Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Din Tartışmaları

Kutsala Saldırı ve İslam’ı Şiddetle Özdeşleştirme Çabaları

Dinleri ve dini metinleri şiddetle özdeşleştirmek veya şiddetin referansı olarak göstermek dinlerin mesajını sabote etmektir. Gerçekten bir din şiddeti besliyor ve ona destek oluyorsa, artık o andan itibaren aslî hüviyetini kaybetmiş demektir. Son dönemlerde oldukça fazla bir şekilde İslam’ın bir terör ve şiddet dini olduğu yayılmaya çalışılmakta ve buna da kanıt olarak Kur’an’dan bazı ayetler delil olarak getirilmeye çalışılmaktadır.

Günümüzde İslam’la şiddetin yan yana getirilme çabalarında sistematik bir artış gözlemlenmektedir. Gündemimize girsin ya da girmesin Batı dünyasının İslam düşmanlığında hiçbir zaman duraksama ya da yavaşlama görülmemiştir. Oryantalizmin doğuşundaki ve nihai hedefindeki amillerin iyi irdelenmesi halinde Batının niyetini ve onu gerçekleştirme uğruna başvurduğu yolları bütün açıklığı ile görmek mümkün olacaktır. Ancak şu kadarını ifade edelim ki onların hiçbir zaman kendilerince üçüncü dünya diye tabir edilen zavallı ve fakir milletlerin hayrına bir işleri olmamıştır. Bu hususta din ayırımı gözetmeksizin yaptıkları geçmişten beri hep böyle olmuştur. Bırakın geçmişi araştırmayı, daha yakın zamanlarda İslam dünyasında derin krizlere yol açan olaylara bakıldığında her şey bütün çıplaklığıyla görülecektir.

Hint asıllı İngiliz yazar Selman Rüşdi üzerinden yürütülen bir kurgu ile tarihin çarpıtılarak Kuran’a şüphe bulaştırılma gayretleri ve bu yolla İslam toplumlarının keşmekeşe sürüklenme çabaları, üstüne üstlük bunlara sebebiyet veren kişinin İngiliz kraliyet nişanı ile taltif edilmesi daha dün gibi hafızalardadır. Bu olay üzerinden çok geçmeden Avrupa’nın değişik ülkelerinde Peygamber Efendimize hakaret içeren karikatürlerin yayınlanması ve hatta Hollandalı aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders’in İslam karşıtlığı içeren karikatürleri internete koyarak dinimize ve kutsalımıza saldırması bir tesadüf olamaz. Yakın geçmişte aralarında sabık Fransa devlet başkanı Sarkozy’nin de bulunduğu üç yüz kişilik Fransız grubun, Kur’an’dan bazı ayetlerin çıkarılması talebini içeren açıklaması ise sistematik İslam karşıtlığının en son örneği olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da cereyan eden ferdi ya da toplu İslam karşıtlıkları veya fiili saldırı içeren cami kundaklamaları neredeyse vakayı adiye haline gelmiştir. Bütün bunlara karşı hala daha batı toplumlarının İslamofobi edebiyatı yapmaları bizdeki “yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış” atasözünü hatırlatmaktadır.

Geçmişte İslam’a yönelik saldırılar genellikle dış kaynaklı iken, son yıllarda içeride de oldukça keskin ve sınırları zorlayan çıkışlar görülmektedir. Ülkemizden birileri de kimi zaman çıkıp, Fransızların sözlerine benzer şekilde Kuran’dan bazı ayetlerin çıkarılmasını önerebilmektedir. Dünyadaki olaylar tesadüfi ve birbirinden bağımsız cereyan etmemektedir. Hele de İslam dünyası söz konusu olduğunda İslam karşıtı milletler hangi din veya inançtan olursa olsun birlikte hareket ederek, adeta küfrün tek millet olduğunu doğrulamaktadırlar. Bunun en canlı örneğini Kudüs olaylarında masum onlarca insanın katledilişi hadisesinde gördük. Fransızların bildirgelerinden evvel benzer şeylerin İslam dünyasında konuşulur olması, Kudüs’ün aslında herhangi bir toprak parçası olmaktan öte bir anlam taşımadığı, ona kutsiyet atfedilemeyeceği… yollu fikirlerin kamuoyu önünde dillendirilmesi, bütün bunların Kudüs ile ilgili Batı’nın uygulamalarını meşrulaştırmaya dönük olarak İslam dünyasında algı oluşturma faaliyetlerinin bir parçası mı sorusunu hatıra getirmektedir. Kudüs veya vatan niteliğine haiz herhangi bir toprak parçasının tabii ki bir kutsiyeti vardır. Zira mal, can, namus, din, akıl, özgürlük, hak ve hakikat ancak vatan sayesinde korunabilir. Onun için vatan sevgisi imandandır. Hele de bir beldeye tarih boyunca başta Müslümanlar olmak üzere bütün din mensupları kutsiyet atfetmiş, orası için mücadele etmişse, söz konusu yerin önemi bir kat daha artmaktadır. Bunun en bariz örneği Kudüs’tür.

Kudüs niçin önemlidir? Biz millet olarak Kudüs’e niçin başkalarından daha fazla değer vermeliyiz? Kudüs, bir peygamberler diyarıdır. Bu nedenle sık sık oraya Cenabı Hak tarafından peygamberler gönderilerek, bozulan yapı düzeltilmeye çalışılmış, bu beldenin daima salih insanların eliyle yönetilmesi istenmiştir. Maalesef geçmişte de bu topraklarda çok elim hadiseler cereyan etmiş, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya gibi kendi kavmini ıslaha çalışan Peygamberler şehit edilmiştir.

Kudüs’ün belli bir ırkın insafına ve yönetimine terk edilmesi çabaları ve oradan Müslümanları söküp atma gayretleri esasında muharref olanlar da dâhil bütün semavî din mensuplarına karşı yapılmış kabul edilemez bir girişimdir. Zira Kudüs, imar edildiği zamandan beri geniş bir coğrafya olan Şam diyarının merkezi ve başkenti olmuştur. Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek ve bereketi bol bir bölge ilan edilmiştir. Kuran’da bu husus şöyle ifade edilir: “Biz İbrahim’i ve yeğeni Lut’u âlemler için mübarek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık” (Enbiya, 71). Buna ilaveten Efendimiz (s.a.v.): “Üç mekâna ziyaret yapılır buyurmuştur: Mekke’deki Mescidi Haram, Medine’deki benim mescidim ve Kudüs’teki Mescidi Aksa.” Kudüs miraç hadisesinin mukaddes bir mekânı, ayrıca Müslümanların da ilk kıblesidir. Bundan dolayıdır ki Kudüs, fatihlerin öncelikli hedefi, şairlerin ilham kaynağı, Müslümanların huzur mekânı olarak tarihteki müstesna yerini hep korumuştur.

Müslüman fatihler hiçbir zaman Kudüs’ü bir hâkimiyet mekânı olarak görmemişler, aksine ona hâdim olmayı amaç edinmişlerdir. Şehir hiçbir zaman muzaffer bir komutan edası ile değil, hür ve mukaddes bir belde oluşturmak için vefa ve tevazu ile teslim alınmıştır. Hz. Ömer bunun en bariz örneğidir. Kendisi eski, yamalı, mütevazı elbiseler içerisinde şehri teslim alırken, hangi dinden olursa olsun burada yaşayan insanlara inançlarını hür bir şekilde yaşayabilecekleri bir yazılı belge vermiştir. Bu durum sonraki Müslüman idareciler tarafından da aşağı yukarı aynı hassasiyetle devam ettirilmiştir. Osmanlı ise Kudüs’ü bambaşka bir gözle yönetmiş ve inanç özgürlükleriyle bezenmiş mukaddes bir belde haline getirmiştir. Osmanlılar mukaddes belde Kudüs’ü kendi ruhuna uygun olarak adeta bir vakıf şehir haline getirmiş, farklı ihtiyaçları temin için kurulan yüzlerce vakıfla yönetmiştir. On Osmanlı padişahının ve iki valide sultanın Kudüs’te vakfı olduğu düşünüldüğünde, ecdadımızın bu beldeye hangi gözle baktığı çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu nedenle geçmişte olduğu gibi bugün de bu millet Kudüs’e asla kayıtsız kalamaz. Aksi halde vakıf şehir Kudüs’ün vakfiyesine ihanet etmiş olur.

Kur’an’a ve Kur’an üzerinden Müslümanlara saldırı tarihte ne ilktir ne de son olacaktır. Ümmet olarak bu tür saldırılara karşı etkin mücadele verebildiğimiz dönemlerde engellemişiz, zayıflık gösterdiğimiz zamanlarda ise maalesef çaresiz kalmışız. Bizim Müslümanlar olarak tarafımıza yöneltilen iddia ve ithamlar karşısında öncelikle kendimizin donanımlı olması lazım. Kur’an belli bir ırkı veya zümreyi özellikle hedef alarak hitapta bulunmaz. Orada yerilen şey, genellikle kötü tutum ve davranışlardır. Bu olayların belli kavimlerin ismi zikredilerek anlatılması, hitabı hususileştirmez. Yani lafzın hususiliği hükmün umûmîliğine engel teşkil etmez. Dolayısıyla Kur’an doğrudan ne Yahudileri ne de bir başkalarını düşman ilan eder. Tam aksine bir Yahudi olup da sonradan Müslüman olarak sahabe şerefine ermiş ve bu ümmete hizmet etmiş kişiler, İslam’ın iftihar vesilesi olmuştur. Nasıl ki Müslümanlar şeklindeki bir genelleme tam tanımlayıcı değilse, Yahudi şeklindeki mutlak ifade de bütün Yahudileri tanımlamaktan uzaktır. Şiddet yanlısı olan Yahudi olduğu kadar, bunları tasvip etmeyen Yahudiler de vardır. Dolayısıyla genellemeci bir tavırla herkesi aynı kategoriye sokmanın yanlışlığı ortadadır.

Ana kaynağı Kur’an olan İslam hukuku kitaplarında şiddeti ifade eden özel bir terim yoktur. Bunun yerine her bir suçu niteleyen ifadeler vardır. İşin özünde ise İslam’ın her daim hakkın tarafında yer alarak zulme, haksızlığa ve şiddete karşı durması yer alır. Yani kime karşı işlenirse işlensin haksızlık günahtır. Her günah aynı zamanda bir zulümdür. Zalim şiddet yoluyla istediğini elde etmeye çalışan zorbadır. Kur’an’da zalime karşı etkin mücadele yürütülür; ancak adalet gereği zalime bile zulmedilmeden fiiline uygun nitelikte bir ceza ile cezalandırılır. Suçun niteliğine göre son derece ağır hükümler olduğu gibi, daha hafif cezalar da mevcuttur. Önceden suçu, suçun unsurlarını ve cezalarını alenen açıklayan bir hukuk sistemi için cezaların ağırlığına bakarak şiddet taraftarı ve uygulayıcısı denilemez. Hele de İslam hukuku gibi suçu hakkıyla cezalandırarak mağdurun hakkını koruyan, bununla birlikte cezası son derece ağır olup kısas gerektiren suçlarda hasım ile mağdur arasında anlaşmaya (sulha/affa) imkân tanıyan sistem için şiddet ve haksızlık ifadelerini kullanmak son derece yanlıştır. Şiddet ve zulüm kelimeleri İslam için kullanılamaz. Hele de toplumu hedef alan yıkıcı ve kargaşaya sürükleyici kitlesel hareket olan terör, İslam’a ve İslam hukukuna yabancı kavramlardır. Zira hukuk, sistem demektir. Terör ve şiddet ise nizam karşıtı olmak demektir. Ne yazık ki İslam geleneğinde bilinmeyen ve bu haliyle tanınmayan terör ve şiddet kavramları İslam ve Müslümanlarla anılır olmuş, bugün Batıda Müslüman denilince hemen 11 Eylül 2001 saldırıları hatırlatılarak Müslümanlar potansiyel terörist ve katil gibi lanse edilir olmuştur. Batı toplumlarının zihin dünyasında Müslümanlar, batının özgürlüğünü yok etmeye çalışan fanatik ruhlu kimselerdir. Oysa batı toplumları ile iç içe yaşayan her iki toplumun fertleri ya da gençleri, bu endişeleri boşa çıkarırcasına aynı ortak hayatı yaşamaktadırlar.

İşin özünde sadece İslam değil, bütün dinler şiddetin karşısındadır. Dinleri ve dini metinleri şiddetle özdeşleştirmek veya şiddetin referansı olarak göstermek dinlerin mesajını sabote etmektir. Gerçekten bir din şiddeti besliyor ve ona destek oluyorsa, artık o andan itibaren aslî hüviyetini kaybetmiş demektir. Son dönemlerde oldukça fazla bir şekilde İslam’ın bir terör ve şiddet dini olduğu yayılmaya çalışılmakta ve buna da kanıt olarak Kur’an’dan bazı ayetler delil olarak getirilmeye çalışılmaktadır. Ancak burada art niyetli bir tutum sergilenerek, naslar hakkındaki farklı yorum veya uygulamalar göz ardı edilmekte ve bir tür kara propaganda yürütülmektedir. Şurası bir gerçektir ki İslam asla şiddeti desteklemez. Ancak bugünkü psikolojik ortam içerisinde bunu dünyaya izah etmek oldukça zordur. Diğer bütün dinlerde olduğu gibi İslam’ın da kurduğu sistemi ve inandığı değerleri korumak için suç saydığı unsurlar ve bunlara uyguladığı değişik cezalar vardır. Sistem içerisinde mevcut, önceden belirlenen, aleni olarak insanlara beyan edilen hususların ve hukukî yaptırımların, şiddet veya terör olarak nitelendirilmesi bir tür algı operasyonudur. Zira İslam’da kendisine karşı saldırmayan veya kaba güç kullanmayanlara yönelik bir hareket söz konusu değildir.

İslam kendisi herhangi bir şiddete ve saldırıya maruz kalmadıkça, karşı tarafla savaşmaz. Allah azgınlık ve taşkınlık yapanları sevmez. Kaldı ki savaşın zorunlu olduğu hallerde dahi İslam keyfiliğe müsaade etmez. Savaşta ancak aktif olarak savaşanlarla mücadele edilir. Kadınlara, çocuklara, aktif olarak savaşa katılmayan din adamlarına ve yaşlılara dokunulmaz. Ayrıca tabiata ve doğal kaynaklara zarar verilmez.

Şiddet İslam tarafından asla tasvip edilmediği gibi, aklı başında hiçbir Müslüman tarafından da savunulmaz. Öyleyse, fiziksel güç uygulamayı gerektiren; cana, mala ve daha pek çok şeye zarar veren savaş emrinin İslam’daki manası ve temel hedefi oldukça farklı olmalıdır. Şu kadarını ifade edelim ki, şiddette kanunî dayanaktan yoksun olduğu halde bir başkasına haksız güç uygulama ve ona zarar verme amacı vardır. Cihat ise meşruiyetini naslardan alır. Cihatta, savaşı başlatan ve sona erdiren meşru bir devlet otoritesi vardır. Onun için neticesindeki benzerliklere bakarak bir takım kavram veya olayları birbirine karıştırmamak gerekir. Meşru otorite kanuna uygun bir nizamın tesisi ve devamı için çaba harcarken, şiddet yanlıları haksız bir şekilde kanuna dayanmayan yetki ve güç kullanımı yoluna giderler. Ancak bugün Batı, kendisi açısından inancını, kültürünü, müesseselerini tehlikeli gördükleri Müslüman devletleri de şiddet yanlısı veya terör destekçisi göstererek, onlara da fırsat buldukça yok etme operasyonları düzenlemektedir.

Tarihteki farklı eylemlerin İslam hukukçuları tarafından hükme bağlanması esnasında muhtemel bir takım yargı hatalarının seçkici bir yolla derlenip, algılama veya uygulama yanlışlığından kaynaklanan olumsuzlukları sistemin bütününe şamil kılmak ciddi bir hatadır. Şayet tarihteki olaylar üzerinden İslam ve Müslümanlar tenkit edilecekse, art niyetliler açısından bu konuda sayısız malzemeye ulaşmak mümkündür.

Netice itibarı ile İslam şiddeti teşvik için değil, onu önlemek için vardır. Modern algının Kur’an ile şiddeti özdeşleştirme çabaları iyi niyetten kaynaklanmamaktadır. Hukuki hükümler kanunilik, aleniyet ve eşitlik esasına göre işlediğinden dolayı, neticesi ne kadar ağır olursa olsun, şiddet olarak nitelendirilemez.

Hiç kimse Kur’an ya da sünnete, içermediği ve amaçlamadığı literal anlamı nassa yükleyerek veya maksadı aşan yorumlarda bulunarak, onlardan şiddete meşruiyet üretemez. İslam ceza hukukunun hükümleri kendi itikadî, amelî ve ahlakî zemininde düşünüldüğünde bir anlam ifade eder. Gelenekten ve fukahanın dâhil olduğu ekolden bağımsız değerlendirmeler hem fıkha, hem fıkhın beslendiği Kur’an’a hem de Müslümanlara yapılan bir haksızlık olacaktır.

Camiler, Medreseler ve İlahiyat Fakülteleri

İslam medeniyetinde üç ilim dalı (kelam, fıkıh, tasavvuf) kurucu iradedir. Söz konusu üç ilim dalının şahsında müesses hale gelen üç temel kurum (medrese, cami, tekke) ise etkin ve şekillendiricidir. Tarihi tecrübede bu üç ilim dalı veya kurum birbirinin rakibi değil, tam aksine tamamlayıcısı mahiyetindedir. Zira bu medeniyetin ana umdelerinde inançsız, ahlaksız ve amelsiz bir toplum tasavvur dahi edilemez.

Fakültedeki öğrenciliğimizin daha ilk yıllarında iken kendisinden klasik usulde İslami ilimler ve fıkıh metinleri tahsil ettiğimiz saygıdeğer bir hocamız, ders esnasında yeri gelmişken şöyle bir ifade kullanmıştı: “Bizim hocalarımız camide cemaate vaaz etmek için okur, camideki cemaatimiz ise arkadaşına nasihat etmek için hocayı dinler.” Bu söz, ilk duyduğum andan itibaren ilgimi çekmiş; yapılan işlerin nedenlerini ve niçinlerini sorgulama hususunda bana yol gösterici olmuştur. Ülkemizde imam hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri gibi eğitim kurumlarımızdan beklentiler nelerdir? İlim dünyamız açısından imam hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri ne anlam ifade etmektedir? Ahali ile ilmin buluşmasına en uygun zemin olan camilerimizde acaba yeterince imam hatip liselerinin ya da ilahiyat fakültelerinin ilmi birikiminden istifade edilebiliyor mu? Bu birlikteliğin önünde herhangi bir engel var mı? Bu müesseseler daha sıkı münasebet içerisinde olabilir mi? Bir de bunlara son dönemlerde “medrese mi? mektep mi?” şeklinde medyada da kendine gündem bulan ve ilahiyat hocalarını şu ya da bu şekilde itham eden çekişmeleri eklemek gerekir.

Medrese ve mektep tartışmaları başlı başına irdelenmesi gereken bir konu olmakla birlikte, kimi çevrelerce sahih dini bilginin ve ehlisünnet vel cemaat akidesinin medreselerde ve medrese hocaları marifetiyle verildiği, ilahiyat fakültelerindeki (güya) dini tahrif amaçlı bilgi aktarımıyla(!) kendilerinin samimi bir şekilde mücadele ettiği izlenimini vermeleri hayreti muciptir. Dahası hararetli ve reytingi yüksek televizyon programlarında en çok ilgi çeken çekişmelerden birisi de hocaların birbirini din tahrifçiliği veya bunun zıddı hurafecilikle suçlamalarıdır. Bu tartışmalarda ele alınan hususlar gerçekte günümüz insanının din hususundaki bilgi eksikliğini gidermeyi mi yoksa din üzerinden eğlenceli vakit geçirilmesini temin etmeyi mi amaçlamaktadır? Bu sorulara daha başkalarını da eklemek mümkündür.

İslam, bidayetinden itibaren asırlara sözü olan güçlü bir medeniyettir. Bu medeniyet, ilimle başlamış, ilimle yoğrulmuş, ilimle var olmuştur. İlimden koptuğu dönemler ise yok hükmünde olmuştur. İslam medeniyetinde üç ilim dalı (kelam, fıkıh, tasavvuf) kurucu iradedir. Söz konusu üç ilim dalının şahsında müesses hale gelen üç temel kurum (medrese, cami, tekke) ise etkin ve şekillendiricidir. Tarihi tecrübede bu üç ilim dalı veya kurum birbirinin rakibi değil, tam aksine tamamlayıcısı mahiyetindedir. Zira bu medeniyetin ana umdelerinde inançsız, ahlaksız ve amelsiz bir toplum tasavvur dahi edilemez.

Bu medeniyetin bir başka özelliği de alenilik ve meşruiyettir. Topluma hesabı verilebilir bilgi sunmaktır. Bunun bir gereği olarak zahiri bilgi medresede üretilir, irfani olansa tekkede. Medrese ve tekke, toplumun inancını veya ahlaki değerlerini zedeleme üzerine kurulmamıştır. Amel noktasında ise cami her ikisinin de ortak mekânıdır. Yani medrese ve tekke (günümüzde olanın aksine) bir ibadet kurumu değildir. Bir ilim (medrese) ve irfan (tekke) kurumudur. Birisi bilgilenmenin diğeri ruhî arınmanın mektebidir ve birbirini tamamlayıcı müesseselerdir.

İslam medeniyetinde gerek ilmin elde edilmesinde, gerekse ilmin topluma aktarılmasında belli bir edebe uyulur. Yani ilim ehli her türlü tartışmayı kendi arasında yapar, bunu eserlerine yansıtır. Topluma elzem ve faydalı olan bilgileri ise âlim, müftü veya kâdı kimliğiyle aktarır. Tekkeler ise bilgi üreten ve fetva veren değil, ihsana uygun olarak Allah’a kulluk yapmayı amaç edinen irfan kurumlarıdır. Bunlara temas etmemizin nedeni maalesef günümüzde her üç kurumun da zemininden kaydırılmış olması, kendi metotlarına uygun hareket etmemeleridir. Çatışmacı ve kavgacı bir dille toplumu din yorgunu haline getirmiş olmalarıdır. Günümüzde ilim kurumları da irfan kurumları da varoluş gayeleri olan fesadı engelleme, insanlar arasında adaletle ve ihsanla hükmetme gayeleri yönünde fikir üretmek yerine maalesef fesadı körükleyici, kavgacı ve tahammülsüz bir görüntü sergilemektedirler.

Tarihte ve Günümüzde Mektep Medrese

Bu yazı içerisinde mektep kelimesi ile modern eğitim kurumları içerisinde yer alan imam hatip liselerini ve ilahiyat fakültelerini, medrese kelimesi ile de geleneksel metotla öğretim yapan İslami eğitim kurumlarını kastetmekteyiz. Her iki kurumun da öğrencileri ve hocaları statüsüne göre molla, müderris, öğretim görevlisi, öğretim üyesi, akademik çevre, medrese çevresi gibi değişik isimlerle anılırlar. Bu isimlendirmeler normal şartlar altında bir durumu ifade etmekte iken, günümüzde maalesef karşı tarafın fikrini ya da ilmi duruşunu itham amaçlı kullanılabilmektedir.

Medreseler İslam toplumlarında asırlarca müesses ve müessir olmuş köklü eğitim kurumlarıdır. Osmanlı Devleti’nin eğitim sisteminin ana gövdesini de oluşturan medreseler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına kadar hayatiyetini resmi müesseseler olarak sürdürmüşlerdir. Osmanlı eğitim anlayışında üç farklı türde eğitim kurumu vardı: Saray, hükûmet ve askerlik işlerinde vazife alacakların eğitildiği saray mektepleri, askerlik sanatının öğretildiği askerî mektepler ve dinî eğitim veren medreseler.

Medreseler, genellikle sivil insanların devam ettiği uzun süreli eğitim kurumlarıydı. Medrese öncesi hazırlık eğitimi mahiyetinde sıbyan mekteplerini de bu eğitimin bir parçası olarak görebiliriz. Ancak sıbyan mekteplerindeki (bugünkü cami kursları benzeri) esas amaç, çocuklara temel dini bilgiler ve Kur’an öğretmektir. Tarihte Nizamiye, Horasan, Maveraünnehir, Merv, Medrese-i Nasıri, Mustansariye vs. adlarla bilinen pek çok medrese kurulmuştur. Bunlar zengin kütüphaneleri de beraberinde getirmiştir. Hele Selçuklu dönemindeki Sırçalı Medrese (Konya), İnce Minareli Medrese ve Karatay Medresesi eğitim öğretim faaliyetleri yanında özgün mimarileri ile de göz kamaştırmışlardır.

Osmanlılarda da köklü bir medrese eğitimi vardı. Osmanlıların ilk dönemi içerisinde kurulan en önemli medreseler İznik, Bursa ve Edirne medreseleri idi. Ancak Osmanlı medreseleri dendiğinde ilk akla gelenleri Fatih devrinde kurulan Sahn-ı Seman diğer adıyla Fatih Medresesi ve Kanûnî Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Medresesi’dir. Medreseden mezun olanlar zamanla müderrislik payesi alarak devletin en yüksek makamlarına geçme imkânına kavuşurdu. Yeri gelmişken ifade edelim ki, Fatih Camii’nin iki yanında 4’er medreseden (Karadeniz ve Akdeniz) meydana gelen Fatih Medresesi’nde, üçer kişilik toplam yüz elli iki oda vardı. Müştemilatında ise basım evi (tabhane), sağlık evi (bimarhane), kütüphane, altı yüz kişiye kadar hazırlık eğitimi verebilen sekiz medrese daha vardı. Süleymaniye Medresesi’nde daha çok tıp ve fen ilimleri ağırlıklı bir eğitim verilmekle devletin tabip, mühendis ve mimar gibi ihtiyaçlarını karşılanmaktaydı. Müderrislere ilmi derecelerine göre mülâzim, molla, fakih, allâme, kari, muhaddir denirdi. Medrese öğrencilerine ise sınıfına göre çömez, softa, danişmend denirdi.

Osmanlı medreselerinde alet ilimleri ve yüksek ilimler ana tasnifi içerisinde dersler okutulmuştur. XVI. yüzyıla kadar medreselerde okutulan matematik, hendese, coğrafya gibi ilimler değişik gerekçelerle kaldırılmıştır. Bu aşamadan itibaren medresede okutulan dersler daha çok alet ilimleri ağırlıklı olarak devam etmiş ve gittikçe geriye doğru gitmiştir. Bu geriye gidiş hali zaman zaman medreselerin ıslahını gündeme getirmişse de beklenen neticeler alınamamıştır. Medreselerin ıslahı girişimlerinde ilk kapsamlı ıslahat “Medaris-i İlmiyye Nizamnamesi” adı altında Şubat 1910’da devreye sokulmuştur. Bu ıslahatla birlikte ders geçmeye dayalı ve süresi sabit olmayan medrese sistemi yerine bugün modern eğitimde kullanılan sınıf sistemine geçilmiş, öğrenim süresi de on iki yıl olarak belirlenmiştir. 1914’te Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin gayretleriyle uygulanan bu nizamname ile tâli kısm-ı evvel, tâli kısm-ı sâni ve âli olmak üzere üç eşit devre olarak toplam 12 senelik bir eğitim sistemi öngörülmüştür. Ayrıca dinî hizmetler alanında medresetü’l-eimme ve’l-hutebâ adı altında bir okulun kurulması öngörülmüştür. Daha sonra bu okulun adı medresetü’l-irşâd olarak değiştirilmiştir. II. Abdülhamid devrinden itibaren gittikçe yayılan modern eğitim kurumları karşısında medreseler işlevsiz görülmüş; 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler resmen kapatılmıştır. Görüldüğü üzere tarihte eşsiz eğitim öğretim hizmetlerini yerine getiren medreseler, son kertede hükmünü tamamlayarak yerini en azından resmi alanda imam hatip liselerine ve ilahiyat fakültelerine bırakmıştır. Demek oluyor ki geçmişteki medrese ile bugün zihinlerde olan medrese arasında ilişki sadece bir isim benzerliğinden ibaret. Öyleyse günümüzde mektep ve medresenin birbirini daha yakından tanımaya ihtiyacı var.

Mektep ve medrese birbirlerini tanımalılar ki ne olup olmadıklarını doğru anlayabilsinler. Tanımadan yapılan her bir tanım esasında karşı tarafın bir tahrifi anlamına gelmektedir. Maalesef günümüzde her iki kurumun mensupları da karşı tarafı yeterince tanımadan onun yaptığı işleri hafife almakta hatta kimi zaman onunla çatışmaktadır. Oysaki her şeyin değişime uğradığı bir dünyada ne medrese eski medresedir, ne de mektep eski mekteptir. Modern eğitimde medrese veya medrese kafalılık dendiğinde bununla genellikle karşı taraf tahkir edilmiş olur. Medrese çevrelerinde ilahiyat kafalı dendiğinde ise bununla dinde yenilikçi, din tahripçisi, bir parça da dini ilimlerden yeterince haberdar olmayan topluluk kastedilir. Hâlbuki ilim meclisleri söz konusu olduğunda akıl akıldan üstün olur. Bilgi seviyelerinde eşitlik diye bir şey söz konusu olamaz. Tarihteki medrese ile günümüzde üniversite aynı şey olmadıklarından, bunlar birbiri ile rekabet eder kurumlar da olamazlar.

Toplumsal Beklentiler ve Cami

Toplumun olmazsa olmaz gerçekliklerinden birisi de dindir. Toplumun din ya da din adamı ile buluştuğu en merkezi kurum camidir. O nedenle dini alanda sözü olanın camiyi ihmal etme lüksü yoktur. Bu anlamda İslam toplumlarının ibadethane olma yanında en yaygın eğitim kurumu camileridir. Akademisyen de olsa din eğitimi veren hocaların camiyi ihmal etmemesi gerekir.

Tarihi tecrübe içerisinde bir diğer eğitim kurumu ise medreselerdir. İslam toplumlarında medreseler zengin tecrübeleri ve köklü eğitimleri ile müstesna bir yere sahiptir. Medreseler sadece dinî değil aynı zamanda tıp, astronomi, mühendislik vs. dünyevî ilimlerle de hizmet sunmuş ileri düzey müesseselerdir. Ancak şu var ki medreseler de zamanla her toplumsal müessesenin yaşadığı doğal süreci yaşamış ana eksenini ve varlık sebebini yitirmiştir. Günümüzde medreselerin dini alandaki görevini yürütmek üzere kurulan imam hatip okulları ya da ilahiyat fakülteleri vardır. Bu ise beraberinde bir takım tartışma ya da sürtüşmeleri getirmiştir. Onların mevcudiyetini çeşitli gerekçelerle kabullenemeyen bir kesimin varlığı bir vakıadır. Aynı şeyi medreseler için de söylemek gerekir.

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin ilk yıllarında kendilerinden bekleneni şu ya da bu sebepten tam olarak veremediği bilinmektedir. Bu durum toplumda din, dini hizmet ve din adamı tartışmalarını körüklemiştir. Zamanla ciddi düzelmeler ve kalitede artışlar söz konusu olsa da geçmişten beri var olan sürtüşme ya da serzenişler hala devam etmektedir. Bu sürtüşmelerin içten kaynaklanan sebepleri yanında dıştan kaynaklanan nedenlerini de göz ardı etmemek gerekir. Bu okullara dini eğitimin içerisinde olup da karşı tavır takınan belli bir kesime göre nitelikli dini eğitim ancak hususi mekânlarda ve daha özel eğitimli kişiler maharetiyle (medrese usulünde) verilebilir. Medreseye karşı çıkan bazı meslektaşlar ise orada okuyanları “medrese kafalı” olmakla itham edilebilmektedir.

Hâlbuki insaf sahibi herkes şu hakkı teslim eder ki her iki kurum da günümüz dünyasının din alanındaki ihtiyaçlarına tek başına cevap vermede yetersizdir. Karşılıklı işbirliğine muhtaçtır. Zaten özellikle temel İslam bilimleri alanında temayüz etmiş pek çok hocanın medrese olmasa da en azından medresenin öğretim sisteminden takviye aldıkları bir vakıadır. Medresenin de kendisini imam hatip liseleri ve ilahiyatlar karşısında sorgulayarak o kurumlardan azami derecede istifade etmesini bilmesi gerekir.

Mevcut İlmi Durum ve Cami

İnsanın bilmeye olan ihtiyacı, kendi tarihi kadar eskidir. Her dönemin kendine has eğitim öğretim kurumları vardır. Bugünkü anlamda modern eğitim öğretimi tarihte aynısıyla aramak beyhudedir. Ancak geçmiştekini de bugüne alternatif olarak sunmak aynı derecede yanlıştır. Ülkemiz söz konusu olduğunda medreseler bugün resmiyette bir karşılığı olmayan sivil eğitim kurumlarıdır. Tabii ki bir ihtiyaca cevap vermektedirler ama ilahiyat ya da imam hatip liselerinin alternatifi olmadıkları aşikârdır. Bunlar İslami ilimleri öğreten kurumlardır.

İslam’da ilim kuru bir iddia değildir. Âlim de sadece bilgi taşıyan kimse değildir. Âlim bilgisini hayatına tatbik eden kişi, ilim ise ameli sonuçları olan, dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir ameliyedir. Kısaca ilimden maksat kuru iddia peşinde koşmak ve faydasız tartışmalarla gündemi işgal etmek değildir. Gerek medrese çevrelerinden gerekse ilahiyat çevrelerinden tartışmalara malzeme sunanları, bağlamından kopuk bir takım nasları veya tarihi tecrübeleri suiistimal ederek tartışma çıkaranları iyi niyetli kabul etmek mümkün değildir. En azından başkasının değirmenine su taşıdıklarını görmezden gelmemek gerekir. Bununla birlikte şu öz eleştiriyi de yapmak gerekir: Özellikle ilahiyat fakültelerindeki akademik çevrelerin cami hizmetlerine daha çok zaman ayırarak bilgisini halka aktarması gerekir. Bu yolla sahih bilgiyi tabana ulaştırma fırsatı yakalayacağı gibi, halka yakın olmak suretiyle toplumun gerçek dini bilgi ihtiyacını da yakından görmüş olacaktır. Akademik çevrelerle toplum arasındaki dini kopukluk belli ölçüde giderilmiş olacaktır. Bu teklif, akademisyenler asli işleri olan araştırma ve akademik seviyede ders verme görevlerini terk etsinler anlamına gelmemektedir. Ancak bütünüyle halka yönelik dini hizmetlerin bir yana bırakılarak, pratikte hiçbir faydası olmayan hatta halk nazarında ne olduğu tam olarak anlaşılmadığından fitne ve dedikodulara sebep olan medyatik tartışmalara ayırdıkları zaman kadar da cami hizmetlerine zaman ayırmaları gerektiği anlamını taşımaktadır. Aksi uygulamalara giderek ilahiyat çevrelerinin dini irşat ve cami hizmetleri alanını ihmal etmeleri, hiç de hak etmedikleri bir takım dedikoduları beraberinde getirmekte; bu kesimin namaz kıldırmak, hutbe okumak, dua etmek, vaaz ve irşat vazifelerinde bulunmak hususunda yetersiz oldukları, bu nedenle bu hizmetlere yanaşmadıkları ithamına sebep olmaktadır. Bu nedenle akademik çevrelerin dini hizmetler alanını ihmal ederek başkalarına malzeme vermemesi gerekir. Bunlar içten bakış ve öz eleştirilerdir. İlahiyat fakültelerinin ve akademisyenlerinin kimi zaman toplum nazarında itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı, onlar üzerinden dinin bizzat din adamları tarafından bile doğru anlaşılmadığı, dinin çözümlerinin günümüz dünyasına hitap etmediği, dini tahsil eden öğrencilerin ve onları eğiten hocalarının dahi ne denli savrulmalar yaşadığı izleniminin verilmeye çalışılması, modern dönemin sinsi din aleyhtarlığının bir parçasıdır.

Bu tür tuzaklara düşerek din ilimleri alanında çalışan akademisyenlerin ve klasik metoda dayalı eğitimle iştigal eden hocaların birbirini itibarsızlaştırma bedbahtlığına düşmemesi gerekir. Müslüman toplumların ameli mekânı cami, ilmi ve irfânî mekânı müesses-meşru eğitim kurumlarıdır. Bunlar çatışmak için değil, toplumsal fayda ve ahiret mutluluğu için var olan kurumlardır. Dinin kavramları ve müesseseleri kimsenin magazin malzemesi olmamalıdır.