneğin Avrupa Birliği, özellikle Donald Trump’ın başkan seçilmesinden sonra ABD’den epey soğumuş ve araya mesafe koymuş durumda. Macron ve Merkel, Trump’a neredeyse fiziksel bir tepki gösteriyor. Göçmen sorunları gibi alanlarda, ABD ile gerek AB gerekse dünyanın kalanı arasında büyük bir sürtüşme konusu. Kuzey Kore ABD’ye cepheden meydan okuyan ülkelerin en çıkıntısı. Onu İran izliyor. Her ikisinin ana sorunu, kendilerini savunacak bir nükleer güce kavuşmak. Çünkü her ikisi de bıçak kemiğe dayandığında ABD’ye (İran örneğinde aynı zamanda İsrail’e) karşı direnmenin başka yolu olmadığı kanısında.

Kuzey Kore bu konuda çok daha açık. Atom ve hidrojen bombaları zaten var ve şimdi (a) Amerika’ya ulaşacak kadar uzun menzilli füzeler yapmaya; (b) elindeki nükleer patlayıcıları yeteri kadar küçük savaş başlıklarına dönüştürüp bu füzelere yerleştirmeye çalışıyor. İran ise (en azından görünüşte) ekonomik ambargonun kaldırılması karşılığı nükleer silâh programından vazgeçmiş gibi. Trump’a kadar, öyle gibiydi demek daha doğru olur. Asıl problem şu ki ABD ne yapacağını bilemiyor her iki ülke karşısında. Herhangi bir “önleyici saldırı” veya “ilk vuruş” doğrudan doğruya Amerikan ordusu tarafından çok riskli görülüyor. Elbette ne Kuzey Kore’yi, ne İran’ı sırf ABD ile çatışıyorlar diye aklayacak, yeryüzünün azizleri arasına katacak değilim. Demokrasi nedir bilmeyen birer diktatörlük ikisi de. Böyle bir diğer menfur rejim ve lider, Filipinler’de Duterte. Uyuşturucu kaçakçılığı ve kullanımına karşı mücadeleyi, büyük mafya babalarına değil sokaktaki küçük ve zavallı satıcılara yöneltirken hukuk diye bir şey tanımayıp güvenlik güçlerine rastgele infaz yetkisi vermesiyle ünlü. Davao belediye başkanı olduğu 1998-2016 arasında bu yolla 1400’ü aşkın cinayet işlettirdiği; cumhurbaşkanlığının Mayıs 2016 – Ocak 2017 arasındaki ilk sekiz ayında ise yasadışı infazların 7000’i geçmesiyle Filipinler polisin artık istatistikî bilgi vermeyi durdurduğu söyleniyor. Madalyonun diğer yüzünde, Duterte de dış dünyaya meydan okuyan bir duruş ve profile sahip. İnsan hakları konusunda Birleşmiş Milletler’den gelen eleştirilerin yoğunlaşması karşısında, “bağımsız bir dış politika” izlemekten, gerekirse ülkesini BM’den çekmekten, Çin ve bazı Afrika ülkeleriyle birlikte yeni bir uluslararası kuruluşa yönelmekten söz ediyor.

Tabii Amerika ve Batı açısından dünyanın en hassas bölgesi Ortadoğu. Burada bile, Amerika’nın konumu (en azından eskisine kıyasla) sallantılı. ABD Irak’ta taşları kendi eliyle yerinden oynattı ve bir daha toparlayamadı; Suriye’nin kaosa sürüklenmesine ise gene büyük katkıda bulundu. Şu anda Suudi Arabistan (Prens Muhammed bin Salman), Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır üzerinden, İran’a karşı yeni bir Sünni blok inşasına çalışıyor gibi. Fakat bu, ilk ağızda Katar’ın ve dolayısıyla kısmen de Türkiye’nin hedef alınmasını beraberinde getirdi. Doğrudan doğruya Suud’un kendi içindeki sarsıntı az buz değil. Lüks otellerde gözaltında tutulan iki yüz kadar prens ve işadamından, baskı yoluyla milyarlar tırtıklanmakta. Dolayısıyla Ortadoğu’da da geçmişteki istikrarın söz konusu olmadığını ve her an işlerin daha fazla karışabileceğini söyleyebiliriz.

Amerikan Emperyalizmi Sadece 75 Yıllık

Bu tablo, geçmiş görüşmelerimizde söylediğiniz gibi, Batı dışı ülkelerin siyasî ve askerî bakımdan güçlenmesi ve bağımsızlık olanaklarının artması dışında, Batı hakkında da bir şey söylüyor mu?

Güzel soru. Kurbağa kuyunun dibinde yaşar; aşağıdan yukarı baktığında gökyüzünü ve kâinatı kuyunun ağzı kadar sanırmış. Biz de öyle mi olacağız, yani çok sınırlı bir alanı mı göreceğiz sırf Türkiye açısından bakarken? Yoksa bunu daha bütünsel bir çerçeveye oturtabilecek miyiz?

Önce, belirli bir tarih ve zaman perspektifinden söz etmek istiyorum. Batı dediğimiz olayın nedir insanlık serüveninin bütünü içindeki yeri? Batının dünyanın kalanı üzerindeki siyasî ve askerî, ekonomik ve ideolojik nüfuzu… sonuçta kaç yıllık; ne zaman ve nasıl ortaya çıktı? En fazla 500 yıllık, herhalde daha doğru bir ölçüt olarak 250 yıllık bir dönem söz konusu. Anatomik anlamda modern insanlar (yani Homo sapiens) olarak, “arkaik insan türleri”nin bize en yakın olanından (yani Homo erectus’tan) ayrışmamız belki 300-200.000 yıl önce. Afrika’dan çıkıp dünyaya yayılmamız bundan 50.000 yıl önce (fakat şimdi İsrail’de yapılan yeni bazı kazılar bu tarihi çok daha gerilere, günümüzden 185.000 yıl öncelerine götürdü); yeryüzünde akrabasız ve yapayalnız kalmamız (yani Homo neandertalensis’in de yok olması) belki 30.000 yıl önce. Günümüzden 10-12 bin yıl öncesine kadarki varlığımızın da yüzde 99’u avcılık ve toplayıcılıkla; daha doğrusu leş yiyicilik, toplayıcılık ve avcılıkla geçiyor. Doğada ne bulursak el koyuyoruz; gerçek anlamıyla üretim yok henüz. Ancak bundan 10-12 bin yıl önce, bazı bitki ve hayvanları evcilleştirip tarım yapmaya; edinimden üretime geçmeye başlıyoruz. Bir beş ilâ yedi bin yıl da böyle gidiyor ve (yazıyla, kentlerle, devlet dediğimiz örgütlenme biçimiyle) medeniyet vücut buluyor. Başka bir deyişle, İÖ 3000’den günümüze, yani sadece beş bin yıldır devletli toplumlardan ve medeniyetten ya da medeniyetlerden söz edebiliyoruz.

Bu beş bin yılın içinde de İlkçağ 3500 yıl, sonra Ortaçağ 1000 yıl; geliyoruz İS 1500 dolaylarına. Bu arada, dikkat ederseniz, giderek hızlanıyor tarih, yani her bir büyük çağ kendinden öncekilerden daha kısa sürüyor; tersten söyleyecek olursak, çağ dönümleri gitgide daha sık çıkageliyor. Buraya kadar kuzey ve güney, doğu ve batı var da, büyük harfle Batı ve büyük harfle Doğu yok, farklı sosyo-ekonomik ve kültürel formasyonlar anlamında. Avrasya’nın kendi içinde böyle bir ayrışma söz konusu değil. Hattâ Avrupa’nın batısı meselâ Ortadoğu, Çin veya Hindistan’a göre gerinin gerisi, periferinin periferisi bir konumda. Lâkin iki görünmeyen avantajı var, ansızın sahneye çıkacak. Bir, meğer coğrafî bakımdan Amerika’ya çok yakın(mış). İki, meğer o Amerika’nın yerli halkları karşısında mutlak bir askerî üstünlüğe sahip(miş). Bu sayede ne oluyor? İS 1500 dolaylarında, Kristof Kolomb’la Çin’e gidelim derken kazara Amerika’lara tosluyorlar. Kolomb’un takipçileriyle de ilk ağızda Çin’i veya Hindistan’ı değil Amerika’ları ele geçiriyorlar. Kuvvet dengesi bakımından kendilerinden çok zayıf yerli toplumlar bunlar. Madeni zırh ve silahları bile yok; yarı çıplak bedenleri ve kenarına obsidyen geçirilmiş ağır tahta balyozlarıyla savaşıyor. Dolayısıyla karşılarındaki İnkaları ve Aztekleri çok küçük kuvvetlerle altedebiliyor İspanyollar. Yağmalıyor, sömürgeleştiriyor, altın ve gümüş madenlerinde çalıştırıyorlar. 1500-1750 arasındaki bu Yeni Dünya yağması Avrupa’daki servet ve sermaye birikimini çok büyük ölçüde hızlandırıyor. Aksi takdirde Avrupa’nın kapitalizme ve sanayi devrimine sıçraması çok zor. Bırakın sanayi devrimini; 1750’lere kadar Hint Okyanusu ticaretine giremiyor Avrupa tüccarı. Çünkü alım gücü yok; (a) altın ve gümüş gibi kıymetli madenler bakımından çok fakir; (b) Çin ve Hindistan gibi çok daha ileri klasik uygarlıklar karşısında satacak (ihraç edecek) bir şeyi yok. Uzun süre mal beğendiremiyorlar Çin ve Hint tüccarına. Fakat ne oluyor; bu nakit satın alma gücü de, ihraç edebilecekleri yeni yeni ürünler de Amerika’lara el koymalarından geliyor. 1750’lerden itibaren bu sayede Hint Okyanusu ticaretine, Çin-Hindistan ekonomik bölgesine giriyor ve elle tutulur bir ekonomik üstünlük sağlamaya başlıyorlar. Ardından sanayi devrimi perçinleyici ve mutlaklaştırıcı oluyor.

Özetle, tekrar edeyim, Batının dünyanın geri kalanı üzerinde yükselişi ya da Batının çokgelişmişleşmesi ve Doğunun azgelişmişleşmesi dediğimiz şey, insanlık tarihinin sadece son iki üç yüzyılı. Bu iki üç yüzyıl içinde de Amerikan emperyalizmi topu topu 75 yıllık. Sakın, ezelden beri var sanmayalım; 19. yüzyılda veya 20. yüzyılın neredeyse bütün ilk yarısı boyunca emperyalizm dendiğinde Amerika anlaşılmıyordu. Öncelikle İngiltere anlaşılıyordu; belki biraz da Fransa ama asıl, “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” diye bilinen Britanya imparatorluğu ve emperyalizmi anlaşılıyordu. Dönemin bütün akademik ve siyasi literatürü ile edebiyatına sinmiş durumdaydı İngiltere’nin üstünlüğü. Jules Verne’in (aslen bir Hint mihracesi olduğunu imâ ettiği) Kaptan Nemo’su, adını vermeksizin “o ülke”yi nefretle anıyor; Nazım Hikmet gençlik şiirlerinde “adalı haydut”tan söz ediyordu. Amerika’nın dünya siyaset sahnesinde öne çıkması ve Batının başına geçmesi ancak 1945 sonrasında oldu.

Sosyal Formasyonları Kavrayabilmemize Marksizm Büyük Katkıda Bulundu

Batı değerleri için de benzer bir serüven mi söz konusu?

Tabii. Bizim Batı ile özdeşleştirmeye alıştığımız değerler, yani demokrasi, liberalizm (veya liberal demokrasi), bireysel hak ve özgürlükler, dinsel ve toplumsal hoşgörü, çok-kültürlülük… Önce bir ayırım yapayım; ben bunlara Batıya özgü değerler değil, tarihin bir noktasında Batıyla çıkagelen değerler diye bakıyorum. Batıyla iki yönlü bir özdeşlik söz konusu değil yani; Batıya münhasır olması başka, Batıyla çıkagelmesi başka. Örneğin Yahudi-Hıristiyan inanç geleneği için belki Batıya münhasır diyebiliriz ama yukarıda saydığım diğer değerler için diyemeyiz bunu. Bir parantez açabilirsem, meselâ Marksizm için de, Marksizm’e münhasır şeyler ile Marksizm’le çıkagelen şeyler arasında bir ayırım yapabiliriz. 19. yüzyılda tarihçilikte bazı şeyler Marksizm’le çıkageldi. Tarihsel gerçekçiliğe, tarihsel düşünme kapasitemize, sosyal formasyonları (toplumu ve toplumları) birer bütün olarak kavrayabilmemize Marksizm büyük katkıda bulundu. Bir yere kadar bu sezgiler, duyarlılıklar ve teorileştirmeler Marksizm’le sınırlıydı. Öyle olmaktan çıktı; zamanla bütün tarihçiliğe mâl oldu. Proletarya ihtilâli ve diktatörlüğü (teorisi ve pratiği) ise Marksizm’e münhasır kaldı (ve kadük oldu). Buna benzer bir ayırım yapıyorum, Batıya münhasır olan ile Batıyla çıkagelenler arasında.

Neden Batıyla çıkageldi; ona da değinirsek mesele biraz daha anlaşılabilir. Demokrasi, liberalizm, anayasalar, parlamentolar, bireysel hak ve özgürlükler… Bunların da insanlık tarihinin topu topu son 200 yılında ve Batıyla birlikte ortaya çıkmasının çok güçlü bir nedeni var. Çünkü bunları mümkün kılan göreli refah ancak son 200 yılda oluştu. Kuşkusuz insanların tamamı bu refahı eşit olarak paylaşmıyor. İlk önce Batıda doğdu; orada nisbî bir bolluk oluştu ve sonra dünyanın kalanına yayılmaya başladı. Hâlâ da dünyanın kalanına yayılması son derece eşitsiz ve buna ayrıca değineceğim. Ama sanayi devrimi öncesindeki genel ve bütünsel yoksulluk, geleneksel tarım ve köylü toplumlarının yoksulluğu, bugün bizim tasavvur edebileceğimiz bir şey değildir kolay kolay. Şunu görmemiz lâzım; beş bin yıllık medeniyet tarihinin de yüzde doksanı, 4500-4700 yılı boyunca, sonraki Batı dâhil dünya çok yoksuldu. Her toplumun yüzde 90-95 kadarı köylüydü. Köylü deyince de bugünkü Türkiye çiftçisini anlamamak lâzım;

İlkçağ ve Ortaçağ köylüleriydi söz konusu olan. Belki kerpiç, belki saz veya hasır örgü, dar, basık ve karanlık izbeler ile bitişiğindeki ağıllarda hayvanlarıyla birlikte yarı aç yarı tok yaşayan, kalorik minimumların sınırında gezinen, kendilerinin ve sığırlarının sıskası çıkmış, gün doğumuyla kalkan ve günbatımıyla yatan, bebek ve çocuk ölüm oranları çok yüksek, ortalama hayat beklentisi 40-45 yılı ancak bulan yüz milyonlarca insan söz konusuydu (milyarlar diyemiyorum, çünkü dünya nüfusunun ilk 1804’te 1 milyarı ve 1927’de 2 milyarı geçtiği tahmin ediliyor). Bu yoksul köylü kitlelerinin tepesinde ise çok küçük elitler oturuyordu. İster XIV. Louis dönemi Fransız mutlak monarşisinin, ister Osmanlı hanedanı ve sarayının debdebesi aslında toplumun yüzde 1’i kadar bir elitle sınırlıydı. Medreseler (veya Avrupa’da dinî kolejler) dışında, örgütlü, okullaşmış ve hele temel eğitim diye bir şey de yoktu. Dolayısıyla yaygın okuryazarlık da söz konusu değildi.

Bu genelleştirilmiş yoksulluk koşullarında monarşiden ve hanedan devletlerinden başka bir şey olamazdı. En basiti, yönetici elit ile ezici çoğunluğu köylü olan halk arasında belirli bir kamusal alanın, onun da içinde bir siyaset sahnesinin, siyaset “sınıfı”nın ve siyasal katılımın teşekkül etmesi mümkün değildi.

Farklı fikir ve platformların yazılı ve basılı propagandası mümkün değildi (18. yüzyılın ikinci yarısının basın, dergicilik, ansiklopedicilik, kitap yayıncılığı ve okuryazarlık patlaması olmasaydı, muhtemelen Fransız Devrimi gerçekleşemezdi). Eski Yunan şehir devletleri gibi son derece küçük yerleşimler dışında, geniş ve çok heterojen alanların “demokrasi” ile veya tek bir hükümdarın mutlak otoritesi dışında herhangi bir yöntemle idaresi mümkün değildi. Özetle, Batının yükselişinin beraberinde getirdiği, liberal demokrasiyle ilişkilendirdiğimiz ve şahsen benim bütün insanlığa mal olmasını arzu ettiğim değerler ve siyasi pratikler de sanayi devrimi ve sanayi kapitalizminin beraberinde getirdiği bolluk ve zenginlik sayesinde mümkün olabildi.

Bu kronolojiik gözlemlerden nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?

Bir, hiçbir şeyin ebedî olmadığı, her şeyin geçici ve değişken olduğu sonucunu çıkarıyorum. İki, daha önce sözünü ettiğim, tarihin giderek hızlanması ve her bir çağın öncekinden daha kısa sürmesi çerçevesinde, acaba, diyorum, bizim bildiğimiz ve tanıdığımız şekliyle “modernite = Batı modernitesi” de miadını dolduruyor olabilir mi? Yeniçağ veya Erken Modernite, kabaca 1500-1800 arası, yani topu topu 300 yıl. Yakınçağ veya Modernite, geç Modernite ya da Sanayi Modernitesi, kabaca 1800’den 1990’lara yani Sovyetlerin çöküşüne; dolayısıyla daha kısa; alt tarafı 200 yıl. Şimdi yeni bir çağdayız aslında; henüz sadece Modernite Sonrası (postmodern) diye tarif edebiliyor ama pek içini dolduramıyoruz. Bilmiyorum, bu fay hattı Batının iki üç yüzyıldır alıştığımız üstünlüğünün de sonu olabilir mi? Çeşitli işaretler ufak ufak bunu düşündürtüyor.

Nasıl bir çöküş, iniş veya gerileyiş söz konusu olabilir?

Burada şematizme düşmemek lâzım. Bugünden yarına çökecek, Amerika’da ve/ya Avrupa’da devrim olacak ya da dünya halkları bir şekilde gelip Batıyı zapt edecekler demiyorum. Zaten böyle büyük değişimlerin alacağı biçimi önceden tahmin etmek kesinlikle imkânsız. Ancak bazı trendlerden söz edebiliriz. Bu trendlerin birikme ve kesişmesinin hangi noktada ve nasıl bir dönüşüme yol açacağını öngöremeyiz.

Şunun altını çizmek lâzım. Kapitalizm öncesine, modernite öncesine kıyasla büyük bir bolluk ve zenginlikten söz ettik. Batının başarısı ya da belki bizim Batının başarısı olarak gördüğümüz kapitalist modernitenin başarısı ve dünyada umut kaynağı olmaya devam etmesi, ekonomik büyümeye bağlı. Her toplumun belirli bir taşıma kapasitesi var. Mevcut teknolojiyle ve ekonomik kaynaklarıyla, limitte ne kadar nüfusu kaldırabilir? Nüfus o limitlere toslar ve ekonominin taşıma kapasitesini aşarsa, çatırtılar kaçınılmaz olur. Eğer büyüme varsa ve sürekliyse, eh, küçük küçük sorunlar olabilir ama taşıma kapasitesi de genişleyeceği için çok temel bir sorun olamaz. Çünkü pastanın tamamı dünyanın tamamında ve her yerde büyüyor; tek tek ülkelerden bazıları daha hızlı, bazıları daha yavaş büyüyebilir ama son tahlilde Amerika’da da, İngiltere’de de, bütün Avrupa’da da, Çin’de de, Hindistan’da da ve Türkiye’de de büyüyor demektir. Dolayısıyla pastadan herkesin aldığı pay artar ve bölüşüm kavgaları keskinleşmez. Kapitalizm arada bir tökezleyerek de olsa yoluna devam eder.

Peki ama büyüme durursa ne olur? Unutmayalım; Marx’ın böyle bir öngörüsü vardı kapitalizmin geleceği hakkında. Belirli bir ekonomik kriz ve çöküş öngörüsü vardı ve buna eklemlenen bir de işçi sınıfı devrimi ve sosyalizm öngörüsü vardı. Biri ekonomik, diğeri siyasîydi; kriz devrimi tetikleyecekti. Sosyalizm yürümedi, ihtilâl diktatörlüğe dönüştü, o eski işçi sınıfı da mevcut değil artık. Dolayısıyla iki unsuru ayıralım ve işin ikinci kısmını koyalım bir yana. Ama bu, ilk kısmını, doğrudan doğruya kapitalist gelişmenin geleceğine ilişkin ekonomik boyutunu da toptan göz ardı etmemizi gerektirmiyor.
Marx’ın nihaî kriz yaklaşımında, zaman içinde yatırımların azalması eğilimi, dolayısıyla efektif talep yetersizliği ve üretilen toplam zenginliğin “realize” edilemezliği (satılamazlığı, paraya çevrilemezliği) gibi faktörler büyük yer tutuyordu. Bunların ne kadar ciddî olduğunu, 20. yüzyılın ilk yarısında Keynes de tescil etti bir bakıma. 1929’da patlak veren Büyük Bunalımdan hareketle, yatırımları ve toplam talebi ayakta tutmak için mutlak serbest piyasa idealinden uzaklaşan maliye politikalarını makroekonominin ana mecrasına yerleştirdi.

İlginçtir, bugün Batı sosyal bilimlerinde, Batı uygarlığı çökebilir mi tarzı sorgulamalar gündeme geliyor. Bu arayışların görünüşte Marx’la herhangi bir teorik devamlılığı yok gibi. Lâkin herkesin gözü önündeki bazı olaylardan hareketle, büyümenin sürüp sürmeyeceğini soran iktisatçı, tarihçi ve çevrebilimciler çoğalıyor. Bugünkü Batı ekonomilerinin, büyümenin durabileceği veya önemli ölçüde yavaşlayabileceği yolunda sinyaller verdiğini düşünüyorlar.

Küresel Isınmadan Kaynaklanan Çevre Sorunlarıyla Yüz Yüzeyiz

Büyümeyi durdurucu tehlikeler nereden gelebilir?

İlki çevre, yani ekolojinin zorlanması. Marx bunu öngörmemişti; kapitalist modernitenin çevreyi tüketerek ve yok ederek sürdürülebilir büyümeyi tehlikeye düşürebileceğini fark edememişti. Anlaşılabilir, çünkü 19. yüzyılda henüz çok belirgin değildi bu süreç; doğa sınırsız gibi gözüküyordu. Günümüzde ise bu sorun çok ön planda; herkes bunun oldukça farkında. Çevrecilik bazen estetik ve ahlâkî bir fantezi gibi anlaşılabiliyor. Oysa küresel ısınma, Kuzey Buz denizi ile Grönland ve Antarktika buzullarının giderek hızla eriyor olması, dolayısıyla genel deniz seviyesinin yükselmesi tehlikesi, gene küresel ısınmaya bağlı olarak taban sularının çekilmesi ve kuraklıkların sıklaşıp uzaması, toprak erozyonu, atmosferin kirlenmesi, fosil yakıtlarının tükenmesi gibi bir dizi muazzam sorunla yüz yüzeyiz. Bunların hepsi, tek tek ve bir arada, üretimi ve büyümeyi yavaşlatma, hatta durdurma potansiyeli gösteriyor.

Bu kadar göze çarpmayan başka bir olay var (ki bu, Marx’a daha yakın ve yatkın bir gözlem): Ekonomik kutuplaşma ve katmanlaşmanın derinleşmesi. Kapitalizm bu açıdan çeşitli alt aşamalardan geçti ve geçiyor. Sanayi Devriminin ilk başlarında fabrikatör ve bankerler ile işçiler arasındaki uçurum korkunçtu. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının ve diğer çalışanların durumu bir nebze düzelmeye başladı. Üzerine 20. yüzyılın, Birinci Dünya Savaşı sonrasının refah devleti uygulamaları geldi. Toplumun önemli kesimleri belirli bir orta sınıf refahına kavuştu. Bugün ise çeşitli araştırmalar, gelir ve servet eşitsizliklerinin tekrar uçurumlaştığını gösteriyor. Hem ülkeler arasında hem de tek tek ülkelerin kendi içinde, en zenginler başlarını almış gidiyor. Ve toplumun bu en zengin üst kesimleri aynı zamanda insanlık durumuna en fazla zararı veriyor. Çok basit bir örnek, karbon gazı emisyonları yani ozon tabakasını delen gaz emisyonları. Dünya çapında en zengin yüzde 10’un karbon gazı emisyonları, kalan yüzde 90’ın emisyonlarına aşağı yukarı eşit çıkıyor. Onların fabrikaları, maden işletmeleri, lüks tüketimi bir yanda; Afrika’nın savanlarında üç beş sığırla geçinmeye çalışan Masai’ler, Çin’in veya Hindistan’ın geniş kırsal alanlarındaki en az iki milyar köylü, Kolombiya yamaçlarında kahve ve kakao yetiştiren çiftçiler diğer yanda. Hepimizi tehdit eden sera etkisi, Amerika’sıyla, Avrupa’sıyla, Çin’iyle ve Rusya’sıyla yeryüzünün süper milyarderlerinden kaynaklanıyor. Daha genel olarak, öyle bir süper zengin kesim oluşmakta ki, zenginliğiyle ne yapacağını bilmiyor. Bilemez de. Çünkü bu zenginliği tüketmesi hatta bu zenginliğe kendisinin bilfiil temas etmesi imkânsız aslında. Forbes dergisine göre, dünyada 2000’i aşkın dolar milyarderi var (yani net serveti bir milyar dolardan fazla olan kişi). Yakın geçmişte Suudi Arabistan’da bir çeşit hükümet darbesi oldu; bazı prensler tutuklandı. Açıklanan servet rakamlarına baktınız mı? Kimileri için 15-20 milyar dolardan söz ediliyor (Suudi Arabistan’ın kral ve en yakınları hariç ilk dördü sırasıyla 21.7, 19.8, 18.2 ve 15.3 milyar dolar). Dünyanın en zengin on bir kişisinin servetleri ise Money dergisi tarafından 90.2, 90, 83.2, 74.3, 72.2 , 69.7, 62.1, 53.3, 53, 48.5 ve 48.5 milyar diye sıralanıyor (son ikisi Koch kardeşler). Çok küçük bir kesim modern ekonomi ve teknolojinin verdiği olanaklarla çok aşırı kazanıyor ve bunun sadece bir kısmı tekrar yatırıma, dolayısıyla genişletilmiş yeniden üretime dönüşüyor. Ama önemli bir kısmı da âtıl duruyor veya sadece o çok küçük elitin ultra-lüks tüketim çemberi içinde dönmeye devam ediyor. Putin dönemi Rusya’sının süper milyarderleri de servetleri ile ne yapacağını bilemiyor. Bırakın süper yatları; gidip İngiltere liglerinden futbol kulübü bile satın alıyorlar. Öyle bir servet söz konusu ki tüketilebilir ve tadı çıkarılabilir gibi değil. 2050 yılına gelindiğinde, deniyor, ABD ve İngiltere esas olarak iki sınıflı toplumlara indirgenecek: bir süper zenginler, bir de başka herkes. Ve bu arada insanlığın yaklaşık yarısı günde 3 dolardan (yaklaşık 11-12 liradan) az bir parayla geçinmeye devam ediyor.

“Liberal kapitalizmin dokunulmazlıkları kapitalizmin sürdürebilirliğini tehlikeye atıyor”

Belki çok ütopik bir şey söyleyeceğim ama, yeni süper zenginler kesimi servetlerinin birazını olsun topluma geri vermeyi genellikle aklından hayalinden geçirmiyor. “Bu servet neye yarar, ben bu servetin ne kadarını tüketebilirim, 50 milyar değil de sadece 10 milyarım olsa, yani meselâ 40 milyarımı dağıtsam, farkına bile varır mıyım hiç?” Kimse böyle demiyor; tersine, böyle bir bölüşümcülük geliştirilmek şöyle dursun sürekli köreltiliyor. Liberal kapitalizmin dokunulmazlıkları var; özel mülkiyet dokunulmaz, özel servet dokunulmaz. Meselâ Trump’ın felsefesi, bunların vergilerini artırmak yerine (kapitalizme daha fazla dinamizm kazandıracağı ve büyümeyi canlandıracağı gerekçesiyle) azaltalım yönünde gidiyor. Bu servetlerin bir insanlık fonuna dönüştürülmesi gibi, mevcut uygulamalardan çok daha geniş bir sosyal bölüşümcülük projesi üretmiyor, liberal (veya neoliberal) kapitalist ideoloji. Bunun için gerekli ideolojik ve kültürel konsensüse şans tanınmıyor hiçbir şekilde. Bunun ekonomik büyüme açısından şöyle bir sonucu var; o muazzam servetler faraza yoksul ülkelere yönelik, şimdikinden çok geniş ve gerçekten sürdürülebilir ekonomik kalkınma programlarına kanalize edilmiyor.

Yeri gelmişken belirteyim; Batının ağırlıkta olduğu dünya yönetişim mekanizmaları bu konuda bir şey yapamıyorsa, başka güçler ne yapabilir? Marksist sosyalizm bitti; ne kaldı geriye? Daha önceki söyleşilerimizde hep, “itiraz yeterli değil; İslâm’ın sunacağı, önereceği alternatif nedir” diye sormuştum. Şimdi bunu sırf kültür ve medeniyet açısından değil, doğrudan doğruya siyasi planda da soruyorum. Meselâ İslâm ülkeleri şu ekolojik zorlanma sorununa kendileri sahip çıkacaklar mı? Günümüz dünyasında İslâmiyetin veya İslâmcı akım(lar)ın sıkı bir çevre programı var mı? Ya da Batı kapitalizminin önleyemediği ekonomik uçurumlaşmaya karşı gene çağdaş İslâmiyet’in kendi içinden yeni bir bölüşümcülük ve sosyal refah devleti programı çıkarması mümkün mü? Bunlara cevap vermeyen yeni bir medeniyetler sentezinin şansı ne olabilir?

Göç, Küresel Bir Sorun

Sözünü ettiğiniz ekolojik zorlanma ve ekonomik uçurumlaşma eğilimleri nereye varabilir?

Ülkeler arasındaki en büyük tezahürü göç tabii. Öyle bir göç ki, 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarının en büyük uluslararası olayı haline gelmiş durumda. Dünyanın yoksul ülkelerinden bazıları giderek felâket toplumlarına dönüşüyor. İç savaşlar, doğal âfetler, soykırımlar, açlık, AIDS salgınları… Bunlardan kaynaklanan göç dalgaları gelip gelip Batıya vuruyor; öncelikle Avrupa’ya ama aynı zamanda Amerika’ya vuruyor. Avrupa coğrafi konumu itibariyle çok daha açık, ekspoze durumda, çünkü Asya, Afrika ve Ortadoğu’ya bitişik. Amerika ise iki yanında iki büyük hendekle korunuyor: Pasifik ve Atlas okyanusu. Amerika’nın büyük problemini güneyden, Karayipler ve Meksika’dan almakta olduğu Latino-Hispanik göçleri oluşturuyor. Batı ülkeleri buna karşı neye başvuruyor; yasaklar, kısıtlamalar, duvarlar… Günümüzde böyle duvar projeleri sürekli çoğalıyor. Bir zamanlar Çin Seddi vardı; Âkif “Garbın âfâkını saran çelik zırhlı duvar”dan söz ediyordu; Nâzım Hikmet aynı metaforu alıp “emperyalizmin İzmir’den denize dökülen ve yakında Bombay’dan da denize dökülecek olan duvar”ına dönüştürüyordu; Soğuk Savaş yıllarında Almanya’yı, Avrupa’yı ve bütün dünyayı Berlin Duvarı bölüyordu. Komünizm çöktü; şimdi başka duvarlar yükselmeye başladı. İsrail kendi etrafında öyle bir güvenlik duvarı inşa etti ki, aslında o da bunun bir parçası, çünkü bölgeye kıyasla müreffeh, süper zengin İsrail’i yoksul Müslümanlardan koruyor. Trump Meksika sınırı boyunca muazzam bir duvar inşa etmekte ısrarlı (ama herhalde yapamayacak). Lâkin maddî duvarlarla birlikte, hukukî ve manevî duvarlar da söz konusu. Göçü durdurmak için giderek daha fazla kısıtlanan hürriyetler, Batının kendisinin otoriterleşmeye başlaması anlamına geliyor.

Bu da özellikle 2008 kriziyle birlikte büyümenin yavaşlaması, yer yer durmasının bugünden uç vermeye başlayan sosyo-kültürel sonuçlarıyla birleşiyor. Toplumlarda etnik, dini, milli kimlik farkları her zaman var; (bütün Batıda) beyazlar ve siyahlar; (ABD’de ilâveten) Asyalılar, Latinolar, Hispanikler; (İngiltere’de ilâveten) Hintli ve Pakistanlılar; (bütün Ortadoğu’da) Sünni ve Şiiler, Kürtler ve Araplar; (Türkiye’de ilâveten) Türkler ve Kürtler, Ermeniler ve Rumlar… Bunun gibi farklı alt kimlikler her toplumda mevcut. Ama daha önce de söylediğim gibi, eğer ekonomi büyüyorsa ve herkesin pastadan daha fazla pay alma şansı varsa, alt-kimlik farkları büyük çatışmalara dönüşmez, dönüşmüyor. Ne ki pasta büyümüyorsa veya küçülmesi dahi söz konusuysa, o zaman herkes hem kendi elindeki avucundakine sımsıkı sarılıyor hem de birbirinin elindekine göz dikiyor. Yurtdışından yabancı işçiler gelip benim işimi almasın; daha çok kişiyle bölüşmek uğruna refahımdan olmayayım; benden alınan vergiler başkasına gitmesin; enfrastrüktür bana çalışsın; iyi mahalle ve apartmanlarda biz oturalım; iyi okullarda bizim çocuklarımız okusun… Ekonomik büyümenin sarsılmasıyla birlikte böyle korku ve endişeler, tepki ve kıskançlıklar satha çıkıyor. Bu da çeşitli alt-kimliklerin katılaşmasını beraberinde getiriyor. Sertleşen kimlikler arasında şiddet potansiyeli doğuyor. Bütün bunları bugün Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da aşırı sağın yükseliş süreçlerinde aynen görüyoruz. Trump’ın Amerika’sında bütün çıplaklığıyla görüyoruz. DAEŞ de yoktan var olmuş değil ki; Taliban veya El Kaide de yoktan var olmuş değil ki; Marine Le Pen, Geert Wilders veya AfD yoktan var olmuş değil ki; hepsi derinleşen ve katılaşan kimlik çatışmalarının üzerine oturuyor. Bu çatışmalar toplumları iç savaşlara da sürükleyebilir; eğer söz konusu toplum küçük ve zayıfsa, böyle bir iç savaş dış müdahaleye, istilâ ve işgale de yol açabilir.

Dünyada böyle çöküş süreçlerinin ön habercileri var mı, pilot vakalar söz konusu mu, işler biraz daha kötüleşirse Batıda olabileceklere de işaret eden?

Evet, var; işte burnumuzun dibindeki Suriye. Biz bakınca Suriye’yi sadece politik kertede görüyoruz, sadece Esad rejimini görüyoruz ve şöyle düşünüyoruz (yorum 1): Arap Baharı ile bir özgürlük dalgası patlak verdi; Amerika bunu kısmen destekledi fakat sonra (İsrail’in yalnızlaşması korkusuyla) Mısır’da olduğu gibi Suriye’de de geri çekildi; sonuçta diktatörlük yıkılmadı, her şey yarım yamalak kaldı ve kaosa dönüştü. Belirli bir düzeyde doğru ama ardında başka şeyler var mı acaba? Şimdi konunun uzmanları geriye dönüp bakıyor ve şunları da ekliyor (yorum 2): 1990’lar boyunca Suriye’de doğum oranları aşırı yüksekti. Nüfus çok arttı ve ekonominin “taşıma kapasitesi”nin sınırına dayandı. Derken 2000’lerin başında (aslında küresel ısınmanın şiddetlendirdiği; bkz. ekolojik faktörler) büyük bir kuraklık patlak verdi. Taban suları azalıp çekildi; üstelik tam bu sırada hükümet, neo-liberal takıntıları yüzünden sulama sübvansiyonlarını kesmek gibi çok büyük bir hatâ da işledi; kuraklıkla birlikte tarımda çok büyük bir üretim bunalımı meydana geldi. Hızla yoksullaşan, işsiz ve umutsuz gençler kırsal alanları terk edip şehirlere göç etmeye başladı. Fazla nüfus bunu taşıyamayan şehirlere yığıldı. (Bu noktada, ekilebilir toprakların sınırına varılması ve tarımsal arazinin nüfusu taşıyamaması sonucu 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı Suhte İsyanları ve giderek Celalî İsyanlarını, Mustafa Akdağ’ın ifadesiyle Büyük Kaçgun’u hatırlamamak olanaksız.) İşte bu koşullarda, eskiden beri mevcut ama rejimin bastırdığı bütün alt-kimlik çatışmaları patlak verdi. Cemaatler arası şiddet baş gösterdi ve 2011 iç savaşına götürdü.

Bu iki yaklaşım birbirini dışlayan şeyler olmayabilir. İkincisinin (sosyo-ekonomik krizin) üzerine birincisi (Tunus’tan yuvarlanarak gelen Arap Baharı dalgasının siyasî tetikleyiciliği) bindi de diyebiliriz. Fakat asıl önemli olan şu: yorum 2’deki anlatım, Batıyı ve genel olarak modern dünya sistemini tehdit ettiğini söylediğimiz bütün yapısal unsurları içeriyor. Bu anlamda, belki bir pilot vaka gözüyle bakmak lazım Suriye’ye. Belki de bizim, Batının ve bütün dünyanın kaderinin (kaderimizin) ne olabileceği hakkında bir şeyler söylüyor. Tabii buna, Batıya ve özellikle Amerika’ya özgü bazı faktörleri de eklemek gerekir. Devleti, ordusu, nükleer cephaneliği, istihbarat servisleri ve teknolojisi, uzaydaki uyduları, bütün deniz ve okyanuslardaki filoları, uluslararası yatırımları, yardımları ve diğer çıkarları, dış politikasında el attığı bölge ve ülkeler… düşünüldüğünde, devasa ve çok karmaşık (complex) bir sistem, ABD dediğimiz şey. Bütün karmaşık sistemler gibi, sürekli enerji (yani kaynak) yutuyor; giderek de karmaşıklaşıyor ve daha fazla, daha fazla kaynak gerektiriyor. Bunlar dünya çapında hegemonya peşinde koşmanın, dünya jandarmalığına oynamanın kaçınılmaz bedeli. Bir zamanlar Roma İmparatorluğu fazla büyüme ve karmaşıklaşmanın yükünü taşıyamaz olmuştu. Bugün ise belki ABD benzer bir noktaya gidiyor. Zaten bakın, Trump’ın “Önce Amerika” (America First) sloganı ve kâh Birleşmiş Milletler bütçesine, kâh NATO harcamalarına bu kadar katkı yapmayacağını söylemesi, ya da (Kudüs konusunda aleyhte oy kullandıkları gibi bahanelerle) çeşitli ülkelere yardımı kesmekten dem vurması, herhalde bu tür sıkıntı ve çıkmazları yansıtıyor.

Kapitalizm; Bencildir, Miyoptur

Kriz belirtileri çoğalıyorsa ve önümüzde Suriye gibi bir örnek de varsa, neden önlem alınmıyor?

Bir kere, şu anda hükümetler nezdinde bütünsel bir kavrayış ve ortak bir teşhisten söz etmek mümkün değil. Akademi, üniversiteler, bilim ve düşünce insanları ayrı; politika ve politikacılar ayrı. Biri diğerine otomatik olarak söz geçiremiyor. İkincisi, kapitalizm (kapitalizm olarak) bencildir, miyoptur, burnunun ucundan ötesini kolay kolay göremez. Örneğin gerek ekolojik tahribat konusunda, gerekse derinleşen eşitsizlikler konusunda çok yayın var (meselâ bkz. Piketty ve Krugman), ama Amerika’da bütün Cumhuriyetçi Parti ve hele Trump ekibi, bu sorunları düpedüz yok sayıyor. Küresel ısınmanın durdurulması, en azından yavaşlatılması pekâlâ mümkün. Ama bunun kısa vadede çok ciddî bir maliyeti var ve o bedeli ödemek istemeyen büyük çıkar grupları söz konusu. Ekonomi biliminde “dış ekonomiler” veya “dış efektler”den söz edilir (external economies). Tek tek üretici ve tüketicilerin bazı kararları, herkese zarar verebilir; müdahele edilmediği takdirde kendilerinin ödemeyeceği, kimsenin ödemeyeceği genel bir maliyet doğurur. Bu noktada mutlak piyasacılık, mutlak laissez-faire’cilik işlemez artık; bu maliyetin kolektif bir şekilde karşılanması gerekir.

Gelgelelim bir ideoloji, genel bir teorik kalıp olarak liberalizm (ekonomik liberalizmden söz ediyorum) bunu derinlemesine benimseyemez; sürekli direnir ve ayak sürür, en hafifinden. İşte görüyoruz, Trump’ın seçim kampanyasının çok önemli bir parçasıydı, küresel ısınmanın insan ürünü olmadığı; çevre vergileri ve emisyon-kirlenme kısıtlamaları Amerikan sanayisinin gelişmesini yavaşlatıyor diye Paris anlaşmasını bile terk etti; dünyanın çevre konusunda ulaştığı bu en önemli konsensüsten çekti Amerika’yı tek taraflı olarak. Çok tipik bir bencillik ve miyopluk örneği. Kısa vadede bu maliyeti ödemek istemiyor, bütün kanıtlar herkesin gözü önündeyken. Bu sohbetin başlarında da söyledim; ilk defa geçtiğimiz Ağustos ayında, bir Rus tankeri Kuzey Kutup Dairesi boyunca Norveç’ten Güney Kore’ye buzkıran refakati olmaksızın gidebildi. Neden? Çünkü deniz artık bütün o rota boyunca donmuyor da ondan. Gerçekler bu kadar çıplak, alenî. Peki, Grönland ve Antarktika buzullarının erimesi hızlandığı için, bundan yirmi otuz yıl sonra Manhattan’ın sular altında kalması tehlikesi belirirse ne olacak? Ben söyleyeyim ne olacağını; muazzam bir(er) deniz seddi kurmak gerekecek, New York’un da etrafına, Londra, Boston, Bristol ve Liverpool’un da etrafına. Venedik giderek batıyor ve sulara karşı korunması çok zorlaşıyor. Diyelim ki Venedik, üzerine kurulduğu zemin itibariyle özel bir problem; ne ki, bugün istisnaî olan yarın genel bir sorun halini alacak. Fakat bunun muazzam maliyetini kimse düşünmüyor nedense. Bugün küresel ısınmayı önlemek, tek tek firmalara ve ABD hükümetine, ödemek istemedikleri bedeller getiriyor. Ama bu yapılmazsa bunun çok daha fazlasını yirmi, otuz veya elli yıl sonra ödemek zorunda kalacaklarını kabul etmek istemiyorlar. “Çizgi dışılık” veya “çizgi dışı olaylar” (non-linearities) diye bir kavram var; normal gelişme beklentisinin tamamen dışındaki “sapma”ları anlatmak için kullanılıyor. 2008 ekonomik krizi, DAEŞ’in zuhuru, Brexit (İngiltere’nin hiç beklenmedik bir şekilde Avrupa Birliği’nden ayrılmaya karar vermesi), nihayet Trump’ın seçilmesi bütün bunlar günümüz dünyasında çoğalmakta olan “çizgi dışı” olaylar. Bunların çoğalmasının genel bir krizin yaklaşmasını yansıttığı düşünülüyor. Ama küresel ısınma öyle değil. Son derece öngörülebilir bir süreç. Tamamen miyopluk ve bencillik yüzünden göz yumuyorlar.

Geçtiğimiz söyleşilerde de tüm dünyanın refahı uğruna Marshall Planının bir benzerine, ama belki çok daha büyüğüne ihtiyaç var dediniz. Böyle bir planın maliyeti de var tabii. Ama şimdi bir yandan da bakıyoruz, Amerika PYD’yi destekliyor; belki farklı ülkelerde bunun gibi birçok örgütü besliyor. Bu maliyete katlanıyor, ama tüm dünyaya huzur getirebilecek başka bir maliyetin altına girmek istemiyor Bu sadece bir vizyonsuzluk sorunu mu?

Evet, bence esas olarak bir ideoloji ve ideolojiden kaynaklanan vizyonsuzluk sorunu. Son tahlilde bu, demin sözünü ettiğim kısa, orta ve uzun vâdeli maliyetleri görememe sorunu. Yöneticiler, hükümetler, iktidarlar belli bir anda etraflarını saran acil sorunları görüyor ve hemen nasıl bir önlem alabilirim diye düşünüyor. Amerika’yı yönetenlerin tamamı veya bir bölümü, bugün yeryüzünün çeşitli köşelerindeki Amerikan nüfuzunu nasıl idame ettirebileceklerine bakıyor, ama yirmi yıl sonrasının dünyasıyla ilgili bir soru sormuyorlar. Şimdi, şu anda bu örgütlere ihtiyaçları var. Ortadoğu’nun ve petrol kaynaklarının güvenliği için DAEŞ’in elimine edilmesi, Irak ve Suriye’de istikrar sağlanması lâzım. Bunun için sahada kimlerle işbirliği yapabiliriz? Bu çerçevede, bu sığlıkta düşünüyorlar. Bir adım geriye gidelim. 1979’da Sovyetler Birliği Afganistan’ı istila ve işgal etti. ABD ise Sovyetler Birliği’ni mümkün olduğu kadar zor durumda bırakmak, bataklığa çekmek ve iyice hırpalamak için, Taliban veya El Kaide’nin ataları diyebileceğimiz Müslüman mücahidin örgütlerini destekledi. Selefi ve cihatçı eğilimleri vardı ya da selefi cihadizm büyük ölçüde bu fidelikten yeşerdi. Şimdi ise, ironiktir, ABD bir “felâket toplumu”na (disaster society) dönüşen Afganistan’da Sovyetlerin yerini almış ve sonu gelmeyen bir savaşa batmış durumda, (Afganistan’ın çökertilmesinde Sovyetlerin sorumluluğu da muazzam, kuşkusuz.) Bu benim söylediğim, tarihin “öngörülemeyen sonuçlar yasası” gibi bir şey.

Benzer bir şeyi Türkiye açısından da söyleyebiliriz. Sadece son AK Parti iktidarı değil, bütün Cumhuriyet yönetimleri Kürt meselesine nasıl baktı? PKK ile savaşın ve şimdi kuzey Suriye’deki operasyonların Türkiye’ye maliyeti acaba yılda kaç milyar dolar? Bu sorun nereye gidiyor ve nasıl çözülebilir? Cumhuriyet kurulduğundan bu yana kimse bunun uzun vâdeli maliyet hesabını yapmadı.

1922’de Büyük Taarruz zaferle sonuçlandıktan sonra, Cumhuriyetin ilânına kadar on üç ay daha geçti aradan. Millî Mücadeleyi yöneten, önderlik eden ve kazanan elit, söz konusu on üç ay boyunca kendi içinde ne yapacağını, bundan sonra ne olacağını tartıştı.

Mustafa Kemal’in o sırada Kürtlere özerklik fikrini ciddi olarak düşündüğü açık. Belgeleriyle ortada. Herhalde yurt gezilerinde diğer önde gelen komutanlara ve mülkî amirlere götürüyor; taraftar bulmuyor ki geri çekiyor, vazgeçiyor bu fikirden. Başka her şey eşit olmak kaydıyla, 1922’de Mustafa Kemal’in ortaya attığı formül bir şekilde uygulansaydı, Türkiye bugün siyasi ve ekonomik bakımdan çok daha ilerde olmaz mıydı? 1925’teki Şeyh Sait isyanından bu yana Kürt sorununu güvenlikçi yöntemlerle çözme veya belirli sınırlar içinde tutma çabasının maliyetini zaman içinde toplayabiliyor musunuz? Bu sorunun bize uzun vadede maliyeti nedir, bu kamburdan bir bütün olarak nasıl kurtulabiliriz diyen bir devlet adamı çıkmamış Türkiye’de (veya düşündüyse bile hayata geçirememiş). Vizyon sorunu Amerika ile sınırlı değil; onu demek istiyorum.

AK Parti İle MHP Arasındaki İttifak

Aslında sadece liderin belirli vizyonun olması yetmiyor tek başına. Bu vizyona halkın da katılması önemli. Bu destek olmazsa, belki vizyonunu uygulamaya kalktığında iktidardan düşecek, yapmaya çalıştıkları yarım kalacak ya da belki yapmak istediği başka şeyleri de yapamayacak…

Aynen. Politika yapılabilirliğin sanatı. Bazen neyi zorlayabilir, neyi zorlayamazsınız; bilmek zorundasınız. Her şey bıçak sırtında; çok ince çizgiler söz konusu. Mustafa Kemal’in kendisi pek İttihatçı değil, en azından İTC’ye muhalif ve marjinal. Herhalde İttihatçılıktan daha ileri, daha geniş bir vizyonu da var. Ama Mustafa Kemal’in kadrosu hemen bütün paşaları, albayları, yarbayları, binbaşıları, vali ve kaymakamları İttihatçı. Bugün gelinen koşullarda da Cumhurbaşkanı Erdoğan için MHP ile ittifak hayatî önem kazandı. Dolayısıyla Kürt meselesinde atacağı her adım, en azından 2019 seçimlerine kadar, MHP’nin ne yapacağı veya yapmayacağı ile sınırlı.

Peki, bu kriz gelip çatar ve derinleşir, keskinleşirse Batı çöker mi gerçekten? Batı çöker de biz (veya dünyanın kalanı) ayakta mı kalır? Bu arada “Batı değerleri”ne ne olacak?

Bütün sorunlar Batı uygarlığından ve/ya kapitalizmden, kapitalist moderniteden kaynaklanıyor, öyleyse çöküş de onlarla sınırlı kalır, yok öyle bir şey. İnsanlık olarak batmak veya çıkmak problemiyle yüz yüzeyiz. Dünya ekonomisi bir bütün; küreselleşme bir vakıa. 1929’da patlak veren Büyük Bunalım Amerika ile sınırlı mı kaldı? Hattâ Avrupa ile sınırlı mı kaldı? Bütün dünyayı etkiledi; genel bir demokrasisizleşmeye yol açtı; bu arada Türkiye’yi de rayından çıkardı, 1920’lere kıyasla çok daha katı ve otarşik bir devletçiliğe itti ve Tek Parti diktatörlüğünü pekiştirici bir rol oynadı. Bugün de öyle olur.

Çok kapsamlı zincirleme reaksiyonlar meydana gelir. Batının en büyük ekonomilerindeki küçülme ve daralma herkesi küçültür ve daraltır.
Batı otoriterleşirse başka her yerde demokrasi yeşermez. Batı toplumlarının alt-kimlikleri arasında şiddet tırmanırsa, bu da bütün dünyayı dolaşır, yeryüzünün her köşesine sirayet eder. (Öyle çok fazla yer de yok kaçacak. Marjlar: en güneyde belki Avustralya ve Yeni Zelanda, en kuzeyde belki İsveç, Norveç ve İzlanda). Bunların tam nasıl gerçekleşeceğini bilemeyiz, ayrıntılarını tasvir etmeye kalkamayız, ancak içeriğini bu genellik ölçüleri içinde tahmin edebiliriz. Tabii çok şey demokrasi güçlerinin toparlanması ve direnmesine bağlı. Ama Batı uygarlığının en azından kırılganlaşması ve bir gülün solması gibi yavaş yavaş solması, eskimesi, eprimesi söz konusu olabilir. Değerleri sordunuz; evet, kritik mesele değerlerdir. Batı kendi yükselişiyle birlikte çıkagelen ve giderek bütün insanlığa mal olan demokratik değerleri şu veya bu ölçüde terk edebilir; bu değerlere bağlılığı inandırıcılığını yitirebilir; yerini bugünkünden çok daha yaygın ve derin bir çifte standartlılık alabilir. Bunun da şimdiden bazı işaretleri mevcut. ABD’de Trump yönetimi Amerika’yı Amerika yapan demokratik değerleri hızla aşındırıyor. Ku Klux Klan’a varıncaya dek ırkçılıkla flört ediyor; göçmenlere kapıyı kapatıyor; dinî hoşgörü yerine İslamofobiyi, farklı kökenlerden insanları tek bir potada birleştirme ve kaynaştırma yerine bölme ve ayırmayı, hoşgörü yerine bağnazlığı pompalıyor.

Referandum sürecinde Hollanda ve Almanya, Türkiye ve AK Parti ile çatışmalarında kendi eşitlik, demokrasi ve siyasal özgürlük ölçütlerini askıya alıverdi. Dünyanın pek çok yerinde güvenlikçilik ve otoritarizm yükselişte. Acaba Batı inişe geçerken Çin gibi otoriter tek parti yönetimlerinin yükselişine mi tanık olacağız? İki dünya savaşı arasında, 1918-1939’da olduğu gibi, insanlık şu âna kadar tanıdığımız şekliyle demokrasiye sırt mı çevirecek?

Mark Mazower Karanlık Kıta’sında demokrasinin 1918’de önce yükseldiğini (cumhuriyetlerin kurulduğunu, anayasaların kabul edildiğini) ama sonra düşüşe geçtiğini söylüyor; 1920’lerden itibaren demokrasinin “terkedilmiş tapınağı”ndan söz ediyor. Gene böyle mi olacak? Bir yönüyle insanların kanıksadığı, soğuduğu ve yabancılaştığı (Batıda seçimlere katılma oranlarına bakın), bir yönüyle ise toplumları yönetilemez hale getirmekle suçlanan “mevcut demokrasi”nin yerini, hiç olmazsa bir süre, geçmiş imparatorlukları andıran otoriter rejim ve sistemler mi alacak? Ben bir demokrat olarak kendimi böyle bir döneme başını görmeye başladığım ama herhalde sonunu göremeyeceğim bir döneme hazırlamak ihtiyacını duyuyorum.

Karanlık veya kararan bir tablo çiziyorsunuz. Herhangi bir ülke, meselâ Türkiye, Batıyla ilişkilerinde nelere dikkat etmeli; nasıl yol alabilir bu giderek zorlaşan uluslararası ortamda?

Hem bireyler hem ülke açısından konuşuyorum.

Bir. Bütünün farkında olmalı; nereden geçtiğimizi veya geçeceğimizi bilmeli; bu bilincin sabrı ve serinkanlı tahammülünü içimize sindirmeliyiz.

İki. Uluslararası anlaşmazlık konularında, özünde haklı ama üslûpta yumuşak ve alçakgönüllü olmaya özen göstermeliyiz.

Üç. Nâzım’ın “Güneşe akın var / güneşe akın / Güneşi zapt edeceğiz / güneşin zaptı yakın” hayali gibi, Batının da zaptının yakın olduğu illüzyonuna kapılmamaya dikkat etmeliyiz. Batı dediğimiz şey öyle gidip zapt edilecek bir diyar değil. Zaten “Kızılelma”mız epey küçülmüş yüzyıllar boyu; Viyana veya Roma’dan Afrin’e indirgenmiş. Meselenin bir fetih, bir devirme veya alaşağı etme eylemi değil bir kültür ve zihniyet sentezi olduğunu idrak etmeliyiz.

Dört. Batıyı herhangi bir çatışmada ne kadar sıkıştırabiliriz? Günümüz dünyasında çatışmacılığı ne kadar ileri götürebiliriz? Bir bankacılık benzetmesi yapayım. Bankaların zayıf olduğu şayiası çıkarsa herkes bankadan parasını çekmeye koşar ve kriz büsbütün derinleşir, bankalar gerçekten batar. Hâlbuki insanlar paniklemese, hesaplarını kapatıp paralarını çekmeye ve yastık altı etmeye koşmasa belki de sistem yaşayacaktır. Ama kimse böyle düşünmez; kendini kurtarmaya bakar. ( Bir Amerikan fıkrası: New York’ta bir sinemada yangın çıkmış. Panik başlamış; herkes kapılara varacağım diye üst üste yığılmış. Derken kadının biri avazı çıktığı kadar bağırmış, utanmıyor musunuz diye. Bütün erkekler derhal yerlerine oturmuş. Ortalık rahatlayınca kadın da açılan koridordan koşarak dışarı çıkmış). İşte bu da devletsiz, saf ve mutlak bir liberalizmin cevap veremediği bir diğer nokta. Serbest piyasanın işleyişi her zaman Adam Smith’in öngördüğü ideal sonuçları vermez; bazen toptan çöküşe yol açar. Kıssadan hisse: tek tek ülkeler, siyasi örgütler veya akımlar Batı ile alıp veremediklerini hangi noktaya kadar götürebilir? Sistemde anlaşmazlık, uzlaşmazlık, çatışma ve kavga ögeleri ne kadar çoğalabilir? Dünyada uçurumlar, antagonizmalar ve siyasi kapışmalar derinleşiyor; Batının da köşeye sıkıştırılmışlık, sırtını duvara dayamışlık duygusu belki giderek artıyor. Siyasette karşı tarafa bir çıkış noktası bırakmamak doğru mudur? Unutmayalım; bazı Batı ülkelerinin kendilerini tamamen köşeye sıkışmış hissetmeleri Avrupa tarihinde Faşizme ve Nazizm’e yol açtı.

Beş. Müttefiklerimiz kimler; kimlerle yan yana ve omuz omuza duruyoruz veya durabiliriz? 1945-1990 arasının Soğuk Savaş dünyasında bunun cevabı ister yanlış ister doğru, şu veya bu yönde çok netti. Bugünün çoklu dünyasında ise hiçbir açık cevabı yok. En başta uzun uzadıya saydım; bugün Batıya meydan okuyanların hangisi sağlam ayakkabı; hangisi Batıya kıyasla daha ileri ve ahlâklı bir duruş veya medeniyeti temsil ediyor? Eğer Batı uygarlığı yavaş yavaş solma sürecine girecekse, kimlerle ve hangi değerler etrafında birleşebiliriz, birleşmeliyiz?

Altı. Demokrasi, çoğulculuk, bireysel hak ve özgürlükler, tolerans, çok-kültürlülük ve birlikte yaşama değerlerini Batı terk etmeye (veya soldurmaya) yüz tutarsa, biz buna sahip çıkabilecek miyiz? Ömer Seyfeddin’in Primo’sunda (1912) Kenan, Batının fazilet ve insaniyet diye diye emperyalistlik yapmasından o kadar tiksinir ki… fazilet ve insaniyet gibi değerleri toptan reddeder. Batıyı çifte standartlılığı bırakıp tutarlı olmaya çağırmaz; böyle bir ideolojik mücadele vermez emperyalizme karşı; tersine, bu değerlerin tümüyle sahtekârlık olduğuna hükmeder. Yeni ve daha güçlü bir ahlâkı benimsemez. Bağlayıcı bir ahlâkın yerine, tipik bir İttihatçı bilimperesti olarak, Sosyal Darwinizmin “amoral”liğini, ahlâküstücülüğünü koyar. Biz de aynı yoldan mı gideceğiz, 105 yıl sonra bugün? Batı saydığım değerleri şu veya bu ölçüde aşındırıyor olabilir. Biz buna oh ne iyi diye mi bakacağız? Yoksa bunlar insanlık değerleri haline gelmiştir; biz icabında Batıya rağmen bunlara sahip çıkıyoruz; iki yüz yıllık Batının getirdiği noktadan bu insanlık, evrensellik, demokrasi, adalet ve hürriyet bayrağını devralıyoruz mu diyeceğiz? İkincisine muhtaç olduğumuz ve ikincisini yapmamız gerektiği kanısındayım.