Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Ahmet Kekeç

Kekeç’e CHP’lilerden Nezaket Gösterileri

Ahmed Kekeç kardeşimi dün herkese nasib olmayacak bir takdir ile Eyub Sultan Camii haziresine defnettik.

Vefat haberini alır almaz Mehmet Metiner kardeşim Eyub Sultan belediye başkanına söylemiş, başkan valiyi aramış vali bey de cumhurbaşkanına arz etmiş.

Sağ olsun Cumhurbaşkanımız da Kekeç’e bu cemileyi çok görmemiş.

Allah rahmetiyle muamele buyursun. Kekeç hayatında da kişiliğiyle hemen her kesimden saygı görmüş, vefatında da şanına yakışır bir mekâna defnedilmiştir.

Rabbim seyyiatını hasenata tebdil etsin.

Kekeç edebi kişiliğinin yanı sıra bir polemik ustasıydı, kılıcı keskindi. Ama kılıcının keskinliği muhataplarıyla insani ilişkilerine mani değildi.

Mesela, CHP hakkında oldukça sert eleştiriler yapardı merhum.

Ben milletvekiliyken o dönemde CHP Grup Başkanvekili olan Haluk Koç bey Kekeç’i bana sormuştu. Sonra telefonunu verdim aralarında olumlu diyaloglar geçmiş olmalı Kekeç’in babası vefat ettiğinde Haluk bey baş sağlığı için benden tekrar telefonunu almıştı.

Dün görüştüğüm Haluk bey bana başsağlığı vererek Kekeç’i rahmetle andı.

Bir diğer insani tavır da Kekeç’in en sert eleştirilerinin muhatabı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun çelenk göndermiş olmasıydı! Güzel bir hareket!

Kameraların çokluğu da Kekeç’e medyanın gösterdiği ilgi açısından dikkat çekiciydi.

Herkes maskeli olduğu için cenazeye gelenleri tanımak zordu.

Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın, iletişim başkanı Fahreddin Altun ve Numan Kurtulmuş beyleri tanıdım. Milletvekillerinden Hasan Turan ve A. Hamdi Çamlı’yı gördüm. Akşam gazetesi yayın yönetmeni Mustafa Kartoğlu, Selahaddin Eş ve Yakup Köse’yi de tanıdım. Savcı Sayan da oradaydı.

Definden sonra Selahaddin Eş ve Hasan Turan birlikte ayrılmak üzereyken Eyüb Sultan Kaymakamı İhsan Kara beyin nazik davetine icabet ederek bir müddet sohbet ettik. Oradan da hep birlikte Bahariye Mevlevihane’sine geçtik ve Mehmet Güney beyi ziyaret ettik.

Tabii ki hepimiz Ahmed Kekeç kardeşimizin hüznünü yaşıyorduk.

Kekeç’i 40 yıldır tanırım. Son 30 yıl da aynı (Yeni Şafak ve Star) gazetelerde yazdık. Rahmetli sigarayı biraz fazla içerdi. Ben de tam tersine sigaraya karşı çok hassasım. Gitmeden arardım, gittiğimde soğukta bile pencereleri açık görürdüm. ‘Abi senin hatırına sigara içmiyorum, sen geleceksin diye odayı havalandırıyorum derdi.’

Star dijitale geçtikten sonra Akşam’da yazmaya başladı. Bir ara yazılarını görmez oldum, aradım, telefonda yine espriler yaparak tedavi gördüğünü ama iyi olduğunu tekrar yazmaya başlayacağını söyledi. Hakikaten de birkaç gün sonra yazmaya başladı ama maalesef uzun sürmedi.

Kekeç’in kendisine has bir üslubu vardı. Hele polemik yazılarının müşterisi çok fazlaydı. Polemik ve hiciv ustası Engin Ardıç bile ona hayranlığını gizlemedi. Aslında herkes onun ne yazdığını merak ederdi. Kimilerini küplere bindirir kimilerinin de gazını alırdı.

Yeni parti kuranlar hakkında isim vererek sert eleştiriler yaptığında, ‘İsim verme, fikri ya da olayı eleştir ki herkes ders alsın ayrıca isim verdiğin şahıslar rencide olmasın.’ dediğimde, ‘Abi ya sen çok iyi niyetlisin.’ derdi. Bir müddet isimsiz eleştiriler yazdı. Ama sonunda dayanamadı açık açık herkesi isimleriyle iğnelemeye başladı.

Buna rağmen Kılıçdaroğlu bile çelenk gönderirken başka bir partide siyaset yapan bir arkadaşımızın, ‘”Yollarımızı ayırdığımız eski arkadaşların vefatını duyunca, rahmet diliyoruz ama sormadan da edemiyoruz. Bunca haksızlığa, ölüme, adam kayırmacılığa tek bir itiraz yükseltmemeye değdi mi arkadaş? Belki biraz menfaatlendin ama, bırakıp gittin. Adil olarak anılmaktan büyük servet yok” paylaşımı üzücüydü!

Hülasa, Ahmed Kekeç’i uğurladık.

Büyük kayıp.

Edebiyat dünyasının büyük kaybı.

Medyanın büyük kaybı.

Türkiye’nin büyük kaybı.

Yeri dolacak gibi değil.

Ailesinin başı sağ olsun. Türkiye’nin başı sağ olsun.

Mevla rahmetiyle muamele buyursun.

Evet, nihayetinde hepimizin varıp dayanacağı kapı, sığınacağı yapı iki metrekarelik bir kabirden ibaret.

Temiz bir kalb ve salih amellerin dışında paranın, pulun, malın, mülkün, mevkiin ve evlatların fayda etmediği bir âleme göç edeceğiz.

Hepimiz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz.

Rabbim hepimize hayırlı akıbetler nasib eylesin.

“Malum zat” doğruyu söylemiyor!

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “malum zat” dediği Ahmet DavutoğluŞehir Üniversitesi ile ilgili iddialara sosyal medya hesabından cevap vermiş.

Ne söylüyor?

Hiçbir şey…

Usulsüz arazi tahsisi ile ilgili ne söylüyor?

Hiçbir şey…

Karşılıksız (yani kurnazca yapılan) “ipotek”le ilgili ne söylüyor?

Hiçbir şey…

Halkbank’tan kullanılan “karşılıksız” krediyle ilgili ne söylüyor?

Hiçbir şey…

Kötü yönetimle ilgili (vadesi gelen borçların ödenmemesi, bankanın borç yapılandırılması teklifi karşısında Mehdi bekler gibi kurtarıcı beklenmesi) ne söylüyor?

Hiçbir şey…

Durum çok açık oysa:

Şehir Üniversitesi’nin kurulmasına karar verenler (Ahmet Davutoğlu’na “diplomalı mürit” yetiştiren bir kurum olacaktır bu), Davutoğlu’nun kararı üzerine olmayan araziyi (daha doğrusu sahipli araziyi) uhdelerine aldılar.

Bir diğer ifadeyle, devlet gücünü kullanarak sahipli araziyi gasbettiler.

Sonra gasbettikleri araziyi “ipotek” göstererek, kamu bankasından 370 milyon lira kredi çektiler.

Sonrasını biliyorsunuz:

Mimarlar Odası, bahsi geçen arazinin Şehir Üniversitesi’ne devredilmesine ilişkin kararın iptali için Danıştay 13. Dairesi’ne başvuru yaptı.

Başvuru üzerine Danıştay 13. Dairesi, Mimarlar Odası’nı haklı bularak söz konusu araziyi kamuya iade etti.

Peki, kredinin tediyesi gelince ne oldu?

Üniversite yönetimi, lakayt bir şımarıklıkla, “Paramız yok” dedi ve bu borcun kamu tarafından (yani Erdoğan hükümeti tarafından) ödenmesini istedi.

Muhterem Ahmet Davutoğlu, sosyal medya mesajında bu hususlara hiç değinmiyor, üzerine vazife olan açıklama borcunu yerine getirmiyor.

Söylediği tek somut şey şu:

Biz ne yaptıysak öğrenciler için yaptık… Biz gidersek aileleriyle birlikte 7 bin öğrenci mağdur olacak…

Böyle diyor ama yalan söylüyor…

Sık sık görüştüğü Kemal Kılıçdaroğlu’ndan tevarüs etmiş olacak ki, gerçeği çarpıtıyor.

Gerçek şu:

Kimse mağdur olmayacak…

Ne öğrenciler…

Ne aileleri…

Ne de akademik kadro…

Şehir Üniversitesi, artık, Marmara Üniversitesi çatısı altında faaliyet gösterecek. Yani, Şehir Üniversitesi varlığı (öğrencisi ve akademisyen kadrosuyla), bundan böyle Marmara Üniversitesi’ne aktarılacak.

Malum zata gelince…

Bile bile gerçeği çarpıtan bu zat, biliyorsunuz, parti kurmaya hazırlanıyor… Daha doğrusu, “Sana vefadan başka bir şey göstermeyeceğim” dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı (çünkü Erdoğan’ın yaptığı hiçbir şeyi beğenmiyor) siyasal bir örgütlenmeye gidiyor.

Diyeceksiniz ki, “Erdoğan’dan ne istedi de, birden kendisini dışarıda buldu?”

Erdoğan’dan istedikleri şunlardı: “Bir an önce parlamenter sisteme dön. Genel başkanlıktan istifa et. Ben Başbakan olayım. Ekonomi kötü yönetiliyor. Ekonominin yönetimini bizim İbrahim Turhan türünden birine ver. Batılı ortaklarımızla kavga etme… Ne istiyorlarsa ver… YPG, S-400 filan… Bunlardan vazgeç… Etrafını derhal boşalt; bizim çocuklardan mürekkep yeni bir “etraf” oluştur ve medyadaki adamlarımıza (Karar gazetesi çalışanlarına) yer aç.”

Zannetmeyin ki kafasındaki iktidar modelini hayata geçirmek için parti kuruyor.

Hayır…

İntikam için parti kuruyor.

Erdoğan’dan “bir-iki puan” tırtıklarsa, görevini yapmış olacak.

Ahmet Kekeç/Star

Şehir Üniversitesi’nde ne oluyor?

Muhafazakâr camianın “zeki çevik ve ahlaklı” çocuklarının Koç, Sabancı, Bilkent gibi seküler yaşamı dayatan (!) üniversitelerde heba olmaması için kurulduğu öne sürülen Şehir Üniversitesi ile ilgili son günlerde bir bardak suda fırtınalar kopartılıyor.

Öncelikle “muhafazakâr kesimin akıllı, başarılı, zeki çocuklarını seküler yaşam dayatan Sabancı, Koç ve Bilkent gibi üniversitelere yedirmeme” iddiasına bakmak gerek…

Şehir Üniversitesi’nin eğitim kadrosuna baktığımızda bu iddianın, daha doğrusu bu vaadin boş olduğunu görüyoruz.

Çünkü, bilumum Gezi’ci, solcu, yeminli “Erdoğan düşmanı” akademisyen bu okulun kadrolarına doldurulmuş durumda.

Bu Gezi’ci, solcu akademik kadronun sosyal medyadaki sözlerine bakarsanız görürsünüz; neredeyse CHP’den sufle alıyorlar.

Bir de üniversitenin “işleyiş” ve “faaliyetlerine” bakalım…

Üniversite değil, adeta eski Konya milletvekili Ahmet Davutoğlu’na “diplomalı taraftar” yetiştirme ocağı… Yani, aklın, bilimin, bilginin, kuşkuculuğun tam egemen olduğu üniversiteden çok, şeksiz şüphesiz “tam teslimiyeti” gerektiren bir tekkeye benziyor.

Kaldı ki üniversitenin kuruluşu sırasında ciddi haksızlıklar yapılmış; daha doğrusu “kamu malının gasp edilmesi” eylemi gerçekleştirilmiş. Konya eski milletvekili Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “Başbakanlık” makamına oturtulduktan bir süre sonra yangından mal kaçırırcasına, kamuya ve millete ait olan devletin İstanbul’daki en kıymetli arazilerini “bila ücret” (ücretsiz) kendi üniversitesine tahsis etmiş. Yani, masanın bir ucunda Başbakan olarak oturmuş, “verdim araziyi” demiş. Sonra masanın karşısına geçip, üniversitenin hamisi olarak, “Bila bedel verdiğiniz bu kıymetli arazileri alıyorum” demiş.

Tek kişilik tiyatro dedikleri böyle bir şey herhalde…

Sonra ne oluyor?

Davutoğlu’na “diplomalı taraftar” yetiştirme projesi yürümüyor. Daha doğrusu, Gezi’ci takımı, işleri yüzüne gözüne bulaştırıyor.

Tabii bu süreçte aldıkları kredilerin de vadeleri gelip geçiyor. Krediler, ha babam de babam “yapılandırılıyor…”

Gelgelelim, üniversite yönetimi, yapılandırma ile ilgili verilen sözleri de tutmuyor. (Kamu arazilerini “ipotek” ettirip, kamu bankalarından kredi almak nasıl bir kurnazlıktır? Davutçu medya, tezvirata sapmadan, bu konuda doyurucu bilgi verebilir mi?) 

Sonra bankalar, “yasal zorunluluk” gereği, verdikleri parayı tahsil işlemlerini başlatıyor.

Devletin beleş arazi tahsisleri ve Türkiye’nin en büyük dolar milyarderinin yaptığı onca finansal desteğe, kamu bankalarının sınırsız kredilerine rağmen, Davutoğlu ve adamları, küçücük bir üniversiteyi işletemiyorlar. Ve bu beceriksizlerini de kamu bankalarına, bu ülkenin Cumhurbaşkanına “iftira” atarak gizlemeye çabalıyorlar.

İşin ilginç tarafı şu:

Üniversite yönetimi ile ilgili bir A, B, C planı oluşturamayan, dört tarafı duvarla çevrili bir mekânı işletemeyen, yani “eğitim işlerini tedvir edemeyen” Ahmet Davutoğlu, ateşin ortasındaki 82 milyonluk koca Türkiye’yi yönetmeye talip oluyor…

Şehir Üniversitesinin hikâyesi “kısaca” böyle…

İşin bir de “Danıştay” boyutu var.

Davutoğlu’nun “verdim gitti” diyerek “bila bedel” tahsis ettiği arazi, Danıştay kararıyla Şehir Üniversitesi’nden alındı. Yani, “Davutçu medya”nın öne sürdüğü gibi, işin içinde “Külliye” filan yok!

Ahmet Kekeç/Star

Hani toparlanamazdı?

Siz CHP’deki “kaynağı” tartışadurun… Ben ekonomiden haber vereceğim:

Önce bir alıntı: “Spekülatif dış ataklar ve bunlardan kaynaklanan durgunlukla mücadele eden Türkiye ekonomisi, hızla toparlanmaya devam ediyor. Son olarak 9 Ekim’de başlayan Barış Pınarı Operasyonu sırasında Türk lirası varlıklar ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştı. Ancak hem operasyonun başarılı şekilde yönetilmesi hem de piyasa dinamiklerinin bundan zarar görmemesi üzerine, rakamlar da hızla düzelmeye başladı. O günlerde panik yaparak hissesini satanlar ve dolara koşanlar, bugün ciddi anlamda zarara uğradı. Deutsche Bank, dün (geçen hafta) yayımladığı araştırma notunda teknik faktörlerin ağırlığının TL lehine döndüğüne dikkat çekti: Bizim kısa vadeli modellerimiz dolar/TL için ‘adil değeri’5.54 seviyesinde gösteriyor…”

Hatırlar mısınız, muhalif kesim, bir dönem, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İnanıyorum ki Berat daha seri derleyip toparlayacak” ifadesine takılmıştı.

Dalga geçtiler…

Hayır, Erdoğan’la değil, “Berat” vurgulamasıyla…

Ekonominin başına getirilmiş bir kişinin, “Berat” denilerek istihfaf konusu yapıldığını, bu şekilde muamele gören birinin ekonomiyi nasıl derleyip toparlayacağını yazıp durdular. Sanki Berat Albayrak’ın hukukunu (kişilik haklarını) gözetiyorlarmış gibi…

Şöyle diyorlardı: “Nasıl toparlayacak? Damat olmak, Berat diye anılmak bir liyakat mi ki, ekonomi ona teslim ediliyor?”

Soru şu:

Bir kişiyi (bir Bakanı) ön ismiyle andığınızda, onu “istihfaf öznesi” haline mi getirmiş oluyorsunuz? Ayrıca, liyakat “uçucu” bir şey mi ki, “Damat” sıfatı taşıyan ya da istihfaf öznesi yapıldığı düşünülen kişi o özelliğini yitirsin?

Demek ki “Damat” olmasaydı ya da “Berat” diye anılmasaydı, Berat Albayrak’ın liyakatini tartışmayacaklardı? O özelliği uçmayacaktı, yerli yerinde duracaktı!

Öyle mi?

Liyakatin hangi durumlarda uçtuğunu bilmem ama “uçucu” işleri muhalif kesim kendine sormalıdır… Hani, “uçan mühür” yapıldığını, özellikle CHP’ye verilen oyların uçtuğunu iddia etmişlerdi. Aklı başında bilinen gazeteciler de balıklama atlamışlardı bu saçmalığın üzerine.

Uzun süre, “Damat toparlayamaz” diye tezvirat yaptılar.

Enerji işini toparlamış, elektrik kesintilerini neredeyse sıfıra indirmiş, görev yaptığı dönemde “yüzyıllık enerji projelerine” imza atmış ve hakkında en ufak bir eleştiri bulunmayan Berat Albayrak için söyleniyordu bunlar.

Enerji işini toparladığında da damattı, ama toparlamıştı.

Damat olduğu için değil, çalışkan ve işinin ehli bir Bakan olduğu için toparlamıştı.

Peki, Berat Albayrak’la ilgili itirazlar nereden kaynaklanıyordu?

Erdoğan, kabineyi açıklamadan önce, ortada “piyasanın beklentileri” şeklinde cümleler dolaşıyordu.

Bakan-toto oynayan birçok gazeteci, ekonominin başına getirilecek kişinin, “piyasanın beklentilerine” uygun bir isim olacağını iddia ediyordu.

Hatta bazıları isim de veriyordu; “Ali Babacan olabilir… Mehmet Şimşek de olabilir.”

Kabine açıklanınca, bazılarında derin bir “hayal kırıklığı” oluştu.

Hayal kırıklığı oluşur da, kredi derecelendirme kuruluşları ve özellikle Bloomberg kanalı durumdan vazife çıkarmaz mı?

Bloomberg’in spekülatif haberlerinden sonra, 5.50’lere kadar gerilemiş dolar birden 5.90’lara fırladı.

Bloomberg, Berat Albayrak üzerinden Hazine’nin Beştepe’ye bağlanacağını iddia etti. Çok çirkin yayınlar yaptı.

Kredi derecelendirme kuruluşları, yeni eklemelerle, bu iddiayı detaylandırdı..

Mesela Moody’s şöyle bir açıklama yaptı: “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı değişiklikler Merkez Bankası’nın bağımsızlığı önünde daha fazla zorluklara neden olacak gibi görünüyor.” (Bugün Moody’s tam tersini düşünüyor.)

Demek ki bütün mesele, ekonomi yönetiminin “yerli” bir “el”e teslim edilmiş olması…

Bu bir “mesele” midir?

Türkiye’nin kalkınmasını ve bağımsız karar alan bir ülke haline gelmesini istemeyenler için “ciddi bir mesele”dir!

Ahmet Kekeç/Star

Utanmaz derviş!

Bir çuval sakalı var, kadrosuzluktan “derviş” rolleri kesiyor, sonra da sıkılmadan “Pelikan terör örgütü” diye yazılar yazıyor.

Derviş rollerine aldanmayın, FETÖ’nün en sulu zırtlak liberallerinden daha “liberal” bir zattır… Ve vicdansız.

Öyle bir vicdansız ki, FETÖ’cü Hüseyin Korkmaz’ın hazırlayıp Meclis’e yolladığı fezlekeyle dört bakanın yargılanmasını savunmuştu. (O sıralarda Yüce Divan’ın FETÖ’cülerin kontrolünde olduğu bilgisine sahip olduğu halde…)

Hüseyin Korkmaz kim mi?

Hemen hatırlatalım:

Hüseyin Korkmaz, ABD’deki Zarrab davasına delil (!) teşkil eden belgeleri kaçırıp, 50 bin dolara FBI’ya okutan ve Hakan Atilla’nın mağduriyetine yol açan şerefsizdir.

İşin daha vahim boyutu şu:

Derviş rolleri kesen sulu zırtlak liberal dâhil, dönemin Başbakanı Davutoğlu ve kimi milletvekilleri, işbu fezlekenin FETÖ’cüler tarafından kaleme alındığı, “bir numaralı sanık” olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işaret edildiği bilgisine sahiptiler.

Kaçtır içinde “Pelikan” geçen yazılar yazıyor, soramıyoruz.

Kimmiş şu Pelikancılar, yazsa da öğrensek.

Bu çok tehlikeli terör örgütünün “medya ayağındaki” gazetelerin ismi nedir, açıklasa da merakımızı gidersek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu çok tehlikeli terör örgütünün karargâhını (!) ziyaret ederek muhaliflere hangi mesajı vermiştir, çıtlatsa da bilgi sahibi olsak.

Bu “yeni paralel devlet yapılanması”nın (kendisi öyle diyor) lider kadrosunu kim işgal ediyor (Erdoğan olabilir mi? İpucu verse de sayıyla kendimize gelsek. Bu paralel örgütün lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan’sa, “Erdoğan Davutoğlu’na sızmıştır!” diyebilir miyiz?)

Davutoğlu’nun “partiden istifa etmesi” de bir Pelikan tasarrufu mudur, ipucu verse de aydınlansak.

Derviş imitasyonuna söylenecek söz şudur:

Paralel devlet yapılanması görmek istiyorsan, AK Parti’nin tapulu arazisi üzerine gecekondu dikmeye uğraşan ve partinin “oy tabanına” göz diken Ahmet Davutoğlu’na bakacaksın.

Sadece vicdansız mı?

Bir de kurnaz…

Hazır istim üzerindeyken, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül üzerinden “fitne tohumları” ekmeye çalışıyor sıkılmaz şey… Adalet Bakanı diyesi imiş ki, “Aynı maklubeye kaşık sallayanlar…”

Bu ifadeyi, “Pelikancılar” diye yargıladığı gazetecileri töhmet altında bırakmak için kullanıyor.

Kim aynı maklubeye kaşık sallıyordu bilmiyorum ama bu derviş kılıklı “şey”in kursağından Fetullah’ın lokmaları eksik olmazdı.

Üstelik, Zaman ve Bugün gazetelerinde Fetullah’ın kılıcını sallardı.

Maklubeye kaç kez kaşık salladığı ise muamma.

Ben diyeyim yüzlerce, siz deyin binlerce kez.

İşbu sıkılmaz adam, şimdi kalkmış, elindeki “kara”yı çalacak ortaklar arıyor.

Ahmet Kekeç/Star

Kamyoneti Makam Aracı Olarak Kullanan Şaşkın Kim?

Adam otomatiğe almış gibi yalan söylüyor… “Yalan”, siyasetinin en önemli parçası… Yalan söylemeden cümle kuramıyor. Yalan söylemeden karşı taraf hakkında ithamda bulunamıyor. Yalan söylemeden icraatlarını tanıtamıyor. Yalan söylemeden nefes alamıyor.

Ne demişti?

“Belediyelerin imkânları bazı vakıflara peşkeş çekiliyor.”

O bazı vakıflar önceki gün açıklama yaptılar; bugüne kadar belediyeden tek kuruş almadıklarını, bundan sonra da almayı düşünmediklerini söylediler.

“bazı vakıflara” tek kuruş verilmemişti ama İmamoğlu başkan olur olmaz Kemalist dernekler için kesenin ağzı açılmıştı.

Olsun…

Varsın Kemalist derneklere yardım yapılsın…

Ama yalan söylenmesin…

İmamoğlu seçimden önce, eski genel sekreterin üç makam aracı kullandığını (yazlık, kışlık, baharlık) iddia etmişti. Genel sekreter İmamoğlu’nu iddiasını ispatlamaya davet etti. Çünkü emrine tahsis edilen araç dışında bir aracı yoktu; evi belediyeye yakın olduğu için çoğu zaman o aracı da kullanmıyordu.

Peki, “pişkin” Ekrem İmamoğlu ne yaptı?

İddiasını kanıtladı mı?

Hayır.

Yalan çıtasını daha da yükseltti ve seçimi kazanır kazanmaz belediyedeki lüks araç israfını Yenikapı’da teşhir edeceğini söyledi. İmamoğlu’nu göre, belediye çalışanlarına “binlerce lüks makam aracı” tahsis edilmişti, bu kadar israf olmazdı, er geç bunun hesabını soracaklardı… Vs.

Dediğini yaptı.

Önceki gün Yenikapı alanına yüzlerce araç yığdı… İddiası “binlerce”ydi ama şimdilik “yüzlerce”sini bulabilmişti.

Fakat o da ne?

Yenikapı alanında teşhir edilen yüzlerce araç arasında bir tane dahi “lüks” araç bulunmuyordu. Hepsi de bildiğimiz “basit” binek otosuydu… Hadi açıkça marka ismi de verelim: Teşhir edilen araçlar arasında “en lüks”ü Renault Clio’ydu.

Renault Clio ne zamandan beri “lüks makam aracı” olarak kullanılmaya başladı? Bunun cevabını aylardır “israfın boyutları” diye atıp tutan Canan Kaftancıoğlu ve yalansız cümle kuramayan Ekrem İmamoğlu versin.

Sıkı durun…

Sadece Renault Clio değil… Herhalde görüntüyü kalabalıklaştırmak için, bol miktarda kamyonet yığdılar alana… Evet, bildiğimiz “kamyonet…” Hani, Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün kullandığı hizmet kamyonetleri var ya, ondan işte…

Hangi şaşkın hizmet kamyonetini “makam aracı” olarak kullanır?

Bunun cevabını da aylardır “israfın boyutları” diye atıp tutan Canan Kaftancıoğlu ve yalansız cümle kuramayan Ekrem İmamoğlu vermelidir.

Bitti mi?

İmamoğlu ve avanesinde yalan biter mi?

En taze örnek, işine son verilen 3.000 civarında belediye çalışanı…

Utanmadan, bu işçilerin, seçime bir ay kala işe alındıkları ve çoğunun da “bankamatik işçi” olduğu yalanını söylediler.

Bu yalanı, İmamoğlu’nun basın danışmanlığını yürüten şahıs ortaya attı… Hiç utanmadı. Daha doğrusu, hiç vicdanı sızlamadı. Besili ve mutlu bir suratla gazetecilerin karşısına geçip, kendisine verilen rolü oynadı.

Sonra bu yalan, Kemal Kılıçdaroğlu’yla Ekrem İmamoğlu’nun ağzına düştü.

Yalan söylüyorlar ama “işin gereğini” yapmıyorlar.

Dün Akşam gazetesi yazarı Emin Pazarcı yazdı:

Aynen iştirak ediyorum.

Madem “bankamatik işçiler”den söz ediyorlar, bunun bir de “hukuki boyutu” var. İmamoğlu belediye avukatları aracılığı ile gerekli suç duyurularında bulunmalı. Çünkü yönettiği kurumun hukukunu gözetmek, “haksız ödenen aylıkları geri istemek” gibi bir yükümlülüğü var. Yapmazsa, suçlu duruma düşer!

Ama yapmıyor…

Neden?

Yalanları ortaya çıkmasın diye…

Ahmet Kekeç/Star

Davutoğlu Kimi Neyle Tehdit Ediyor?

Eski Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu şöyle demiş: “Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa… Birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler insan yüzüne çıkamazlar! Açık söylüyorum. Neden mi? İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman en kritik dönemlerden biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır.”

Bu söz kime karşı söylendi?

Bir grup gazeteci, “AK Parti’ye karşı söylendi” diyor.

Bir grup gazeteci, “Hayır… Bu eleştirilerin karşısında HDP var” diyor.

İki tahmin de doğru değil…

Daha doğrusu, iki tahminin de doğru ve yanlış yönleri var.

Neden?

Bu sözler “doğrudan” AK Parti’ye karşı söylenmiş olamaz, bu durumda, “Sen o partinin genel başkanı ve aynı zamanda Başbakan değil miydin?” itirazıyla karşılaşacaktır ki, Sayın Davutoğlu bu tür riskleri hesaplayabilecek bir siyasetçidir.

Bu demek değildir ki, Sayın Davutoğlu, her şeye rağmen ve sonuç ne olursa olsun “partimiz” dediği AK Parti’yi korur.

Korumaz…

Korumamıştır.

En ağır eleştirileri yöneltmiştir.

Çünkü Sayın Davutoğlu’nun nicedir “AK Parti” diye bir kaygısı yoktur.

Bir tür “geç Abdullah Gül vakası” olarak tecelli etmiştir.

Hem “partimiz” diyeceksin, hem Kati Piri’nin jurnallerini tekrarlayacaksın.

Hem, “Ona (Erdoğan’a) sadece vefa göstereceğim” deyip kendi kendini bağlayacaksın, hem de onu devirebilmek için “rakipleriyle” işbirliği yapacaksın.

Davutoğlu budur…

Şunu demeye çalışıyorum: “Davutoğlu’nın sözleri AK Parti’ye yönelik değil” demek, Davutoğlu’nun AK Parti’yi yerden yere vurmadığı ya da vurmayacağı anlamına gelmiyor.

Peki, yukarıdaki sözlerin muhatabı HDP olabilir mi?

Olamaz…

Çünkü, Davutoğlu, “şu aşamada”, HDP’yi ve ardıllarını karşısına alacak bir “açık siyaset”izleyemez… İltisaklar ve ittifaklar bunu (yani HDP’yi doğrudan eleştirmemeyi) gerektiriyor.

Belki de HDP’ye yakın küçük bir grup eleştiriliyor…

Olabilir mi?

Olamaz ama hadi “olabilir” diyelim.

Bunlar, o dönemde, terörle mücadelenin sonuçlarından Ahmet Davutoğlu’nu da sorumlu tutmuşlardı… “Yeniden çözüm masası” sözü bile onları kesmemişti.

Fakat hal ne olursa olsun (Davutoğlu kimi eleştirmiş olursa olsun), şu temel soruya cevap vermek zorundadır:

O dönemde insan içine çıkılamayacak olaylar yaşandıysa, siz Başbakandınız. Neden yetkinizi kullanıp müdahale etmediniz. Hadi müdahale edemediniz, neden küçücük bir eleştiride bulunmadınız? Kaldı ki, ister iktidarda, ister muhalefette, sizin asıl sorumluluğunuz o defterleri açmak değil midir?

Davutoğlu’nun açıklamasında kritik cümle şu bence:“İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman en kritik dönemlerden biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır.”

Burada ne söylüyor Davutoğlu?

Bence çok şey söylüyor.

Bir diğer ifadeyle, “partisini” ve “ona sadece vefa göstereceğim” dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tehdit ediyor.

Neyle tehdit ettiğini kendisi açıklasın. Yani açık konuşsun…

Bence de,“Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman en kritik dönemlerden biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır…”

O dönemde, istikşafi görüşme yapan genel başkanlardan hangisinin, kendisini bir an önce “koalisyon hükümetine” atmak istediği ve koalisyon için Başbakanlıktan bile vazgeçebileceğini söylediği ortaya çıkacaktır ki, o dönemin “kurcalanmasını” Sayın Davutoğlu adına hiç tavsiye etmem.

Ahmet Kekeç/Star

Bu İki Bey’in Derdi Ne?

Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu sosyal medya hesaplarından “kayyım kararını” eleştirmişler.

Böyle atraksiyonlar Batı’nın (yani Kati Piri’nin) çok hoşuna gidiyor.

Bu iki bey de, Batı’nın hoşuna gidecek şeyle söylemekte oldukça cömert…

İlki (yani Abdullah Gül), bir üniversitede yaptığı konuşmada, “İç işlerinizi düzenlemezseniz, darbe ve işgal kaçınılmaz hale gelir” demiş, istikbaldeki darbeye (ya da NATO işgaline) mazeret üretmişti. Üstelik bu konuşmayı, 15 Temmuz’dan birkaç ay sonra yapmıştı.

İkincisi (yani Ahmet Davutoğlu), hem partisini, hem de “ona vefadan asla ayrılmayacağım” dediği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Batı’ya jurnallemişti.

Sonra da şunları söylemişti: “Türkiye son üç yıldır çok kötü yönetiliyor. Ben Başbakanlığım döneminde gazetecileri korudum.” (Başbakanlığı döneminde koruduğu gazetecinin ismini söyleyelim: Can Dündar.)

Bu iki Bey, kayyım kararından dolayı çok mutsuz…

Gerekçeler üzerinden bir değerlendirmeleri var mı?

Hayır.

Konunun “hukuki” boyutunu incelemişler mi?

Hayır.

Biri (Ahmet Davutoğlu), PKK rezaleti ortadayken coşmuş, (aslında sık sık coşuyor), “Yeniden çözüm süreci” demişti. Hem de PKK’nın masayı devirip kaçtığı ve terör destekçisi Amerika’nın dümen suyuna girdiği dönemde…

Medyadan adamları şu sıra sık sık dile getiriyor “yeniden çözüm süreci”ni… Diğeri de (Gül), tepkisiz görünüp sırıtarak onaylıyor.

Bir tarihte böyle şeyler vardı, hatırlayacaksınız. Bir “çözüm masası” kurulmuştu.

PKK silah bırakacak, “sorunlar” müzakere yoluyla halledilecekti.

Devlet buna hazırdı. Daha doğrusu inandırılmıştı. İş, büyük ölçüde kamuoyunu buna ikna etmeye kalıyordu.

Devlet, “Akil adamlar heyeti” eliyle ikna seferberliğine girişmişken, bir şey oldu.

PKK masayı devirip kaçtı. (Davutoğlu o sırada Başbakandı.)

Karşımızda çünkü, “silahlı örgüt” tanımlamasının da ötesinde, sürekli “stratejik hamleler” yapan ve silahın meşruiyetini sağlamak için önüne gelen her fırsatı kullanan uluslararası bir yapı (bir örgüt) vardı.

Bu yapı, Mehmet Altan, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi liberallerin akıl vermeleriyle, daha büyüğüne talipti… Devlet olmak istiyordu. “Barışa gönüllüymüş gibi” göründüğü dönemlerde bile, el altından barış ihtimalini uzaklaştıran hamleler yapmış, sürekli etki alanını genişletmişti.

PKK’nın siyasi uzantısı olan partinin (HDP’nin) durumu da farklı değildi.

HDP, “çatışmasızlığı” bitiren karakol baskınlarını ve toplu katliamları sürekli “devlet içindeki gizli el”e ihale ediyordu ama “devlet içindeki gizli el”in varlığını kullanarak nüfuz alanını genişleten ve bunu silahın meşruiyetine gerekçe yapan PKK’yı sulh çizgisine çekecek siyasal bir tutum geliştirmiyordu/geliştirmek istemiyordu.

Devlet içinde barış istemeyenler vardı, bu görülüyordu ama Kürt siyasal hareketi içindeki bazı unsurların barış konusundaki gönülsüzlüğü ve PKK’ya alan açan tavırları mesele bile yapılmıyordu.

Sınır dışına çekileceklerdi, çekilmediler. Küçük miktarda çekilmeler oldu. Sonra geri döndüler.

Devleti muhatap alacaklarını söylemişlerdi, “çözüm” istemeyen şer ittifakını ve “üçüncü göz” yerine koydukları yabancı istihbarat örgütlerini muhatap aldılar.

Bölgede asayişsizlik yaratmayacaklardı. Asayişsizliğin kralını sergilediler. (Yol kesmek, dağa adam kaldırmak, vergi toplamak, rakip partililere gözdağı vermek, korucu öldürmek, trafik denetimi yapmak gibi “eylemlerle” bölgede hem terör estirdiler, hem de jandarma rolü oynadılar. Hem de, bölgeyi silah deposu haline getirdiler.) 

Bu iki Bey, kayyım kararını eleştiriyor ve “yeniden çözüm sürecine” yatıyor.

Ben de şunu merak ediyorum:

Türkiye’nin aleyhine olan konularda bu iki Bey’i neden hep senkronize halde görüyoruz?

Nedir dertleri?

Ahmet Kekeç/Star

Hakikaten Tatil Ona Çok Yakışıyor!

Bir “belediye kaynağı”, İmamoğlu’nun tatil için değil, “başka bir çalışma” için izinli olduğunu söylüyor… Bunlar, İmamoğlu’nu kurtarma manevraları…

Nasıl bir çalışma?

Ne kadar başka?

Bilmiyoruz…

Bir başka “belediye kaynağı”, ilkini tekzip ediyor.

Bu belediye kaynağının ismi, Hüseyin Aksu

Hüseyin Aksu, hem ilk kaynağı tekzip ediyor, hem de İmamoğlu’nun “izin belgesini”paylaşıyor.

Belgede şunlar yazıyor: “16/08/2019-21/08/2019 tarihleri arasında 6 günlük yıllık izinli olarak il dışında olacağımdan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini İstanbul Belediyesi Meclis Üyesi Hüseyin Aksu deruhte edecektir. / Bilgilerinizi ve gereğini arz ve rica ederim. / Ekrem İmamoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı…”

İmamoğlu, özel sektör çalışanı olsaydı, gerekli çalışma süresini ikmal etmediği gerekçesiyle izin kullanamazdı.

Şunun şurasında 50 günlük belediye başkanı…

Üç kez Zülfü Livaneli konserine kaçtı…

İki kez Bodrum’da görüntülendi…

Üstelik, ilk Bodrum tatiliyle, ikinci Bodrum tatili arasında çok kısa bir süre var.

İmamoğlu, belli ki, Bodrum’u çok seviyor.

Fırsat buldukça Bodrum’a kaçıp teknesiyle Akdeniz-Ege sularına açılıyor.

Önceki gün İstanbul’u büyük bir afet vurdu.

Gözler, ister istemez, “İstanbul hizmet bekliyor. Kaybedecek bir saniyemiz bile yok”diyen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu aradı.

Ekrem Bey yoktu.

Daha doğrusu, Bodrum’da tatildeydi.

Üstelik, Meteoroloji yetkilileri, günler öncesinden, İstanbul’da büyük bir yağış olacağını duyurmuşlardı. Ekrem Bey, tatil planını bu uyarıya göre revize edebilir ya da hiç tatile gitmeyebilirdi.

Bunu yapmayı tercih etmedi.

Daha doğrusu “hak ettiği” kuşkulu tatilinden taviz vermedi.

Hadi diyelim ki tatil planını revize edemedi…

Sorumlu bir yönetici, afet haberini alır almaz (afet sabah saatlerinde meydana geldi), hemen tatilini yarıda kesip yönettiği kente döner, kurtarma çalışmalarına nezaret ederdi… Hiçbir şey yapamıyorsa da, iş tulumunu giyip görüntü verirdi…

Ekrem Bey, bırakın tatilini yarıda kesip İstanbul’a dönmeyi, bir tweet bile atmadı… Atamazdı… Çünkü İstanbul sel sularıyla boğuşurken Ekrem Bey teknesinin en konforlu koltuğuna kurulmuş Ege’nin serin sularını turluyordu… “Erişim mesafesinde” değildi. Tekne gezisi sona erdi, karaya avdet etti, ondan sonra ilk tweetini attı. Saat 19.02’ydi.

İlk Bodrum kaçamağında, gazeteciler, “Hani kaybedecek bir saniyeniz bile yoktu?” diye sormuşlardı. Lakayt bir gevşeklik takınarak bu soruyu, “Tatil bana çok yakışıyor” diye cevaplamıştı.

Şimdi de, “Benim tatilim şeffaftır” diyor.

İşbu şeffaf tatilin “safhalarını” bilmiyoruz. Neden yarıda kesilemediğini de bilmiyoruz. Niçin zırt pırt tatile çıkıldığını ise hiç bilmiyoruz…

Kaybedecek bir saniyesi bile olmayan Ekrem Bey, neden ikide bir Bodrum’a kaçıyor?

Bunu açıklamalıdır…

Hazır konu açılmışken, İmamoğlu’nu “eleştiriyor gibi” yapan bağımsız gazeteci Fatih Altaylı’nın kulaklarını çınlatmazsak olmaz. Fatih Bey, tatilini yarıda kesip İstanbul’a dönmeyen İmamoğlu’na çok kızmış…

Hayır, “dönmesi gerektiği” için değil…

Dönmeyip de, bazı trollere, “İmamoğlu tatilini yarıda kesemedi” deme fırsatı verdiği için kızmış. “Neden o trollere fırsat veriyorsunuz Sayın İmamoğlu?” diyor.

Hangi “troller” Fatih Bey?

Senin sütun komşun Sevilay Yılman bile “İmamoğlu’nun İstanbul’a dönmesi gerektiğini”yazıyor!

Ne trolü?

Ahmet Kekeç/Star

İnsan Gibi Uyarmıştım!

Fırsat buldukça Halk TV’yi izliyorum… İyi geliyor… Zaman zaman gazeteci ağırlayıp gündemi yorumluyorlar…

Bunlar, genellikle CHP siyasetiyle yan yana duran gazeteciler oluyor… Bazıları resmi CHP üyesi…

İlginçtir, “karşı taraf”tan söz ederken sık sık “yandaş” ifadesini kullanan Halk TV moderasyonu, resmi CHP üyesi gazetecilere “bağımsız gazeteci” muamelesi yapıyor.

Mesela Ayşenur Arslan

Hâlâ işinin başında mıdır bilmiyorum ama yıllarca Halk TV’de gazeteci ağırladı. Daha doğrusu, yaptığı “basın” programı için gazeteci seçti. Bu gazetecilerin CHP siyasetiyle yan yana durmaları öncelikli tercihti..

Hem CHP siyasetiyle yan yana duracaklardı, hem “karşı tarafa” en ağır eleştirileri yönelteceklerdi, hem de “bağımsız gazeteci” sayılacaklardı.

Saymak mümkün değil ama Ayşenur Arslan ve konukları bugüne kadar binlerce kez “yandaş” ifadesini kullanmıştır.

Başkaları siyasallaştığında ya da bir siyaset programını desteklediğinde “yandaş” oluyor, ama kendileri resmi CHP üyesi oldukları halde “bağımsız gazeteci” sayılıyor.

Geçenlerde kanallar arasında dolaşıyordum.

Gözüm yine Halk TV’ye ilişti.

Barış Yarkadaş konuşuyordu…

Hangi Barış Yarkadaş mı?

CHP’nin resmi üyesi olan Barış Yarkadaş…

Bağlılığının ve yandaşlığının ödülü olarak siyasete girmesine izin verilen Barış Yarkadaş…

FETÖ konusunda kırılgan olan Barış Yarkadaş…

Rezil darbe girişiminden sonra manidar bir “suskunluğa” bürünen Barış Yarkadaş.

FETÖ’yle kurduğu dayanışma ilişkisine (Ekrem Dumanlı’yla dostluğuna filan) henüz bir açıklık getirmemiş olan Barış Yarkadaş…

Milletvekili seçilmeden önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun Soros’culuğunu ve TESEVbağlantısını faş eden (yani ileride genel başkanı olacak şahsa “Soros militanı” muamelesi yapan), milletvekili seçildikten sonra bütün iddialarını unutup bir “Soros gönüllüsü”ne dönüşen Barış Yarkadaş…

Sahibi ve yöneticisi olduğu internet sitesinden Kemal Kılçdaroğlu hakkındaki olumsuz içeriklerin tümünü silen, böylece bağımsız gazeteciliğini pekiştiren Barış Yarkadaş…

İşbu Barış Yarkadaş Halk TV’de konuşuyordu…

Ne konuştuğunun önemi yok…

İçinde “yandaş medya” geçen iddialı cümleler kuruyordu.

Öyle rahattı ki…

Kıskanmadım desem yalan olur.

Biri daha var… Meslekte bilmem kaçıncı yılını doldurduğunu söyleyen bir terbiyesiz… Bir ara Cumhuriyet gazetesinde görünmüştü. Belki hâlâ oradadır. O da sık sık “yandaş” nitelemesini kullanıyor…

Demiştim ki, “Bir CHP’li için, bir HDP’li için, bir MHP’li için, hatta bir İYİ Partili için kullanılmayan/kullanılmayacak bu niteleme, AK Parti savunucusu olduğu düşünülenlere karşı bol keseden sarf ediliyorsa, demek ki burada asıl niyet ‘yaralamak’ ve ‘küçük düşürmek… Niçin bu ucuzluğa tevessül ediyorsunuz?”

Bu soruma “tahkir”le cevap verdi.

Sonra ne mi oldu?

Bir Rus internet sitesinde ve radyosunda “ek iş” buldu… Ceza gibi… “Bağımsız ve tarafsız gazeteci” geçiniyordu ama Rusya’yı, özellikle Putin’i “incitmemeye” özen gösteren bir yayıncılığa mahkûm edildi.

Daha önce de hatırlatmıştım.

Bir kez daha hatırlatıyorum:

Barış Yarkadaş’ları, Ayşenur Arslan’ları, kapalı kapılar arkasında Ekrem İmamoğlu’yla fikir teatisi (!) yaparken enselenen İsmail Küçükkaya’ları, Washington Portakal’larını, baklavalı kazak giydiği için kadına şiddet eylemi hoş görülen bazı “sırıtık” moderatörleri gördükten sonra, karşılaşacağım her “yandaş” ifadesi için, dilimizdeki ağır küfürlerden birini sallayacağım; mesela “şerefsiz” diyeceğim. Kızmak gücenmek olmasın…

Bu vesileyle, Halk TV’nin bağımsız gazetecilerini ve meslekte bilmem kaçıncı yılını doldurduğunu söyleyen “terbiye özürlü” Putin çalışanının kulaklarını çınlatırım.

Ahmet Kekeç/Star