Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

ali babacan

Ali Babacan ve Siyasette İlkesizlik

Ak Parti milletvekili olarak Ali Babacan’ın bir taraftan Cumhurbaşkanımızı desteklediğine ilişkin imza vermesi, diğer taraftan da Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışmalar yapması siyasetin her türlüsünü görmüş ve yaşamış biri olarak, ben de olmasa da duyanlarda büyük şaşkınlık yarattığı aşikardır. Bu tarz siyaset neden çok şaşırttı ki?

Siyasetçilerin attığı tüm adımlar ” doğru veya yanlış olduğuna bakılmaksızın “seçmen bunu satın almıştır veya almamıştır” ölçüsüne göre değil midir? Öneri veya eleştiri yanlışsa, onu doğru gibi seçmene kabullendirmek seçmeni aldatmak değil midir? Madem ki seçmen olarak bizlere bu noktada iş düşmekte o halde şimdiden ilan edelim ki, kimden gelirse gelsin yanlışı doğru, kötüyü iyi, zararlıyı faydalı, çirkini güzel olarak satın almayacağız.

Üstelik Ali Babacan’ın ikircikli yaklaşımı sadece onun kişiliği üzerinden okunmamalı ve siyasetin zararlı ve klasik sorunlarından biri olarak görülüp, “başka kimler bu tanımın içerisindedir?” sorusu hayati önem taşımaktadır. Ak Parti bu ikircikli tavırdan zarar gören ve mağdur olan bir partiyken, Babacan’ın ikircikli yaklaşımından istifade etmek isteyen muhalefet partilerinin ikircikli yaklaşımları ne olacak? Millet İttifakı partilerinin içine girmiş oldukları bu güven sarsan yaklaşım ile, geçmişte güneş motel görüşmelerinde milletvekili transferi arasında ne fark vardır? Bu bir ayıp olarak tüm millet ittifakını töhmet altına sokan bir sonuç meydana getirmemiş midir?

Ak Parti açısından sorun çok daha büyük ve etraflıca tahlile muhtaçtır. Babacan’ın milletvekiliyken bu ikircikli yaklaşımı, kendisi ifşa edinceye kadar ortaya çıkmaması parti içinde benzeri şahsiyetlerin de olabileceği kuşkusunu artırmamış mıdır? Nasıl oldu da, parti içinde Babacan’ın bu faaliyetlerinden kimse haberdar olamamış da kendisi söyleyinceye kadar öğrenilememiştir! Bu konu çok iyi irdelenmelidir.

Şayet Ali Babacan Parti kurmasaydı, muhalefet partilerine geçmişte sizler için çalıştım bakın şimdi de buradayım deme ihtiyacı hissetmeseydi biz bu durumu öğrenebilecek miydik? Ak Parti açısından bu durum sorun değil midir? Çünkü bir odada Cumhurbaşkanımızı öven diğer odada da alabildiğince yeren tiplere çok şahit olduk. Parti içinde ilgili ve yetkililerin görmemesi ve bilmemesi akıl alır gibi değildir.

Bu anormal durum bir fırsat olarak görülmeli ve siyaset mutlaka ahlak kurallarıyla yeniden düzenlenmelidir…

Kılıçdaroğlu Babacan’ı mı gözüne kestirdi?

Evvelki gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Parti Meclisi’ne hitap ederken “Londra’daki bir avuç tefeci” diye bir tabir kullandı. Kulak misafiri olduğum konuşmaya dikkat kesildim o dakikadan sonra. Baktım meğer Yeni Şafak gazetesinin “82 milyon faizciye çalışıyor” manşetini diline dolamış. Gazeteye teşekkür ediyor, gerçekleri yazdığı için. Diyor ki Kılıçdaroğlu; bu iktidar Türkiye’yi Londra’daki bir avuç tefeciye faiz ödeyen bir duruma getirdi. Bugün 2 sene öncesine göre markette filesini çok daha zorlanarak dolduran ve bundan şikayet eden herhangi bir vatandaşa dahi sorsanız bunun rol çalmak olduğunu söyler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan defalarca duyduğu “faiz lobisi” lafını hatırlar ve “Ne oldu Kemal beye, Tayyip Erdoğan’a mı özendi yoksa” der.

***

Sanki bu ülkede Gezi kalkışması hiç yaşanmamış, tam da IMF’ye borcumuzun son taksitini ödediğimiz, ekonomik verilerin pozitif yönde tepe yaptığı bir dönemde sokak olaylarıyla ülke istikrasızlaştırılmaya çalışılmamış, o günden bu yana memlekette FETÖ’sü bir taraftan PKK’sı, DEAŞ’ı diğer taraftan saldırı üstüne saldırı düzenlememiş, içeriden ve dışarıdan ekonomi silahıyla tehdit edilmemiş gibi ve tüm bunlara karşı savaş açmış bir iktidar yokmuş gibi “Londra’daki bir avuç tefeci” falan diyor.

***

Kendisinin defalarca yabancı yatırımcıya açıkça “Türkiye’ye gelmeyin” dediğini de unutmayalım. Dolar kurunun ekonomimizi daralttığı bir evrede, Türkiye düşmanı Batılı medya ve siyasetçilerin mütemadiyen Türkiye aleyhine propaganda yaptığı, terör örgütlerinin ülkede güvenlik sorunu oluşturarak turizm gelirlerini aşağı çektiği bir dönemde Kemal Kılıçdaroğlu yabancı bir yayın organına “Türkiye’de halihazırda hiç kimse için güvenlik garantisi olmadığını söylüyorum: Ne canınız ne de mal ve mülkünüz için” diyebilmiştir.

Bu kişi “Londra’daki bir avuç tefeciye faiz ödüyoruz” diyerek ‘hesap uzmanlığını’ konuşturmakta, günlük-aylık-senelik faiz hesapları yaparak aklı sıra rakamlar kullanmakta ve böylece objektif verilerle konuşuyorum algısı oluşturmaya çalışmaktadır.

Gerçekler ise bambaşkadır.

***

Bir kere Türkiye 90’lı yıllarla kıyaslandığında ekonomisi kat be kat büyümüş bir ülkedir. Doğru olan günlük, aylık ödeme tutarlarını değil oranları paylaşmaktır. Devletin vergi gelirlerinin yarısı faiz ödemelerine gidiyordu. Bu oran 2001’de yüzde 103’e kadar çıkmıştı. AK Parti iktidarından sonra faiz ödemesi en düşük seviyelere, yüzde 11’e kadar düşmüştür. Yakın zamanda kur kriziyle birlikte yüzde 16’ya çıkmış olsa da ekonomi yönetiminin aldığı tedbirler sayesinde yeniden düşmeye başlamıştır.

Belki bu vasatta sorulabilecek olan Merkez Bankası’nın neden faiz indirimi yapmadığı olabilir. Ki o soruyu da malum o değil Cumhurbaşkanı Erdoğan sormaktadır. Üstelik her sorduğunda Kılıçdaroğlu ve ekibi tarafından “Merkez Bankası’nın bağımsızlığına zarar vermekle” suçlanmaktadır. Oysa davul siyasetin boynundadır ve Cumhurbaşkanı, siyasi hayatını Türkiye’nin bağımsızlaşmasına adamıştır. Bunun yolunun da faiz lobisi ile mücadeleden geçtiğini düşünmektedir.

Türkiye’nin darbeler, ekonomik krizler ve IMF’ye borçlandırılmak suretiyle boyunduruk altına alınması sürecini defalarca yaşandık. Bu sefer farklı olsun diye bu millet canını dişine takmış durumda. Muhalefet partisi bu ülke için iyi bir şey yapmak istiyorsa şayet “Londra’daki tefeciler” deyip iktidarı suçlayıcı bir dil kullanacağına ekonomik ve siyasi bağımsızlık konularında “tek Türkiye” görüntüsü verilmesini sağlayabilir.

***

Kılıçdaroğlu’nun faizcilere sataşmaya başlaması, Ali Babacan’ın kuracağı sinyalini verdiği partiye karşı erken pozisyon almak için olabilir mi? Zira iktidara yönelttiği eleştiriler bugünkü AK Parti ile uyuşmuyor. Daha çok Babacan ekolünü muhatap alan eleştiriler gibi duruyor. Babacan da şu haliyle daha çok CHP kitlesine hitap ediyor.

Halime Kökçe/Star

Olmuyor, Olmaz, Zorluyorlar

“Geçici-Emanetçi Başbakanlık” yaptığı dönemdesürekli olarak “Çok çalışıp, çok yorulduğunu” söyleyerek dert yanan Abdullah Gül!..

Yıllar süren bakanlık görevi sırasında Meclis’e girip çıkarken çevredekilere bir selamı bile çok gören Ali Babacan!..

Erdoğan tarafından Başbakanlık Koltuğunaoturtulduktan birkaç gün sonra gazetecileri Konya-Meram’daki evinde toplayıp, Başkanlık Sistemi’ne açıktan savaş açan Ahmet Davutoğlu!..

Aylardır bazı medya organlarında köpürtülüyorlar. Peş peşe “Tamam, oldu, yeni parti için harekete geçiyorlar” haberleri veriliyor. Ancak, bir türlü sonuç çıkmıyor. Çıkmaz, çünkü Türkiye’de böyle bir ihtiyaç mevcut değil. Tabela partisi kurmak kolay, ama ciddi bir oluşumu harekete geçirmek için zemin gerekli. Mevcut şartlarda Türkiye’nin böyle bir ihtiyacı yok.

Buna rağmen, aynı haberler avara kasnak misali döndürülüp duruyor…

Olayı köpürtenler belli: Çünkü, Türkiye’nin olmasa da onların böyle bir oluşuma ihtiyaçları var. Bütün dertleri, Recep Tayyip Erdoğan! Hedefe Beştepe’yi koymuşlar, o tarafa doğru atış yapıyorlar. Yeni müttefikler, yol arkadaşları arıyorlar. Olayı sürekli gündemde tutanlar, Gül, Babacan ve Davutoğlu üçlüsüne bu gözle bakıyorlar:

Yeni müttefik ve yol arkadaşları!

***

İşin en ilginci de bütün arayışları Ak Parti içinde. Aralarına dışarıdan etkili ve heyecan veren yeni bir isim katılmış değil. O yüzden yaptıkları çalışmalara “Siyasette Yeni Bir Oluşum” adını vermek zor. Olsa olsa, “Ak Parti’yi tökezletme ve yaralama harekâtı” olarak değerlendirilebilir. Dikkat edin, bu güne kadar dillendirilen isimlerin çoğu Ak Parti içindeki küskünler ve aradığını bulamayanlardan oluşuyor.

Ben bu tür çıkışları yıllar önce ANAP içinde ortaya çıkan “Küskünler Hareketine” benzetiyorum. Her seçim dönemi listeye giremeyenler bir araya gelip harekete geçer, medya da onları köpürtürdü. “Yeni Oluşum” haberleri yapılır, ancak kısa bir süre sonra unutulur giderdi.

Çıkışları itibarıyla benzer olsalar da bu defa biraz farklı tabii. Türkiye’de sistem değişti. Sonuç alabilmek için artık yüzde 50 artı 1 oya ihtiyaç duyuluyor. Erdoğan’a karşı kurulan cephe de bu hedefe ulaşmaya çalışıyor. O yüzden iddiaları ne olursa olsun, kamuoyuna hangi açıklamayı yaparlarsa yapsınlar, yeni ortaya çıkacak bir siyasi oluşum bu amaca hizmet edecek. Kazanmaya değil, kaybettirmeye yönelik bir işlev üstlenecek.

Daha açık bir ifadeyle ortaya koyarsak:

Eğer harekete geçebilirlerse, yeni sistem zaman içinde Davutoğlu, Gül, Babacan gibi isimleri Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener gibi figürlerle bir araya getirecek. Sistemin ortaya koyduğu kaçınılmaz bir son bu!

Nitekim, bugün Türkiye’yi terk edip yurtdışında kaçak olarak yaşayan FETÖ’nün önemli isimleri bunu dillendirmeye başladılar bile. Sosyal medya paylaşımlarında, Erdoğan düşmanlığı yaparak, bu isimlere açıktan destek veriyorlar.

O yüzden şimdi sormak istiyorum:

Erdoğan’ı hedef alan ve başkalarının değirmenine su taşıyan bir girişim, Ak Parti içinde taraftar bulabilir mi? Kolay mı bu? İşte bunun için “Olmaz, olsa da işe yaramaz” diyorum!

Emin Pazarcı/Akşam

Babacan ve Davutoğlu Akşener’in Şamar Oğlanı Mı?

İP’li Meral AkşenerAli Babacan ve Ahmet Davutoğlu üzerinden “dindar” seçmene ulaşmak istediklerini söylüyor.

Tek eksikleri buymuş.

Bu eksiği tamamladıklarında hedefe daha kolay ulaşacaklarmış.

Peki, hedef ne?

Hedef, elbette Erdoğan’ı devirmek…

Hatırlayalım: Bugün Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’na mihmandarlık yapan Abdullah Gül“tam mutabakat” sağlansaydı bu görevi geçen yıl yerine getirecekti; yani kendisini Dışişleri Bakanlığı’na, Başbakanlığa, nihayetinde Cumhurbaşkanlığı’na taşıyan Erdoğan’ı devirecekti.

Bunu bir de itiraf etmişti.

Hiç utanmamıştı.

Kılıçdaroğlu ve müttefiklerinin dümen suyunda gitmeyi “onur sorunu” yapmamıştı. (Yol arkadaşınız, bazen sizin kalitenizi de ele verir.)

Bakalım, Meral Akşener’in “şamar oğlanı” ve “çantada keklik” muamelesi yaptığı Babacan-Davutoğlu ikilisi de utanmayacaklar mı?

Birazcık izzetinefis taşıyan bir insan, “Akşener kim ki bizim adımıza siyasi projeksiyon yapıyor?” diye sorar ve esasında bu hatunun kimliğini kurcalar.

Sevabına bu görevi ben yerine getireyim… Bakalım “hukuk devleti” deyip duran Babacan-Davutoğlu ikilisi işbu “hukuksuzluklar kraliçesi”ni doğru konumlandırmayı akledecek mi?

Meral Akşener, DYP listelerinden milletvekili seçilmeden önce, kamuoyu tarafından tanınan bir isim değildi. Tarih bölümünü bitirdiği, doktora yaptığı, üniversitelerde ders verdiği söyleniyordu ama hakkında ayrıntılı bilgi bulunmuyordu.

Talihi, bir kazayla değişti.

Tarihe “Susurluk Skandalı” olarak geçen trafik kazasından sonra, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti. Yerine, çiçeği burnunda milletvekili meral Akşener getirildi.

İçişleri Bakanı olunca, hakkında bilgi akmaya başladı… Ülkücü olduğu. MHP’de farklı departmanlarda görev yaptığı, bir dönem bazı kriminal şahıslarla ilişki kurduğu… vs.

Bu rivayetler, ilerleyen zamanlarda, somut bilgilerle doğrulanacaktı.

Bir iddiaya göre, 1998 yılında MİT kaçak mafya babalarından Çakıcı’nın yerini belirliyor. Akşener de, bir akrabası aracılığıyla mafya babasına yerini değiştirmesi mesajını iletiyor.

Bu iddia, sadece iddiada kalmadı. Bir süre sonra bir bant kaydı çıktı ortaya. Kayıtta Çakıcı şunları söylüyordu: “Şimdi Akşener ile halamın kocası işadamı, anlıyor musun? İzmit’te çok yakınen tanışıyorlar. Hemen açıyor. Bizim enişteye söylüyor. ‘Alaattin yerini değiştirsin’diyor.”

İlerleyen yıllarda bu olay soruldu. Akşener yalanlamadı.

İrtica haberleriyle yürüyen siyaset gündeminin ikinci ve en önemli ayağını devlet içindeki çete faaliyetleri ve faili meçhul cinayetler oluşturuyordu.

Başbakan Erbakan’ı “irtica”dan sigaya çekenler, Çiller ve partisini çete faaliyetlerine göz yummakla, faili meçhul cinayetlere meydan vermekle suçluyordu. “Sol” çevrelerden yöneltilen bu suçlamaların odağında ise Akşener bulunuyordu.

İlginçtir, Refahyol hükümeti düşürülence, “çete” iddiaları gündemden kalktı. Maksat hasıl olmuştu. Silahlı ve silahsız bürokrasinin alesta tuttuğu çevreler (daha çok sol çevreler)için temel motivasyon hükümetten (özellikle Erbakan’dan kurtulmak) olduğu için, çete iddiaları bir süre “uyumaya” bırakıldı.

Meral Akşener yıllar sonra çete iddialarıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapacaktır: “Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.”

Bu kadarı kifayet eder sanıyorum.

Bir de, FETÖ’nün sevdiği ve kolladığı Akşener portresi var ki… Bunu değerlendirmeyi de Babacan-Davutoğlu ikilisinin ferasetine bırakalım.

Ahmet Kekeç/Star

”Fazla da Geç Kalmayın”

Cumhurbaşkanı Erdoğan Srebrenitsa soykırımının yıldönümü ve Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci Zirvesi vesilesiyle gerçekleştirdiği Bosna Hersek ziyareti dönüşünde gazetecilerle bir sohbet gerçekleştirdi. Ali Babacan’ın istifa mektubu sorulunca, dün gazetelerde okuduğunuz açıklıkta konuştu. Okuyunca ifadelerini sert bulanlar için söyleyeyim, daha çok sitem vardı Cumhurbaşkanı’nın söylerinde. Özellikle Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’a idi sitemi. Çünkü 2002’den bu yana üç isim de Tayyip beyin siyasi liderliği ve ön açması ile Ak Parti’de ve hükümette en etkili makamlarda görev almış kişiler. Ali Babacan ilk andan itibaren kesintisiz bakanlık görevi icra etti ve belki de o görevlere ondan daha genç yaşta getirilen kimse olmadı. Türkiye’nin ekonomik anlamda büyüdüğü, kişi başına düşen milli gelirin arttığı dönemin olumlu algısı Babacan’a bir başarı kariyeri sağladı. Bu başarı, Babacan’ın hüneri miydi yoksa Türkiye’nin siyasi ve ekonomik olarak sıkıştırılmadığı, sıcak paranın piyasaları coşturduğu bir dönemde bakanlık yapmasıyla mı ilgiliydi diye kimse sormadı.

***** 

Abdullah Gül de AK Parti iktidarı döneminde başbakanlık, dışişleri bakanlığı ve cumhurbaşkanlığı yaptı. Her biri için ön açan kişi Erdoğan’dı. 367 krizinde, parti kapatma davasında, 27 Nisan e-Muhtırasında Erdoğan risk almasaydı muhtemelen Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanımız olamayacak, o koltuğa “Sözde değil özde cumhurbaşkanı” tarifine uygun biri getirilecekti.

***** 

Ahmet Davutoğlu, Başbakanlığı döneminde Tayyip Erdoğan’ın dış politika aklı olarak biliniyordu. Uzun süre danışman olarak sonra da bizzat dışişleri bakanı olarak Türk dış politikasına yöne verdi. Özellikle Ortadoğu ve Suriye politikası onun eseri olarak hayata geçti. Başbakanlığı döneminden Erdoğan’ın beklediği şey, sistem değişikliğine geçmek için gerekli uyum içinde çalışabilmekti. Davutoğlu ise genel başkan ve başbakan olarak hem Ak Parti teşkilatında Erdoğan’ın gücünü zayıflatacak şekilde tasarrufta bulundu hem de başbakanlık görevi sırasında uyumlu çalışma hassasiyeti göstermedi. Yaşananlar en azından Erdoğan cephesinden böyle okundu. Nitekim çok kısa sürede “çift başlılık sorunu” yaşanmaya başlandı.

Bugün itibariyle Abdullah Gül ve Ali Babacan’ın AK Parti ile üyelik bağları bulunmamaktadır. Her üçü aynı zamanda iki farklı cepheden AK Parti ile yollarını ayırıp başka yol tutacaklarının işaretini vermiş bulunuyor.

***** 

Babacan, Abdullah Gül ile birlikte hareket edeceğe, Davutoğlu ise tek başına takılacağa benziyor. Erdoğan’ın siyasi liderliği ile sorun yaşayan kişilerin birbirinin siyasi liderliğini kabul etmesi pek olası gözükmüyor zaten.

Ayrıca Gül ve Davutoğlu’nun yurt dışı temaslarının da farklı olduğu söyleniyor. AK Parti geleneğinden gelen siyasetçilerin bugün hala dış bağlantıları üzerinden konuşuluyor olması da ayrıca üzüntü verici. Özellikle 2013’ten sonra atlatılan badireler, çekilen ceremelere rağmen ülke adına bağımsız bir politikanın savunucusu olamamak ve Türkiye’ye yön vermeye çalışan dışarlıklı aktörlere göre pozisyon almak bir muhalefet çok da iç açıcı olmasa gerek.

***** 

Erdoğan, Babacan’a “Parti mi kuruyorsunuz?” diye sormuş. “Henüz düşünmediklerini ama bir platform olarak çalıştıklarını” söyleyince Erdoğan haklı olarak “Fazla da geç kalmayın” demiş.

Siyaset açıklık ister. Demokrasinin de ilk şartıdır şeffaflık. Eli kulağında olduğu anlaşılan bu oluşumlarla ilgili haliyle merak edilen en temel soru nasıl bir siyaset inşa etmek niyetinde oldukları. İyi Parti’nin MHP’ye yaptığını AK Parti’ye yapmak ve bu sayede AK Parti’nin gövdesini aşındırarak karşıdaki bloğa tuğla taşımak üzere mi yola çıkıyorlar? Bunun vebalini yüklenecekler mi, izleyip göreceğiz.

Halime Kökçe/Star

Erdoğan’ın Brütüsleri…

Bir değil, iki değil, üç değil o kadar çok ki… Erdoğansöyledi zaten; “Partimizden daha önce de ayrılanlar olmuştu, bu isimler kimlerdir diye sorsam acaba hatırlar mısınız?” dedi.

Mesela pek çok kişinin hatırlamayacağı isimlerden biri de Ertuğrul GünayCHP’de Genel Sekreterlik yaptı, daha sonra liderlik mücadelesine soyundu. Olmadı, başaramadı, ihraç edildi. Erdoğan elinden tuttu, Ak Parti’ye aldı; milletvekili, bakan yaptı. CHP’nin dışladıklarına bile sahip çıkan bir Ak Parti görüntüsü vermek istedi.

İlk zamanlar her şey gayet iyiydi. Erdoğan’ı yere göğe sığdıramayan bir Ertuğrul Günay vardı. Ne zaman ki Erdoğan vermeyi bıraktı, Günay “muhalifler korosuna” katıldı. Son olarak da Ak Parti’yi eleştirip, Selahattin Demirtaş’a övgüler düzdü. Demirtaş için “Önyargılı ve düzmece iddialarla 3 yıla yakın tutuklu bulunan” ifadesini kullandı. Kendini mahkeme yerine koyup, terörle suçlanan bir kişiyi aklamaya çalıştı.

Günay, bakanlığı döneminde de garip tavırlar sergilerdi. Mesela rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun naaşı ile bile kavga etti. O’nun Tacettin Dergâhına defnini öngören Bakanlar Kurulu Kararınaimza atmadı. Ciddi sıkıntımlar yaşattı.

Üç genel müdür ve bakanlık yetkililerinin önünde “Türkler” ismindeki sahne oyununun finalindeki Türk Bayrakları için aynen şunları söyledi:

“Ne bu bayraklar? Bunlar 1960’larda kaldı. Artık para konuşuyor. Paranız varsa güçlüsünüz…”

Ve daha Ak Parti fikriyatı ile bağdaşmayan pek çok olay…

Doğal olarak gitti. Şimdi, Erdoğan’ı eleştirip, “Apo’nun heykelini dikeceğiz” diyen, “PKK sizi tükürükle boğar” ifadesini kullanan Demirtaş’a güzellemeler yapıyor.

***

Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan da bugün gündemde olanlar…

Biliyorsunuz Abdullah Gül, onca geçmişe yol arkadaşlığına rağmen, Erdoğan’a karşı muhalefetin ortak adayı olmak için temaslar içine girmişti. Aradığı desteği bulabilseydi adaydı. Halkın karşısına nasıl çıkacak, ne diyecekti, bilemiyorum. Ama bunu yaptı!

Zaten Cumhurbaşkanlığı süresinin tamamlanmasının ardından hiçbir şekilde Erdoğan’a destek vermedi. Sürekli, “Niye ben değil de O” tavrı içine girdi! Yaptıklarının yok başka bir izahı!

Ahmet Davutoğlu için de aynı değerlendirmeyi yapmak mümkün. Ne derse desin, hangi argümanla yola çıkarsa çıksın, sadece “ben” duygusudur içine girdiği tavrın ardında yatan gerçek!

Ve Ali Babacan

Şu anda arkadan itilen, vitrine çıkarılan O. Gitti, Cumhurbaşkanı ile görüştü, Erdoğan da baktı ki, bölmek, koparmak ve rahatsızlık vermek için yola çıkarılmış, “yolun açık olsun” dedi.

Babacan, bir siyasi oluşumun liderliğini nasıl yapacak bilemiyorum! Çünkü, Ak Parti içinde bulunduğu sürede sadece işin bürokrasi tarafı ile uğraştı. Halkta yoktur bir karşılığı. Yıllar boyunca Meclis’e girip çıkarken izledik. Çevresindeki insanlara bir selam bile verdiğini görmedik. Bir kibir abidesi olarak girdi, aynı şekilde ayrıldı.

Kim bilir, belki de bu özelliği sebebiyle “ben” deyip öne çıktı!

Geçmişte ANAP’ta yaşadığımız “Küskünler Hareketlerine” benzetiyorum ben bunları. Hepsi bir anda parlayıp, bir anda söndüler!

Emin Pazarcı/Akşam

Yeni Parti Kuracaklar Biliyordur

Nihayet seçim hayhuyu bitti. Doğru ise dört sene seçim yok deniliyor. Allah bir kaza bela vermezse, birilerinin aklına karpuz kabuğu düşmezse öyle. Yani tam parti kurma zamanı. Kış öncesi turşu kurar gibi. Seçime hazırlık. Anca yapılanır örgütler; binalar falan kiralanır. Kolay değildir particilik bilirim. Genel merkez, şubeler… Kiraları, elektrik su paraları. Sabah açıp akşam kapayacak eleman maaşı. Particilik öyle kolay değildir. Ya arkanda güçlü bir halk desteği olacak ya da güçlü ‘birileri’. Bastıracak parayı sen de kuracaksın partiyi. Şansın yaver gider de bir yerlere gelir ya da birilerime koltuk değneği olursan milletin parasıyla misli misli ödersin borcunu.

Şimdi yeni partiler kuracak tanınmış eski siyasetçiler var. Bunlar trenden inenler. Eski cumhurbaşkanı sayın Abdullah GÜL; eski başbakan sayın Ahmet DAVUTOĞLU; Eski maliye bakanı sayın Ali BABACAN. Yeni parti kurmak için kolları sıvadıkları haberleri dolaşıyor ortada. Tabi ki lider olmayı istemek, parti kurmak en doğal demokratik hakları. Ama bazı şeyleri bilmeleri lazım. Muhtemel biliyorlar. Ali babacan bilemiyor olabilir ama onun da çevresinde hatırı sayılır bir tecrübeli grup var.

Ben yine de yaşadığımda ne gördüysem bir yazayım. Mesele bir Kâmran İnan vardı. AP nin Bitlis senatörü. Süleyman Demirel’den gıcık kapan ‘Atatürkçü’ basın ve çevreler her seçimde Kâmran beyi Demirel’e karşı çıksın onu devirsin diye kışkırtırlardı. Maksat Adalet Partisini zayıflatmak, CHP ye avantaj devşirmek. Sonunda dayanamadı Kâmran bey. Bir kongrede aday oldu. O da medyanın gazına gelmiş, kendini göldeki kurbağa gibi hissetmişti anlaşılan. Ama sonuç hazindi. Yirmi oy bile alamadı. Bir daha da esamesi okunmadı. Silindi gitti politika sahnesinden.

Daha ne Ferruh Bozbeyliler, ne koca reisler (Saadettin Bilgiç) ne Turhan Feyzioğlular gördü Türkiye siyaseti. O kadar da anlatmayacağım. Anlamak isteyen eşek değil ya elbette anlar.
Demem o ki particilik ince işltir. her yiğidin harcı değildir. Önünü ardını iyi görmek ona göre yola düzülmek gerektirir. Nefesin bu zorlu yola yetmeyecekse hiç çıkmayacaksın. Öyle aklıma esti parti kurayımla olmuyor maalesef bu işler. Ya da birilerinin ‘yürü koçum arkanda biz varız gazıyla.

Timur Anadolu’yu işgal edince fillerini baksınlar diye her bir köye dağıtmış. Nasrettin hocanın köyüne de bir tane düşmüş. Fakat fil, fil gibi yiyor. Köylü file erzak yetiştiremez hale gelmiş. Gitmişler hoca Nasrettin’e. Hoca demişler bu fil bizim zürriyetimizi kurutacak; neyimiz var neyimiz yok yiyip tüketecek; biz açlıktan kırılacağız. Sen hocasın. Timur seni sever, dinler. Biz gidersek bizi aslanlara atar. Sen önümüze düş de Timur’a bir varıp şu fili köyden alsın diye yalvarıp yakaralım. Belki merhamete gelir de kabul eder.

Hoca acımış köylüye. Hak da vermiş. Bunlar düşmüşler yola. Fakat köylüde korku Selanik. Yolda giderken arkadan arkadan birer birer sıvışmışlar. Hoca da sanıyor ki arkasında köylü var. Varmış Timur’un sarayına nöbetçilere iletmiş görüşme dileğini, onlar da ‘bekle’ demişler, Timur’a haber vermeye birini göndermişler. Hoca beklerken bir de arkasına dönse ne görsün. Köylü möylü kalmamış hepsi kaçmış. Hocanın başından aşağı bir kazan kaynar su boşalmış. Şimdi ne diyecek Timur’a? Timur, sana ne oluyor dese ne cevap verecek?

Tam o sırada Timur’a giden haberci de dönmüş, tamam hoca şah seni bekliyor dememiş mi. Hocayı almış bir düşünce. Neyse düşmüş nöbetçinin ardına şahın karşısına çıkmışlar.
Hoş geldin hoca demiş Timur; Nasrettin’i seviyor sayıyor. Nedir demiş sebebi ziyaretin.
Hoca durmuş düşünmüş bir süre; şahım demilş:
Eeee…
Bizim köye bıraktığın fil var ya…
Eeee…
İşte o fil çok yalnızlık çekiyor. Bir dişiye ihtiyaç hissediyor; Sabahlara kadar bağırıp köylüyü uyutmuyor. Lütfetsen de; bir dişi fil göndersen bizim köye diye, onun için geldim.
Yani parti kuracak olan partisini kursun sıkıntı yok. Ama Allah aşkına; ardına baktığında kimseyi göremezse Allah rızası için bir de dişi fil istemesin ne olur.
Firuz Türker