Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

2018 Temmuz

G-7: Kutlanması Gereken Bir Çöküş

G-7 nedir? Bu fikri kim ve ne amaçla icat etti? Bu soruların cevabı açık değil. Kurumun ismi ve üye sayısı zaman içerisinde birçok kere değişti. Ve birçok insan G-20 ya da G-2 gibi daha önemli grupların teşekkül ettiğini savunuyor. Ayrıca, G-7’ye karşı kurulmuş olan ve hem Amerika’yı hem de Batı Avrupa ülkelerini dışlayan Şanghay İşbirliği Teşkilatı da var.

G-7 adındaki kurum yıllık toplantısını 12-13 Haziran 2018’de Charlevoix, Quebec, Kanada’da yaptı. Başkan Trump toplantıya katıldı ama erken ayrıldı. Her iki taraftaki görüşler birbiriyle o kadar uyumsuz ki altı üyeden oluşan grup, Trump ile en azından baş ağrıtmayacak sıradan bir ortak bildirgeye imza atmanın pazarlığını yaptılar. Ancak Trump ikna olmadı ve herhangi bir bildiriye de imza atmadı. Bunun üzerine altı ülke kendi görüşlerini yansıtan bir ifadeyi kamuoyu ile paylaştı. Trump buna kızdı ve imzacı ülkeleri fırçaladı.

Gelişmeler dünya basını tarafından, Trump’ın ve diğer altı devlet başkanının birbirlerini küçük düşürme siyasetinin bir parçası olarak algılandı. Çoğu yorumcu bu siyasi savaşın bir anlamda G-7’nin sonunu getirdiğinin ve dünya siyasetinde önemini kaybettiğinin bir işareti olduğunu iddia etti.
G-7 nedir? Bu fikri kim ve ne amaçla icat etti? Bu soruların cevabı açık değil. Kurumun ismi ve üye sayısı zaman içerisinde birçok kere değişti. Ve birçok insan G-20 ya da G-2 gibi daha önemli grupların teşekkül ettiğini savunuyor. Ayrıca, G-7’ye karşı kurulmuş olan ve hem Amerika’yı hem de Batı Avrupa ülkelerini dışlayan Şanghay İşbirliği Teşkilatı da var.

G-7 kavramının kökenine dair ilk ipucu, G-7 fikrinin ortaya çıkmasıyla ilintilidir. 1970’lerin başlarına kadar ABD’nin diğer ülkelerle eşit şartlarda üyesi olduğu herhangi bir kurum yoktu. İkinci Dünya Savaşı›nın sona ermesiyle birlikte 1960’lara kadar ABD modern dünya sisteminin hegemonik gücüydü. Bu tarihe kadar Amerika çıkarları doğrultusunda kendi istediği toplantılara katılırdı. Toplantıların amacı öncelikle ABD’nin akıllıca veya yararlı olduğunu düşündüğü politikaları başka ülkelere uygulatmaktı.

ABD’nin Keyfi Uygulamaları

1960’lardan sonra ABD’nin artık böyle keyfi bir şekilde hareket etmesi sona erdi. Tek taraflı düzenlemelere diğer ülkelerden direnç gelmeye başlamıştı. Bu direniş, ABD’nin hegemonik gücünün çökmeye başladığına dair bir kanıttı. Hegemonik rolünü korumak için Amerika Birleşik Devletleri stratejisini değiştirdi. Bu düşüşü en azından yavaşlatabilecek yollar arıyordu. Bu yollardan biri, belli başlı sanayileşmiş ülkeleri küresel konularda karar verme hususunda “ortak” yapmaktı. Bu karşılıklı bir alışverişti.

Eşit statüye yükselmenin karşılığında ortaklar ABD’nin tercih ettiği küresel siyasetin çok dışına çıkmayacaklardı. Dolayısıyla, birisi G-7 fikrinin bu yeni ortaklık anlayışının bir parçası olarak ABD tarafından icat edildiğini düşünebilir. Ancak gerçek tam olarak öyle olmayabilir. G7 fikrinin tarihsel gelişimi açısından dönüm noktası, bakanlar yerine devlet başkanlarının bir araya geldiği ilk toplantıydı. Bu toplantının teklifi ABD’den değil Fransa’dan geldi.

ABD-Fransa Mücadelesi

Fransa Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing 1975’te Fransa’da Rambouillet’de üst düzey liderlerin ilk yıllık toplantısını düzenledi. D’Estaing üst düzey liderlerin bir araya gelmesinin bu kadar önemli olduğunu neden düşünüyordu? Olası bir açıklama Fransa’nın bunu ABD’nin gücünü azaltacak başka bir yol olarak görmesiydi. Her biri farklı önceliklere sahip olan liderler ile müzakere edecek olan Amerikan başkanı, pazarlık yapmaya zorlanacaktı ve pazarlık sonucunda imza atanlar en üst düzeydeki liderler oldukları için bunların herhangi birinin daha sonra anlaşmadan cayması zor olacaktı.

Böylelikle Rambouillet süreci, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri (özellikle Fransa) arasında büyük dünya meseleleri hakkında bir mücadele başlatmış oldu. Bu, zaman içerisinde Amerika’nın gitgide daha az başarılı olduğu bir mücadele alanı haline geldi. 2003 yılında Irak’ın işgali için yapılan oylamada Amerika, BM Güvenlik Konseyi’nde oyların çoğunluğunu bile elde edemedi. Bu sene Charlevoix’de G-7’nin diğer altı üyesiyle sıradan bir bildirinin altına bile imza atamadı.

G-7 tüm niyet ve amaçları ile birlikte çökmüştür. Peki bunun yasını tutmalı mıyız? Amerika Birleşik Devletleri ve diğerleri arasındaki güç mücadelesi, temel olarak dünya uluslarının geri kalanını kimin ezeceği hakkındaki bir mücadeledir. Bu mücadeleyi Avrupa tarafı kazanırsa küçük ülkeler için daha mı iyi olur? Küçük bir hayvan için üstünde hangi filin tepindiğinin bir önemi var mı? Bence yok.

Herkes Charlevoix’e bir selam çaksın. Trump, dünya sisteminin Batı egemenliği döneminden kalma bu son büyük kalıntısını yok etmemize yardım etti. Elbette G-7’nin çöküşü daha iyi bir dünya için mücadelenin bittiği anlamına gelmeyecektir. Asla! Sömürge ve hiyerarşi sistemini destekleyenler, sistemi yaşatmanın başka yollarını arayacaklardır.

Bu bizi benim ana konuma geri getiriyor: Modern dünya sistemi yapısal bir kriz içerisinde. Bu sistemin yerini hangi sistemin alacağı konusunda mücadele sürüyor. Her şey şu anda değişken. Taraflar bir kazanıyor, bir kaybediyor. Donald Trump’ın kendi tarafına büyük bir darbe ile zarar verecek kadar aptal olduğu için şanslıyız. Ancak hemen sevinmeyelim. Ezenlerin daha zeki türleri mesela Pierre Trudeau ve Emmanuel Macron, Trump’a karşı savaşıyorlar.

24 Haziran Sonrası Parlamento: Kategorik Karşıtlıktan Pragmatik İşbirliğine

İktidar Adalet ve Kalkınma Partisi olarak alındığında, diğer bütün partileri muhalif olarak konumlandırmak icap ediyor. Ne var ki 7 Haziran sonrası oluşan siyasi kültür bize, bu alışkanlığımızı terk etmemiz gerektiğini ve bu tip kategorik karşıtlıklar yerine, politika bazlı analizlere yönelmemizi söylüyor.

Tarihi öneme sahip bir seçimi geride bıraktık. Parlamenter sistemin aksine yürütme ve yasama organları birlikte oylanmadı. Dolayısıyla hem başkanın kim olacağı hem de parlamentonun kompozisyonunun nasıl oluşacağı merak konusuydu. Ortaya üzerinde kafa yormayı hak eden sonuçlar çıktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu ve 2002 senesinden bu yana ilk defa parlamentoda beş farklı parti grup kurma hakkı kazandı. Küçük partilerin temsilcileri ise kurdukları ittifaklar sayesinde mecliste temsil edilme imkânına kavuştu.

Başkanlık sistemine yönelik en büyük eleştiri, siyaseti renksizleştireceği ve statik hale getireceği yönündeydi. Halbuki ortaya bütün kesimlerin temsil edildiği, renkli bir parlamento yapısına şahit olacağımız bir resim çıkarttı. Parlamentonun sistem içerisindeki ağırlığı azalmış olsa da neredeyse bütün toplum kesimlerinin temsil edildiği bir karaktere büründüğünü söylemek yanlış olmaz.

İktidar-Muhalefet Dikotomisi

Seçim sonuçlarını iktidar-muhalefet dikotomisi üzerinden okumak oldukça yaygın. İktidar Adalet ve Kalkınma Partisi olarak alındığında, diğer bütün partileri muhalif olarak konumlandırmak icap ediyor. Ne var ki 7 Haziran sonrası oluşan siyasi kültür bize bu alışkanlığımızı terk etmemiz gerektiğini ve bu tip kategorik karşıtlıklar yerine, politika bazlı analizlere yönelmemizi söylüyor.

Özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’nin 2015 yılının Haziran ayından bu yana izlediği tutum, muhalefet partilerinin de uygun gördüğü politikalar olabileceğini, akit hükümeti yanında konumlanabileceğini gösterdi. Bu tavır oldukça eleştirildi ve MHP’yi bir uydu parti haline getireceği iddia edildi. Ancak son seçim sonuçları, Devlet Bahçeli’nin benimsediği tutumun, MHP’nin otonomisini korumayı başardığı ve AK Parti’ye eklemlenmiş bir parti olarak değerlendirilemeyeceğini gösterdi. O halde iktidar-muhalefet karşıtlığı üzerinden yapılan okumalardan vazgeçip konu bazlı oluşabilecek eksenlere odaklanmak gerekir. Zira önümüzdeki dönem bu eksenler sıkça oluşacak ve partiler dönüşümlü olarak farklı ittifakların içinde kendilerini bulacak. Bu eksenler, katı ve kalıcı karşıtlıklar üzerine kurulu olmayacak. Bu yazıda 24 Haziran seçim sonuçlarının değerlendirmesi, oluşabilecek eksenler tartışılarak yapılacaktır.

İç Siyaset: Güvenlik-Özgürlük Ekseni

Özellikle 7 Haziran sonrası, Adalet ve Kalkınma Partisi önemli bir paradigma değişikliğine gitti. Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürt Sorunu’nu sert güç enstrümanlarıyla çözmeyi denemeyen ilk parti AK Parti’dir. Bu durum onu güvenlikçi söylem ve pratikten oldukça uzaklaştırmıştı. Gerek iç gerekse dış politikada bu sayede birçok özgürlükçü aktör AK Parti’nin müttefiki olarak konumlanmıştı. Ne var ki 7 Haziran, özgürlükçü politikanın AK Parti’nin siyasi ikbaline mal olabileceğini gösterdi. Partinin tehlikeye giren iktidarı, MHP’nin erken seçim isteği ve içinde HDP’nin rol alabileceği alternatifleri kesin bir dille reddetmesiyle kurtuldu. Ancak MHP’nin bu desteği verirken ortaya koyduğu şart, özgürlükçü politikaların terk edilmesi ve AK Parti’nin geleneksel güvenlikçi çizgiye geri çekilmesiydi. Erdoğan için “seni başkan yaptırmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş ile kendisine başkanlığın yolunu açan Bahçeli arasında tercihte bulunmak zor olmadı. Günün sonunda AK Parti güvenlikçi paradigmayı benimsedi.

Bu durum önümüzdeki dönemde de devam edecek mi? Parlamento aritmetiği, AK Parti’nin meclisi etkin bir şekilde çalıştırabilmesi için bir başka partinin desteğine ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Çünkü AK Parti, parlamento salt çoğunluğunu kaybetti. Beklenen, AK Parti ile MHP arasındaki ittifakın devam etmesi. Birçok insan, Bahçeli’nin oyun kurucu rolünün pekiştiği kanaatinde. Ancak konu güvenlik olunca bu eksende konumlanan bir parti daha var şu anda mecliste. Akşener’in İYİ Parti’si de ulus devlet konusunda MHP’den geri kalır bir tavra sahip değil. Bu durum, güvenlik söyleminin müşterisini artırırken, müttefiklik değerini de aşağı çekiyor. Yani AK Parti güvenlik ile ilgili konularda Bahçeli’ye muhtaç değil. İYİ Parti’nin de desteğini bulabileceğini biliyor arkasında. Bu işbirliği karşılığında en az şeyi talep eden aktörle işbirliğine girmesi ve diğer aktörü de destek vermeye mahkûm etmek zor olmayacaktır. Ancak ittifak bir füzyondan farksızdır. AK Parti, ister MHP’nin isterse İYİ Parti’nin desteğini alsın, ittifak kurduğu aktörün renklendirdiği bir tavrı benimseyecektir. Bu noktada Bahçeli ile Akşener arasındaki farklara odaklanmak gerekir.

Görünen o ki Bahçeli güvenlik sorunlarının siyasi irade ile çözüleceğine inanırken Akşener yasal bir çerçeve içerisinde hareket edilmesi eğilimine sahiptir. Her ikisi de tehdit ve tedbir noktasında aynı algıya ve eylem önerisine sahipken, Akşener’in daha kurumsal bir çerçeve talep etmesi daha olasıdır. Öte yandan Bahçeli, AK Parti’yi siyaseten ve her an teyakkuz içinde bir tavır ile denetlemek istemektedir. Bu iki müttefik namzedinden hangisi ile yakınlaşacağı ise AK Parti’nin devlet kavramına yaklaşımıyla alakalıdır. Eğer keyfi ve konjonktürel politikalar ile ilerlemek istiyorsa muhtemelen tercihi Bahçeli olacaktır ancak Bahçeli’nin kılıcı her daim AK Parti’nin tepesinde sallanacaktır. Eğer kişilerden bağımsız bir devlet politikası izlemek istiyorsa İYİ Parti ile bir ittifaka girebilir fakat bu durum AK Parti elitinin hareket alanının kurum ve yasalarla sınırlanması anlamına gelir. Özgürlükçü eksen ise CHP-HDP ve Saadet Partisi tarafından temsil edilecektir. Başkanlık koltuğuna oturan ve önümüzdeki 5 yıl için herhangi bir siyasi ikbal kaygısı taşımayan Erdoğan’ın yeniden bu ekseni döneceği ihtimali az da olsa mevcuttur. Özellikle ekonomi ve dış politika alanındaki gelişmeler Erdoğan’ı bu politikaya itebilir. Bu durumda AK Parti’nin işbirliği yapacağı aktörler sürecin paydaşları olabilir. Ne var ki çözüm süreci devam ederken CHP’nin süreçten dışlandığı yönünde eleştiriler sıkça dile getirilmişti. Burada eleştirilen, AK Parti’nin konuyu meclis yerine kapalı kapılar ardında yürütmüş olmasıydı. Sürecin bu şekilde ilerletilmesi hem AK Parti hem de HDP için olumsuz sonuçlar doğurdu. Her iki parti de bir ders çıkartmış olmalı. Eğer ileride zayıf bir ihtimal de olsa güvenlikçi politikalar terk edilecekse, özgürlükçü partilerin yaklaşık 200 milletvekiline sahip olmaları, yapılacak reformların daha kurumsal bir düzlemde hayata geçmesini beraberinde getirebilir.

Ekonomi: Neo-Liberal Kurumsalcılık-Ahbap Çavuş Kapitalizmi Ekseni

Türkiye’nin ekonomik bir krizin eşiğinde olduğunu düşünenlerin sayısı oldukça fazla. Küresel anlamda değişen para politikasına, AK Parti’nin uyguladığı ekonomi politikasındaki yanlışlar eklenince bu görüş oldukça taraftar buluyor. Yine de bu kıskaçtan çıkmak mümkün. Bir tarafta Türkiye’nin neo-liberal kurumsalcılığa dönmesini isteyen, birçok alanda reform öneren bir blok var. CHP ve İYİ Parti bu bloğu temsil ediyor. Öte yandan AK Parti içinde ekonomiyi ve ekonominin aktörlerini yönetmek isteyen bir eğilim olduğunu biliyoruz. Özellikle Erdoğan’ın seçimler öncesi Merkez Bankası’nın bağımsızlığına ilişkin sözleri bu eğilimin ne denli güçlü olduğunu gösteriyor. Bu uzlaşılamaz bir karşıtlık yaratıyor ve taraflardan biri tutumundan vazgeçmediği takdirde aynı eksende buluşmaları mümkün gözükmüyor.

Ne var ki ekonomi ile ilgili konularda görüş bildirmeyen iki partinin var olması ise AK Parti’nin bu politikaları izlemesini kolaylaştırıyor. Ne HDP’nin ne de MHP’nin ekonomi konusundaki kırmızı çizgileri kamuoyunda tartışılmadı. Bu durum her iki partinin de AK Parti ile anlaşmaları halinde ekonomik paradigmayı sorun etmeyeceklerine işaret ediyor. Dolayısıyla AK Parti ekonomi alanında bir ittifak ekseninden mahrum kalmamış oluyor ve gerek HDP’nin gerekse MHP’nin katı bir ekonomi yaklaşımının olmaması, diğer konularda varılan mutabakatlar sayesinde aynı eksende buluşma ihtimalini kuvvetlendiriyor.

Dış Siyaset: Rusya-Batı Ekseni

Türkiye’nin son yıllarda eksen değiştirdiği ve Rusya ile haddinden fazla yakın ilişki içerisine girdiği uluslararası ilişkiler akademisyenleri tarafından sıkça tartışılıyor. Devlet adamları, diplomatlar ve siyasetçiler de zaman zaman bu tartışmaya katılıyor. Özellikle 15 Temmuz sonrası iki devlet arasında gözle görünür bir yakınlaşma olduğu inkâr edilemez. Bunun asıl sebebi, Türkiye ile ABD arasında ortak terör ve güvenlik anlayışının bir türlü gelişememesi. Ankara, FETÖ ve PYD/PKK konularında ABD’nin endişelerini anlamadığını düşünürken, her iki konuda da Rusya ile anlaşabileceği bir zemin bulabiliyor. Bu durum kaçınılmaz olarak Türk-Rus ilişkilerini geliştirirken, Türkiye’nin NATO içerisindeki pozisyonunun sorgulanmasını da beraberinde getiriyor.

Öte yandan, Avrupa Birliği, AK Parti hükümetinin Gezi Protestoları sonrasında tedrici olarak otoriterliğinin arttığını ve bu tutumun Avrupa değerleri ile bağdaşmadığını iddia ediyor. AK Parti hükümeti ise Avrupa Birliği’nin söylemlerini samimiyetsiz buluyor ve bu açıklamaları ahlaki bir zaviyeden okumayı reddediyor, siyasi bir hamle olarak değerlendiriyor. Bu anlaşmazlık, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin neredeyse durma noktasına gelmesiyle sonuçlandı. 24 Haziran sonrası oluşan meclis aritmetiği içerisinde, NATO ve AB ile ilişkileri destekleyen bir CHP, NATO ile ilişkileri destekleyen ancak AB’ye çekimser kalan bir İYİ Parti, AB ile ilişkileri destekleyen bir HDP, NATO ve AB’ye sıradan birer potansiyel müttefik gözüyle bakan MHP var. AK Parti’nin mevcut politikası, MHP ile uyuşsa da Suriye’de meydana gelebilecek gelişmelere göre bu pozisyon değişebilir. Geçtiğimiz Nisan ayında ABD’nin, Suriye’ye gerçekleştirdiği operasyon sonrası Ankara’nın sevinç içerisinde verdiği tepki hâlâ zihinlerde. Dolayısıyla AK Parti’nin NATO eksenine kaymak istemesi durumunda MHP, CHP, İYİ Parti gibi müttefikler bulması oldukça kolay olacaktır. Bununla birlikte ekonomik bir kriz durumunda Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri ileride yeniden canlanma yoluna girebilir. Bu ihtimal, AK Parti’nin HDP ve CHP ile birlikte hareket edebileceği bir ekseni ortaya çıkartabilir. Bu ihtimallerin oluşmaması durumunda, yani Rusya ile kurulan yakın ilişkilerin devam etmesi ve NATO ile yönetilebilir bir gerilimin sürmesi durumunda, AK Parti ile MHP arasındaki ittifakın devam edeceği iddia edilebilir.

Sonuç

24 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan parlamento yapısı, birçok ittifak ekseninin oluşmasına izin verecek çeşitliliğe sahip olması bakımından oldukça ilgi çekicidir. Hiçbir partinin tek başına çoğunluğu oluşturamaması uzlaşmayı zorunlu kılmakta ve yürütme erki üzerinde dolaylı bir denetim yaratmaktadır. Bu iyi bir şeydir. Ancak yine de kurulacak ittifak eksenlerinin bizlerin sıradan hayatlarını aynı ölçüde etkileyeceğini düşünemeyiz. Mesela iç siyasette güvenlikçi, ekonomide Venezüella modelini benimseyen, dış politikada Rusya veya NATO ile yakın bir eksen kurulduğunu düşünelim. Bu eksen, AK Parti ile MHP arasında sorunsuz bir şekilde yürüyebilir. Ancak bu durum, güvenlik açısından bazı teminatlar üretse de özgürlük ve refah kaybıyla sonuçlanabilir.

Benzer şekilde iç siyasette özgürlükçü, ekonomide Güney Kore modelini baz alan, dış politikada ise Avrupa Birliği’ne üyeliği amaçlayan bir eksen kurulabilir. Böyle bir ittifak AK Parti’nin, CHP veya HDP ile işbirliği yapmasıyla devam edebilir. Güvenlik konusunda bazı kaygılara yer verse de özgürlük ve refah parametrelerinin iyileşeceği tahmin edilebilir. Yukarıda bahsedilen eksenler ve karşıtlıklar hesaba katıldığında 12 ihtimal mevcuttur ve her ihtimal kendi ittifakını yaratacaktır. Bu aynı zamanda Erdoğan için esnek bir oynama alanı ortaya çıkaracaktır. Katı ve kategorik karşıtlıkların yerini, esnek ve pragmatik ittifaklara bırakması en az başkanlık sistemi kadar yeni olgudur. Bu satırların yazarının siyasetçilerden beklediği, ittifak fırsatlarını küçük ve kısa vadeli çıkarları için heba etmemeleridir.