Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Ahmet Kekeç

Gülen’den Nefret Etmek Yeterli mi?

Bazen ben de aşeriyorum, içinde “Ahmet, Nazlı ve diğerleri” geçen yazılar yazıp, kendime “vicdan sahibi yazar” dedirtmeye…

Böyle bir denemede bulunmuştum.

İçim kaldırmadı.

Daha doğrusu, vicdanımın örselendiğini hissettim ve hemen kalemi bıraktım.

Hayır, “Suçludurlar, kalan ömürlerini cezaevinde geçirmelidirler” demek istemiyorum. Asıl vicdansızlık bu olur…

Kaldı ki, insanları “peşinen” suçlu ilan edemeyiz.

Nihayetinde yargılama devam ediyor.

Savcı iddialarını sıraladı, “savunma makamı” serdedilen iddialara karşı savunmasını yaptı. Kararı hâkim verecek…

Temennimi söyleyeyim:

İsmini zikrettiğim (Ahmet ve Nazlı diye kodladığım) gazeteciler dâhil, birçoğu için “tahliye” ya da “beraat” kararı çıkacak… Çıkmalı… Ceza alsalar bile, bu “FETÖ’cülükten”olmayacak.

Bize düşen, hukuka uygun ve adalet duygumuzu zedelemeyecek kararların çıkmasını dilemek.

FETÖ’nün medya yapılanması davasında yargılanan gazetecilerden biri (ismini Nazlı diye kodladığım şahıs), iki yıl kadar önce bir duruşmada, “Seküler bir hayat tarzına sahip olduğunu, dini görünümlü bir yapılanmayla ilişkisinin olamayacağını, ayrıca Fetullah Gülen’den de nefret ettiğini” söylemişti.

Bir gazeteci arkadaşımızın, 75 yaşındaki bu sanığa kefil olduğunu bildiren yazısını okuyunca aklıma geldi:

FETÖ’nün medya yapılanması soruşturmasında ismi geçen gazetecilerden birçoğu 70 yaşın üzerinde. Bazıları da “sair hastalıklarla” boğuşuyor.

Kendi adıma, tutuksuz yargılanmalarının, vaki mağduriyetleri önleyeceğini düşünüyorum.

Bir Kuddusi Okkır vakası daha yaşamayalım… Fetullah Gülen’den nefret etmeye yine devam etsinler… Mahkeme bunu “hafifletici neden” yine saymasın… Ama ortada hastalık gibi önemli/hayati bir mazeret varsa, bu durum değerlendirilsin/değerlendirilmelidir.

Buraya kadar, “sanıkların lehinde” bir tutum almış ve evrensel bir hukuk kuralını hatırlatmış oldum.

Fakat bir dakika…

Fetullah Gülen’den nefret ettiğini söyleyen bu “sanık” (hem nefret ediyormuş, hem de “FETÖ’nün ne baş belası bir örgüt olduğunu 16 Temmuz sabahı anlamış”), 15 Temmuz’dan birkaç gün öncesine kadar, darbeyi “seçenek” olarak gören “siyasal inanmışlığın” bir neferi gibi çalışıyordu ve üstü örtük ifadelerle Türkiye’yi kaosa götürecek olayları “kurtuluş” (bu iktidardan ve Erdoğan’dan kurtuluş) olarak görüyordu.

Eminim ki, darbe olacağı bilgisine sahipti.

Bunu da, çeşitli “jestlerle” açık ediyordu ve “gelecek”ten söz ederken müthiş bir özgüvenle konuşuyordu. (“Yine yeşillendi fındık dalları” vs…)

Bu örgütün (yani FETÖ’nün) darbeci kimliği, 15 Temmuz’dan önce ortaya çıkmıştı oysa…

17/25 Aralık girişimine “yolsuzluk” kılıfı giydirildiği için, hadi diyelim ki örgütün niteliği konusunda yeterli kanaat oluşmadı ya da örgütle ilgili iddialar bazıları açısından “inandırıcı” bulunmadı.

MİT TIR’larına yapılan saldırı, durumu net olarak açıklıyordu…

Hem bir “darbeci yapılanma”yla, hem de Türkiye aleyhinde kanaat oluşturan (Türkiye’nin operasyonel gücünü zayıflatan ve Münbiç’in YPG tarafından işgalini kolaylaştıran) uluslararası bir casusluk örgütüyle karşı karşıyaydık.

Bizim süreç içinde anlatamadıklarımızı, 15 Temmuz girişimi anlattı.

Bugün Fetullah Gülen’den nefret ettiğini söyleyen sanıkların, hiç değilse MİT TIR’ları baskını döneminde oluşturdukları kafa karışıklığı için özür dilemeleri ya da en azından “nedamet duyduklarını” söylemeleri beklenir.

Bunu mahkemede dile getirmeleri gerekmez.

Çünkü “pişmanlık beyanı”nın hafifletici unsur olarak değer ifade edip etmediğini bilmiyoruz.

Nadim olduklarını kendi vicdanlarında dile getirsinler, biz onu duyarız!

Ahmet Kekeç/Star

El Metrosuyla Trafik Sorunu Çözülmez

Sadece kendi sözlerini hatırlatmıştım… “Kaybedecek bir saniyemiz bile yok” diyordu, İstanbul’a hizmet etmek için yanıp tutuştuğunu söylüyordu.

Kaybedecek bir saniyesi bile olmayan adam, mazbatasını sağlama alır almaz Bodrum’a uçtu.

Diyeceksiniz ki, “Milletvekillerinin şu kadar tatil yaptığı bir ülkede 8 günlük Bodrum tatilini çok mu görüyorsun?”

Haklısınız…

Kimseye bir şeyi çok gördüğüm yok.

Ekrem Bey de dinlenme ihtiyacı içindedir ve tatilini yapacaktır. Helali hoş olsun.

Problem şu:

Hem, “Kaybedecek bir saniyemiz bile yok” diyeceksin, hem de İstanbul’un sorunlarını (mesela trafik sorunu) yüzüstü bırakıp tatile kaçacaksın.

Bunları yaparken de, arkanda “ajans” olacak…  Ve tatildeki aktivitelerini “çerçeveletip”kamuoyuna sunacaksın. (Biz Ekrem Bey’i Bodrum’da, bir süpermarkette alışveriş yaparken görmüştük. Görüntüleri ajans servis etmişti… Tatilde bile evi için koşturan “halk adamı” Ekrem Bey’i izlemiş, gıpta etmiştik. Meğer o görüntüler Bodrum’da değil, İstinye’deki bir süpermarkette çekilmiş. Daha doğrusu, “tatil” eleştirilerinin önüne geçmek için, ajans böyle bir mizansen hazırlayıp servise koymuş.)

Tatil aktivitelerinden biri de, elbette Zülfü Livaneli konserinde boy göstermek.

Gidebilir…

Elbette Zülfü Livaneli konserine gidebilir. Bunda sorun yok…

Sorun şurada:

Topu topu bir aylık belediye başkanısın, son iki buçuk ayında tam üç kere Zülfü Livaneli konserini “onurlandırıyorsun…”

Nedir bu işin esbabı?

Kim kimi onurlandırıyor?

Livaneli bir tür “icazet” makamı mı ki, haceti olan ona koşuyor?

Geçen hafta, bunları hatırlatan bir yazı yazmıştım.

Dünyanın küfrünü işittim.

Ekrem’ciler, sosyal medya üzerinden organize olmuşlar, en ufak bir dokundurmada basıyorlar küfrü.

Bunun “sıradan ve kendiliğinden” bir organizasyon olduğunu düşünmüyorum. Arkasında mutlaka “yönlendirici” bir kurum vardır. Belki bir “ajans…”

İşbu ajans (daha doğrusu ajansın yönlendirdiği hesaplar), sıradan bir soru karşısında bile ortamı “terörize” edebiliyor.

Mesela, Ekrem İmamoğlu’na şu soruyu soramıyorsunuz: “İlk icraatınız İstanbul’un trafik sorununu çözmek olacaktı. Bu konuda hangi adımları attınız?”

Bereket, bir gazeteci bunu sorabildi.

Ne cevap verdi, biliyor musunuz? “Şu an Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde çalışma var. O tamamlandığında trafik rahatlamış olacak.”

Ben de, naçizane, kendisine şöyle bir öneride bulunmuştum:

İstanbul’un trafik sorununu çözmenizi istemiyoruz Sayın İmamoğlu… Beş yıl belediye başkanlığı yaptığınız Beylikdüzü’nün trafik sorununu çözün, yeter… Zira Edirne’ye gitmek, ilçenize ulaşmaktan daha kolay.

Tabii “ajans” destekli bir yığın küfür ve hakaret…

Bodrum’dan döner dönmez, ayağının tozuyla, “trafik sorunu”na çözüm olarak “metro”yu öneren bir açıklama yaptı (mealen aktarıyorum ki, “hır” çıkmasın: “Metro kullanımı şart, metroya önem verilmelidir…”

Seçimden önce de, “yürümemizi” öneriyordu.

İstanbullular olarak yürümenin önemini fark edersek, trafik sorununun çözümüne katkıda bulunurmuşuz.

Şimdi de, “Metro kullanın… Metroya önem verilmelidir” diyor. (Ekrem İmamoğlu “başkasının metrosu”yla trafik sorununu çözecek.)

Bu kadarcığını “biz İstanbullar” akledebiliyoruz. Metroyu kullanırsak, trafik sorununun çözümüne katkıda bulunuruz.

Bunları biliyoruz da, sen var olan metro ağına hangi hatları ilave edeceksin?

El metrosuyla bu iş olmaz.

Trafik sorununu çözmek için sen “ekstra” hangi çalışmaları yapacaksın?

Bu defa “küfür” değil, “cevap” istiyoruz!

Ahmet Kekeç/Star

Bana Pişkinliğin Resmini Yapabilir Misin Abidin?

CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu “merak edilenler” hakkında bir gazeteciye açıklamalarda bulunmuş. (İnternet haberi…)

Biz Canan Hanım’da neyi merak ediyoruz?

Birincisi, “hepsinin arkasındayım” dediği sosyal medya paylaşımlarını… (Gerçekten de bütün yazdıklarının arkasında mı?)

İkincisi, “inançsız” ve “tanrıtanımaz” olduğu halde, iftar sofralarında niçin Müslümanlar gibi dua ettiğini…

Üçüncüsü, neden DEAŞ’tan başka terör örgütü tanımadığını…

Dördüncüsü, çeyrek domuzu yedi dakikada mideye indirmekle övünen beyefendiyle hangi “vasat”ta buluştuklarını… (“Hangi midede” demek isterdim… Yine de demeyeceğim… Önce “domuz tüketimi”yle ilgili yararlı bir bilgi vereyim ki, beyefendi “değer tercihlerini”ona göre oluştursun… Domuz tüketmek, ülkemizdeki kimi aydın muhitlerince “üst kültürel” davranışa işaret ediyor. Domuz yediklerinde, “öteki”nden ayrışmış, sınıfsal bir üstünlük kurmuş oluyorlar. Tam tersidir oysa… Batı’da “domuz eti”, daha ziyade “alt sınıflar”, yani garibanlar tarafından tüketilir. “Et”ten sadece domuz etini anlayanlara da bazı yerlerde “kaliteli insan” gözüyle bakmazlar. Sevabına hatırlatayım dedim.)

Canan Hanım “merak edilenler” hakkında değil, “kıvırırım” diye düşündüğü konular hakkında konuşmuş.

Mesela ne demiş?

Şunu: “Düşünceleri nedeniyle, hiç kimsenin tutuklanmaması gerektiğini hep söylüyorum. Benim yargılandığım tweetlerden biri, Figen Yüksekdağ’ın sabahın bir köründe zorbaca gözaltına alınmasına yönelik attığım bir tweettir. Yüksekdağ’ın sesi hâlâ kulaklarımda. ‘Sabah hazır değilim. Bir dakika hazırlanayım’ demesine rağmen kapısının nasıl zorlandığını hatırlıyorsunuz. Buna karşı, ‘Bu mudur anayasal süreç?’ demişim. Yine diyorum…”

Hatırlayalım:

Canan Kaftancıoğlu, şu sıralarda, sosyal medya hesabından attığı tweetler nedeniyle yargılanıyor. Yukarıya alıntıladığım açıklamayı da bunun üzerine yapmış… Yani gazeteci “Hakkınızda dava açıldı. Ne diyorsunuz?” diye soruyor. Kaftancıoğlu da bu açıklamayı yapıyor.

Görüyorsunuz, değil mi?

Pişkinliği görüyorsunuz…

Figen Yüksekdağ’ın gözaltına alınmasına karşı çıkmak için, “Bu mudur anayasal süreç?”diye bir tweet atmış da, bunun üzerine yargılanıyormuş.

Hemen söyleyeyim:

Canan Kaftancıoğlu’nun suçlandığı tweetler arasında böyle biri yok. Ama şu var: “Tekbir getirerek, boğaz keserek mi demokrasi mücadelesi verilir? İnandığınız Allah’ınız sizin de belanızı versin.”

Dikkatinizi çekerim:

Canan Kaftancıoğlu, bu açıklamayı darbe gecesi yapıyor. Yani insanlar dışarıda ölürken, Canan Hanım hem inanç tercihlerini aşağılayan, hem de direnişi itibarsızlaştıran tweetler atıyor.

Pişkinlik hafif kalır Abidin…

Sen FETÖ’nün darbe girişimini görme, 250 insanımızın katledilmesi karşısında kılını dahi kıpırdatma, Meclis’in bombalanmasını sorun yapma, sonra kalk “Allah’ınız” diyerek, kendi münkir pozisyonun üzerinden insanlara (darbeyi bastıranlara) laf sok…

Daha önce de sormuştum. Bir kez daha soruyorum:

Köprüde ne oldu?

Kim boğaz kesti?

Kaç kişinin boğazı kesildi?

Testere mi kullanıldı?

İsim ve vaka istiyorum…

Kaftancıoğlu darbe iddianamelerine baksaydı, köprüde 36 küsur kişinin hayatını kaybettiğini, bunlardan 34’ünün sivil vatandaş, diğerlerinin güvenlik görevlisi olduğunu, ölenler arasında boğazı kesilmiş bir tek kişinin bile bulunmadığını görecekti.

Bakmazlar, görmezler…

Sonra da “pişkince” sallarlar.

Ahmet Kekeç/Star

Terör Propagandasına Yargı Desteği

Doğruca adını koymak lazım: Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararı, terör propagandasına sunulmuş ince bir yargı desteğidir.

Bilardo sporunda vardır hani: “İnce görmek…”

Bu kararıyla Anayasa Mahkemesi, ince görmüş oldu… Bundan sonra devletin terörle mücadelesini “suç” kapsamında görebilirsiniz ve başınıza bir şey gelmez. Hatta daha da ileri gidebilirsiniz, benzerlerinizle siyasal ortaklıklar oluşturabilirsiniz, terörle mücadelenin cezalandırılması gerektiğini savunabilirsiniz. Bu amaçla dernek ve parti kurabilirsiniz. Bu derece tehlikeli bir karar.

İsterseniz, önce “barış bildirisi” denilen 1128 imzalı akademisyenler bildirisine bakalım ve Anayasa Mahkemesi’nin neyi onaylamış olduğunu görelim.

Bakıyoruz ve şunu görüyoruz:

Rahatsız bir bildiri…

Erdoğan nefretiyle kafayı yemiş liberallere (özellikle Hasan Cemal’e) sipariş edilse, ancak bu kadar “rahatsızı” yazılabilir. Erdoğan düşmanı güruh tatmin olsun diye hazırlanmış bir bildiri sanki…

Bildiride öne çıkan “makul” (!) hususlar (önermeler) şunlar:

Bir; müzakere koşulları hazırlansın ve “kalıcı barış” için tüm çözüm yolları denensin… Hükümet, Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını derhal oluştursun… Müzakere görüşmelerinde, toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemciler bulunsun. (Böyle bir bağımsız gözlemciler grubu oluşturulursa, bu 1128 aydın gönüllü olarak heyet içinde yer alacakmış… “Bunu şimdiden beyan ediyoruz” diyorlar.)

İki; siyasi iktidarın, muhalefeti ortadan kaldırmaya yönelik baskıları durdurulsun. (Bu baskılara şiddetle karşı çıktıklarını söylüyorlar…)

Üç; devlet şiddetine ve “terörle mücadele” adı altında gerçekleştirilen “katliam”a hemen son verilsin… (Bu katliamın “suç ortağı olmayacaklarını” şimdiden duyuruyorlarmış…)

İlk bakışta makul taleplermiş gibi görünüyor…

Elbette talepler dikkate alınsın, (olabiliyorsa) müzakereler başlasın, şiddet sona ersin…

Kim itiraz edebilir ki?

Fakat bir de “realite” diye bir şey var.

Devlet şiddetinden söz edip, roketatarlı militanlara karşı operasyonu “katliam” olarak değerlendiren 1128 akademisyen, PKK şiddetini hiç görmüyor. (Bildiride bir tek kez bile PKK ismi geçmiyor…)

Bugüne kadar bölgede binlerce sivil öldürüldü.

Hepsi de, PKK militanlarının silahlarından çıkan kurşunlarla öldürüldü.

Devlet şiddetinden söz eden aymazlar, “Bu roketatarlar ve uzun namlulu silahlar da nerden çıktı? Bu hendekler niçin kazılıyor? Bu mayınlar niçin döşeniyor? Yollara dökülüp asker ve polisin bol olduğu bölgelere sığınan 200 bin Kürt vatandaşı kimin şiddetinden kaçıyor? Selo sen bu işe ne diyorsun?” diye sormuyor.

Müzakere masası kurulsun, yol haritası oluşturulsun, tamam da…

Bir masa vardı… Müzakereler başlamıştı… Toplumun geniş kesiminden bir “bağımsız gözlemciler heyeti” müzakerelere eşlik ediyordu… Sıra, PKK’nın Kandil’de toplayacağı “Silah Bırakma Kongresi”ne gelmişti.

Bütün bunlar olurken, kendilerine “aydın” diyen bu 1128 aymaz PKK’ya çağrı yapıyordu; “Demokrasi olmadan barış olmaz… Erdoğan’ın sizi aldatmasına izin vermeyin. Sakın silah bırakmayın…”

Barış olurken savaşı savunmak, savaş olurken “barış” diye tutturmak nasıl bir halettir?

Nedir bu arkadaşların derdi?

Nihayetinde ne olmasını istiyorlardı da olmadı?

Ahmet Kekeç/Star

Küresel 17/25 Boşa Çıkarıldı!

Hakan Atilla’yı içeride yatıran uyduruk belgeleri, Hüseyin Korkmaz adlı firari FETÖ’cü polis FBI’ya vermişti. Karşılığında, 50 bin dolar “kira yardımı” (!) almıştı.

Hüseyin Korkmaz (annesinin ifadesiyle) “Fetih Marşı’yla büyütülmüştü, vatanına ihanet etmez”di… Ama etti… Hem de en büyük ihaneti etti.

Hakan Atilla bugün ülkesinde “kahramanlar” gibi karşılanıyor ama Hüseyin Korkmaz ve refikleri, ABD’de “fareler” gibi gizleniyor.

Bu bilgiler ışığında bir kez daha bakalım:

Hakan Atilla üzerinden “küreselleştirilmek” istenen 17/25 Aralık kumpası, darbe miymiş, değil miymiş?

İki kere iki dört: 17/25 Aralık kumpası Amerika tarafından kurgulandı ve sahneye konuldu.

Bu iş için de kendilerine “Hizmet hareketi” adını veren casusluk şebekesi kullanıldı.

İlk seri gözaltılar, matbuatın bir bölümü tarafından, “yolsuzluk operasyonu” diye lanse edilmişti.

Bunun, “yolsuzluk” susturuculu bir darbe girişimi olduğunu matbuat biliyordu, CHPbiliyordu, CIA ve Pentagon’un hizmetine koşulmuş sümüklü müntesipler biliyordu, Amerikan Büyükelçisi Ricciardone biliyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha ilk saniyeden biliyordu, yasa dışı dinlemeleri işaretle bunun bir “yolsuzluk operasyonu” olmadığını, hükümeti devirmeye yönelik bir yargı girişimi olduğunu söylüyordu ama dinletemiyordu. “Dava arkadaşları” bile dinlemiyordu, dinlemek istemiyordu, “Benim bir şeyden korkum yok, telefonumu dinlerlerse dinlesinler”diyorlardı. Hatta “Bakanlar yargıya gitsin, aklanıp gelsinler” diyorlardı ve FETÖ muhasarasındaki Anayasa Mahkemesi’ni işaret ediyorlardı.

Ricciardone, “Uyardık, dikkate almadılar. Bir imparatorluğun çöküşünü seyretmeye hazır olun” demişti.

İran’la ticareti kastediyordu.

Mahut ambargoyu delmiş onlarca Amerikan firması ortada dururken, Ricciardone Türkiye’yi işaret ediyordu, BM kararına dönüşmemiş ve hiçbir zaman bağlayıcılığı olmayan karşılıksız ambargo kararından dolayı Türkiye’yi suçluyordu.

Bu beyanını sonradan yalanladı, “Ben böyle bir şey söylemedim” dedi ama bunu söylemişti. Hem de gazetecilerin huzurunda söylemişti. Ve sonuçtan emin bir dille konuşmuştu.

Sonuçtan emin olan bir odak daha vardı:

CHP…

Başbakan Erdoğan’ın (o dönemde Başbakandı) yakında ülkeyi terk edeceğini söylüyorlardı.

Helikopterine atlayacak, refakatindeki binlerce ton altınla Malezya’ya kaçacaktı.

Daha fazlası vardı. “Büyük turp” heybedeydi.

Bir gün bu da ortaya çıkacak, görün bakalım neler olacaktı. Dibine kadar yolsuzluğa batmış Erdoğan’ı artık kaçmak da kurtaramayacaktı. Malezya’dan getirtilecek; hem yolsuzluktan, hem de “savaş suçlusu” olarak uluslararası mahkemelerde yargılanacaktı.

Gördük…

Heybeden çıkan büyük turpu gördük.

Hemen arkasından “MİT TIR’ları operasyonu” sahneye konuldu ve darbede ikinci faza geçildi.

Bu arada, bir şeyi daha gördük:

CHP, “olacaklar” konusunda Amerika ve sümüklü CIA çetesi tarafından bilgilendirilmişti. Kemal Kılıçdaroğlu, 17/25 Aralık girişiminden bir hafta kadar önce Amerika’ya gitmiş, sümüklü CIA çetesinin elemanlarıyla görüşmüştü. Onlardan, operasyonun detayı hakkında bilgiler almıştı ve bunun verdiği güvenle konuşuyordu. MİT TIR’ları operasyonuyla ilgili görüntüleri de (çünkü “izledim” demişti), Zaman gazetesinin firarî genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’dan almıştı.

FETÖ “içeride” başaramayınca, iş asıl patron ABD’ye ihale edildi.

Hakan Atilla’dan sonra, bilmem ki bazıları, özellikle “Benim bir şeyden korkum yok, bakanlar Yüce Divan’da aklanıp gelsinler” diyenler (parti kurma hazırlığındaki arkadaşlar), buradan bir hisse çıkaracaklar mı?

Ahmet Kekeç/Star

Şevket Bey ve Arlanmaz Amerikancılar

Rahmetli Şevket Bey’le uzun yıllar aynı gazetede çalıştık… İlk gençliğimde, onun da müdavimi olduğu sohbet halkalarında bulundum… Çıkardığı dergi ve gazetelerin takipçisi oldum… Neşrettiği kitapları okudum…

Tanıdığım en zarif ve nezaketli insanlardan biriydi; mekânı cennet olsun…

Nezaketliydi ama “celadetli” bir tarafı vardı.

İyi bir yazardı.

Ne yazarsa yazsın kendini okuturdu, kendini okutma becerisine sahipti.

Bunların da ötesinde, müthiş zekâsı… Vefatından sonra onu eleştirenlerin, yani “Özel Harp”çi ve “gerici” ilan edenlerin (bu rezil iftiraya tamah edenlerin) tamamını zekâtıyla ihya edecek bir zekâ…

Şevket Bey, ne yaptıysa, dinî saiklerle yaptı…

O hassasiyetini hep korudu…

Hep aynı eksende kaldı…

Peki, onu eleştirenlerin “eksen kaymasını” nasıl izah edeceğiz?

Hangi saiklerle Amerikancı ve mandacı saflara savruldular?

Madem Şevket Bey’in yaptıkları kötüydü, niçin o “kötü”yü tekrarlayıp, kendi ülkelerine karşı “ABD yaptırımlarının” savunucusu haline geldiler?

Değerli Ali Karahasanoğlu’nun da yazdığı gibi, “Mehmet Şevket Eygi ve arkadaşları için, ‘Amerikan 6. Filo’suna karşı namaza durdular’ yalanını atacak kadar alçaklaşan haysiyetsizler şimdi Amerikancı olmuşlar. Hayatlarının tamamını, ABD’ye göre dizayn etmişler, utanma duygularını sıfırlayıp gazetelerinin manşetlerinden, ABD muhipliği yapıyorlar.”

Hani özür Kemal Bey?
CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel“15 Temmuz için tiyatroydu deniliyor, tiyatro miyatro değil, bal gibi kanlı bir darbe girişimiydi; rejime, Meclis’e, ülkeyi yönetenlere, demokrasiye kast ediyordu” demişti.

Bu sıradan bile sayılmayacak tespitin üzerinde tepinmemizin nedeni şu:

CHP, darbeye karşı direnişin bir parçası olmadı.

Biraz kenarda durdu.

Sokaktaki münferit direniş çabalarını ve Meclis’teki nümayişi saymazsanız, neredeyse “utangaç direnişçi” portresi sergiledi. Üzerinden yükseldiği sosyolojinin tepkisi daha açıklayıcıydı: Tankları alkışladılar…

Evet, tankları alkışladılar.

Bazı muhitlerde, tencere tava çalarak darbeye “hoş geldin” dediler.

Özgür Özel’in açıklamaları bu nedenle çok önemlidir.

Dileriz, yaptığı açıklama, genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu da bağlar.

Hatırlayalım, Kılıçdaroğlu, “15 Temmuz kontrollü darbedir” demiş, 15 Temmuz’un “tiyatro” olduğunu söyleyen terörist başı Fetullah Gülen’in eline güçlü bir argüman vermişti.

İkinci cürümü şuydu:

Darbe 15 Temmuz’da gerçekleşti… Yani 250 insanımız 15 Temmuz gecesi katledildi… Kemal Kılıçdaroğlu çıktı, darbenin tarihini 5 gün öteye attı, “20 Temmuz darbesi” demeyebaşladı.

20 Temmuz, darbecilerle mücadele için Meclis’in irade koyduğu tarihtir oysa…

Meclis’in çalışmalarını “darbe” diye karalamaktan çekinmeyen Kılıçdaroğlu’nun üçüncü cürümü, “Boğaziçi Köprüsü’nde bir erin kafasını kestiler” yalanına sarılmasıydı. (250 şehidi ve binlerce gaziyi görmeyeceksin, yalan olduğu belgelenmiş bir tezvirat üzerinden 15 Temmuz direnişini itibarsızlaştıracaksın… Kılıçdaroğlu böyle bir adamdır işte…)

Özgür Özel, yaptığı açıklamayla hem bir ezberi, hem de bir politikayı bozmuş oldu.

Şimdi sıra Kemal Kılıçdaroğlu’nda…

Bakalım Türk halkına bir “özür borcu” olduğunu hatırlayacak mı?

Ahmet Kekeç/Star

FETÖ’nün Manevi Evlatları O Gece…

15 Temmuz’un klasik bir darbe girişimi olmadığından neredeyse herkes müttefik. Klasik darbelerden farkı, belki de, “kıyıcı bir darbe” olmasıydı…

Geçmişte de birçok darbe yaşadık ama böylesini (böyle ahlaksızını) görmedik.

İlk kez darbeciler, ülkenin başkentini ve Meclis’ini bombaladılar.

Halkın üzerine tank sürdüler, hedef gözeterek ateş açtılar.

15 Temmuz darbenin ötesinde bir şeydi. Darbe formatı giydirilmişti, görünüş itibariyle klasik darbeye benziyordu ama bir darbede murat edilen “sonuçların” çok çok ötesinde bir hedefe ve vizyona sahipti.

Hedef kim miydi?

Hedef elbette, bütün “teknik nakavt” girişimlerinin öznesi haline getirilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı..

Hedef ondan kurtulmaktı. Yani onu öldürmekti…

Fetullah kapatması bir “liberal” (şu an FETÖ’den tutukludur) darbeden birkaç ay önce, bir gazeteye (ya da internet sitesine) verdiği mülakatta şöyle diyordu: “Erdoğan’ı öldürecekler, cesedini de bir çöplüğe atacaklar.”

Hangi bilgiye ya da enformasyona dayanarak böyle konuşuyordu?

Bilmiyoruz…

Esasında biliyoruz… “Sufle” Pensilvanya’dan geliyordu.

Demek ki mülakat sırasında gevşek ağızlılığı tuttu. Ya da darbenin başarısız olacağına ihtimal vermedi.

Belki de, “Nasılsa bu enformasyonun kaynağını kimse sormayacak, ben şimdiden söylemiş olayım da, ileride haklılığım anlaşılsın” diye düşündü.

Bu arkadaş, bir aralar, FETÖ’nün “operasyon gazetesi”nde genel yayın yönetmenliğini yapıyordu.

Bütün o Ergenekon ve Balyoz çıktıları, onun elemesinden geçerek, eklemelerle birlikte gazetenin manşetini süslüyordu. Bir düğer ifadeyle, “bizi darbeden kurtarıyormuş gibi”yapan Fetullah’a hizmet ediyordu.

Fetullah’ın “teknik nakavt” dediği 17/25 Aralık girişimi, rollerle birlikte pozisyonları da ortaya çıkardı. Görüldü ki, FETÖ, liberal tarlayı sürmüş, liberalleri manevi evlat edinip “nüfusuna geçirmiş…”

İşbu arkadaşı, darbeden bir gece önce, biraderiyle birlikte, FETÖ’nün televizyon kanalında izledik… Yine gevşek ağızlılığı tutmuş olacak ki, “Bu böyle gitmez… Göreceksiniz, gitmeyecek…” diye sayıklayıp duruyordu.

Çünkü, “bize çok acı çektirecek” (darbe, kaos, iç savaş gibi) bir altüst oluş gerekliydi.

Kurtuluşumuz buna bağlıydı…

O geceki performansları gösterdi ki, “abi-kardeş” olacaklardan haberdarlarmış…

Çünkü gece boyunca, darbeyi ima edip durdular…

Programı yöneten (sağcılıktan “liberalizm yancılığına” terfi etmiş) bayan gazeteci de (FETÖ’nün manevi kızı), durup durup, “yine yeşillendi fındık dalları” türküsünü çığırdı. Yüzünde arsız bir sırıtışla… Bir göbek atmadığı kaldı… Bir anlamda abi-kardeşin “darbe coşkusuna” eşlik etti.

İşler planlandığı gibi yürüseydi (yani “Marmaris’e intikal”de problemler yaşanmasaydı),Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sağ ele geçirmeye çalışmayacaklardı

Öldüreceklerdi.

Cesedini de bir çöplüğe atacaklardı.

Bunu, suikast davası sanıklarından biri itiraf etti… Gerçi sonradan itirafını geri aldı, “baskı altında ifade verdim” filan diye kıvırma yolunu seçti ama Erdoğan ailesinin kaldığı otel odasının delik-deşik görüntüsü liberal gazetecinin öngörüsünü (!) haklı çıkarıyor.

Cumhurbaşkanımızı “aradan çıkarmayı” başarabilselerdi, işleri kolaylaşacaktı.

Daha zecri yöntemlere başvurup (250 kişiyi katlettiler, daha fazlasını yaparlardı), sokağa çıkan insanları evlerine kapatacaklardı.

İki ihtimale yatırım yapmışlardı: “İç savaş” ve “toplumsal kargaşa…”

Kargaşayı bastırmak için dışarıdan (“uygar dünya”dan ve NATO’dan) destek isteyeceklerdi.

Bir diğer ifadeyle, Türkiye’yi işgale açacaklardı!

Ahmet Kekeç/Star

Ben Onun FETÖ’cü Olduğundan Şüpheleniyorum!

Geçenlerde, bu köşede, Halk TV’de yayınlanan “Ergenekon” konulu bir programdan söz etmiş, “Ergenekon yargılamalarıyla ilgili hep Deniz Baykal’ın itirazlarını hatırlıyoruz, neden Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bir tek cümle yok?” diye sormuştum.

Neden?

Ergenekon örgütünün bir “FETÖ tertibi” olduğu bilindiği halde, neden Kılıçdaroğlu hiç o toplara girmedi ya da girmiyor?

Bunun cevabını, sonradan CHP’de danışmanlıkla taltif edilen avukat arkadaş (ki, o dönemlerde Hanefi Avcı’nın avukatlığını yapıyordu) versin: “Cemaate karşı bir duruş sergilemesi noktasında Kılıçdaroğlu’yla bir dizi görüşme yapmıştım. Bu görüşmelerin tamamında, CHP milletvekili Şevki Kulkuloğlu da bulundu. Kılıçdaroğlu’na, Cemaatin devlet kurumlarını fiilen ele geçirdiğini, özellikle Emniyet ve Yargı’daki elemanları vasıtası ile çok büyük bir güç haline geldiğini detayları ile anlattım. Bir süre sonra her şey tersine döndü. Kılıçdaroğlu 360 derece dönüş yaptı. Bu dönüşün nedenini Kulkuloğlu son ziyaretinde bana anlattı. Ancak partisine ihanet eden adam olmamak için kamuoyu ile paylaşamayacağını söyledi. Anlattığı şeyler CHP’nin kaldırabileceği şeyler değil. Bende kalmasını istediği için detaya girmiyorum. Ancak bir gün konuşursa Kılıçdaroğlu’nun o koltukta duramayacağını iyi biliyorum.”

Bu açıklamadan sonra ne oldu?

Kıyamet mi koptu?

Hayır.

Kılıçdaroğlu, avukatı CHP’ye davet etti ve onu danışmanlığıyla onurlandırdı. Avukat da, ne yapsın, iddialarını geri çekerek “derin bir suskunluğa” büründü.

Kılıçdaroğlu taktiğidir bu.

Barış Yarkadaş’a da benzerini yapmıştı. Onu “onurlandırarak” susturmuştu.

Hatırlayalım: Barış Yarkadaş’ın sahibi ve genel yayın yönetmeni olduğu internet sitesinde, Kılıçdaroğlu’nun Soros bağlantılarını faş eden bir haber yayınlanmıştı.

Küçük çaplı bir kıyametin kopması bekleniyordu ama öyle olmadı. Kılıçdaroğlu, Barış Yarkadaş’ı CHP’ye davet etti ve onu milletvekilliğiyle onurlandırdı. Barış Yarkadaş da, ne yapsın, hem iddialarının peşini bıraktı, hem de yayınladığı haberi erişime kapattı.

Baştaki soruyu tekrarlayalım:

Ergenekon yargılamalarıyla ilgili Hep Deniz Baykal’ın itirazlarını hatırlıyoruz, neden Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bir tek cümle yok?

Bunun nedenini anlamak için biraz gerilere gitmemiz gerekiyor.

BİRİNCİ TABLO:

Hayko BağdatTaraf gazetesinde Kemal Kılıçdaroğlu’yla bir söyleşi yapıyor. Kasım 2013… Henüz 17/25 girişiminin düğmesine basılmamış.

Bağdat soruyor: “Ergenekon, Balyoz gibi davalarda hukuki aksamalar olduğunu ifade ediyorsunuz. Fetullah Gülen cemaatinin bunda sorumluluk sahibi olduğunu düşünüyor musunuz?”

Kılıçdaroğlu cevaplıyor: “Yargıçların belli bir merkezden talimat aldığı ve o talimat çerçevesinde yola çıktıkları söyleniyor. Ben bu talimatın siyasal iktidar tarafından verildiğini düşünüyorum. Yani bunu cemaate değil doğrudan doğruya iktidarın yargı üzerindeki baskısına bağlıyorum.”

İKİNCİ TABLO:

FETÖ kanallarının uydudan çıkarılmasından sonra Zaman gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Ünal ve Kemal Kılıçdaroğlu bir araya geliyorlar.

Bu bir araya gelişi, Mustafa Ünal iki gün sonra, “Cemaat mazlum…” başlığıyla yazı konusu haline getiriyor.

Bu görüşmede Kılıçdaroğlu şu ifadeleri kullanıyor: “Ben cemaat için örgüt demedim… Cemaat mazlum… Mazlumu savunmayacağız da kimleri savunacağız?”

Dikkatinizi çekerim, bu görüşme, cemaatin bir darbe örgütlenmesi olduğu ortaya çıktıktan iki yıl sonra gerçekleşiyor. Hani, Kılıçdaroğlu’nun FETÖ tapelerini ve illegal dilmeme kayıtlarını Meclis’e taşıdığı günler…

ÜÇÜNCÜ TABLO:

Didem Arslan Yılmaz soruyor: “Poliste veya yargıda camiamın hakim olduğuna dair görüşler var, size böyle bir rapor geldi mi? Poliste veya yargıda böyle bir örgütlenme var mı?”

Kılıçdaroğlu cevaplıyor: “Elimizde böyle bir veri yok. Ben bir belge görmeden anlatımlardan yola çıkamam… Benim bir şeyi dillendirmem için bir kaynak, bir belge olması lazım.”

Dikkat: Elinde belge olmadan her türlü iddiayı seslendiren ve 15 Temmuz’a “kontrollü darbe” demekten çekinmeyen Kılıçdaroğlu bu açıklamayı 2012 Nisan’ında yapıyor. “Fetullah Gülen’le görüşür müsünüz?” sorusu üzerine de şöyle diyor: “Görüşmedim ama talep gelirse görüşebiliriz.”

Bu üç tabloya bakarak yukarıdaki soruyu cevaplayabilirsiniz.

HAMİŞ
Dershanelerin kapatılması gündeme geldiğinde Kılıçdaroğlu şöyle bir açıklama yapmıştı (5 Kasım 2013): “Eğer siz ‘Gülen cemaatinin iş dünyasındaki gücünü kıracağım’derseniz Türkiye bundan zarar görür.”

Unutulmasın!

Ahmet Kekeç/Star

İhanet Böyle Bir Şeydir!

Seçim bitti… İçinde “seçmen davranışı”, “İmamoğlu niçin kazandı?”, “AK Parti nerede hata yaptı?” ifadelerinin geçtiği değerlendirmeler de, tedricen azalacak ve etkisini kaybedecek…

Gerçek gündemimize dönmenin zamanıdır…

Ha, “muhalefet cephesi”, İstanbul’u kazanmış olmanın sevincini ve zafer sarhoşluğunu bir süre daha yaşayacaktır; anlaşılabilir bir durum bu… Bir süre böyle devam etsinler. Ama yine de (neresinden bakarsak bakalım), ağır bir gündem bizi bekliyor.

Muhalefet cephesi ne düşünüyor?

S-400’den F-35’e, Doğu Akdeniz’den Suriye‘ye, FETÖ‘den PKK‘ya çok sayıda problemle boğuşuyoruz.

İstanbul adayları İmamoğlu, bu konulardaki bilgisizliğini ya da aldırışsızlığını sergileyen bir-iki zayıf açıklama yapmış, sanki bunlar Türkiye’nin meseleleri değilmiş havası uyandırmıştı ama muhalefet cephesinin ne düşündüğü, bu problemlere nasıl katkı sunacağı merak konusudur…

Bunu, ikide bir “davranışları” masaya yatırılan seçmen de merak ediyor…

Seçmen her zaman kazandırmaz.

Bazen de kaybettirir.

Dolayısıyla muhalefetin “gerçek gündemimiz” konusunda ne düşündüğü önem arz ediyor.

Bugünkü başlığımız şu olsun:

Nasıl oldu da ya da ne değişti de Amerika’yla bu noktaya geldik?

Bir diğer ifadeyle, müttefikimiz ve stratejik ortağımız Amerika bize niçin bu kadar kızgın?

Sadece Amerika değil… “Bileşenleri” de kızgın.

Bu “bileşenler”in içine, kendilerine “Türk solu” adını veren emperyalist uşaklarını da dahil edebiliriz.

Hatırlayalım…

Rahip Brunson krizinde, Amerika’dan gelen yaptırım kararını bazı solcu arkadaşlarımız “Gol” diye alkışlamışlardı.

Bir darbe olsaydı ya da tahayyüllerindeki ekonomik kriz gerçekleşseydi, huzura ereceklerdi.

Kambersiz düğün olur mu? “Yaptırım” kararını sevinçle karşılayan odaklardan biri de HDP’ydi… Meclis’te bulunan partiler, mahut kararı bir bildiriyle kınadılar ama HDP katılmadı.

Ülkelerinin yanında olacaklarına dair Meclis’te “namusları ve şerefleri” üzerine yemin edenler, yeminlerinin gereğini yerine getirmediler.

Bunlar da “solcu” geçiniyor. Yani “Kürt solu”nun mümtaz temsilcileri… Aralarına aldıkları güya antiemperyalist çakallarla birlikte Amerika’nın yaptırım kararını alkışladılar ve bu ihaneti namuslarıyla bağdaştırdılar…

Kendilerine “sosyalist” süsü veren dangalaklar 27 Mayıs’la övünürler, bu darbeyi “devrim”sayarlar (bu darbenin “devrim” olduğuna ilişkin Anayasa Mahkemesi’nden karar çıkartmışlıkları bile vardır), darbecilerin yaptığı anayasayı “gelmiş geçmiş en özgürlükçü anayasa” kabul ederler ama 27 Mayıs’ın en sofistike tarafından kotarılmış bir Amerikan darbesi olduğunu hatırlarına getirmezler. Üstelik Menderes’i Amerikancılıkla suçlarlar…

Sadece 27 Mayıs mı?

12 Mart da bir Amerikan darbesiydi.

12 Eylül zaten bir Amerikan darbesiydi.

Bu konuda tartışma yok…

28 Şubat ha keza…

Fakat kendilerine “anti-emperyalist” süsü veren solcularımız, 28 Şubat’ın “irtica karşıtı” bir hareket olduğunu ve tamamen “yerli malzemeyle” kotarıldığını zannediyor. Daha doğrusu, bu şekilde “pazarlıyor…”

Bu darbede aparat olarak da, “yiğidim aslanım” çığırışları eşliğinde kitleleri meydana toplayıp gaza getiren bazı detone sesli türkücüler kullanıldı.

Müttefikimiz ve stratejik ortağımız Amerika bize çok kızgın…

Bunu anlıyoruz…

İlk kez bir darbeyi tamama erdiremediler…

İlk kez bir darbede aparatlarıyla birlikte suçüstü yakalandılar…

İlk kez hesap verme mevkiine itildiler…

Bunu anlıyoruz da, “Amerika S-400 konusunda bizi sıkıştırsın da, gidişleri daha çabuk olsun” diyen anti-emperyalist solcularımızı anlamıyoruz, ihanetlerini tevil etmekte güçlük çekiyoruz!

Ahmet Kekeç/Star

En Amerikancı Cumhurbaşkanı Kimdi?

Utanmaz “sol” portallar, “En Amerikancı Cumhurbaşkanı kimdi?” sorusuna, “Celal Bayar, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Erdoğan vs…” cevabını verecektir… Ya da “suskunluğa”bürünecektir…

Nazım Hikmet konusunda susuyorlar hâlâ… “Nazım Hikmet’le Kemal Tahir’i hangi şef 13 yıl içeride yatırdı? Sabahattin Ali’nin kafasını odunla parçalama fikriyatı hangi parti devletine aitti?” sorularına cevap arıyorlar.

En Amerikancı Başbakan CHP safları arasından çıkmıştı: Nihat Erim.

12 Mart darbesi tamama erer ermez, CHP sıralarından gelip darbe hükümetinin Başbakanlığına kurulmuş, ilk icraat olarak “haşhaş ekimini” yasaklamıştı. Amerika’dan da bol “aferin” almıştı.

Peki, en Amerikancı Cumhurbaşkanı kimdi?

Cevabı çok basit: İsmet İnönü

Bir dönem Almancıydı… Almanya’nın savaştan galip çıkacağı düşüncesiyle, iç siyaseti sağcı dünya görüşüne göre tanzim etmişti… Mesela millî eğitimi, düpedüz “faşist” bilinen ellere bırakmıştı.

Hitler’in yenileceği anlaşılınca, tornistan etti. “İngilizci” bir siyaset izlemeye başladı.

Sovyetçi olduğu bir dönemi de vardı…

Sovyetler Birliği’nden mülhem “kolhoz” ve “sovhoz” uygulamalarıyla “kalkınabileceğimizi” hayal ettiği dönemdir bu… Peşinden “Köy Enstitüleri” rezilliği gelecektir…

Elbette anladığımız manada “Amerikancı” değildi ama işbirliklerine ve imzalanan anlaşmalara bakarak hüküm verecek olursak, “Amerikancı” yaftası İsmet Paşa’ya daha çok yakışıyordu.

Merhum Adnan Menderes, “Küçük Amerika olacağız” sözü nedeniyle yıllarca bu yaftayla yaşadı. Amerikancı bir darbeyle gönderildiği halde, bu yaftadan kurtulamadı. Ama İsmet Paşa, “Ortanın solundayız” dedi diye, Türk sol entelektüeli tarafından yıllarca “solcu” ve yıllarca “solcu” ve “anti-emperyalist” muamelesi gördü.

Amerikancı bilinen Menderes, Amerika’nın ekonomik tahakkümüne ve “Türkiye tarım ülkesi olarak kalmalıdır” baskılarına rağmen sanayileşmeyi düşündü. Bu konuda “kayda değer” adımlar attı. Sovyetler Birliği’yle kredi anlaşmaları imzaladı. Enerji tesisleri açtı…

Bedelini de, 27 Mayıs darbesiyle, “asılarak” ödedi.

Solcu ve anti-emperyalist bilinen İsmet Paşa ise Amerika’nın çizdiği sınırların dışına çıkmadı.

Türk sol entelektüelinin “ilerici” ve “bağımsızlıkçı” ilan ettiği 27 Mayıs darbesinin bildirisi şu cümlelerle başlıyordu: “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. CENTO’ya bağlıyız…”

Bildirideki “bütün ittifaklar ve taahhütler” ifadesi, İsmet Paşa’nın imzaladığı anlaşmalara atıf yapıyordu elbette.

İlk anlaşma 1 Nisan 1939 yılında, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra imzalandı. “Her konuda müsaadeye mazhar” ülke olarak tanımlanan ABD’nin sanayi ürünleri için yüksek gümrük indirimi öngörülüyordu. Cumhuriyet döneminin ilk “kapitülasyon anlaşması”dır.

23 Şubat 1945’te imzalanan “karşılıklı yardım anlaşması”, Amerika’nın istediği bilgilerin “kolaylıkla” teminini sağlıyordu.

12 Temmuz 1947 anlaşması ise Amerikan askeri varlığının üslenmesine imkân tanıyordu. Bu dönemde Amerika, sadece askeri varlığıyla değil, “istihbarat” birimleriyle de “içimize”girdi.

Birileri, “Mecburduk… Yoksulduk… Müttefikimiz yoktu… Amerikan desteğiyle biraz kendimize gelebildik. Bu sayede çocuklarımız hiç değilse süt içebildi” diye yazıyor ama işler hiç de öyle değildi.

Mesela, İsmet Paşa, 27 Şubat 1946’da Amerika’yla bir “kredi anlaşması” imzaladı.

10 milyon dolar borç aldık.

Bu parayla savunma malzemesi satın alacaktık. Bunlar, “savaş artığı” malzemeler olacaktı ve mülkiyeti ABD’de kalacaktı. Şart buydu.

Öyle yaptık. Amerika’nın kırık dökük, işlemez savunma malzemelerini aldık ve mülkiyetini Amerika’ya bıraktık. Bir ton da faiz ödedik.

Bunları, utanmaz sol portalların anti-emperyalist sandığı İsmet Paşa yaptı.

Dolayısıyla, tarihimizin “en Amerikancı” Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’dır.

Ahmet Kekeç/Star