Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Ahmet Kekeç

Davutoğlu Ne İstiyor?

Eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu’nun sosyal medya hesabından yayınladığı 15 sayfalık manifesto (Dümdüz bir metindi… 15 sayfa olduğu bilgisini Davutoğlu yandaşlarından aldım) gereği gibi tartışılmadı.

Bu işin “gereği” nedir, bilmiyorum.

Kıyametin kopması bekleniyordu herhalde.

Ki, Davutoğlu yandaşlarının “görülebilir” bir burukluğu söz konusu.

Neden konuşulmadığını dert etmiş görünüyorlar.

Bir arkadaşımız (ki, vaktiyle Erdoğan için “Efendim, biz hayal ederken siz gerçekleştiriyorsunuz” demişliği vardır), “metinde dile getirilen gerçeklerle yüzleşmekten korktukları için…” anlamına gelen şeyler yazmış.

Kim korktu?

Cumhurbaşkanı Erdoğan mı? Hükümet yetkilileri mi? AK Parti’nin ileri gelenleri mi?

Kaba kaçacağını bilmesem, “kimse sallamadığı için tartışılmadı” derdim.

Üzülmesinler…

Kati Piri imzalı “2018 Türkiye İlerleme Raporu” da gereği gibi tartışılmamıştı.

Çünkü Davutoğlu’nun beyannamesi, Kati Piri’nin kaleme aldığı çirkin, yanlı ve haksız rapora çok benziyor. Metindeki “partimiz” ibarelerini çıkarın, altına “Kati Piri” yazın. Hiç sırıtmaz.

Metnin konuşulmamasından çok rahatsız olduğunu bildiren ilgili Davutoğlucu, “Muhteva konusundaki sükût, beyannamede eleştirilen şeylerin savunulamayacak şeyler olduğunu ikrardan geliyor” diyordu, “Muhtevayı konuşmayı bir kere kabul ettiler mi, Davutoğlu’na hak vermekten veya gülünç duruma düşmekten başka alternatiflerinin olmayacağını bilirler…”

İlgili Davutoğlucu kime seslendiğini net olarak yazmamış.

Erdoğan’a seslendiğini sanıyoruz.

Erdoğan’ın suskunluğunun “ikrar”dan (bir bakıma suçu kabullenmekten) kaynaklandığını söylüyor ve bu nedenle beyannamede dile getirilen eleştirilere (o “ıslahat” diyor) gereğince cevap veremeyeceğini iddia ediyor.

Bence aşırı “iyimser” bakıyor.

Erdoğan o beyannameyi görmemiştir bile. Okumamıştır.

Okusa da, yüzünü buruşturmuştur.

Ciddiye almamıştır…

Erdoğan ciddiye almamıştır ama biz öyle yapmayalım. Ciddiye alıp okuyalım, değerli Ahmet Davutoğlu’nun “ıslahat” fikriyatı ne tür düzenlemeleri (iyileştirmeleri) içeriyor, anlamaya çalışalım.

Haksızlık yapmamak için, metni iki defa okudum.

Bununla da yetinmedim, (etkilenmek için) “Çok şahane bir metin” diyen “Davutoğlucu”kalemlerin yazılarını okudum.

Beyannamedeki “ıslahat önerisi”, bir süredir dile getirilen “AK Parti kurucu ilkelerine dönmelidir” ezberinden başka bir şey değil.

Davutoğlu (dolambaçlı ifadeler kullanarak) “açıkça” şunları istiyor:

BİR– Bir an önce parlamenter sisteme dön. Genel başkanlıktan istifa et. Sen yeniden Cumhurbaşkanı ol, ben Başbakanlık koltuğuna oturayım. (Davutoğlu, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin tutmadığı görüşünde. Bidayetinden beri darbe üretip duran 68 yıllık parlamenter sisteme şans tanıyor, şans tanımaya devam ediyor ama şurada 1 yılını bile doldurmamış yeni sisteminin “tutmadığını”, hatadan dönülmesi gerektiğini söylüyor. Hani insaf!)

İKİ– Ekonomi kötü yönetiliyor. Ekonominin yönetimini Babacan tipinde birine ver…

ÜÇ– Batılı müttefiklerimiz ve ortaklarımızla kavga etme… Ne istiyorlarsa ver…

DÖRT– Etrafını derhal boşalt. Bizim çocuklardan mürekkep yeni bir “etraf” oluştur ve medyadaki adamlarımıza yer aç.

BEŞ– Fabrika ayarlarına dön.

Uzatılabilir…

Sayın Davutoğlu, “hırsları” ve “beklentileri” olan bir siyasetçi.

Doğaldır. Öyle olması beklenir.

Fakat bu isteklerine cevap alabileceğini (isteklerinin yüzüstü bıraktığı partisinde, hele sokakta bir “karşılık” oluşturacağını) zannetmiyorum.

Kendisi bilir!

Muhalefetine bu argümanlarla devam etmek istiyorsa, kendisi bilir!

Ahmet Kekeç/Star

Bütün Kabahat Şişman Başöğretmende

Bilmem kaç yaşındaki çocuk, eğitim hedeflerini sıralarken, “Filanca üniversiteyi kazanıp buralardan gitmek, Alman vatandaşı olmak istiyorum” demiş…

“Yurtsevermiş gibi” yapanlar, bu meseleyi tartışıyor.

Daha doğrusu, “beyin göçü”nün siyasal bir araz olduğuna bizleri inandırmaya çalışıyorlar.

Rahmetli Attila İlhan, biraz ağır konuşurdu, “İpini koparan gidiyor” derdi.

Bunu da, sadece siyasal bir arazla değil, eğitim sistemimize çakılmış “yabancı dille eğitim” uygulamasıyla açıklardı.

Geçenlerde, bir ses sanatçısı meseleyi gündeme getirir gibi oldu.

Kıraç’tan bahsediyorum.

Lafı anında ağzına tıkadılar.

Fetullah kapatması bir liberalle, utanmadan solcuymuş gibi yapan bir Cumhuriyet gazetesi yazarı, yabancı dille eğitimin zararlarına değinen (çünkü öğretim, sadece “yabancı kültür”üzerinden sağlanıyor) Kıraç’a “Hıyar” diye çemkirdiler.

Ne sakıncası var, diyeceksiniz?

Çocuklarımız dersleri “yabancı dil” üzerinden öğrense bunun ne sakıncası var?

Çok sakıncası var.

Yabancı dille eğitim, rahmetli Oktay Sinanoğlu‘nun da sıklıkla altını çizdiği gibi, sömürge ülkelerinde görülen bir alışkanlık.

Üstelik Türkiye dışında “geleneği” olan hiçbir ülke bu “ayıp”ta (Sinanoğlu “ihanet” diyor) ısrar etmiyor.

Düşünebiliyor musunuz, Fransa’da eğitimin “İngilizce” üzerinden verildiğini…

Yahut Büyük Britanya ve uzantılarında (aynı dili konuşan ülkelerde), eğitim dilinin “Fransızca” olduğunu…

Düşünemezsiniz…

Meseleyi ciddiyetle ele alan, enine boyuna tartışan siyasetçilerden biri, Hasan Celal Güzel‘di.

Hatta Millî Eğitim Bakanlığı döneminde, bir dergiye (yanlış hatırlamıyorsam Hürriyet grubunun çıkardığı “Tempo” dergisine), yabancı dille eğitime karşı olduğunu açıklamıştı da, yer yerinden oynamıştı.

Bu demeç, ihtimal ki, bakanlığına da mal oldu Güzel’in.

Attila İlhan‘a göre ise, yabancı dille eğitim Tanzimat‘la başlayan “yabancılaştırma/sömürgeleştirme” politikalarının bir devamı olarak tasarlandı ve yürürlüğe kondu.

“Çünkü,” diyordu İlhan, “Anadolu Liseleri Anadolu’nun ruhunu siliyor. Cumhuriyet Maarifi, ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ ile ‘kültür emperyalizmi’ni karıştırınca, uçuruma ilk adımı atmış oldu. Bilinmez kaç öğrenci kuşağı ‘milliyetçiliği’ hamaset sanmıştır, çağdaşlığıysa ‘tatlısu frenkliği.’ Ecnebi değerleri aşıladığınız aydınları, feodal değerlerin cirit attığı Anadolu içlerinde elbette tutamayacaktık. İpini koparan gidiyor! Beyin göçünün gizemli emeli ‘media’ların yabancılaştırıcı baskısından çok, öğretim sistemimizin kozmopolitliğinde gizlidir.”

(….)

“Bu yetmezmiş gibi yabancı dilde öğretim ayıbına düştük. İlkokuldan itibaren yabancı dil ortamında büyümüş çocuğun, tercihlerini ulusaldan yana yapacağına ancak ahmaklar inanır. Aksi halde, metropoller sömürgelerini ‘adam etmek’ için, onlara önce kendi maariflerini dayatır, kendi dilleriyle öğretime mecbur ederler miydi? Ankara, imparatorluğu çökertmek amacıyla zamanında ‘düvel-i muazzama’nın ‘mülkün’ her yanında açtığı ‘ecnebi dille öğretim yapan’ okulları gönüllü olarak açınca, ilmeği boğazına kendi eliyle geçirmiş oldu.”

İpini koparan gidiyor ama çocuğun kabahati yok.

Bütün kabahat şişman başöğretmende…

Çocuk yabancı dil ortamında eğitim görecek, Batılı anlamda iyi bir “birey” olarak yetişecek, gelgelelim, değer tercihlerini de “icap ettiğinde” (bunun örneğine sıkça rastlar olduk) yabancı kültür lehinde kullanacak.

Elbette en iyi ortamlarda, en iyi eğitimi alarak, üstelik “dil” sorununu çözmüş olarak yetişmeleri/yetiştirilmeleri gerekir. Bu onların hakkı…

Lakin Türk entelijansiyası, “yabancı dil eğitimi”yle, “yabancı dille eğitim”i, yani yabancı dil ortamını birbirine karıştırıyor.

Problem burada!

Ahmet Kekeç/Star

Adamınız Eklektik Çıktı!

Şimdi de, “hoşgörü” maskeli Ekrem İmamoğlu’nun “trol ordusu”yla uğraşıyoruz…

İki gündür yoğun saldırı altındayım.

Özetle, “yalan söylediğimi, Ekrem İmamoğlu tarafından herhangi bir baskıya uğramadığımı” söylüyorlar.

Demek ki bu işler böyle oluyor…

Sosyal medyada gerekli gürültüyü çıkardığınızda hem haklı olduğunuza kendinizi inandırmış oluyorsunuz, hem de karşıt iddiaların altını boşalttığınızı düşünüp huzura eriyorsunuz.

Güzel yöntemmiş…

Fakat trol ordusuna kötü haber:

Ekrem İmamoğlu’nuz size göründüğü yahut gösterdiği gibi bir adam değil.

Birincisi, “yalancı” bir adam… Hem de, gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen bir adam. Hangi konuda yalan söylediğini daha önce bu köşede teferruata dökmüştüm. Meraklıysanız, bulup okursunuz.

İkincisi, farklı fikirlere tahammülü olmayan bir adam…

Bir konuşmasında, “Çok iyi kucaklıyorum. Benim kucaklayışımdan kimse kaçamaz. Hangi görüşten olursa olsun, herkesi kucaklıyorum” demişti.

Üç gazeteciye tahammül edemedi. Hemen Basın Konseyi’ne koştu ve onların “cezalandırılmalarını” istedi. Basın Konseyi’nden aldığı “kınama” cezasıyla, mahkeme kapısına dayanıp, bu kez, hapisle yargılanmalarını isteyecek.

Üçüncüsü…

Ekrem İmamoğlu’nuz fena halde eklektik…

Herkesi aynı anda o kadar çabuk kucaklıyor, her türlü fikri herhangi bir süzgeçten ve prizmadan geçirmeden o kadar çabuk benimsiyor, araziye uyum konusunda o kadar harika “performans” sergiliyor ki, hangisi gerçek Ekrem İmamoğlu, hangisi gerçek fikri, bir türlü anlayamıyorsunuz.

Mesela, Eyüp Sultan’a gidip “Yasin-i Şerif” okuyor, oradan kalkıp “Bu kadar çok namaz kılmayın, cennette yer kalmadı” diyerek inanç sahipleriyle dalga geçen Canan Kaftancıoğlu’nun toplantısına koşuyor.

Merakımı muciptir:

Ekrem İmamoğlu, Çeyrek domuzu yeri dakikada mideye indirmekle övünen ve muarız gördüğünde “İnandığınız Allah’ınız belanızı versin” diye çemkiren biriyle hangi vasatı paylaşır. Ya da böyle bir vasat var mı?

Normal insanlar açısından böyle bir vasat yok ama Ekrem İmamoğlu’na her şey uyar…

Öylesi de uyar, böylesi de uyar.

Sıkıştığında, “Demirtaş’ı bana sormayın, bu konuda konuşmayacağım, dosyasını incelemedim” diyor ve Demirtaş’la terör arasında irtibat kuranları kafalamaya çalışıyor; seçimi kazanınca da Barzani’nin Rudaw televizyonuna koşup, “Sayın Selahattin Demirtaş’ın siyasi çizgisini çok beğeniyorum” diye demeç veriyor.

Örnekleri çoğaltabiliriz…

Dindar kesimi kucaklıyor, iyi ediyor…

Dindar olmayan kesimi de kucaklıyor… Yine iyi ediyor.

Fakat dindar olmayan kesimin dindarlar üzerindeki sınıfsal tahakkümünde bir problem görmüyor. Kendi varlığının, o problemi izale edeceğini düşünüyor

Dualı, Kur’an’lı mitingler düzenliyor… Kimse bunun laiklikle ilişkisini kurcalamıyor… Daha doğrusu, “taraftarları” bu dualı mitingleri “kriminalize” etmiyor. Ama aynı işi yapan muarızları nefret kampanyalarının öznesi haline getirildiğinde dönüp bakmıyor. Bir diğer ifadeyle, neler olduğunu fehmedemiyor, fehmetmek istemiyor.

Fehmettiğinde açığa düşeceğini biliyor.

Bir insan, aynı anda, hem problem varmış, hem problem yokmuş gibi nasıl davranabilir?

Dahası, normal bir insan bu “gevşekliği” kendine nasıl yakıştırır?

Ekrem İmamoğlu’nuz yakıştırıyor.

İstanbul’u emanet ettiğiniz adam böyle bir adam işte: Gevşek ve eklektik!

Ahmet Kekeç/Star

Ahmet Kekeç: Kripto Değilseniz, Bu Hususları Sizler De Dert Edinirsiniz!

Ekrem İmamoğlu’nun 3 Temmuz Operasyonu’nda FETÖ kanalındaki tutumu ve şimdilerde stat stat gezmesi ile ilgili bazı sorular soran Star Gazetesi Yazarı Ahmet Kekeç, İmamoğlu’nu aklama çabalarına girişen Aydınlık Gazetesin’e seslendi: Kripto değilseniz, bu hususları sizler de dert edinirsiniz!

16 Nisan tarihli yazısında FETÖ’nün kanalı STV’de tarihe ‘3 Temmuz Operasyonu’ olarak geçen ve Fenerbahçe özelinde Türk futboluna yönelik operasyona destek veren Ekrem İmamoğlu’nun, ne yüzle stada gittiğini soran Ahmet Kekeç’e cevap geldi.
Star Gazetesi Yazarı Ahmet Kekeç bugünkü yazsında, savunmanın CHP, İmamoğlu veya avukatları, onlara destek veren medya kuruluşlarından gelmediğine dikkat çekerek, ”İnanamayacaksınız ama tepki, kendi kendine müttefik Doğu Perinçek medyasından, yani Aydınlık gazetesinden geliyor.” dedi.
Kekeç yazısında, İmamoğlu ile ilgili sorularınu çoğaltarak, ”Kripto değilseniz, bu hususları sizler de dert edinirsiniz! Ben sormuştum, sizler de sorarsınız” ifadelerine yer verdi.
İşte Ahmet Kekeç’in ”Aydınlık gazetesindeki kripto” başlıklı o yazısı…
Ben diyorum ki, “Dört yıl boyunca Fenerbahçe’ye ‘şikeci takım’ dedin, bugün hangi yüzle Fenerbahçe stadına gidip maç izliyorsun?”
Cevap kimden geliyor, biliyor musunuz?
Hoşgörülü Ekrem İmamoğlu’ndan mı?
Hayır.
Hoşgörülü Ekrem İmamoğlu’nun avukatlarından mı?
Hayır. (Bu “avukatlar” meselesine uygun bir zamanda değineceğim. “Hoşgörü” maskesi takmış Ekrem İmamoğlu’nun esasında ne kadar hazımsız, farklı fikirlere karşı ne kadar tahammülsüz ve ne kadar hoşgörüsüz bir adam olduğunu örnekleriyle ortaya koyacağım.)
CHP’den mi?
Hayır.
CHP’ye yakın medyadan mı?
Hayır?
Ekrem İmamoğlu’nun “mazbata”sının peşine düşmüş Davutçu medyadan mı?
Hayır.
Saadet Partililerden mi?
Hayır.
Sayın Abdullah Gül’den mi?
Hayır.
İnanamayacaksınız ama tepki, kendi kendine müttefik Doğu Perinçek medyasından, yani Aydınlık gazetesinden geliyor.
Bulmuşlar benim eski bir yazımı, “Ekrem İmamoğlu için böyle şeyler söylüyorsun, Fetullahçı olduğunu ima ediyorsun ama geçmişte sen de böyle şeyler yazıyordun!” diyerek, İmamoğlu aklayıcılığına soyunuyorlar.
Söz konusu yazı, Aziz Yıldırım’ı “toplumsal muhalefetin yeni lideri” pozisyonuna itmeye çalışan ve oradan Erdoğan’a “dersler” çıkaran Ertuğrul Özkök’e bir cevaptı… 3 Temmuz operasyonunu destekleyen bir yazı yazdığımı hatırlamıyorum. Bilakis, Beşiktaşlı olduğum için, (gözaltına alınan) Serdal Adalı ve Tayfur Havutçu’nun“mağduriyetlerinden” yola çıkarak, operasyonu eleştiren yazılar yazdım.
Milat, 17/25 Aralık girişimidir.
Bu tarih, çünkü, FETÖ’nün hoşgörü maskesini sıyırıp, darbeci suretini gösterdiği tarihtir.
Mesele “geçmişle yargılamak”sa, Aydınlık gazetesinin ilgili kişisine (yani Ahmet Kekeç’e cevap yetiştirmek için helak olan şahsa) bir öneride bulunayım:
Neden önce başyazarınız ve lideriniz Doğu Perinçek’in geçmişine bakmıyorsunuz? “Milli mücadelemiz Yunan emekçilerinin bir zaferidir” sözü kime aittir? Türk ordusunun Kıbrıs’ta “işgalci” bulunduğu fikrini ilk kim ileri sürmüştür? 28 Şubat destekçisi parti hangisidir ve Fetullahçılarla nerede uzlaşmaktadır? Dahası, “İlericilerin tankları var” diyerek, 28 Şubat sürecinin açık bir darbeye dönüşmesini isteyen ve bu uğurda ülkedeki neredeyse bütün duvarları “Başörtülülere karşı devrim kanunları uygulansın” afişleriyle donatan lider kimdir?
Ekrem İmamoğlu savunusu yapacaksanız, bunu çaktırmadan, daha sofistike yollardan yapın…
Hayır, Ekrem İmamoğlu’na ve onun arkasındaki konsorsiyuma karşıysanız, o konsorsiyumu ele veren yazarlarla uğraşmayı bırakın, asıl hedefinize odaklanın.
Beni geçmişimle vurduğunuzda (!), mahut “sakınca” ortadan kalkacak mıdır?
Değil miydi?
Ekrem İmamoğlu Samanyolu TV’nin “kadrolu” yorumcusu değil miydi?
Fenerbahçe’ye “şikeci takım” deyip durmamış mıydı?
Görev yaptığı dönem boyunca, Fetullah’ın operasyonlarını desteklememiş miydi?
Desteğini, 17/25 Aralık girişiminden sonra da sürdürmemiş miydi?
Kripto değilseniz, bu hususları sizler de dert edinirsiniz! Ben sormuştum, sizler de sorarsınız:
Dört yıl boyunca “şikeci takım” dediğin Fenerbahçe’nin maçına gitmek nasıl bir genişliğin, hatta “yüzsüzlüğün” ürünüdür Ekrem Efendi?
Star

O Gün Hangi Yüzle Stada Gittin Ekrem Efendi?

Hakkı olduğunu düşündüğü mazbatayı alabilmek için çevirmedik dolap bırakmayan Ekrem İmamoğlu, Pazar günü Fenerbahçe stadyumundaydı.

Fenerbahçe-Galatasaray maçını izledi.

Bir gün önce de Vodafon Arena’daydı, Beşiktaş-Başakşehir maçını izledi.

Maç filan izlemedi…

Görüntü verdi…

Diğer taraftan, amigoları aracılığıyla, tribünlere, “Mazbatamı isterim” sloganları attırdı.

Biraz sabretse, daha doğrusu YSK hak ettiğine dair kararını açıklasa mazbatasına ulaşacak.

Dahası, “mazbata için delirmiş adam” görüntüsü vermekten kurtulacak.

Sabredemiyor…

İlle bir “hareketlilik” içinde…

Geçenlerde (seçimden iki gün sonra) Anıtkabir’e korsan bir ziyaret düzenlemiş, “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı” sıfatıyla deftere imza atmıştı.

Sonra “adamları” aracılığıyla, İBB binasını korsan afişlerle donatmıştı.

Cumartesi ve Pazar günü sergilediği davranışın izah edilir bir tarafı yok.

Kendi (“ille de mazbatamı isterim”) gerilimine tribünleri ortak etmek, çoğunlukla apolitik olan futbol izleyicisini taraf olmaya (daha doğrusu galeyan halinde olmaya) zorlamak hangi sorumlu yönetici davranışıyla bağdaşıyor?

Ekrem İmamoğlu ne yapmaya çalışıyor?

Meşru ve yasal süreci içinde hak etmediği mazbatayı kitleleri galeyana getirerek mi alacağını sanıyor?

Maça gitmiş…

İyi etmiş de, hangi yüzle gidiyor?

Fenerbahçe tribünlerinde otururken hiç mi vicdanı sızlamadı?

Hatırlayalım:

Futbolumuzu “zehirleyen”, insanlarda maç izleme keyfi bırakmayan malum 3 Temmuz operasyonu, öncelikle Fenerbahçe’yi düşmanlaştıran bir “Fetullah girişimi”ydi.

Maksat, önce (Fetullah’ın taleplerine olumlu cevap vermeyen) Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ı gözden düşürmek, sonra Fenerbahçe’yi kamuoyu nezdinde “şikeyle şampiyonluk elde eden takım” durumuna düşürmekti…

Fetullah’ın medyada mebzul miktar destekçisi vardı.

Hepsi de, hararetle “3 Temmuz operasyonu”nu destekliyor ve Fenerbahçe’nin aldığı şampiyonlukların “haksız” olduğunu söylüyordu.

Bu destekçilerden biri de kimdi dersiniz?

Kim olacak?

Pazar günü Fenerbahçe stadına gidip tribünlere kurulan Ekrem İmamoğlu.

İmamoğlu’nun diğerlerinden bir farkı vardı:

Fetullah’ın “kadrolu” yorumcusuydu.

İki gün önce de (yine bu köşede) hatırlatmıştım:

Hangi birim ya da kurum kendine iş edinir, bilmem… Birileri Ekrem İmamoğlu’nun Samanyolu TV’de “kadrolu yorumculuk”  yaparken sarf ettiği sözleri bulup çıkarsın…

Bakalım… Ekrem İmamoğlu “hakikatte” kimmiş, bir görelim…

Benim hatırlayabildiğim şu:

Kulübünün fanatiği olarak bazı tatsız ve nahoş laflar ediyordu ama bu, dediğim gibi, “kulübünün fanatiği” kimliğine yorulabilir, dolayısıyla hoş görülebilir.

Başka “irkiltici” sözleri vardı…

Birincisi, Tük futbolunu “büyük bir komplonun uzantısı” olarak görüyordu ve istisnasız bütün bir Türkiye’nin onurunu kırmış 3 Temmuz sürecini hararetle destekliyordu.

Daha doğrusu, “futbolumuzdaki kirliliği” gerekçe göstererek Fetullahçılık yapıyordu.

Daha da önemlisi şu:

Fenerbahçe’ye “şikeci takım” diyordu. (Bunu dört yıl boyunca tekrarlayıp durdu.)

Bugün tribünlere kurulmuş, “şikeci” dediği takımın taraftarlarına mazbatasını istetiyor.

Kuldan da utanmıyor!

Ahmet Kekeç/Star

Babanı Da Sevmezdik Faik!

CHP’nin alıngan sözcüsü Faik Öztrak, ülkesini Amerika’yla tehdit ediyor.

İsterseniz önce neden “alıngan” dediğimi anlatayım.

Bir tarihte, “ittifak” konulu bir basın toplantısı düzenlemiş ve aynen şöyle demişti: “Şu an biz kiminle neyi nasıl kazanacağımıza bakıyoruz, bu konular gündemimizde yok. Yerel seçimlerde bir tek hedefimiz var, en iyiyi bulmak ve en iyi belediye başkanını çıkarmak…”

Güya HDP’yle ittifak iddialarını yalanlamıştı.

Naçizane, “Bu işler senin boyunu aşar Faik Öztrak” dediğim için de, müteakip basın toplantısında, güya fakiri çürüten alınganlık dozu yüksek bir açıklama yapmıştı.

Oldu…

İttifak oldu…

Resmen ilan edilmese de, CHP ve HDP ittifakı gerçekleşti…

Önce bir otelde basılmışlardı, hatırlayacaksınız.

CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve HDP siyasetinin sembol isimlerinden Ahmet Türk, Ankara’da bir otelde gizli ittifak görüşmesi yaparken teşhis edilmişlerdi.

Bu görüşmeye, ismi sır gibi saklanan bir basın patronu da eşlik etmişti.

Faik Öztrak susmuştu… “Bu işler senin boyunu aşar” sözlerinden alınganlık çıkaran “duyarlı kalp” Faik Öztrak ağzını dahi açmamıştı…

Önce Faik Öztrak kim, ona bir bakalım.

Kendisi, ünlü bir babanın oğludur.

Babasının günahını oğluna yazacak değiliz ama özellikle siyaset söz konusu olunca (galiba) “armut dibine düşüyor…”

Babası, yani rahmetli İlhan Öztrak, söylemesi ayıptır, biraz bedavacı bir adamdı.

Birçok kez bakanlık yaptı…

Hayır, milletvekili seçilemeden üstlendi bu görevi…

Hayır, elbette bakanlık yapmak için milletvekili seçilip parlamentoya girmek gerekmiyordu, eski sisteme göre kabineye dışarıdan da atama yapılabiliyordu.

İlhan Öztrak, birçok kez “dışarıdan” bakan yapıldı.

Hayır, elbette “normal” yollardan değil; yani seçim kazanıp hükümeti kurma ehliyetini kazanan partilerin kurduğu normal hükümetlerde bakan yapılmadı…

Darbe hükümetlerinde “bakan” yapıldı…

Şöyle oldu:

Müttefikimiz Amerika’nın birtakım taleplerine (mesela haşhaş ekimi yasağına) direnen Demirel hükümeti, 12 Mart’ta bir darbeyle alaşağı edildi. Darbeciler, hükümeti kurma görevini CHP’li Nihat Erim’e verdiler.

Erim, hükümeti kurar kurmaz ilk icraat olarak haşhaş ekimini yasakladı. Sonra Amerika’ya uçtu. Amerika’da görkemli bir törenle karşılandı.

İşte Faik Öztrak’ın “bedavacı” babası İlhan Öztrak, Erim hükümetinin “Devlet Bakanı”ydı.

Bitti mi?

Hikmetinden sual olunmaz İlhan Öztrak, darbecilerin riyasetiyle kurulan Ferit Melen ve Naim Talu hükümetlerinde de bakanlığa getirildi…

Bitti mi?

Biter mi hiç…

12 Mart darbesinin üzerinden 9 yıl geçti.

12 Eylül 1980’de bu defa Kenan Evren bir darbe yaptı ve hükümeti kurma görevini eski bir deniz subayı olan Bülend Ulusu’ya verdi.

Faik Öztrak’ın bedavacı babası İlhan Öztrak burada da devreye girdi ve Ulusu hükümetinin “Devlet Bakanı” oldu.

İşte böyle bir babanın oğlu olan CHP sözcüsü Faik Öztrak, kalkmış, Türkiye’yi Amerika’nın olası müdahalesiyle tehdit ediyor.

Diyor ki, “YSK haksız hukuksuz zorbalıklarla süreci geciktirmek isteyenlere meydan vermemelidir. Sarayın kibirlisinden, ağzı bozuk bekçisinden başka kimse hile yapmaz. Tıpkı rahip meselesindeki gibi Beyaz Saray Beyaz karşısında esas duruşa geçmesin diye, devlet tecrübemize dayanarak uyarı yapıyoruz. Seçim artık bitmiştir.”

Görüyorsunuz…

Faik Efendi, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli’ye hakaret ediyor, hem de ABD’yi “seçim sistemimizin sahibi” ilan ediyor.

Ne olur dersiniz?

Beyaz Saray karşısında esas duruşa geçtiğimizde, eşsiz “devlet tecrübesine” sahip Faik Efendi’ye, tıpkı “bedavacı” babası İlhan Öztrak gibi dışarıdan bir “bakanlık” düşer mi?

Bütün çabası bu mu?

Ahmet Kekeç/Star

Yüzündeki Şey, Bir Fetullah Maskesidir!

Hangi birim ya da kurum kendine iş edinir, bilmem… Birileri, Ekrem İmamoğlu’nun Samanyolu TV’de “kadrolu yorumculuk” yaparken sarf ettiği sözleri bulup çıkarsın…

Bakalım…

Ekrem İmamoğlu “hakikatte” kimmiş, bir görelim…

Benim hatırlayabildiğim şu:

Kulübünün fanatiği olarak (Trabzonspor yöneticisi olarak) bazı tatsız ve nahoş laflar ediyordu ama bu, dediğim gibi, “kulübünün fanatiği” kimliğine yorulabilir, dolayısıyla hoş görülebilir.

Başka “irkiltici” sözleri vardı…

Birincisi, Tük futbolunu “büyük bir komplonun uzantısı” olarak görüyordu ve istisnasız bütün bir Türkiye’nin onurunu kırmış 3 Temmuz sürecini hararetle destekliyordu.

Daha doğrusu, “futbolumuzdaki kirliliği” gerekçe göstererek Fetullahçılık yapıyordu.

Bunu kaç yıl yaptı, bilmiyorum…

Belki üç, belki dört…

Ne zaman Samanyolu TV’nin spor programını açsanız, dudaklarını büzüştürerek konuşan Ekrem İmamoğlu görüntüsüyle karşılaşıyordunuz.

Bir de, “Fenerbahçe” aleyhindeki sözleri…

Bunlar, takdir edersiniz ki, yenilir yutulur cinsten sözler değildi…

En hafifinin “şikeci Fenerbahçe” olduğunu söyleyeyim de, gerisini siz tamamlayın…

Haa, bir de sözde “şike operasyonunu” yürüten Fetullahçı polis ve yargıçlar hakkındaki (şu an tamamına yakını tutuklu ya da hükümlü bulunuyor) övgü dolu sözleri…

Benim hatırlayabildiklerim bunlar…

Başka ne çamlar devirdiği (Fetullah örgütüne nasıl perestişte bulunduğu) o programların tamamı bulunup izlendiğinde ortaya çıkacaktır…

Eski programlarını gündeme getirmemin sebebi şu:

Muhterem, seçim kampanyası boyunca “hoşgörü” şiarıyla ortalarda dolaştı ve “herkese eşit mesafedeyim, herkesin belediye başkanı olacağım, belediyenin kapısını bütün ideolojik eğilimlere açacağım” düsturuyla insanlara yaklaştı. Bu arada, tabii, “siniri alınmış ve hazımlı adam” rolü oynadı. Siz ne söylerseniz söyleyin, hangi ithamı yöneltirseniz yöneltin, karşınızda öteki yanağını da uzatan hoşgörülü bir “İsa”buluyorsunuz. Hatta rencide edici laflar edin, dönüp size gülümsüyor.

Ekrem İmamoğlu gerçekten böyle bir insan mı?

Eski programları izlediğinizde göreceksiniz.

Hiç hoşgörülü ve hazımlı değil.

Bilakis hazımsız ve terbiyesiz bir adam… (Seçim kampanyası döneminde de birkaç kez “sızma” yaptı. Yani, açık verdi. Kendisine PKK’lılarla ittifakı soran seçmenlere karşı “terbiyesizleşti…” Bununla da kalmadı, terörün sorumlusu olarak Saray’ı göstererek, terbiyesizliğine “level” atlattı. “CHP Atatürk’ün partisidir. Ne işiniz var HDP ve PKK’nın yanında?” diyen CHP seçmenine karşı hangi ikiyüzlü tutumu benimsediğini hiç hatırlatmayalım… Görüntüleri internette kayıtlıdır, meraklısı oradan ulaşabilir.)

Dün bir açıklamasını okudum.

Şaşırmadım.

Eleman “145 yıldır mücadele ediyoruz” gibilerden laflar ediyordu. (Sultan Abdülhamid’i yıkma mücadelesi…)

Bir “Jöntürk asabiyetiyle” saldırıyordu.

Hülasa, Ekrem İmamoğlu, bize “gösterdiği” adam değildir.

Sinsi, kurnaz ve kindar bir adamdır.

En son, bazı “gazeteleri” ve “aileleri” tehdit etmişti.

Belediye başkanlığını kazandık zannıyla bu kadar ileri giden bir adamın, ezkaza ülkeyi yönetmeye başladığında bize hangi akıbeti reva göreceğini, varın siz hesap edin.

Dolayısıyla, yüzündeki “hoşgörü maskesi”, bir Fetullah maskesidir.

Bilin de, ona göre!

Ahmet Kekeç/Star

Sezai Temelli İsrail Ajanı Mı?

Benim bu soruya verecek bir cevabım yok… Konu, elbette ilgili istihbarat dairesini ilgilendiriyor.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan bahisle, “Buralar vaat edilmiş topraklardır, İsrail oğullarına aittir… (Türkler) geldiler, buraları kuruttular” diyen birinin sadece pasaportuna bakılmaz. İlişki kurduğu kişilere ve çevrelere, hatta kimlerin “sokuşturması”olarak HDP’de yer aldığına bakılır.

Sezai Temelli ve onun gibi düşünenler üzerinden yürütülen İsrail’ci bir politika varsa ve bu “kanıtlarıyla” ortaya konulabiliyorsa, bunun gereği derhal yapılmalıdır.

Hayır, “devlet”ten söz etmiyorum.

HDP’den söz ediyorum.

Bunun gereğini (gereği neyse artık)“Türkiyeli” bir parti olduğunu öne süren HDP yapmalıdır.

Bu satırları okuyanlar “ironi” yaptığımı düşünebilirler.

Bunu yapmak istemezdim ama “Türkiyeliliği”, Türk soluna ait bazı hastalıkları tevarüs etmekten ibaret sanan bir partiden söz ediyoruz. Dolayısıyla, temennimiz fena halde ironik kaçıyor.

HDP’nin temellük ettiği siyasete bakalım biraz…

İsrailci olmamak bu partiyi kurtarıyor mu, görelim…

“Eşi başörtülü diye öldürüldü… Sakallı diye öldürüldü… DEAŞ militanı diye öldürüldü… Hizbullah üyesi diye öldürüldü…”

Bugüne kadar yayımlanan “öldürüldü” haberlerinin neredeyse tümünde, maktul, bir şekilde, “din”le yahut dini bir aidiyetle ilişkilendiriliyordu.

PKK öldürüyor, Beyaz Türk matbuatı (PKK matbuatı da aynı şekilde) bu başlıkları atıyordu. Ve bunlar, “doğal ve olması gereken ölümler” olarak karşılanıyordu.

PKK aklının ürettiği “Serhildan”ın (başkaldırının) Beyaz Türk mahallesinde destek bulmasını, hedef olarak seçilmiş aidiyette aramamız gerekiyordu… AK Partili de olsalar, sonuçta DEAŞ’la ilişkilendirilenler öldürülüyordu.

Öldürülmeliydiler.

Çünkü DEAŞ Türk hükümetinden destek alıyordu ve eli kanlı dinci bir örgüttü…

Bölgeyi istikrarsızlaştıran örgüt, aynı zamanda Türkiye’nin elini güçlendirecek operasyonlar yapıyordu…

Her sakallı potansiyel DEAŞ’çıydı…

Her AK Parti’li, bilerek ya da bilmeyerek DEAŞ’a hizmet ediyordu.

Ülkede dinci bir yönetim kurmak (bazı liberallere göre “Hilafeti getirmek”) isteyen hükümet de, DEAŞ kartını kullanıyordu…

Buna inandırmışlardı kendilerini ve Türkiye’yi de inandırmaya çalışıyorlardı.

Beyaz Türk mahallesinde (CHP’nin de yaratıcı katkılarıyla) üretilen tevatürlerin, solcu “Kürt ulusalcıları” tarafından satın alınmasını ve tedavüle sürülmesini nasıl yorumlamak lazım?

Şöyle:

Kürt siyasal hareketinin sürükleyicisi olduğunu söyleyenler büyük ölçüde “Türk solu” içinden çıktılar… “Kürt sol ulusalcılığını” anlamak için, önce “Türk solu”nu anlamamız ve konumlamamız gerekiyor.

Sadece resmi ideolojinin (Kemalizm’in) açtığı alan içinde var olabilen, Marksizm’le bağını koparmış bir sol ve solculuk türüdür bu… Laik özellikler gösteren, halkın değer tercihleriyle niza halinde olmayı “çağdaşlaşmanın gereği” sayan, din ve dince kutsal sayılan değerleri kafadan “gericiliğin sembolü” ilan etmiş bir solculuk türü…

Bir yönüyle de İttihatçı…

Bu “sol” içinden çıkmış Kürt siyasal hareketi de benzer nitelikler taşıyacaktır…

Elbette laik özellikler gösteriyor…

Elbette halkın (Kürt halkının) değer tercihleriyle çatışma halinde…

Elbette din ve dince kutsal sayılan değerleri kafadan gericiliğin sembolü sayıyor…

Sezai Temelli burada nereye oturuyor?

Kendisini “dini değerlerle” kayıtlamayan HDP için, Sezai Temelli gibiler vazgeçilmez aktör durumunda… Var olmaları, HDP’deki seküler alanın varlığına bağlı.

Fakat işin içinde bir terslik var: Var olmak için seküler alan gereksinen Sezai Temelli, “İsrail din devleti”nin sözcülüğünü yapıyor.

Peki, bu nasıl oluyor?

HDP’deki “sekülerler”in buna bir cevabı var mı?

Ahmet Kekeç/Star

HDP Siyonizm’in Hizmetindeymiş

“Geldiler, bu toprakları da kuruttular” diyor…

Bunu diyen kişi Netanyahu değil, HDP’nin Eş Başkanı Sezai Temelli

“Bu topraklar”dan kastı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi…

“Gelenler” dediği de, muhtemelen Türkler ve Kürtler…

Malazgirt Savaşı’ndan sonra “bu topraklar” yurt edinildiğine göre, bunda (yani “kurutma”ameliyesinde) aynı anda Türkler ve Kürtlerin parmağı var.

Geldiler ve bu toprakları yurt edindiler. Dolayısıyla, “kuruttular…”

Fakat küçük (belki de büyük) bir ayrıntı var.

“Gelenler” (yani bu toprakları yurt edinenler), “Türkler” ve “Kürtler” olarak (bir “kimlik”üzerinden) gelmediler; aynı inanç dairesinin insanları olarak geldiler.

Sezai Temelli, “gelenlere”, ama daha çok Türklere öfke duyuyor…

“Geldiler ve bu toprakları kuruttular” dediğine göre, “gelenler”in bu topraklardan ayağının kesilmesini, daha doğru ifadeyle bu topraklardan “sürülmelerini” istiyor.

Çünkü Sezai Temelli mantığına göre, bu topraklar, “başka bir inanç dairesi”nin insanlarına ait.

Kürtlere mi ait?

Hayır…

“Kürtlere ait” dese anlayacağız, “kimlik siyasetinin gereğini yerine getiriyor ve Türkiye’den toprak koparılmasını istiyor.” diyeceğiz.

Bir “görüş”tür…

Uygulama imkânı bulamasa da, uygulanmasının önünde yasal ve hukuki engeller bulunsa da, zaman zaman bu görüşü seslendirenler çıkabiliyor.

Beğenmeseniz de, böyle düşünen mebzul miktar insan var…

Mesela, çıkıp, “Daha başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz” diyorlar ve günü geldiğinde bütün bir Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini “PKK bayraklarıyla” donatacaklarını söylüyorlar.

Sezai Temelli de elbette zaman zaman buna benzer laflar ediyor… “Kürdistan” diyor, “Türkiye tarafı” diyor, “Batı’daki Kürtler” diyor…

Bir diğer ifadeyle, “ayrılıkçılığı” savunuyor ve kimse de ondan ruhsat sormuyor…

Hadi bunu da yapsın…

“Ayrılıkçılığı” savunsun…

Ama Sezai Temelli Efendi daha “ötesine” geçiyor;

Naif bir ifadeyle söylersek, aynı anda Türkler ve Kürtlere ait olan o toprakların, “vaat edilmiş topraklar” olduğunu, yani “İsrail oğullarına müjdelendiğini” söylüyor.

Yanisi şu:

Biz (Türkler ve Kürtler olarak) Anadolu’ya gelmişiz, İsrail oğullarına vaat edilen “kutsal toprakları” kurutmuşuz.

Görüyorsunuz değil mi?

HDP’de kimlere “kürsü” verildiğini görüyorsunuz…

Düne kadar, Amerika’nın dümen suyunda (ve ellerinde Amerikan silahları), PKK/YPG eliyle kuracakları “terör devleti”nin propagandasını yapıyorlardı…

Şimdi “Büyük İsrail Projesi”ni seslendiriyorlar ve perva göstermeden “Siyonizm’in hedeflerini” savunuyorlar.

Kim bu Sezai Temelli?

Kimin “sokuşturması” olarak HDP saflarına katıldı?

Kürt olmadığını biliyoruz.

Nereden geldi?

Referanslarını nereden aldı?

Alnı secdeli “ayrılıkçı” arkadaşlarımızın (mesela kariyerist Hüda Kaya ve benzerlerinin) Sezai Temeli’nin savunduğu “Büyük İsrail Projesi”ne bir itirazı olmayacak mı?

İslamcı ve dindar kimliğiyle o mahallede dolaşan Ayhan Bilgen Efendi, “Saçmalama Sezai” demeyecek mi?

Ve Temel Karamollaoğlu

HDP siyasetini destekleyen bu zattan bir “nedamet cümlesi” duymayacak mıyız?

Ahmet Kekeç/Star

Militanlarınızı Mı Sokağa Dökeceksiniz?

Ne yapacaksınız? AK Parti yasal itiraz hakkından vazgeçmezse, militanlarınızı mı sokağa dökeceksiniz?

Kılıçdaroğlu’nun tehdit açıklaması şöyle: “İstanbul halkı tercihini yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının bir an önce verilmesi gerektiğini hatırlatıyor ve bu sürecin sona erdirilmesinin, İstanbul’un ve ülkemizin yararına olacağının bilinmesini istiyorum.”

Süreç henüz tamamlanmadı Bay Kılıçdaroğlu.

Bu telaş da niye?

Ekrem İmamoğlu henüz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı değil.

Mazbatasını alır (daha doğrusu hak eder), ondan sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı unvanını kullanır. İsterse başına bir adet de “EŞ” sıfatı kondurur: Eş Başkan… Seçimden pay isteyen PKK’yı memnun etmek için.

Korsan Anıtkabir ziyaretleri…

Şeref defterine yazılan bozuk Türkçeli, bozuk imlalı korsan temenniler.

İBB binasına asılan korsan afişler

Sosyal medya hesabından duyurulan korsan “Başkanlık mesajları…”

Mikrofonun karşısına geçip, “Mazbatam da, mazbatam” diye ağlamalar…

Bunlar, “hak ediş” için yeterli değil.

Son sözü Yüksek Seçim Kurulu söyleyecek, yeterli oyu aldığın tespit edilirse (“hırsızlama” oylar çıkarıldığında, başkan seçilmenin önünde bir engel kalmadığı anlaşılırsa), o mazbata verilecek; periyodik Anıtkabir turları mı düzenlersin, İBB binasına “Ben kazandım” afişleri mi astırırsın, sosyal medya hesabını başkanlık fotoğraflarıyla mı donatırsın…

Önce hak et…

Sana hak olan “yasal itiraz hakkı”, rakiplerin için de haktır.

Biraz sağduyu, biraz saygı…

Biraz da sabır…

Bu arada, sokağı kızıştıracak “serseri mayın” açıklamalardan da vazgeç.

Kılıçdaroğlu, AK Parti yasal itiraz hakkından vazgeçmezse, militanlarını sokağa dökmekle tehdit ediyor, “Mazbatam da mazbatam” diye tutturan Ekrem İmamoğlu da, “Birtakım terör örgütleri sürece dâhil edilebilir” diyerek el yükseltiyor.

Hangi terör örgütleri bunlar Ekrem Efendi?

PKK mı?

DHKP-C mi?

Hırsızlıklarınızı (YSK bu yönde karar verirse) kamufle etmek için bunları mı devreye sokacaksınız. Yoksa doğrudan CIA terör örgütünden mi destek alacaksınız?

Ki, sizin burada gösterdiğiniz telaşın fazlasını ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri gösteriyor. ABD de, tıpkı sizin gibi, AK Parti’nin yasal itiraz hakkından vazgeçmemesi, yani “meşru seçim sonuçlarını” kabul edilmemesi durumunda, olabilecek kötü şeyleri tekrarlayıp duruyor.

Diyelim ki kazanamadınız…

Ne olacak?

Ne yapacaksınız?

İşgalci güçleri yardıma mı çağıracaksınız? Ki, gelmek için alesta bekliyorlar.

PKK’yı yeniden hendeklere mi yönlendireceksiniz?

FETÖ’ye yeni bir “darbe” siparişinde mi bulunacaksınız?

Ne yapacaksınız?

HAMİŞ
Bu satırların yazıldığı saatte, YSK henüz sayım işlemini tamamlamamıştı. Kim kazanmış olursa olsun (ister Ekrem İmamoğlu, ister Binali Yıldırım), bize “saygı” çerçevesinde tebrik etmek düşer. Yeter ki, sokağı kızıştıran, doğrudan kaosu işaret eden açıklamalardan vazgeçilsin.

Ahmet Kekeç/Star