Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Ahmet Kekeç

Amerika Neden Yan Çizdi?

Pentagon, Beyaz Saray’ı “şimdilik” ikna etmiş görünüyor…

Suriye’de kalacaklar…

Eskiden bizde böyle olurdu…

Siyasetçi takımı, o an hangi “cunta” hâkimse, dış meselelerde ona danışırdı.

Cuntanın izni ve rızası olmadan, herhangi bir konuda herhangi bir adım atamazlardı.

Bazıları buna “demokrasi” adını verirdi, hiç utanmadan…

Demokrasi (!) vardı ama söz hakları yoktu.

Fikirleri (!) vardı ama ifade edebilecekleri bir “zemin” yoktu.

Konumuza dönecek olursak…

Trump, geçen haftanın sonunda, “Yirmi dört saate kadar Suriye’yle ilgili önemli bir açıklama yapabilirim” diyerek, Suriye konusunda var olan “Pentagon çizgisine” geldiğini ilan (yahut itiraf) etmişti zaten.

Beklenen açıklamasını önceki gün yaptı: “DEAŞ’ı tamamen bitirmeden bölgeyi terk etmeyeceğiz.”

Bu açıklamanın yapıldığı gün, yabancı bir haber ajansı, DEAŞ’ın elinde toprak kalmadığına dair bir haber geçiyordu.

Soru şuydu:

DEAŞ’ın “alan hâkimiyeti” tamamen sona ermişti; örgüt, bir asayiş meselesine dönüşmüştü… Küçük “asayiş tedbirleriyle” de tamamen yok edilecek bir örgüt için bölgede ordu bulundurmak, hele terör örgütlerini silahlandırıp orduya dönüştürmek gerekir miydi?

Gerekmezdi…

Türkiye gibi müttefik ülkeleri üzmek ve ürkütmek hiç gerekmezdi…

Trump başlangıçta böyle düşünüyordu.

Çekilme kararını alırken, örgütün alan hâkimiyetinin sona ermiş olmasını gerekçe gösteriyordu.

Elinde toprak bile bulunmayan bir örgüt için, modern savaş gereçleriyle donanmış büyük bir gücü bölgede bulundurmanın, hele ekstradan masrafa girmenin anlamı var mıydı?

Beyaz Saray’a göre yoktu.

Dolayısıyla, bölgeden kalmanın bir anlamı da yoktu.

Fakat çekilme, Pentagon için “büyük yenilgi” anlamına geliyordu.

Çünkü “kalıcı olmak” için bölgede bulunuyorlardı ve siyaset kurumunun buna ikna olmasını istiyorlardı.

Kalıcı olup, bölgeyi terör örgütlerinin olası saldırılarından (!) koruyacaklardı. Aynı zamanda, bölgede partnersiz kalan İsrail’in güvenliğini sağlayacaklardı.

İlk bakışta “anlaşılabilir” görünen bu gerekçe, başka bir soruyu icbar ediyordu:

Madem Amerika bölgede “kalıcı” olmak istiyor; “meşru güçlerle” (stratejik ortaklarıyla ya da bölgedeki müttefik ülkelerle) iş tutamaz mıydı?

Hadi müttefiklerini güvenmiyor. Yerel halkla da mı (Arap kabileleriyle de mi) ortaklık yapamıyor?

Neden müttefiklerini ya da yerel meşru unsurları bypass ederek, nerdeyse bütün bir dünyanın “terör örgütü” saydığı PKK/YPG’yle iş tutuyor ve bu örgütü silahlandırıyor?

Bunun cevabı çok açık.

Çünkü Amerika Suriye’nin bölünmesini istiyor.

Partnerini de buna göre seçiyor.

PKK/PYD’nin dört ülkeyle (Türkiye, Irak, Suriye ve İran’la) çelişki halinde olduğunu hatırlarsak, partner seçiminin neyi hedeflediği kendiliğinden ortaya çıkacaktır:

Önce terör örgütü eliyle Suriye’yi bölmek, sonra sıradaki ülkeleri istikrarsızlaştırmak…

Suriye özel temsilcisi James Jefrey, önceki gün Trump’ın açıklamalarını şu şekilde tefsir etti: “ABD’nin Suriye’den çekilmesi kesin, ani ve hızlı olmayacak. Müttefiklerimize danışarak adım adım çekileceğiz… Ayrıca Esed rejiminin ülkenin kuzeyinde tekrar kontrolü ele geçirmesini istemiyoruz.”

Bu ne demektir?

Şu demektir:

Suriye’yi bölmeden çekilmeyeceğiz.

Ahmet Kekeç

Muvacehe Aynı, Mündericat Farklı

KALEMLER PİŞTİ OLDU

Koray Düzgören, solcu kimliğiyle tanınan tecrübeli bir gazeteci. İşine www.artigercek.com sitesinde devam ediyor.Ahmet Kekeç ise İslamcı kimliğiyle tanınıyor. O da bir gazeteci. Kekeç Star gazetesinde yazıyor. Her iki yazar bu gün aşağı-yukarı aynı konuyu kaleme aldılar. Bir anlamda pişti oldular. İşte her iki yazara ait bu günkü yazıları:

CHP’liler Etmese de Biz Merak Ediyoruz: Kim bu Öztürk Yılmaz?

Koray Düzgören/12 Kasım 2018

Şimdi Kılıçdaroğlu şu soruya cevap vermeli: Kim bu Yılmaz? Kimlerin adamı? Ve Yılmaz’ı niçin, hangi çevrelerin tavsiyesi ya da yönlendirmesi ile bunca zaman yardımcısı olarak yanında tuttu?

CHP Genel Başkanı’na, sokak ağzıyla hakaretler ve ağır suçlamalar yönelten eski Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz, düne kadar Kılıçdaroğlu’nun en güvendiği adamlardan biriydi.

3 Eylül 2015’de Tacikistan Büyükelçiliği’nden istifa ettikten sonra 1 Kasım 2016’de yapılan erken seçimle CHP Ardahan Milletvekili olarak Meclis’e girdi, ve 16-17 Ocak’ta yapılan CHP Kurultayı’ndan sonra da partinin MYK’sına (Merkez Yönetim Kurulu) seçilerek Kılıçdaroğlu’nun yardımcılığı görevine getirildi.

Hayli hızlı, hatta merak uyandıran tepeden inme bir yükseliş çizgisi…

Yılmaz’ın CHP’ye nasıl geldiği ya da getirildiği, nasıl milletvekili seçildiği ve nasıl birdenbire genel başkan yardımcılığı koltuğuna oturtulduğunu bilmiyoruz.

Biz bilmiyoruz ama, elbette Kılıçdaroğlu bunu çok iyi biliyor olmalı.

Nitekim Yılmaz, Kılıçdaroğlu’nun sadece dış politikada değil, genel olarak en güvendiği isim oldu.

10 Ağustos’ta yapılan Merkez Yönetim Kurulu (MYK) değişikliğine kadar da bu konumunu ve görevini sürdürdü.

Partinin dış politika açıklamaları, refleksleri ve tepkileri zaten devletin ve dolayısıyla AKP-MHP’nin tepkilerine yakındı. Yılmaz’la çok daha yakınlaştı.

Özellikle Irak ve Suriye politikaları ve Kürtler söz konusu olduğunda, hatta yer yer ayrımcılık, ırkçılık ve Kürt düşmanlığının ağır bastığı görülüyordu.

Suriyeli mülteciler için yaptığı açıklamalar ise bayağı ırkçı söylemlerden oluşuyordu. Kılıçdaroğlu ve parti sözcüleri de sıklıkla bu üsluba ayak uydurdular.

IŞİD’in 11 Haziran 2014’de Musul’daki T.C. Konsolosluğu’nu basarak konsolosluk görevlileri ve aileleriyle birlikte 47 kişiyi rehin aldığı sırada Musul Başkonsolosu’ydu.

Öztürk, baskın sırasında, sonrasında, 101 gün boyunca ve pazarlıklar sonucu kurtarılarak Türkiye’ye teslim edilmeleri sürecinde, neler olup bittiğine ilişkin o günden bu yana resmi açıklamaları dışında hiç konuşmadı.

Mutlaka devletin içinde bu baskının iç yüzünü bilenler vardır ama bizler ve tabii kamuoyu beylik bazı açıklamalar dışında fazla bir şey bilmiyorduk.

Ta ki bu yılın başında, Afrin Operasyonu’nun başladığı günlere kadar…

AFRİN’DEN MUSUL KONSOLOSLUĞU BASKININA

Ocak ayının sonlarına doğru, operasyon devam ederken beklenmedik bir açıklama yapan CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Yılmaz, operasyona katılan Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) “El Kaide kökenli cihatçı militanlardan oluştuğunu” söyleyerek AKP iktidarını ağır bir dille eleştirince kıyamet koptu.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Yılmaz’a yüklenince Musul Konsolosluk baskınına ilişkin kirli çamaşırlar ortaya dökülmeye başladı.

Bunun üzerine Öztürk Yılmaz, Musul Konsolosluğu’nun adeta bir IŞİD karargâhına dönüştüğüne ilişkin bazı iddiaları doğrulayacak bilgiler verdi. Hükümetin ‘IŞİD’le çatışmayın’ talimatı gönderdiğini açıkladı.

(Eski Başkonsolos AKP-IŞİD işbirliğini anlattı, Koray Düzgören, Artı Gerçek, 1 Şubat 2018)

Erdoğan, ‘Ulan’ diyerek Yılmaz’a çok ağır hakaretlerde bulundu. Daha sonra da ÖSO’nun Kuvayı Milliye gibi bir yapı olduğunu iddia etti.

Bunu üzerine Yılmaz önce bir basın toplantısıyla iktidara meydan okudu ve Musul Konsolosluğu’nda olup bitenlerle ilgili gerçekleri açıklayacağını duyurdu. Arkasından da Halk TV’ye çıkarak IŞİD baskınına ilişkin dikkat çekici iddialar ileri sürdü. Ankara’dan, Dışişlerinden IŞİD’le çatışmayın talimatı aldıklarını iddia etti.

Türkiye’ye teslim edilişlerini de MİT’in gerçekleştirmediğini söyleyerek, hükümete bu teslimat olayını açıklaması çağrısı yaptı. Ve, “Onlar konuşursa ben de konuşacağım” dedi.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da Yılmaz’ı suçladığı konuşmasında, “Bunları açıklamayacaktık ama ÖSO aleyhine konuşunca mecburen açıkladık” anlamında bir cümle kullanmıştı.

Sonra ne olduysa, bu tartışmalar adeta bilinmeyen bir merkezden gelen talimatlarla bıçak gibi kesildi.

İki tarafa da adeta, İtalyan mafyasının o altın kuralı, ‘Omerta’ talimatı verilmiş gibi oldu.

Ne Öztürk Yılmaz Türkiye’ye kimler tarafından, nasıl teslim edildiklerini ne de AKP yetkilileri IŞİD’le yaptıkları pazarlıkları ve Musul Konsolosluğu’nda nelerin olduğunu açıkladı.

“KONSOLOSLUK İŞİD KARARGÂHI OLDU” İDDİASI

Bu noktada Artı Gerçek’te 26 Ağustos 2017 tarihinde yazdığım bir başka yazıya atıf yapmak istiyorum. “Musul Konsolosluğu’nda neler oldu?” başlıklı yazıda, o zaman PYD Eş Başkanı olan Salih Müslim’in Artı TV’de dile getirdiği bazı önemli iddiaları tekrarlayarak sormuştum:

“Müslim, ‘Musul Konsolosluğu işgal öncesinde bir IŞİD karargâhı haline geldiğini’ söyledi. O dönemin başkonsolosu Öztürk Yılmaz’ın buna bir açıklama yapması gerekmiyor mu?” demiştim.

Salih Müslim, Artı TV’deki röportajda ilginç şeyler söylemişti.
Ne diyordu, bazı cümlelerine bir kere daha bakalım:
“(…) Suriye’deki cihatçıların hepsi Türkiye üzerinden geldi. IŞİD’e yardımların tümü belgelenmiştir. IŞİD’i beslemeleri, soykırım istemelerinden kaynaklanıyordu. Musul’daki konsolosluğun nasıl kullanıldığını gitsinler araştırsınlar. IŞİD’in bu konsolosluğu nasıl kullandığı biliniyor. Konsolosluğun kendisi bir IŞİD karargâhı olmuştu.”

Bu konuyla ilgili olarak aynı yazıdan bir bölümü aktarmak istiyorum:

“Yılmaz devletin işleyişini iyi biliyor. Fazla konuşanın başına neler geldiğinin de farkında. Bu nedenle, Musul Başkonsolosluğu’nda olup bitenler baştan aşağı yasa dışı olduğu halde, devlet sırrı zırhına sokularak bu konunun bir sır perdesi arkasında kalması istenmiş. Yılmaz da bu yazılmamış kurala uygun davranmış.

Tabii bir yere kadar…

Yılmaz ve partisi CHP, Erdoğan’ın savaşına, Kürtlere yönelik olduğu gerekçesiyle kayıtsız şartsız destek verdiği halde Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve harekatı ÖSO pisliğine bulaştırması nedeniyle karşı çıkınca işler değişti.

Devletine sadakatla bağlı Yılmaz, kendisine yönelik ağır hakaretler ve saldırılar karşısında devlet falan dinlemeyip konuşmaya, bu zamana kadar gizlediği gerçekleri ifşa etmeye karar verdi.”

Ama bu kararını uygulayamadı. Devletin içinden, “Sus” talimatı geldi…

İlginç çıkışları olan Yılmaz, 20 Nisan’da cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkladı ama tabii partisi onu aday göstermeyince seçime katılamadı.

10 Ağustos’ta yapılan MYK’da (Merkez Yönetim Kurulu) yapılan değişikliğe kadar da bu görevini sürdürdü.

ÖZTÜRK YILMAZ’IN TÜRKÇE EZAN ÇIKIŞI

Yılmaz’ın son çıkışı ise oldukça ilginç oldu.

Hiç beklenmedik bir zamanda ezanın Türkçe okunması gerektiğini açıklayınca kıyamet koptu. CHP yönetiminin paçaları tutuştu.

AKP’nin tepkisinden korkarak yerel seçim öncesi zor durumda kalmamak amacıyla Yılmaz’ı apar topar Disiplin Kurulu’na sevk ettiler.

Bu sert tepki, CHP’yi giderek sağa yöneltmek isteyen Kılıçdaroğlu ve ekibinin sağ, milliyetçi ve İslamcı hassasiyetleri olan seçmenlere yaklaşma niyetlerini de açığa iyice vurdu.

Tabii asıl sorun, Öztürk Yılmaz’ın Kılıçdaroğlu’na ağır hakaretler eşliğinde meydan okuması oldu.

Dikkat edilirse Yılmaz, ağır iddialarını bir tehdit ifadesi eşliğinde dile getirdi.

Sanki onunla Kılıçdaroğlu arasında kamuoyuna açıklanmamış bazı ilginç bilgiler varmış gibi bir izlenim ortaya çıktı.

Genel başkanlığa aday olduğunu açıklayan Yılmaz’ın şu lafları oldukça ilginç:

“İstifa etmiyorum kardeşim. Ne yapıyorsan yap, istifa etmiyorum. Ben bu partiye ‘Gel Öztürk’ diyerek gelmedim, ‘Git Öztürk’ diyerek gitmem. Sıkıyorsa at beni buradan.”

Şimdi Kılıçdaroğlu’nun yapacağı tek bir şey var:

Türkçe ezan polemiğine sığınmadan, kim bu Öztürk Yılmaz? Kimin, kimlerin adamı? Ve Yılmaz’ı niçin, hangi çevrelerin tavsiyesi ya da yönlendirmesi ile bunca zaman yardımcısı olarak yanında tuttu?

Son soru:

Yılmaz’la arasında başkaca bir ilişki var mı? Varsa bu nasıl bir ilişki?

CHP’liler belki bu soruları merak etmiyor olabilir ama, biz çok merak ediyoruz ve bu soruların yanıtlarını öğrenmek istiyoruz.

***

Öztürk Yılmaz’ı CHP’ye Kim İteledi?

Ahmet Kekeç/12 Kasım 2018

Kemal Kılıçdaroğlu’na yakın sosyal medya hesaplarında Öztürk Yılmaz aleyhtarı paylaşımları okuyunca gülüyorum.

Genel başkanlarına yönelik eleştiriler karşısında ortalığı yıkan arkadaşlar, aynı Öztürk Yılmaz Halk TV stüdyosuna kurulup gazeteci tehdit ettiğinde susmuşlardı.

Ne susması? Zil takıp oynamışlardı…

Çünkü Öztürk Yılmaz (nam-ı diğer Muhasebeci Kenan) CHP’li olmayan gazetecileri tehdit etmişti. (İktidara geldiklerinde Ahmet Kekeç’e neyi yedireceklerini hep birlikte görecekmişiz…)

Başka marifetleri de vardı Öztürk Yılmaz’ın:

ÖSO’ya “terör örgütü” yakıştırmasında bulunmuştu.

FETÖ ağzıyla Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarını eleştirmişti.

Bazı “izaha muhtaç” temasların içinde yer almıştı.

FETÖ’cülerin dergisine (üstelik 17/25 Aralık sürecinden sonra) röportaj verip ülkesini suçlamıştı.

CHP’li arkadaşlar o dönemde bunları kurcalama gereği duymamışlardı niyeyse…

Bir de paraşütle indirip genel başkan yardımcılığıyla onurlandırmışlardı.

Şimdi küfrediyorlar.

Birazdan, “yeni başlayan” CHP’liler için bazı tüyolar vereceğim. Biraz da oradan devam etsinler. Ya da Öztürk Yılmaz’ın partiye nasıl itildiğine ilişkin bazı tahminler yürütsünler.

Eski bir yazımdan (kısaltarak) alıntılıyorum:

Muhasebeci Kenan, uçaktan indiğinde yüzünde ufak tefek çizikler vardı.

Uçağa bindirilip Türkiye’ye yollanıncaya kadar muhasebeci Kenan’dı.

Uçaktan, “Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz” olarak indi.

Kamuoyu, Öztürk Yılmaz’ın yüzündeki ufak tefek çiziklerin DEAŞ teröristleriyle boğuşma esnasında “meydana geldiğini” düşünüyordu.

Bu yiğit Türk diplomatı teröristlere pabuç bırakacak değildi ya, mutlaka bir arbede çıkmıştır, Öztürk Yılmaz’ımız da dayanamayıp teröristin suratına kafayı gömmüştür ve “yaralanmıştır…”

Değilmiş…

Kendi aşçısı Ercan Köksal’la dalaşmış…

Daha doğrusu, durduk yerde aşçısını yumruklamaya başlamış; adamcağız da, ne yapsın, eline geçirdiği bir bardakla mukabelede bulunmuş. Ve yüzündeki o “ufak tefek çizikler” oluşmuş.

Bu bilgileri, Öztürk Yılmaz’ın korumalığını yapan Özel Harekât Polisi Settar Yaşar’dan öğreniyoruz.

Bu yiğit ve delişmen Türk evladının, “kurtarıldıktan” ve sağ salim ülkesine getirildikten üç yıl sonra, Meclis’in “güvenli” çatısı altında DEAŞ teröristlerine nasıl salladığını, nasıl küfürler ettiğini hep birlikte izledik.

Kimseden korkmuyormuş… Şehit olmak istiyormuş… Gelsinlermiş…

Gelmişlerdi, şehit olma imkânı sunmuşlardı ama “kahraman” Öztürk Yılmaz’ımız “Muhasebeci Kenan” kimliğinin arkasına gizlenmişti. Şehit olma fırsatını kaçırmıştı.

Bir de “Avrupa Bakanlığı” macerası var yiğit diplomatımızın…

Birkaç hafta çalışmış bakanlık bünyesinde… Sonra gönderilmiş. Daha doğrusu kovulmuş.

Niye kovulduğunu Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu açıkladı.

Kovulduktan sonra şansı dönüyor Öztürk Yılmaz’ımızın. FETÖ sanığı Gürcan Balık’ın Dışişleri’nde etkin olduğu dönemde terfi ettirilerek Musul’a Başkonsolos olarak atanıyor.

Musul’dayken FETÖ’cülerle irtibat kuruyor, FETÖ okullarını ziyaret ediyor, filan…

Bunun belgeleri (görüntüleri) yayınlandı.

Diyeceksiniz ki, “Ne var yani? FETÖ’cülerle herkes irtibat kuruyordu, hatta ahbaplık yapıyordu. Öztürk Yılmaz’ın birlikte görüntü vermesi mi kabahat oldu?”

Haklısınız ama Öztürk Yılmaz, FETÖ “suç örgütü” olarak tescil edildikten ve MGK’nın kırmızı kitabına girdikten sonra örgütle irtibat kuruyor.

Bununla da kalmıyor, “irtibat tarihinden” yaklaşık bir yıl sonra, yani 15 Temmuz darbesinden 8 ay önce, örgütün haftalık yayın organı “Aksiyon” dergisine röportaj veriyor ve ülkesini suçlayan açıklamalar yapıyor…

Dahası da var ama yer kalmadı.

Benden “şimdilik” bu kadar…

CHP’li dostlar biraz da buradan devam etsinler.

Bu “değerli” diplomatı CHP’ye kim çakmış?

Biraz tahmin yürütsünler!

“Terbiyesiz Kişi”

AHMET KEKEÇ’TEN CİHANGİR İSLAM’A

Cihangir İslam’ın TBMM kürsüsünden 15 Temmuz’la ilgili söylediği sözlere tepki gelmeye devam ediyor. “Muhalefet yapacağım” derken maksadını aşan ifadeler kullanan Cihangir İslam, konuşmasını tevil etmeye çalışsa da tepkilerin odağı olmayı sürdürüyor. Star gazetesi yazarlarından Ahmet Kekeç de bugün köşesini Cihangir İslam’a ayırarak sert tepki gösterdi.

Yazısında Cihangir İslam’ı “son derece kaba ve terbiyesiz” kişilik olarak niteleyen Kekeç şunları yazdı;

Kendisi, “Siz benim cemaziyülevvelimi bilirsiniz” diyor ama bilmiyoruz.

En azından ben bilmiyorum.

15 Temmuz’da sokağa çıkmış… “Sokağa çıktım, direndim” diyor… Bunu “meşrulaştırıcı unsur” olarak kullanıyor… “Sokağa çıktım, o halde küfredebilirim. Erdoğan’a RTE diyebilirim. 15 Temmuz direnişini ‘batıl’ ilan edebilirim” demeye getiren bir savunma cümlesi…

Olabilir. Sokağa çıkmıştır, darbecilere karşı direnmiştir ama bunlar tek başına cemaziyülevvel bilgisine katkı sunmuyor…

Sokağa çıkmadan önceki hallerine de bakmamız gerekiyor.

Bakıyoruz ve şunları görüyoruz:

Terörist başı Fetullah Gülen’in “teknik nakavt” olarak değerlendirdiği 17/25 Aralık operasyonundan sonra (yani FETÖ’nün MGK tarafından “terör örgütü” olarak tescillendiği dönemde), FETÖ’ye yönelik operasyonları eleştiren (eleştiren ve bu operasyonları “zulüm”olarak niteleyen) paylaşımlarda bulunmuş…

Daha doğru bir ifadeyle, FETÖ’ye sahip çıkmış…

Milat 17/25 Aralık’tır…

Hükümeti 17/25 Aralık’tan önce FETÖ’yle işbirliği yapmakla suçlayanlar (Cihangir İslam bunlardan biridir), FETÖ bir suç örgütü olarak tescillendikten sonra “yapı”ya yanaşmaya, “yapı”nın masuniyetini savunmaya başladılar.

Cihangir İslam, Meclis’teki küfür konuşmasında, AK Parti hükümetiyle FETÖ’yü zımnen “ortak” olmakla suçluyordu.

İki ortak (iki batıl) savaş halindeymiş…

O zaman sormak lazım terbiyesiz Doktor Cihangir İslam’a:

Eski ortakların savaşında senin işin ne?

Neden 17/25 Aralık operasyonundan sonra “tarafsız” konumunu bozup ortaklardan birinin yanında yer aldın?

Sokağa çıkışını gerekçelendirirken, “Demokrasinin, meşru hükümetin yanındayız”diyordun. “Teknik nakavt” girişimine karşı neden meşru hükümetin yanında yer alma gereği duymadın?

Neden bu girişimin “yakıcı” sonuçlarını gördüğün halde, FETÖ’yle trampa yapıp “cemaat”in (!) zulüm gördüğünü savunmaya başladın?

Fehmi Koru diyor ki, “Cihangir İslam’ın Meclis kürsüsünden yaptığı eleştirel çıkış büyük tepkilere yol açtı. Konuşmanın özüyle ilgilenen ve ‘Ne demek istedi?’ sorusuna cevap arayan yok; hepsinin derdi, konuşmanın üslubu. Sanıyorum, Cihangir İslam da, böyle tartışılmasını arzu ettiği için üslubunu sert tuttu. Kendisiyle birkaç kez görüşüp konuşmuşluğum olduğundan biliyorum, Dr. Cihangir İslam, kişi olarak, en fazla tepki beklenen ortamlarda bile sertlikten kaçınmayı tercih edecek kadar nazik biridir. Ortalık yatışınca konuşmanın özünden ders çıkartanlar herhalde olacaktır.”

Olacak mıdır?

Bence olmayacaktır.

Çünkü Cihangir İslam’ın, (Fehmi Koru’ya göre) “demek istediklerini” daha nezih ifadelerle diyenler var… Çok var hem de… İyi niyetli uyarılardan ve eleştirilerden söz ediyorum… Bunlardan ders çıkarıldığını da düşünüyorum…

Fakat Cihangir İslam’ın küfür konuşmasını bu kategoriye koymak, hele “eleştiri” ya da “iyi niyetli uyarı” saymak mümkün değil…

Çünkü uyarı yapmıyor.

Çünkü niyeti halis değil.

Bir “trol” olarak Cihangir İslam şunu yapıyor:

Meşruiyetini cumhurun ittifakından alan yeni hükümet sistemini itibarsızlaştırıyor… Daha doğrusu, 15 Temmuz direnişini itibarsızlaştırıyor ve “Türkiye düşmanlarına” alan açıyor.

Klasik bir “FETÖ numarası”dır bu ve mebzul miktar dış desteğe sahiptir.

Fehmi Koru’nun “nazik biri” olarak bildiği Cihangir İslam, ayrıca son derece kaba, son derece terbiyesiz bir kişidir ve nezahette Mehmet Bekaroğlu gibi düşük karakterli şahıslarla yarışmaktadır!

Hikâyede Büyük Boşluk Var

FETÖ yargısını devreye sokarak MHP yönetimini ele geçirmeye çalışan Akşener’in, o dönemde ilginç destekçileri vardı. Bu destekçiler, İyi Parti’nin kuruluş sürecinde de ortaya çıktı. Akşener, MHP’yi kongreye zorluyordu ama merkez medya tabir edilen gazete ve televizyonlar, bütün unsurlarıyla girişime destek veriyordu. Bu destekçilere HDP’liler, CHP’liler, FETÖ’nün kaçak elemanları ve AK Partili küskünler eklendi.

Türk siyasetinin yakın tarihini izleyenler için Meral Akşener ismi çok da yabancı değil. Bu “doktoralı” siyasetçi, Refahyol hükümetiyle birlikte çıktı siyaset sahnesine. Mesut Yılmaz-Tansu Çiller çekişmesi, hiç beklenmedik bir ismi, seçimi kazanan ama sistemin sakıncalı gördüğü Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı çıkardı öne. Çiller’in onayı (“Erbakan’la koalisyon ortağı olabiliriz” açıklaması), Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, gönülsüz de olsa Erbakan’a yönelmesi sonucunu doğurdu. Demirel’in muhtemel hesabı şuydu: “Nasılsa bu hükümet kurulamaz, kurulsa da uzun ömürlü olamaz.” Erbakan seçeneğini bu şekilde tüketeceğini (devre dışı bırakacağını) ve seçim sonuçlarına saygı duymayan Cumhurbaşkanı” etiketinden kurtulacağını düşünüyordu. Bağrına taş basmak pahasına, Erbakan’ın Çankaya’ya çağırdı ve hükümeti kurmakla görevlendirdi. Beklenmedik şey gerçekleşti: Hükümet kurulabildi. Erbakan, Başbakanlık görevini üstlendi. DYP lideri Tansu Çiller de Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı oldu.

Sürpriz İçişleri Bakanı

Kabine, alanında başarılı olmuş yetkin kişilerden oluşuyordu. Uyumlu bir “takım” kurulmuştu. Erbakan’ın nezaketi ve Çiller’in çoğu zaman “fedakârlık” olarak değerlendirilen katkıları, hükümete ömür biçenleri sukut-u hayale uğratmıştı. Demirel’in istediği şey olmayacaktı.

Refahyol koalisyonunun “mukavim” görüntüsü, sadece Çankaya’dan değil, silahlı ve silahsız bürokrasi tarafından da endişeyle izleniyordu. Hükümet kurulmadan önce başlayan “irtica” fısıltıları, kabinenin uyumlu çalışmasıyla birlikte kampanyaya dönüştü ve 28 Şubat postmodern darbesine ilk harç konulmuş oldu.

Meral Akşener, DYP listelerinden milletvekili seçilmeden önce, kamuoyu tarafından tanınan bir isim değildi. Tarih bölümünü bitirdiği, doktora yaptığı, üniversitelerde ders verdiği biliniyordu ama hakkında ayrıntılı bilgi bulunmuyordu. Talihi, bir kazayla değişti. Tarihe “Susurluk Skandalı” olarak geçen trafik kazasından sonra, devlet içinde yuvalanmış çetelerle ilişkili olduğu ileri sürülen İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti. Yerine, çiçeği burnunda milletvekili Meral Akşener getirildi. İçişleri Bakanı olunca, hakkında bilgi akmaya başladı. Çoğunlukla spekülatif bilgilerdi bunlar: Ülkücü olduğu. MHP’de farklı departmanlarda görev yaptığı, bir dönem bazı kriminal şahıslarla ilişki kurduğu vs. Bu rivayetler, ilerleyen zamanlarda, somut bilgilerle doğrulanacaktı. Bir iddiaya göre, 1998 yılında MİT, kaçak mafya babalarından Alaattin Çakıcı’nın yerini belirliyor. Akşener de bir akrabası aracılığıyla Çakıcı’ya yerini değiştirmesi mesajını iletiyor. Bu iddia, sadece iddiada kalmadı. Bir süre sonra bir bant kaydı çıktı ortaya. Kayıtta Çakıcı şunları söylüyordu: “Şimdi Meral Akşener ile halamın kocası işadamı, anlıyor musun? İzmit’te çok yakinen tanışıyorlar. Hatta Doğruyol’a para, mara da yardım ediyor. Anladın mı dediğimi? Onlar çok eski ailece tanışırlar. Hemen açıyor. Bizim enişteye söylüyor. ‘Alaattin yerini değiştirsin’ diyor.” İlerleyen yıllarda bu olay soruldu. Akşener yalanlamadı.

Çetelerle İlişki

İrtica haberleriyle yürüyen siyaset gündeminin ikinci ve en önemli ayağını devlet içindeki çete faaliyetleri ve faili meçhul cinayetler oluşturuyordu. Başbakan Erbakan’ı “irtica”dan sigaya çekenler, Çiller ve partisini çete faaliyetlerine göz yummakla, faili meçhul cinayetlere meydan vermekle suçluyordu. “Sol” çevrelerden yöneltilen bu suçlamaların odağında ise Meral Akşener bulunuyordu.

İlginçtir, Refahyol hükümeti düşürülünce, “çete” iddiaları gündemden kalktı. Maksat hasıl olmuştu. Silahlı ve silahsız bürokrasinin alesta tuttuğu çevreler (daha çok sol çevreler) için temel motivasyon hükümetten (özellikle Erbakan’dan kurtulmak) olduğu için, çete iddiaları bir süre “uyumaya” bırakıldı. Ama Akşener ve selefi Ağar’a yönelik eleştiriler devam etti.

Her fırsatta karşısına çıkarılan çete iddialarıyla ilgili olarak Meral Akşener yıllar sonra şu açıklamayı yapacaktır: “Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Utanarak söylüyorum. Bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.”

FETÖ’yle İlişkisinin Tarihi

Meral Akşener’in FETÖ’yle irtibatı ne zaman başladı? Muarızları, 2013 17/25 Aralık tarihini işaret ediyor. Bu tarihten sonra Akşener sıklıkla FETÖ’nün yayın organlarında göründü, FETÖ’cülere kol kanat geren beyanatlar verdi ama örgütle irtibatının tarihi eskidir. Bir zamanlar (o zamanki ismiyle) cemaatin mutemet ismi olarak bilinen ve Fetullah Gülen’le ters düştüğü için 1990’lı yıllarda yapıyla ilişkisini kesip “itirafçı” olan Nurettin Veren, Akşener’in İçişleri Bakanı yapılmasında Fetullah Gülen’in yönlendirmesi bulunduğunu söylüyordu. Bu “itiraf” şunu gösterir: Akşener, milletvekili olmadan önce de bir şekilde yapıyla irtibatlıydı ve Fetullah Gülen tarafından İçişleri Bakanlığı’na önerilecek kadar “yakın” bir isimdi.

Gazeteci Sabahattin Önkibar’ın “Asena – Meral Akşener’in dünü ve bugünü” adlı kitabında ilginç detaylar yer alıyor. Önkibar’a göre, İçişleri Bakanlığı’yla taltif edilen Akşener’in bir görevi de Gülen cemaati ile irtibatı “sağlam” tutmaktı.

Kitaptaki “Akşener’e Fethullah görevi” başlıklı bölümde şunlar yazıyor: “Çiller, Ayvaz Gökdemir çıktıktan sonra sekreterine şu talimatı verir: ‘Meral’i (Akşener) bulun, hemen buraya gelsin.’ Tansu Hanım’ın Meral Akşener’e ilk sözü şu olur: ‘Sen Müslümanlığı iyi biliyorsun…

Bu Fetullah Hoca benim için çok önemli. Ayvaz Hoca’yı görevlendirmiştim ama o beceremedi. Bundan sonra bunlarla teması sen sağlayacaksın. Tanıyor musun Fetullah Hoca’yı?’ Akşener: ‘Hoca’yı tanımıyorum ama Kocaeli’ndeki birkaç adamını biliyorum. Onlar kanalıyla ulaşırım.’ Çiller: ‘Ben de haber gönderirim. Bundan sonra Ayvaz Bey yerine Meral sizinle muhatap olacak diye… Aman göreyim seni, bunlarla iyi ilişki kur.’ Akşener: ‘Emredersiniz.’ Meral Akşener’in Fetullah Cemaati’yle ilişki serüveni böyle başlar. Peşi sıra Akşener birkaç kere Fetullah Hoca’yı ziyaret eder ki yanında bir keresinde Celal Adan, diğerinde Nevzat Ercan vardır. Bunlara ilaveten Akşener, Tansu Hanım’ın Fetullah Gülen’le yaptığı sekiz görüşmenin birisinde bulunmuştur.”

‘Liderimiz Yalancıdır’

Akşener-FETÖ ilişkisine devam etmeden önce, biraz gerilere gidelim. Akşener, Tansu Çiller’in “has adamı” olarak biliniyordu ama gemiyi ilk terk eden kendisi oldu. Önce devrik hükümeti suçladı. Sonra partisinden istifa etti. Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur bu vetireyi şöyle anlatıyor: “28 Şubat’ta DYP-Refah Partisi koalisyonu darbeyle indirilmiş ve ardından 18 Nisan 1999 seçimleri yapılmıştı.

Tansu Çiller’li DYP yüzde 12 oy almış ve muhalefete düşmüştü. Meral Akşener, yeni siyasi sergüzeştine işte o noktada başladı. Gemileri ilk terk eden olma konusundaki becerisini gösterdi ve partisinden istifa etti.

İktidar olduğu dönemde ANAP’lı bakan Güneş Taner’le yaptığı mukavva fabrikası pazarlığıyla ilgili konuşmasının dinleme kayıtlarını sızdırdığı Ertuğrul Özkök ve Aydın Doğan’ın gazetesi Hürriyet’e röportaj verdi. Orada “Ne oldu da Tansu Çiller’i terk ettiniz?” sorusunu “Partideki hatalar nedeniyle ağır bir yenilgi alınması ve özeleştiri yapılmaması” diye yanıtladı. Daha neler demedi ki o söyleşide. Çiller’in kendisini kullandığını, seçim sonrasında bir danışmanıyla kendisinin parti içi muhalefet cephesine katılıp katılmadığını kontrol ettirdiğini (Çiller kendisine ne kadar güvendiyse artık), kullanılmaktan pişman olduğunu, arkadaşlarının kendisine tetikçi dediğini. “Ama Milliyet’e verdiği röportajda dozu daha da artırıp Çiller için “yalancı” dedi: “Teşkilatımız onu savunmak için gayret etmekten, çaba göstermekten yoruldular. Liderimiz için yalancı, vefasız ve güvenilmez kavramları karşımıza çıkıyor. Bu kavramları destekleyen olaylar da var.”

AK Parti’yle Görüşmeler ve MHP

Meral Akşener’in ismi, bir aralar, yeni kurulmuş AK Parti’yle de anıldı. Ama bu macerası uzun sürmedi. Partide gerekli ilgiyi bulamayınca ayrıldı. Yani, henüz yol almamış gemiyi terk etti. Bir süre sonra onu, “asıl evim” dediği MHP’de gördük.

Önce, 2004 yerel seçiminde MHP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı yapıldı. Kazanamayınca, 2007 genel seçiminde milletvekili olarak MHP listesinden Meclis’e girdi. Kopuş, 7 Haziran 2015 seçiminden sonra başladı. O tarihe kadar MHP Grup Başkan Vekili olan Akşener, TBMM Başkan adaylığı için emrivaki yapınca, ismi çizildi.

MHP lideri Devlet Bahçeli, bu emrivakiyi şu sözlerle eleştirecektir: “Bu şekilde söylenen isimlerden hiç hoşlanmam, ismi geçeni de devre dışı tutarım. Meral Akşener’i eğer çok sık kullanırsanız, o devre dışı kalır, haberiniz olsun. 80 milletvekilimiz var, her şey Akşener. Bu olmaz. O zaman başka bir şey var burada demektir. Zannediyorum başkanvekilliğini de kaybeder.” Nitekim öyle oldu. Başkanvekilliğini de kaybetti. 1 Kasım 2015 seçiminde de aday gösterilmedi.

Mücadele de bundan sonra başladı. Kaset kumpasıyla CHP’de genel başkan değiştirmeyi başaran FETÖ, MHP’yi de kasetle dizayn etmeye (bir anlamda partiyi ele geçirmeye) çalışmıştı ama Bahçeli’nin “kararlı duruşuna” toslamıştı. Ve Akşener girdi devreye. MHP’ye genel başkan olmak istediğini açıkladı ve partiyi kongreye zorlayan birtakım girişimlerde bulundu. Bu girişimlerini, mahkeme kararlarıyla destekledi. Yani, iki kez “refüze” edildiği halde, mahkemeye (iki kez) kongre kararı aldırdı.
Akşener’in “parti içi” girişimine yargı desteği sunan hakimlerin, 15 Temmuz girişiminden sonra FETÖ’den tutuklandıklarını hatırlarsak, FETÖ irtibatının (ya da tutkusunun) boyutları daha net anlaşılacaktır.

Akşener’in İlginç Destekçileri

FETÖ yargısını devreye sokarak MHP yönetimini ele geçirmeye çalışan Akşener’in, o dönemde ilginç destekçileri vardı. Bu destekçiler, İyi Parti’nin kuruluş sürecinde de ortaya çıktı. Akşener, MHP’yi kongreye zorluyordu ama merkez medya tabir edilen gazete ve televizyonlar, bütün unsurlarıyla girişime destek veriyordu. Bu destekçilere HDP’liler, CHP’liler, FETÖ’nün kaçak elemanları ve AK Partili küskünler eklendi. İyi Parti’nin kuruluş aşamasında sürpriz sayılabilecek bir gelişme yaşandı; koroya Kandil’den kimi unsurlar da dahil oldu.

Hikâyedeki Boşluk

Meral Akşener, ülkücü geçmişten gelen bir siyasetçi. En azından böyle biliniyor. Ama yol arkadaşlarının büyük çoğunluğu CHP tandanslı. Devlet Bahçeli’den şekvacı MHP’lileri etrafında toplayarak oluşturduğu “milliyetçi” görüntüyü boşa düşürecek ilginç irtibatlara ve angajmanlara sahip.

Çoğunlukla mahiyeti bilinen irtibatlar bunlar. Ki, FETÖ’ye yakın olduğu, İYİ Parti’nin FETÖ tarafından kurdurulduğu bugün birlikte siyaset yaptığı kişiler tarafından bile (Koray Aydın bunlardan biridir) dile getiriliyor. Ama Akşener’le ilgili asıl muamma, 28 Şubat sürecindeki rolüdür. Türkiye’nin yakın geçmişine bakanlar, bu rolün genellikle abartıldığını ve “kahraman Akşener” payesiyle ödüllendirildiğini göreceklerdir ama Akşener o rolde sebat etmedi. Üstelik koalisyon ortağı olan RP’ye karşı tutum geliştirdi.

Her fırsatta Erbakan ve arkadaşlarını eleştirdi. Mesela, Refahyol’un Kültür Bakanı İsmail Kahraman’ı Atatürk düşmanı olmakla suçladı. Bu suçlamalarını, süreç içinde, artırarak sürdürdü.

Haksız “kahraman” payesiyle ortalıkta dolaşan ve bunu sorun yapmayan Akşener’in en önemli özelliklerinden biri de oluşturduğu imajın tersine bir görüntü (bir performans) sergilemesi. Bu da hikâyesindeki en önemli boşluğu oluşturuyor ve izleyenlerde şöyle bir kanaat uyandırıyor: “Bu bilgisizlikle, bu öngörüsüzlükle, bu cehaletle mi ülkeyi yönetmeye talip?”

Hep İz Bıraktı

İyi Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı Meral Akşener’in hikâyesinde boşluğu anlayabilmek için, bıraktığı “iz”e de bakmamız gerekiyor. 17/25 Aralık’tan sonra Akşener’i FETÖ’cülerle dayanışma içinde gördük. Bu tarihin önemi şudur: FETÖ, 17/25 Aralık’tan sonra “Paralel Devlet Yapılanması” adıyla MGK’nın kırmızı kitabına girmişti. Yani, devlet için “öncelikli tehdit”ti.

Devlet ve birçok siyasi aktör “yapı”yla aralarına mesafe koydular ama Akşener irtibatını sürdürdü. Üstelik irtibatını “işbirliğine” dönüştürdü ve FETÖ mensuplarıyla ortak hareket etmeye başladı. İrtibat, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da devam etti. Hemen aklımıza, Akşener’in “hukuk danışmanı” olduğu ileri sürülen Nuri Polat geliyor.

Bu isim, 15 Temmuz’dan sonra gözaltına alındı ve tutuklandı. Yargı süreci devam ediyor. Aynı şekilde, İYİ Parti’nin sosyal medya sorumlusu Kerim Çoraklık, yine FETÖ kapsamında gözaltına alındı ve tutuklandı. İYİ Parti’nin sahip çıkmadığı Çoraklık, aynı zamanda resmi bir çalışandı. Kardeşi de aynı partinin kurucuları arasındaydı. Bu isimlerin bir özelliği de şu: Kendilerini gizleme gereği duymuyorlar. FETÖ’cülüklerini her fırsatta, her vesileyle faş ediyorlar. Hatta irtibatlarıyla gurur duyuyorlar.

Bu satırların yazarı, “kendilerini gizleme gereği” duymayan mensuplardan yola çıkarak, “iz bırakan Meral Akşener”le ilgili bir değerlendirme kaleme almıştı. O yazıdan devam edelim: Nuri Polat’ın FETÖ’yle bağının derecesini bilmiyoruz. Soruşturma sonucunda ortaya çıkacak. Fakat, fazlasıyla angaje bir isim. Bunu biliyoruz. Kendilerini gizleyemiyorlar, hangi kılıkla dolaşırlarsa dolaşsınlar, bir şekilde açık veriyorlar. Yollarını değiştirseler de iz bırakıyorlar.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı Fatih Gürsul da gizlenememişti. Işık evlerinde arkadaşlık ettiği bir müntesip tarafından teşhis edilmişti. Daha doğrusu, “bundan sonra hayatına CHP’li ve Kemalist olarak devam edeceğini” aktardığı eski bir arkadaşı tarafından faş edilmişti. (Fatih Gürsul, geçenlerde 10 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı.)

Meral Akşener’in hukuk danışmanı da iz bırakanlardan. Daha doğrusu mebzul miktar iz bırakmış. Hatırlayacaksınız, Samanyolu TV, terör örgütünün yayın organı olduğu gerekçesiyle Digitürk, kablolu TV, Tivibu ve Türksat platformlarından atılmıştı.

Nuri Polat, bu olay üzerine coşmuş ve Fethullah Gülen’in bir fotoğrafını yayınlayarak sosyal medya hesabından şöyle bir paylaşımda bulunmuştu: “Digitürk’ten, kablolu TV’den, Tivibu’dan, Türksat’tan attınız, herkül sitesini engellediniz. Ama izlememize engel olamadınız…” Bu paylaşım Nuri Polat’ı FETÖ’cü yapıyorsa (ki, bence ciddi bir karine teşkil eder), daha açık mesajlar veren Meral Akşener’i nereye koyacağız, hangi sıfatla anacağız.

FETÖ’yle İrtibatlı Değilse, Ne?

Meral Akşener, bu örgütün bir elemanı değilse de bir gönüllüsü gibi davrandı, gönül bağını gizlemedi. Hatta iltisakının derecesine ilişkin kafa karıştırıcı (daha doğrusu “zihin açıcı”)açıklamalarda bulundu. Mesela şöyle dedi: “FETÖ’cü değilim ama olsam bundan gurur duyardım.” Hadi daha açık konuşalım: Mebzul miktar “iz” bıraktı.

FETÖ kanalında yaptığı bir konuşmasında da “Başbakan olacağını, Başbakan olduğunda FETÖ’cü polisleri salıvereceğini” söylüyordu.

MHP genel başkanlığına adaylığını koyduğu dönemde, hırsı aklından önde giden tuhaf bir Meral Akşener portresi vardı. Sadece davranışları, enteresan çıkışları ve “bu da nerden çıktı?” dedirten cümleleriyle değil, “destekçileri”yle de tuhaftı.

Neredeyse bütün bir muhalefet cephesi (Doğan Medya Grubu, FETÖ, Avrupa Birliği ülkeleri, Amerika, İngiltere, AK Parti’deki küskün takımı, Beyaz Türkler, Yağız Türkler, Karaşın Türkler, hepsi…) Meral Akşener’in başarılı olmasını istiyordu. Devlet Bahçeli’den yana saf tutanları da taciz ediyordu. Bu kadar çok destekçiye sahip Meral Akşener, yargıdaki malum klik tarafından da destekleniyor ve kollanıyordu. Mesela, bir mahkeme, sürekli “kongre kararı” alıyordu. Başka mahkemeler bozuyordu.

Meral Akşener yılmıyor, ısrarla, aynı mahkemeye koşuyor ve bir kongre kararı daha aldırıyordu. İlginçtir, Meral Akşener’e destekçi olan mahkemenin bazı üyeleri FETÖ’den tutuklu bulunuyor. Başka “ilginç” durumlar da var: Mesela, “genel başkanlık” için yarıştığı günlerde, sanki seçim arefesindeymişiz gibi sürekli “ayın 15’ini” işaret ediyordu. 15’den sonra her şey iyi olacakmış, Allah’ın izniyle ülkeyi yönetecekmiş. Niye 15’inden sonra? Ne olacaktı ki ayın 15’inde? Hatırladığımız kadarıyla, ayın 15’inde bir seçim ihtimali yoktu. Bir kongre ya da kurultay ihtimali de yoktu…

MHP’yi kongreye götürme çabaları vardı ama bunun da ayın 15’iyle bir alakası yoktu. Hadi diyelim ki ayın 15’inde (Akşener, Mayıs 15’i işaret ediyordu) seçim yapıldı ve Akşener’in genel başkan olduğu MHP büyük bir oy çoğunluğuyla iktidara geldi. Ülkeyi nasıl yönetecekti? Dahası, bize ne vaat ediyordu? Cevap şu: “Ülkeyi yurtta sulh, cihanda sulh esasına göre yöneteceğiz…” Hatırlatmak gerekir mi, bilmem? Meral Akşener’in işaret ettiği tarihten iki ay sonra darbe girişimi yaşandı.

Darbe girişiminde bulunan hain komitenin ismi de “Yurtta Sulh Konseyi” idi. Bu kadar “iz”, bu kadar “rastlantı…” O zaman ara başlıktaki soruya dönebiliriz: Madem geride bırakılan “iz”ler FETÖ’yle irtibat konusunda karine teşkil ediyor (bence de etmelidir), sürekli “iz” bırakarak dolaşan Meral Akşener’i FETÖ’yle irtibatlı saymayacaksak, kimi sayacağız ve hikâyedeki boşluğu nasıl dolduracağız?