Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Mehmet Ali BÜYÜKKARA

Medhalî Selefiyye Nedir ve Neyi Amaçlıyor?

Kurucusu Rebî’ bin Hâdî el-Medhalî’nin adına nispetle Medhaliyye diye de isimlenen Medhali Selefilik, günümüz Selefiyye gelenekçiliği içinde değerlendireceğimiz bir alt akımdır.
Şeyh Medhalî 1931 yılında Suudi Arabistan’ın Yemen sınırındaki Cizan’da doğdu. Medine İslam Üniversitesi’nden mezun oldu ve uzun bir süre bu üniversitede hocalık yaptı. Bilahare başladığı doktora öğrenimini 1980’de Mekke Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’nde tamamladı. Ardından Medine İslam Üniversitesi’ne döndü ve 1990’lardaki emekliliğine kadar bu kurumda hadis ilimleri okuttu, öğrenciler yetiştirdi.
Şeyh Medhalî ve talebelerinin görüşleriyle şekillenen Medhaliyye grubu, itikadi kabüller bakımdan genel olarak tarihi Ehl-i Hadis – Vahhabilik – Selefilik mezhep çizgisini takip etmektedir. Bu nedenle ayrı bir mezhep olarak değerlendirilmesi doğru değildir. O, günümüz Selefiyyesi’nde özellikle 1990’lardan sonra iyice belirginleşen “farklı Selefiyyeler” gerçeğinin dikkat çekici bir parçasıdır. Söz konusu Selefi farklılaşmalar en bariz biçimde Suudi Arabistan’da, ülkenin dini kurumlarında, bu kurumlarda vazifeli ulema arasında ve bu kurum ve alimlerle irtibatlı ülke dışındaki Selefi oluşumlarda kendini göstermiştir.
1744’den beri Suudi rejimin ayrılmaz unsuru olan Vehhabiliğin, mezhebî kabüllerde kendisiyle ortak olan fakat çağdaş İslamcılık’tan etkilenmek suretiyle rejimden görece bağımsız bir siyasi çizgide ortaya çıkan Sahve (Uyanış) akımıyla karşı karşıya kalışı günümüz Selefiliği açısından önemli bir gelişmedir. 1980’lerin sonuna doğru kendisini gösteren Sahve’nin içerisinden, 1990’larda “Cihadi Selefilik” adı altında, uluslararası boyutları da olan, daha radikal ve şiddet yanlısı diğer bir akım ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler tam aksi yönde Medhali akımın doğuşunu tabir caizse tetiklemiştir. Sahve ve onun bir çeşit türevi olan Cihadilik, resmi Suudi dini kurumları yörüngesindeki Selefi-Vehhabi çevrede tepkiyle karşılanmıştır, zira bu yeni Selefilikler Suudi devletinin işleyiş ve meşruiyetini sorgulamaktadırlar. Tepkiler çoğu zaman resmi zeminlerde alimler tarafından dile getirilmiş ve bu Selefi yönelimler hem metot (menhec) hem de yöntem (hareket) olarak mahkum edilmişlerdir. Bu süreçte sözü edilen Suud resmiyetinin nispeten dışında kalmakla birlikte aynı siyasal duruşu paylaşan Şeyh Medhalî, daha ileri ve aşırı bir eleştirel söylemi benimsemiştir.
Söz konusu duruş biraz da Rebî’ el-Medhalî’nin ilmi kişiliğiyle ilgilidir. Hocası Şeyh Abdülaziz bin Bâz tarafından “son yüzyılın cerh ve ta’dil üstadı” olarak anılması boşuna değildir. Klasik hadis ilimlerinden olan cerh ve ta’dil, sünneti sonraki nesillere aktaran râvîlerin güvenilir (âdil) insanlar olup olmadıklarını araştıran bir disiplindir. Şeyh Medhalî bu uzmanlığını günümüzde İslam adına söz söyleyen meşhur kişilere de uygulayan popüler bir din dili geliştirmiştir. Hedefindeki kişiler ise daha çok siyasal İslam ideolojisinin İslam dünyasındaki meşhur isimleri ve onlarla bağlantılı cemaatlerdir. Arap aleminde İhvân-ı Müslimîn, Hint aleminde Cemaat-i İslamî grupları ve bunların liderleri başta olmak üzere, Selefîyye’den Sahve ve “Cihad” şeyhleri bu türden tenkitlerin hedefi olmuşlardır. Fasıklık, bidatçılık gibi sıfatlarla itham ettiği bu çeşit grup ve şahsiyetlerden uzak durmayı itikadi bir prensip sayan Medhalî, yazdığı birçok kitap ve risalede bu suçlamalarını gerekçeleriyle açıklamaktadır.
Şeyh Medhalî’nin bu dışlamacı tavrında belirleyici olan dini-mezhebi unsur, klasik Ehl-i Hadis çizgisinden çağdaş Selefiyye’ye aktarılan “hükümete koşulsuz itaat” kuralıdır. Ahmed b. Hanbel’den başlamak üzere bu konuda takip edilen ilmi ve siyasi tavır, zalim ve fasık dahi olsa meşru hükümete baş kaldırılamayacağı yönündedir. Sahve tarafından cerhedilen ve hatta çoğu Cihadî grup tarafından tekfir edilen Suud rejimi, bu nedenle Medhaliyye’nin geliştirdiği söylemi kendi meşruiyeti açısından kullanışlı bulmuştur. Aslında sert tavırları, yerli yersiz ithamları ve dışlamacılıkları nedeniyle Suudi yörüngesinde bile aşırı bulunan Medhalî söylem, bahsettiğimiz nedenlerle rejim tarafından ülke içinde ve dışında desteklenmektedir. 2000’li yıllarda Orta ve Güney Asya’da, Güney Doğu Asya’da, Balkanlar’da, Mağrib’te, Afrika’da, kısacası Selefiliğin mevcut olduğu her yerde kendilerine Medhalî denen bu tür grupçuklar ortaya çıkmış, “gayr-i Sünni” addettikleri sufi ve İslamcı cemaatlerle kavgalarının yanısıra, kendileri gibi düşünmeyen Selefi şahıs ve oluşumlara da tenkit ve tekfir oklarını yöneltmişlerdir.
Suudi Arabistan’ın son on yılda şiddetlenen merkezinde İhvân cemaatinin bulunduğu siyasal İslam’la olan mücadelesinde Medhalîlik, mezkur sebeplerle bir hayli önemli hale gelmiştir. Arap alemindeki seküler nitelikli otoriter rejimler için bile, kendi ifadeleriyle “dini aşırılıkla mücadele” seyrinde Medhaliyye daima bir can simiti işlevi görmektedir. Radikal nitelikli olsun olmasın Selefi veya İslamcı oluşumlar tarafından “gayr-i İslami” ilan edilen bu çeşit rejimler, Medhalîlik sayesinde dini meşruiyet kazanmakla kalmıyor, insan kaynağı da temin edebiliyor. Suudi Arabistan’ın müttefiki olan Orta Doğu rejimleri veya onun adına vekalet savaşı veren paramiliter kuvvetler bu destekten maksimum düzeyde yararlanmaktadır. Suudi Arabistan-Mısır-BAE tarafından “İhvancı ve İslamcı” olarak nitlenen Libya’nın meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti karşısında darbeci general Hafter’in yanında savaşan Medhalî Selefilik, konumuz bağlamında Libya’da gayet anlaşılır bir rol oynamaktadır. Güney Yemen’deki Medhaliyye de yine aynı bağlamda BAE’nin amaçları doğrultusunda hareket eden bir oluşum kimliğindedir. Aslında Medhali ismi taşıyan bu ve benzer grupları saf dini cemaatler olarak görmek hatalı bir değerlendirme olur. Karmaşık etnik ve kabilevi ilişkiler, yoğun siyasal bağlantılar bu oluşumlar üzerinde etkili esas unsurlardır. Bunlara Körfez sermayesinin cömertçe sponsorluğunu da eklemek gerekir. Bunları “Medhalî” yapan unsur ise, grupların yönetiminde bulunan alim/şeyh pozisyonundaki bir takım kişilerin, Rebî’ el-Medhalî’nin dini, Suudi Arabistan’ın da siyasi söylemlerine uygun fetvalarıyla bu grupları yönlendirmeleridir.

FETÖ’deki Çözülmenin Boyutları: Sebepler ve Sonuçlar

Muhalif mecraların tek bir çözüm teklifi üzerinde birleştikleri söylenemez. Son gelinen noktada talep sahiplerini, Gülen’in yakın çevresinin tasfiyesini isteyenler ile Gülen’in emekliliğini isteyenler şeklinde iki gruba ayırabiliriz. FETÖ’nün “Hizmet” adı verilen görünür örgütsel faaliyetine her iki grubun da karakteri itibarıyla hâlâ hayranlık duyduğu ve bunun mutlaka canlandırılmasının gerektiği yönünde müşterek bir kanaatin mevcut olduğu görülebilir.

15 Temmuz 2016 başarısız darbe teşebbüsü sonrasında FETÖ bünyesinden kamuoyuna yansıyan kayda değer bir itiraf ve özeleştiri çıkmadı. Bu durum muhakkak ki teşkilatın kesin inançlı ideolojisi ve kenetli örgütsel yapısıyla ilgiliydi. Ancak bir yıl sonra, 2017’nin ikinci yarısında birtakım aykırı sesler az da olsa duyulmaya başladı. Bu bireysel sesler daha çok Batı ülkelerindeki, uzun süredir buralarda bulunan veya 17-25 Aralık sürecinde ve 15 Temmuz’un hemen öncesinde yurtdışına çıkan bazı akademisyenlere aitti. Belki bu öncülüğün yol açtığı cesaretle özeleştirilerin dozu 2018’in ilk yarısında bir miktar daha arttı. Sırf bu iş için internet üzerinde farklı amatör mecraların açılması, bu seslerin yayım ve aktarımını kolaylaştırdı.

Söz konusu özeleştiriler, darbe girişiminden beri Gülen’in ve FETÖ sözcülerinin ısrarla dillendirdiği “devletin kontrollü darbesi” iddiasını aynen tekrarlıyor olmakla birlikte, örgütte herkesin tanıdığı isimlerin artık inkâr edilemeyecek biçimde darbe girişimiyle irtibatlı olmasını da gündeme getiriyordu. Özeleştirilerde, bunun korkunç bir şey olduğu, demek ki “devletin bu hareketin de tarlasını sürdüğü”, yani örgüt içinden adamlar devşirip bunları kullandığı ve neticede cemaatin bir oyuna getirildiği ileri sürülüyordu. Bunlara göre, Gülen ve yakın ekibi basiretsiz ve tedbirsiz davranarak kötü bir sonu hazırlamıştı ve bunun muhasebesi ivedilikle yapılmalıydı. Bu “ihanetin” uzantıları hâlâ örgüt içinde mevcut olabilirdi. Bunları bilip de bilmiyor gibi davrananlar başta olmak üzere tüm cemaat sorumluları mutlaka hesap vermeliydi. 

Buraya kadarki iç sorgulamalarda, olup bitenlerin “Gülen’e rağmen” gerçekleştiğine dair bir söylem ayarının tutturulmaya çalışıldığı gözden kaçmamaktadır. Gülen eleştirisi henüz düşük seviyededir. 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumundan ve bir yıl sonra 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden AK Parti’nin galip çıkması, geleceğe dair teşkilat içindeki umutları elbette söndürmüştür. FETÖ soruşturmaları ve tutuklamalar hız kesmeden ve büyüyerek sürmektedir. Mahkemelerden ağır mahkûmiyetler çıkmaya başlamıştır. 2018 yılının ikinci yarısında artık eleştirilerin Gülen’i de hedef alacak şekilde genişlemesinde bu konjonktürün mutlaka etkisi
bulunmaktadır.

Bunlara ilaveten teşkilat içinde Sezai Kumpası diye anılan gelişmeyle birlikte tenkit okları bizzat Gülen’e yönelecektir. 24 Haziran seçimlerini ve sonuçlarını sabote etmek amacıyla geçmişte mahrem hizmetlerde yer almış Sezai kod adlı bir üst düzey FETÖ idarecisinin Türkiye’deki cezaevlerinde bir kalkışmayı planlaması açığa çıkartılmış, bu provokasyonun bizzat Gülen tarafından önlendiği şeklinde bir iddia teşkilat içinde yayılmıştı. Hakikat bu şekilde miydi? Yoksa Sezai’nin ekibine bu ithamı yapan başka bir ekip, örgüt içi bir güç mücadelesine mi girmişti? Teşkilatın içinden geçtiği kötü zamanda böylesine bir tehlikeli maceraya kimler niçin girişmişti? Gülen sahiden bu işin içinde değil miydi? Değilse niçin bir açıklama yapılmamıştı ve sorumlular kimse niçin açığa çıkartılmamıştı?

Bu sorulara cevap verilmesi talep edilirken, FETÖ’nün ABD’deki sözcülüğünü üstlenen fakat o zamana kadar teşkilatın iç sorunları hakkında suskun kalmayı tercih eden Alliance of Shared Values adlı oluşum, cemaatin yasadışı işler içinde olamayacağını, bu tür işlerin peşindeki insanlarla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını bildirecektir. 2018 Kasım’ında yapılan bu açıklama, söz konusu eleştirel mecraları tatmin etmeye yetmemiştir. Zira açıklama net değildir, sorumlular hakkında bir işaret vermemektedir. Üstelik Sezai irtibatlı her ne olmuş ise bunun üstünün örtülmesi yönünde tepe yönetimin bir temayülü sezinlenmektedir. Demek ki Gülen ya olup biten olumsuzluklara müdahale kabiliyetini kaybetmiştir yahut bizzat müdahil olup yanlış strateji ve hatalı kararlarını sürdürmektedir.     

Eleştiri sahiplerinin profili bu safhada çeşitlenmektedir. Akademisyenlerin yanı sıra yurtdışındaki FETÖcü gazeteciler, teşkilat yapılanmasında zamanında orta ve alt düzeyde görev almış vazifeliler, Türkiye’de adli kavuşturma geçirip hapis yatmış, tahliye olmakla beraber davaları devam eden kişiler de bu eleştirilere gittikçe artan sayıda katkıda bulunmaktadırlar. Bu akademisyen ve gazeteciler arasında, 17-25 Aralık sürecinde hatta 15 Temmuz’un akabinde FETÖ iddialarını yazılı ve görsel medyada cansiperane savunan kişiler de yer almaktadır.

Gülen’in Suçu Ne?

Gülen’in sosyal medyadan yaptığı her Bam Teli yayınının ardından yoğunluğu artan bu eleştirilerin bağlamları çeşitlidir. Öncelikle FETÖ’nün darbeyle irtibatı hakkında teşkilatın içerisini ve tabii ki kamuoyunu tatmin edecek net cevapların henüz verilmediği belirtilmektedir. Mesela Adil Öksüz, Kemal Batmaz gibi örgütle iltisakları gizlenemeyecek kadar açık kimselerin darbe gecesi niçin Akıncı Üssü’nde bulundukları hakkında hiçbir şey söylenmemiştir. Tüm olanları bilen örgütün tepesindeki insanlar, bunları kendi aralarında konuşmakta ama dışarıdaki mensuplara karşı başka bir ağız kullanmaktadırlar. Bu tavrın, olması gereken karşılıklı güveni tahrip ettiği düşünülmektedir. Ayrıca sürekli olarak cemaat kitlesinin mistik kurtuluş beklentilerine sevk edilmesi ama bir türlü o muhayyel kurtuluşun gelmemesi, psikolojileri tahrip eden bir stratejidir. Bu söylemin gelişiminde, Gülen’e ilaveten, sadık üst kadroların ekseriyetini elinde tutan ve kendilerine mollalar denen meslekte ilahiyatçı kesimlerin de büyük mesuliyeti olduğu düşünülmektedir. Hatta Gülen’in onlar tarafından kontrol edildiği yer yer ima edilmektedir. Buna göre, tuttukları makamlar itibarıyla yıllar içinde güç zehirlenmesi yaşayan bu kesimin sathi entelektüel birikimleriyle örgütü bu badireden çıkarmaları mümkün görünmemektedir.   

Bunlardan anlaşılıyor ki bir kült yapı olarak FETÖ’deki doğal kapalılığın sosyo-psikolojik dayanakları en azından cezaevleri dışındaki kesimler açısından görece sarsılmıştır. Mecburen cemaatle ilgili her gelişme dikkatle izlenmekte, aleyhteki yayınların takibi belli bir farkındalık yaratmaktadır. Yani kült cemaat kabuğu yavaş da olsa çatırdamaktadır. Sofistike iç kontrol mekanizmaları bir ölçüde işlevsiz kalmıştır. Başarılarla sürekli yükseltilen grup motivasyonunun artık mevcut olmaması, dolayısıyla kutsal vazife bilincinin zayıflaması daha önce göz önünde olan, bakılan ama görülmeyen gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. İdrak edilen şeylerin başında, örgütün şeffaf ve gizli iki paralel yapılanmaya sahip olması ve bunun yol açtığı problemler gelmektedir. Mesela Gülen’in bu yapılanmayı ta en başından yanlış tasarladığı ifade edilmektedir. Bu tasarım cemaatlerine felaket getirmiştir ve bundan kurtuluş ancak bu düalizmin dışına çıkmakla mümkün hale gelecektir.

Şu sıra hâlâ küçük boyutta kaldığını zannettiğimiz söz konusu iç muhalif akımın geniş hacimde bir örgütsel çözülmeye yol açacağını en azından Gülen sağ kaldıkça söyleyemeyiz. Zira aynı mecralarda bu aykırı seslere karşı ciddi bir örgütsel savunmanın da yapıldığını görebilmekteyiz. Sözünü ettiğimiz muhalif kesimin bu bağlamda Gülen’in ve tepe yönetimin bu sırlı yüzünü bir çeşit aydınlanma yaşayarak daha yeni keşfettiğini düşünmüyoruz. Ancak sözünü ettiğimiz bu gelişmeler, “davanın” değersizleşmesi, haliyle örgütsel bağlanmanın bir ihtiyaç olmaktan çıkması ve arkasından bireyselleşmenin gelmesi sürecini tetiklemiştir. Bireysellik sorgulamayı kolaylaştırmaktadır. Bu süreç elbette devam
edecektir.

Muhalifler Zaviyesinden Çözülmenin Sebepleri

Ne olmuştur da “ben Adil Öksüz diye birini hiç tanımadım” diye küresel haber ajanslarına beyanat veren Gülen’in yalan söylediği, hakikatin ise böyle olmadığı ancak darbe teşebbüsünden iki yıl sonra konuşulmaktadır? Bu kanaat ve söylem değişiminin muhalifler zaviyesinden arka planını kendi beyanlarından süzerek şu maddeler altında açıklayabiliriz:

Liderin ve üst yönetimin suskunluğu ilginç şekilde sürmektedir. Oysa darbe girişiminin cemaatle bir şekilde ilişkili olduğu artık saklanamayacak bir gerçeklik haline gelmiştir. Cemaat bundan büyük zarar gördüğü halde “gemiyi batıran kaptan hâlâ hesap vermemektedir”.

Bir savunma biçimi olarak “inkâr stratejisi” -muhalifler nazarında- çıkar yol değildir. Türkiye’deki FETÖ yargılamalarında aynı stratejinin teşvik edilmesi, bu problemi iyice çetrefilleştirmektedir. Zira mahkemelerdeki organize inkâr, onlara göre, bu işe hakikaten karışmamış kimselerin beraatlarına mani olmaktadır.

Türkiye içinde veya dışındaki tutuklu, tutuksuz insanlar maddi, manevi büyük sıkıntılar içinde yaşarlarken, cezaevlerinde isyan gibi cüretkâr karanlık işlerin FETÖ yönetimince hâlâ planlanıyor olması anlaşılır değildir. Demek ki örgütün idamesi adına mensupların güvenliği hiçe
sayılmaktadır.

Mensupların ekonomik sıkıntıları gün geçtikçe artarken, teşkilatın tepesinde olan ve aynı zamanda parayı elinde tutan yöneticilerin umursamazlıkları, ayrıca örgüt içi ekonomik bölüşümdeki adaletsizlikler ve bu konudaki yaygın şikâyetler fazlasıyla bunaltıcı hale gelmiştir. Yöneticilerin özel hayatlarında lüks içinde yaşadıklarına dair bir kanaatin yaygınlaşması bu hususla ilgilidir. Cemaatin içinde haram yiyenler varsa teşhir edilmelidir.

Bu yöneticilerin, hem teşkilatın hem de kendilerinin selamet ve menfaati adına alt kadroları kolayca “harcayabileceklerine” dair bir endişe mevcuttur. Tepe kadrosu bünyesinde bir sorgulama ve ayıklanma gerçekleşmediği için oradan aşağı kadrolara doğru ne zarar geleceği belli değildir. Bir yazıda dile getirilen, “yanı başınızda gözyaşı dökenin ilk fırsatta solunum cihazınızı kapatacak olması” tehlikesi, söz konusu güvensizliğin boyutunu gösterir bir örnektir. Hatta gaybubetteki bazı hususi kişilere tüm risklerine rağmen “hicretin” emredilmesi, onları bir şekilde ölüme sürüklemek olarak anlaşılabilmektedir. Böyle bir yöntemle muhtemel itiraf ve ifşaların önünün kesildiği belirtilmektedir ve bunun ahlaksız bir yöntem olduğu dile
getirilmektedir.

Cemaat mensubiyetinin liderlik ile kadrolar arasında zımnen karşılıklı bir antlaşmayı içermesi nedeniyle teşkilat liderliğinin, mensupların bilgisi ve onayı olmadan herkesi ilgilendirecek riskli ve gayri kanuni işlere kalkışması muhalifler açısından bu mensubiyet antlaşmasının ihlali olarak değerlendirilmektedir.

Seksen yaşını geçmiş bir lider olarak Gülen’in, idare ve kontrol kabiliyetini büyük ölçüde kaybettiği düşünülmektedir. Dolayısıyla onun etrafındaki idareciler bu boşluğu doldurmakta, onun adına tasarrufta bulunmaktadırlar. Onun yokluğunda yaptıramayacakları işleri onun üzerinden yaptırmaktadırlar. Söz konusu istismarın önlenmesi için Gülen’in başında olduğu mevcut riyaset hiyerarşisi lağvedilmelidir.

Liderliğin, Türk Devleti’nin çok kötü duruma düşeceğine dair devamlı ileri sürdüğü kehanetlerin hiçbirisi geçen 2,5 yılda gerçekleşmemiştir. Bu nedenle muhayyel kurtuluş için tavsiye edilen sabrın anlamı kalmamıştır. Bu teolojik-mistik beklentiler cemaati bir kült formuna sokmuştur. Muhaliflere göre mevcut yapılanma ile bu halden kurtulmanın bir çaresi yoktur.

Kült formunun kalıcı hale geldiği, suskunluk ve gizemliliğin devam ettiği bir yapının dünyaya kendisini anlatması mümkün değildir. Muhalifler sorar: Kendi mensuplarını tatmin edemeyen bir topluluk, dünyaya nasıl tatminkâr cevaplar verecektir?

Türkiye’de FETÖ’yle mücadele hiç gevşemeden ciddiyetle sürmektedir. Bunun karşısında ise cemaatteki ciddiyetsizlik ileri boyutlardadır. Bunun önüne geçmek için önerdikleri demokratikleşme, şeffaflaşma planları, seçilmiş mahalli komitelere özerk yönetim hakkı verme girişimleri genel olarak akim kalmıştır. Pennsylvania, idare yükünü paylaşmaya razı olmamakta, eskiden olduğu gibi merkezden atamayla bölgeleri kontrol etmeyi sürdürmektedir.

Cemaatin Türkiye’de şeytani bir obje haline geldiğini artık kabullenmek gerekir. Kısa ve orta vadede bunu tersine çevirecek bir manevra cemaat için mümkün değildir. Sadece Türkiye’deki mevcut siyasi statükoyu hedef alan bir mücadele stratejisini isabetli bulmayan muhalifler, iktidarın değişmesi halinde bile bu “şeytanileşme” sebebiyle cemaatin Türkiye’de bir istikbalinin bulunmadığını düşünmektedirler.

Gülen çok uzun zamandır Türkiye dışında bulunmasına rağmen teşkilatını, Türkiye’ye bağımlı olmaktan çıkarmamış, onu kendi ayakları üzerinde durabilen küresel bir hareket haline getirmemiştir. Türkiye ayağının çökmesi yeni bir yapılanma için fırsat vermiş olsa da bu fırsat değerlendirilmemiştir. Kendi dinamikleriyle hareket edemeyen mahalli yapılar, ekonomik zorluklar çekmektedir. Pennsylvania’yla direkt bağları sürdüğü için bulundukları ülkelerin yönetimleri, Türkiye’nin operasyonlarına haklı olarak alan açabilmekte, bu sebeple cemaat mensupları ağır bedeller ödemektedir. Ayrıca bu özerklik sorunu nedeniyle her bir bölge kendi sivil toplum örgütlenmesini kendi yerel şartlarıyla gerçekleştirememektedir. Neticede, temsiliyet sorunu yaşayan, dağınık, güvensiz ve parasız yapılarla misyon sürdürülmeye
çalışılmaktadır.

Muhalifler Zaviyesinden Çözüm Teklifleri

Öyle anlaşılıyor ki cemaatin başındaki badirenin manevi bir imtihan olduğu ve kazanılması halinde daha güçlü hale gelineceği şeklindeki telkinler FETÖ’de belli ölçüde tesirini kaybetmiştir. Kudsi davaların doğdukları yerde değil de “hicret” ile taşındıkları yerde serpilip geliştikleri yönündeki yine FETÖ kaynaklı ümit verici söylemin iç muhalefet nezdinde bir karşılığı bulunmamaktadır. “Mahremin âyân edilmesi” suçlaması ise “herkesin bildiği sır değildir” argümanıyla karşılanmaktadır. Konumuz olan iç muhalefetin, bu tavrıyla Türkiye’deki iktidarın “ekmeğine yağ sürdüğü” ithamına fazla kulak asılmamakta, “kendi evimizi bir süpürelim bakalım” denilerek öncelik-sonralık sıralaması
yapılmaktadır. 

Muhalif mecraların tek bir çözüm teklifi üzerinde birleştikleri söylenemez. Son gelinen noktada talep sahiplerini, Gülen’in yakın çevresinin tasfiyesini isteyenler ile Gülen’in emekliliğini isteyenler şeklinde iki gruba ayırabiliriz. FETÖ’nün “Hizmet” adı verilen görünür örgütsel faaliyetine her iki grubun da karakteri itibarıyla hâlâ hayranlık duyduğu ve bunun mutlaka canlandırılmasının gerektiği yönünde müşterek bir kanaatin mevcut olduğu görülebilir. İlk gruba göre, gizli ağların faaliyetlerine kategorik olarak son verilmeli, açık örgütlenmede ise ivedilikle demokratik, hesap verebilir ve şeffaf bir yönetime geçilmelidir. Merkezin kuvvetini zayıflatacak, yerel yapılanmalara güç kazandıracak bir program takip edilmelidir.

İkinci gruba göre ise artık bu cemaat miadını doldurmuş, Gülen’in rehberliğinde iyi kötü vazifesini ifa etmiş artık tasfiye zamanı gelmiştir. Geriye kalan insan mirası ve çalışma kültürü ise çok önemlidir. Bunun zayi edilmemesi için mevcut örgütlerin ellerindeki kazanımları tümüyle yerel çalışmalara aktarmaları, diğer mahalli gruplarla ortaklıklar kurarak faaliyetleri geliştirmeleri beklenir. Bu yerel birimler belki ileride gevşek bir çatı federasyon altında buluşabilir. Her iki teklif grubunun, FETÖ’nün Türkiye’deki geleceği ile ilgili somut bir önerisi bulunmamaktadır. Türkiye sanki zihinlerden silinmiş gibidir. Bunun yerine dünyalı ve küresel olmanın avantajları dile
getirilir.

Post-İslamizm Vurgusu

Ağır İslamcılık karşıtlığını da ihtiva eden bu muhalif söylem, yine anti-İslamcı saiklerle Gülen’in çoğunlukla ilahiyatçılardan oluşan yakın halkasına ağır eleştiriler yöneltir. Hâlâ mesihiyet-mehdiyet kültürünün tesiri altındaki merkezdeki bu gelenekçi halka, dini söylemlerinde tarihselcilik imleri taşıyan, modernist eğilimlerini de saklamayan söz konusu yenilikçi muhalefetin başkaldırısına hangi argümanlarla karşılık verecektir? Merkezin suskunluğu sürdüğü için bu husus şimdilik belli değildir.

İnternet üzerinde herkese açık birtakım mecralarda kendilerini açığa vuran FETÖ içi muhalefetin bu yazıda belirttiğimiz duruş ve argümanları, FETÖ’nün 15 Temmuz’un çok öncesinde başlayan “post-İslamcılık” savunusunun bir uzantısı olarak da okunabilir. FETÖ bu savunuda, siyasal İslamcılığa alternatif bir akım olarak sunulmaktaydı. Bu defa ise “İslamcılık” ithamı, 15 Temmuz’da devleti ele geçirmek istediği için Gülen’e ve örgütün üst yönetimine yöneltilmiştir. Fakat bunun ve diğer eleştirilerin samimi olmaktan uzak olduğunu belirtmeliyiz. Anılan muhalif sesler kamuoyunda tanınan kimselere aittir. Örgütün planlı, programlı bir sızma stratejisiyle devleti ele geçirme hedefinde ilerlediğini ve bunun için çok uzun zamandır şeffaf ve gizli ikili bir örgütlenmeyi işlettiğini bu şahsiyetlerin bilmiyor olması mümkün değildir. “Biz bundan haberdar değildik” tavrının gerçekçi olmadığı aşikârdır.

Hedefe ulaşamamış olmanın ve büyük bir zararla karşı karşıya kalmanın ıstırabı sanki bazı mensupları örgütsel uykularından uyandırmıştır. Pişmanlık belli ölçüde hissediliyor olabilir. Aldatılma acısı da buna eşlik edebilir. Fakat görünen o ki söz konusu muhalefetin eleştirileri daha çok “kötü yönetilen” sâbık örgütlerine dönüktür. “Biz Türkiye’ye nasıl bir kötülük yaptık?” veya “Bu kötülüğü kimlerin hesabına yaptık?” sorularına içtenlikle cevap verilmemiştir ve bu yönde bir sorgulamanın emareleri henüz gözükmemektedir. Türkiye’deki iktidara dönük besledikleri büyük hınç ve nefret sebebiyle henüz bu tür bir muhasebenin eşiğine gelinmemiştir.    

Yazının konusu olan kesimin, merkezden kendilerini ayırmayı başarmaları halinde hangi boyutta devr-i sâbık yapacakları, hangi açıyla Türkiye’ye bakacakları, İslam modernizminin Batı’daki ve özellikle Amerika’daki hegomonik girdabına kapılıp kapılmayacakları, alternatif sekülerleşme tasarımlarını hangi aralıkta ayarlayacakları, gurbetin ağırlığına ne kadar tahammül edecekleri, arzu ettikleri özerk mahalli oluşumların yürütülmesinde yurtdışında hangi ölçüde destek veya korumayı elde edecekleri gibi bir dizi konu, FETÖ hakkındaki gelecek projeksiyonlarında dikkate alınacak kriterler olacaktır.          

Fener-Moskova İlişkileri ve Ortodoks Kilisesi’nin Krizi

Demirperde ülkelerinin 1990’ların başında yıkılması ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinin dağılması sürecinde Fener Patrikhanesi’nin, Moskova aleyhine tekrar atağa geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Moskova Patrikliği’ni en fazla kızdıran hadise, Fener’in 1996 yılında Estonya Kilisesi’ni kendisine bağlamasıdır. Buna karşılık olarak Moskova, Fener’le beraber icra ettikleri ayinleri geçici süreyle durdurma kararı almıştır. Şimdilerde bu olay “Ukrayna’nın provası” olarak değerlendirilmektedir.

Eylül ayının ortasında dünya basınına yansıyan haberler, Ortodoks Hristiyanlığındaki iç krizin çok ciddi boyutlarda olduğuna işaret ediyor. Ortodoksluğun iki büyük kilisesinden biri olan Moskova Rus Patrikhanesi, tarihi rakibi İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nin temsil edileceği toplantılara katılmayacağını, Fener’i hiçbir şekilde muhatap almayacağını, ortak ayinlerin durdurulacağını ve bundan sonra dualarda, Fener Patriği Bartholomeos’un isminin anılmayacağını açıkladı. Bu kararların gerekçesi Fener’in, Ukrayna’daki Kiev Patrikhanesi’nin otonom statüsünü (otosefal patriklik statüsü) Moskova’nın itirazına rağmen resmen tanıma yönünde somut adımlar atmasıydı. Kiev Kilisesi’nden gelen bağımsızlık başvurusu üzerine Fener Patrikhanesi, ABD ve Kanada’dan metropolit ünvanlı iki temsilcisini Kiev’e göndermişti. Bu ruhanilerin bağımsızlık çalışmalarını başlatacakları ve elde ettikleri sonuçları 9-11 Ekim’de İstanbul’da toplanması beklenen Sinod’a (Büyük Ruhaniler Konseyi) sunacakları belirtildi. Moskova Patrikhanesi ise sadece, kendisine bağlı faaliyet yürüten Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ni tanıyor ve diğer Ukrayna Kiliselerinin gayrimeşruluğunu savunuyor. Fener’in bu tanıma girişiminin Moskova Patrikhanesi’nin ‘kanonik’, yani sınırları kilise kanunlarıyla belirlenmiş topraklarına bir müdahale anlamına geleceğini söylüyor.

Fener ve Rus Kilisesi Arasındaki Rekabetin Tarihi Geçmişi

Fener ile Moskova Ortodoks Kiliseleri arasındaki ihtilafın başlangıcı hayli eski tarihlere kadar gitmektedir. 1054’te vuku bulan Hristiyanlıktaki büyük bölünmenin bir tarafı Roma/Vatikan, diğer tarafı Konstantinapol/Fener’di. Bu hadiseyle beraber ortaya çıkan Katolik ve Ortodoks Kiliseleri birbirlerini aforoz ettiler. Bölünmenin mirası, Fener üzerinden Ortodoks dünyasına, bu kilisenin evrenselliğini ifade eden “ekümeniklik” olarak yansıdı. Aslında Büyük Bölünme öncesindeki 451 tarihli Kadıköy Konsülü’nde Vatikan ile Fener’in ekümenikliği eşit hale getirildiyse de bu karar, bir “oldu-bitti” olarak algılanmış, Hristiyan âleminde kabul görmemişti. Bölünmeden sonra Fener, ekümenik sıfatını Vatikan’ın onayına ihtiyaç duymadan kullanmaya başladı. Ayrıca Fener, iç bölünmeler neticesindeki Ortodoks Kiliseler hiyerarşisinde “eşit kiliseler arasında ilk” (primus inter pares) olma imtiyazını daima muhafaza etti.1453’te İstanbul’un Müslümanların eline geçmesi, Fener’in söz konusu imtiyazını ortadan kaldırmamıştır. Ancak bu yeni durum, Fener’in yüksek statüsünü fiili olarak sarsmıştır. Bugün Fener Patrikliği, cemaat büyüklüğü bakımından İstanbul, Ege Adaları ve Kuzey Yunanistan’da 5 milyondan az bir Ortodoks mümin topluluğuna hitap eder durumdadır. İskenderiye, Kudüs ve Antakya Patrikhaneleri de tıpkı Fener gibi kadim tarihi kiliselerdendir. Bunlardan başka Ortodoks dünyada, milli kiliseler bulunmaktadır ki bunların en büyüğü Moskova Patrikliği’dir. 100 milyon nüfuslu bir alana hitap etmesi bakımından kiliseler arasında en büyüğüdür. Ayrıca Doğu Avrupa ve Balkan Ortodokslarının ortak ‘Slav kimliği’ altında hamiliğine soyunmuştur. Buradan şöyle bir mukayeseli sonuca varabiliriz: Fiili anlamda Moskova Patrikliği en güçlü iken, tarihi geçmişi ve imtiyazları bakımından Fener Patrikliği daha önde durmaktadır. İstanbul’un fethiyle beraber Fener’in düştüğü durum nedeniyle Moskova’yı, Vatikan ve Fener’den sonra Hristiyanlığın “3. Roması” haline getirmek isteyen Rus çarları, Bizans İmparatorluğu’nun varisi olma iddiasını gündeme taşıdılar. 1686’da Ukrayna ülkesi ile Rusya’nın birleşmesi, bu kiliseyi daha da kuvvetlendirdi. Fakat Osmanlı Devleti’nin, Fener’in ekümenik vasfına dokunmaması ve Patrikhane’ye hür bir faaliyet alanı tanıması, Moskova Patrikliği’nin nüfuzunun, Rus siyasi nüfuzuyla paralel olarak bölgede yükselişini engellemiştir.

1917 Devrimi’nden Bugüne Yaşanan Gelişmeler

Rusya’daki 1917 Bolşevik Devrimi ile ülkeye komünist ideolojinin hâkim oluşu, dinlerin yasaklanması ve ateist propaganda, Moskova Patrikliği açısından büyük bir yıkım olmuştur. Bu zor günlerde Fener Patrikliği’nin, Rusların etkisi altındaki Doğu Avrupa ülkelerinde faaliyetlerini artırdığı gözlemlenir. Fin ve Letonya Ortodoks Kiliselerini kendine bağlayan Fener Patrikliği, Polonya Kilisesi’ne de 1924 yılında bağımsızlık vermiştir. Bu olup bitenler Moskova Patrikliği’nin, Fener’i kınadığı 14 Eylül 2018 tarihli beyanatında tarihi vefasızlık örnekleri olarak sergilenir. Moskova’ya göre, Fener’in kanunsuz ve kötü niyetli icraatları, Ortodoksların birlik ve beraberliği için kendilerince hep sineye çekilmiştir. Nitekim Moskova’nın da Polonya Kilisesi’nin bağımsızlığını 1948 yılında tanıması, böylesi bir iyi niyetin göstergesidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin, mevcut politikayı biraz değiştirerek Moskova Patrikliği’ni SSCB’nin, Doğu Avrupa’da nüfuz kazanmasının bir aygıtı haline getirmiş ve Balkanlardaki büyük Ortodoks nüfusunu bir ölçüde Fener’in yörüngesinden çıkartıp kendi yörüngesine bağlamayı başarmıştır. Ancak Demirperde ülkelerinin 1990’ların başında yıkılması ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinin dağılması sürecinde Fener Patrikhanesi’nin, Moskova aleyhine tekrar atağa geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Moskova Patrikliği’ni en fazla kızdıran hadise, Fener’in 1996 yılında Estonya Kilisesi’ni kendisine bağlamasıdır. Buna karşılık olarak Moskova, Fener’le beraber icra ettikleri ayinleri geçici süreyle durdurma kararı almıştır. Şimdilerde bu olay “Ukrayna’nın provası” olarak değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Moskova, SSCB dönemindeki baskılı halinden kurtulmasının getirdiği avantajla Ortodoks dünyada bazı önemli adımlar atmaktan geri kalmamıştır. Amerika’da mukim “oldukça varlıklı” Ortodoks diaspora cemaatine hükmeder hale gelmesi, Japonya gibi yeni kiliseleri kendi kontrolüne alması, Fener tarafından kendi ekümenizmine açık bir meydan okuma olarak algılanmaktadır.

Ukrayna Niçin Önemli?

45 milyonluk bir ülke olan Ukrayna’da nüfusun yaklaşık yüzde 70’nin Ortodoksluğa mensubiyeti bildirilmektedir. Nüfusun yüzde 20’sini teşkil eden Rusların, Moskova’ya bağlı Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne mensup olduğu tahmin edilmektedir. Moskova’dan bağımsız Kiev Patrikhanesi ise çoğunlukla Ukraynalıları kucaklamaktadır. 21 Kasım 2004’teki Turuncu Devrim ile birlikte Rusya yanlısı iktidarın yıkılması sonrasında seçimlerde galip gelen Ukrayna Devlet Başkanı Victor Yuşçenko, Kiev Patrikhanesi’ne bağlı olduğunu ilan etmişti. Kiev Patrikhanesi’ni bağımsızlığa doğru götüren süreç böylece başlamış oluyordu. Yuşçenko’nun 2008 yılında Fener’e yaptığı ziyaret çok anlamlıdır. Hedefledikleri bağımsız kilise için Patrik Bartholomeos’un desteğini bizzat istemesi, Moskova’nın tepkisini çekmiş, dönemin Moskova Patriği Aleksey II böyle bir şeye asla izin vermeyeceklerini açıklamak zorunda kalmıştır. Kapsadığı büyük alan ve geniş nüfusu dışında Ukrayna’nın Moskova için belki de daha mühim bir başka değeri bulunmaktadır. Ukrayna’nın başkenti Kiev aslında Rus Ortodoks Kilisesi’nin tarihi doğum yeridir. Bu merkez daha sonra Moskova’ya taşınmıştır. Bu nedenledir ki konu Rusya açısından çok hassastır. Fakat Fener Patrikhanesi, Moskova Patrikhanesi’nin kanonik hâkimiyet alanını, “Ukrayna’nın Rusya’ya dâhil olduğu 1686 yılı öncesi sınırlarında” kabul etmektedir. Bunun anlamı, Ukrayna Ortodoksları üzerinde tasarruf hakkını kendisinde görmesidir. Gidişatı endişeyle izleyen Moskova’nın yeni seçilmiş patriği Kirill, ilk ziyaretini 2009’da İstanbul’a yapmış, Bartholomeos’la birlikte Aya Yorgi’de pazar ayin yönetmiştir. Konunun toplantılarda mutlaka ele alındığı düşünülmektedir. Ancak sonraki malum gelişmelerden, bu ziyaretin amacına ulaşmadığını anlıyoruz.

Rusya’nın Ukrayna’ya Müdahalesi

Rusya’nın 2014 Mart ayında Ukrayna’ya askeri müdahalesi, Doğu Ukrayna’yı işgal ve Kırım’ı ilhak etmesi, Kiev Patrikhanesi’ni geri dönülmez biçimde Fener’in kucağına itmiştir. Fiilen bölünen ülkenin kiliselerinin bir bütün halinde kalması zaten mümkün değildi. Ukrayna’nın mevcut Devlet Başkanı Petro Poroşenko, Fener Patrikhanesi’nin ekümenikliğine ve bundan doğan yetkilerine atıfla “evvela Ukrayna’nın milli kilise oluşturma hakkı olmalıdır” demektedir. Patrik Bartholomeos, İncil’deki “azıcık maya bütün hamuru kabartır” (Galatyalılar: 5.9) pasajını referans veriyor ve Fener Patrikhanesi’ni bu eski mayaya, diğer kiliseleri ise hamura benzetiyor. Fener Ekümenikliği olmadan diğer kiliselerin hayatta kalmasını imkânsız görüyor. Bu sözler ve Fener’in, Ukrayna ile ilgili son tasarrufları, Moskova Patrikliği’nin 14 Eylül 2018 tarihli beyanatında, kilise öğretilerinin açık ihlali ve Ortodoksluğu, Katolikliğe benzetme girişimi olarak mahkûm ediliyor.

Fener Patrikhanesi’nin 2016 Haziran ayında topladığı Büyük Ortodoks Konsülü’ne (Holy and Great Council of the Orthodox Church) Moskova Patriği iştirak etmedi. Oysa bu katılımın sağlanarak toplantının meşruiyetinin artırılması için toplantı, İstanbul’dan Girit’e taşınmıştı. Zira Suriye’deki uçak krizi nedeniyle Rusya ile Türkiye’nin bozulan diplomatik ilişkilerinin, Moskova Patriği’nin katılımına bir engel teşkil edeceği düşünülmüştü. Girit Sinodu adı verilen toplantıya Moskova’nın iştirak etmemesinin nedeni, bu Sinod’un Pan-Ortodoks (Birleşik Ortodoks) vasfına sahip olmamasıydı. Mesela Bulgar ve Gürcü Kiliseleri de Sinod’a gelmemişti. Ayrıca Estonya Kilisesi üzerinde yaşanan ihtilaf gerekçe gösterildi. Estonya’nın gündeme bu vesileyle tekrar getirilmesi, Ukrayna adına Fener’in yapacağı muhtemel girişimin olumsuz sonuçlarını ta o zamandan ihsas etmekteydi.

Vatikan Bu Ayrılığa Nasıl Bakıyor?

Latin Katoliklerin 1204’te İstanbul’u işgalleri ve Fener Kilisesi’ni tabir caizse sürgüne göndermeleri, Hristiyanlığın iki büyük mezhebinin arasındaki karşılıklı aforoza dayanan rekabeti tam manasıyla düşmanlığa çevirmişti. Tam 800 yıl sonra 2004’te Papa 2. John Paul’ün bu olaydan dolayı tüm Katolik dünya adına Fener’den özür dilemesi ve bu özrün Patrik Bartholomeos tarafından kabulü, Hristiyanlık âleminde yeni ve önemli bir sayfanın açılması anlamına geliyordu. Daha önce 1962-1967 yıllarındaki görüşmelerde Vatikan ve Fener karşılıklı olarak aforozları kaldırmışlardı. Bu tarihi adım ile iki kadim kilise arasındaki diyalog kapıları tümüyle açıldı. Vatikan, Batı Bloğu’nun doğal bir parçası olarak hem Sovyetler döneminde hem de sonrasında daima Rus Ortodoksluğuna karşı Fener’in yanında olmayı yeğlemiştir. 1960’lı yıllarda karşılıklı aforozların kaldırılmasıyla birlikte Fener’in ekümenikliğinin Vatikan tarafından tanınır hale gelmesi, kuşkusuz Fener’in elinin uluslararası arenada Moskova karşısında güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu siyaset halen devam etmektedir. 2016 Şubat ayında Papa ile Moskova Patriği’nin Küba’da buluşması, Ukrayna krizi ile de uğraşmak durumunda kalan Moskova Kilisesi açısından uluslararası meşruiyet ve destek beklentisini de içeren sembolik anlamı yüksek bir görüşme değerinde olmuştur.

Fakat Ukrayna meselesinde Vatikan, Rusya karşıtı siyasetini sürdürmüştür. Vatikan ve Fener arasındaki olumlu ilişkinin ilelebet sürecek bir ilişki olduğunu elbette söyleyemeyiz. Mesela Fener’in benzer şekilde Atina merkezli Yunan Ortodoks Kilisesi’yle de arasının hayli sorunlu olduğu göz önüne alındığında Vatikan’ın, Fener’i, Ortodoks dünyada tek muhatap olarak kabul ettiğini söyleyemeyiz. Vatikan’ın politik dengeleri daima gözeteceğini, konunun dini olmaktan ziyade politik bir arka planı olduğunu görmezden gelemeyiz. Neticede Vatikan’ın, ayrıldığı ilk muhatabı olarak Fener’e öncelik vermesi beklenir. Fener’in fiilen güçsüz durumu ve Ortodoksluk içinde sürüp giden ayrılıkların, Vatikan açısından Doğu Hristiyanlığında yeni taraftarlar elde edebilmenin de bir vesilesi olabileceğini gözden kaçıramayız.

Ayrılık Bundan Sonra Nereye Gider?

Moskova Patriği Kirill’in 31 Ağustos’ta aceleyle İstanbul’a gelerek Bartholomeos ile görüşmesi, Moskova açısından müspet bir netice doğurmamıştır. Bu ziyaretin hemen arkasından Fener’in, Kiev’e bir metropolit atayacağı yönündeki beyanı, Moskova’daki gerginliği iyice yükseltmiştir. Moskova Patrikhanesi’nin dış ilişkiler sorumlusu Metropolit Hilarion, Bartholomeos’u, “adice ve haince” bir tavır sergilemekle suçlamaktadır. Kilise’nin 14 Eylül tarihli beyanatında, vazgeçilmediği takdirde önümüzdeki yıl baharında kesinleşmesi beklenen Ukrayna hakkındaki olumsuz bir kararın geri dönülmez biçimde Fener’le tüm bağları koparacağı ifade edilmektedir. Beyanata göre bunun anlamı, Ortodoks dünyanın bölünmesidir ve bunun tüm sorumluluğu Bartholomeos’un omuzlarındadır. Hâlihazırda İstanbul’da, Rus Ortodoks Kiliseleri bulunuyor. Fakat bunlar Moskova’ya değil Fener’e bağlı ibadethaneler. Eğer Moskova Patrikliği, Fener’le bağlarını koparırsa Türkiye’de kendisine bağlı bir piskoposluk açarak Fener’in, Ukrayna’daki müdahalesine simetrik yanıt verebilir. Böyle bir gelişme olduğunda bunun içi boş bir adım olarak kalmayacağı, Türkiye’yi her yıl ziyaret eden 5 milyon kadar Rus turistin ibadet ihtiyacına cevap verebileceği söyleniyor. Telaffuz edilen 5 milyon, Fener’e doğrudan bağlı olan Ortodoks müminlerin toplam sayısını da ironik şekilde gündeme getiriyor. Bu çıkışlar, tahkir ve tehdit içeren açıklamalar. Ukrayna Ortodoks Kiliseleri olayı, din–siyaset arasındaki yakın ilişkinin yeni bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor ve yakından takip edilmeyi hak ediyor.

Ehl-i Sünnet Müslümanların Ana Yoludur Fakat Bizzat Din Değildir

Ehl-i Sünnet madem ana yol, ana caddedir, bu yolda sağ ve soldaki barikatlara sürtünerek yürüyenler mutlaka olacaktır. Bu kesimi dışlamak ana caddeyi arka sokağa çevirmektir ve bunu yapanlar sadece Ehl-i Sünnet’e değil bizzat İslamiyet’e büyük kötülük etmektedir.

Tam ismiyle Ehlü’s-Sünnet ve’l-Cemaat tarihte ve günümüzde müslümanların büyük çoğunluğunun mensubiyet iddiasında bulundukları bir İslam mezhebidir. Mezhep deyişimiz Ehl-i Sünnet’in ta başından beri örneğin Mutezile, Şia veya Haricilik gibi sıradan bir mezhep olduğu manasında anlaşılmamalı. “Sünni olmak” ilk asırlarda müslümanların “ana bünyesi” içinde bulunmanın bir ifadesiydi. Bunun içindir ki söz konusu ana bünye (veya bugün kullandığımız ifadeyle ana cadde), ilk önceleri selef-i sâlihîn’in dilinde ve kaleminde “ne olduğunu ve nerede durduğunu” söylemek yerine, “ne olmadığını ve nerede durmadığını” ifade etmek zarureti hissetmiştir. Zira zaten bizâtihi ana bünyedir ve kendisini ispat edip şekle sokmak zorunda değildir.

Ancak bu bünye içinde bilhassa kelâmın bir metot olarak kullanılmasıyla birlikte görünür hâle gelen fikri tekâmül ve bu tekâmülün zorunlu yansıması olarak bünye içi ihtilaflar, sonraki asırlarda ortak bir Sünni çerçevenin çizilmesini mecburi hale getirmiştir. Hicretin 5. ve 6. asırlarında ortaya çıkan Sünnî kitâbiyâtta Ehl-i Sünnet’i artık bir mezhep olarak görmekteyiz. Onun “hak mezhep” ve “dört mezhep” olarak veya “yetmiş üç fırka arasında kurtulan fırka” olarak insanlara arzı, bahsettiğimiz durumun açık göstergesidir.

Ehl-i Sünnet Niçin Ana Bünyedir?

Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Cemel ve Sıffîn savaşları, Tahkim Olayı akabinde Hâricî grubun ayrılışı, bunu takip eden yıllarda siyasi anlamda da olsa Hz. Ali taraftarlığı türünden gelişmelerin yaşandığı İslam tarihinin erken bir döneminde aslında “Sünnî” bir ana hattın varlığını açıkça farkediyoruz. Bu hattın ilk temsilcilerinin önemli sahâbîlerden oluşan bir grup olduğu ve takipçilerinin de müslümanların kâhir ekseriyetini teşkil ettikleri göz önüne alındığında bu “Sünnî” hattı, “ana bünye” olarak tanımlayabiliriz.

Söz konusu ana bünye, Haricîlerin yaptığı gibi büyük günahları sebebiyle müslümanları tekfir etmiyor, Şiî grupların aksine ilk üç halifenin yönetimini meşru sayıyor, Kaderîler gibi kaderi inkâr edip insan iradesini bütünüyle özgür kabul etmiyor fakat daha çok Emevî idarecilerin sahip çıktığı ve insanın iradi rolünü reddedip bütün işlerin oluşunu tamamen takdir-i ilâhiye bağlayan Cebriyeci telakkiyi de tenkit etmekten geri kalmıyordu.

Sünnî merkez, yukarıda adı geçen ilk fırkaların görüşlerini bid’at olarak nitelemiştir. Bid’at kavramı, Kur’an’da temeli olmayan, Hz. Muhammed ve sâhabe döneminde de taraftarı bulunmayan söz ve davranışları ifade etmektedir. O halde bid’atın, bu bağlamda sünnetin karşılığı olarak kullanıldığını anlıyoruz. Yani Ehl-i Sünnet’ten olmak, sahâbîlerin umumi ve yaygın din telakkisini, onların “din budur” dedikleri hususları takip etmenin bir sıfatı olarak kullanılmaktadır. Bu yola uymayan kimseler ve gruplar ise haliyle ehl-i bid’at olmaktadırlar. Ehl-i Sünnet’e ilave edilen el-cemaat kavramı ise ümmetin çoğunluğunu ifade etmektedir. Ehl-i Sünnet yerine zaman zaman kull anılan “en büyük kalabalık” anlamındaki es-sevâdü’l-a’zam terimi, aynı çoğunluğa işaret etmektedir. Yine cemaat, tefrikanın zıddı olarak birlik ve beraberliği hatırlatmaktadır. Aynı siyasi liderin, yani halifenin dini-dünyevi önderliği altında birleşen müslümanlar İslamiyet’in ana gövdesini teşkil etmektedirler. Bazı hadis-i şeriflerde cemaatten uzaklaşmanın “cahiliyye” olarak nitelenmesi bu kavramı daha da önemli kılmaktadır. Meşhur sahabî Abdullah b. Ömer’in Sünnî dinî kalıpların teşekkülünde oynadığı kilit rol, bu bağlamda zikre değer bir konudur. Hz. Ali ile Muaviye b. Ebî Süfyan arasındaki mücadelede aslında hangi tarafın haklı olduğunu bilip bunu teslim etmekle beraber iki taraftan birinin safına geçmekten özenle sakınması, Emeviler iktidarı ele geçirdiğinde ise kerhen de olsa onlara itaatini sunmaktan geri kalmaması, silahlı çatışmaya ve kan dökümüne götüren itaatsizliği fitne olarak anlaması, Abdullah b. Ömer’in ve onu izleyen diğer büyüklerin Sünnî hat üzerinde bıraktıkları çok mühim miraslardır. Sûfice dindarlığı ve zâhidane hayatı ile ünlenmiş Hasan el-Basri’yi de yine aynı bağlamda anmak gerekir. O, insanın fiillerinde özgür olduğunu savunmakla birlikte kaderi inkâr etmemiştir.

Büyük günah işleyenleri kınamakla beraber, Hariciler gibi onları İslamiyet’ten dışlayan bir fikir geliştirmemiştir. Tefrika ve anarşi doğuracağı için Emevi karşıtı devrim hareketlerinde yer almamış, bununla birlikte yöneticileri doğru yola çağıran, onlara açıkça nasihati esas alan bir üslup geliştirip, sanki sivil bir itaatsizlik örneği sergileyerek marufu emretme, münkeri nehyetme vazifesini yerine getirmiştir.

Ana Bünyede İki Metodik Yaklaşımdan Biri Olarak Ehl-i Rey

Sünnî ana hat, bahsettiğimiz ilk döneminde diğer mezheplerin tecrübe ettiği şekilde kendisini farklı bir mezhep olarak takdim etmedi. Bu takdime hiç ihtiyacı yoktu zira kendisi, bazı iç ihtilaflarıyla da olsa İslamiyet’in ana hattını ve ümmetin çoğunluğunu temsil ediyordu. Merkezde bulunması, ona yanlış bulduğu diğer dini düşünce ve oluşumları eleştirme, mahkum etme ve ana bünyeden dışlama hakkı ve imkanını veriyordu. Bu ana hattın kendi merkezîliğine yoğun vurgusu ve buna iman derecesinde sadakati, Sünnî çizgiyi hayli muhafazakar bir kimliğe büründürdü. Fakat bu muhafazakarlığa rağmen, itikadi ve fıkhi asgari müştereklerde birleşmiş bazı Sünnî kesimler daha tâlî fakat önemli bazı konularda kendi aralarında farklılaştılar. Bu ayrışmanın, dinin kaynaklarının niteliği, hüküm çıkarmanın ve problemlere çözüm üretmenin yöntemleri gibi metodolojik bir zemini bulunmaktaydı. Söz konusu ayrışım sürecinde İmam Ebû Hanife’nin durumu öncelikle ele alınmalıdır.

Ebû Hanife ve öğrencileri bazı Sünnî alimlerce Mürcie’den olmakla suçlanmaktaydı. Kendilerine Mürcie denilen topluluğun sahip çıktığı ircâ doktrinine göre, şehadet getiren ve müslüman olduğunu söyleyen herkes, bu ikrârını amele dökmese de hatta büyük günah sayılan fiilleri bu ikrârını bozmadan işlese de müslüman sayılmalı ve toplumda müslüman gibi muamele görmeliydi. İman denen şey tasdik ve ikrardan ibaretti. Amel ise imanın bir şartı değildi. Büyük günah sahiplerini tekfir eden, bu yüzden onların can ve mallarını helal sayan Hâricî telakkiye karşı geliştirilmiş bu teori ile Mürcie, diğer taraftan da fitne olaylarına ve iç savaşlara karışmış sahâbe ve müminlerin imanî ve İslâmî durumları hakkında kesin bir hükme varmıyordu. Nihai kararı ahiret günü Allah’a bırakıyordu. Böylece dini ve siyasi tartışmaları sonlandırmayı amaçlayarak toplumsal barışı tesis etmenin gayreti içindeydi. Özellikle Arap olmayan müslümanlar (mevâlî) bu doktrine daha fazla teveccüh gösterdiler. Zira zamanın Arapçı idarecileri tarafından müslümanlıkları sorgulanan ve müminlere tanınan temel haklardan mahrum bırakılan bu kesimler, “ben müslümanlardanım” diyen herkesi hakiki mümin sayan bu telakkiye doğal olarak sempati duydular. Amelsizliğin imanı ortadan kaldırmayacağını, amelin sadece imanın kalitesini artıracağını ifade etmesinden dolayı Mürciî olmakla itham edilen Ebû Hanife, bir taraftan da yeni fıkhî hükümler çıkartırken nakli delillere ilaveten kıyası kullanması nedeniyle tenkit ediliyordu. Kalabalık ve kozmopolit bir ülke olan Irak’da günlük hayat Hicaz’daki gibi sakin ve tekdüze gitmiyordu. Böyle bir çevrede sayıları ve sınırları belli bir ayet ve hadis havuzundan kaynak olarak yararlanmak Iraklı alimler için çoğu zaman yeterli olmuyordu. Durum böyle olunca Ebû Hanife ve öğrencileri, ayet ve hadislerin illet ve maksatlarını göz önüne alarak, nasların doğrudan cevap veremediği konularda illetler ve maksatlar üzerinden yeni hükümler üreterek yani kıyasa (anoloji) giderek toplumun problemlerini dine uygun şekilde çözüme kavuşturuyorlardı. İstihsan denilen kamusal menfaatler ile mahalli örf, Hanefî ekolün hüküm çıkarmada dikkate aldığı diğer esaslardı. “Rey Ehli” tabiri de buradan çıktı. İçtihadın temeli olan rey, mantıksal düşünme yolları izlenerek yapılan aklî bir faaliyetti. Reyi de dinin kaynakları arasına dahil eden ve çoğunluğunu Iraklı alimlerin oluşturduğu bu gruba Ehl-i Rey dendi. Söz konusu çerçevede dinamik bir fıkhın (fıkh-ı ekber diye anılan akaid ilmi de buna dahildir) ortaya çıkmaması imkansızdı. Ancak bu dinamizm, muhafazakar bazı alimlerce Sünnî hattan sapma ve bid’at ehli saydıkları Mutezile’yle aynı kulvarda koşma şeklinde değerlendirildi ve mahkum edilidi. Diğer dinlere ve zararlı cereyânlara karşı İslami akideyi ispat ve müdafaa metodu olarak Mutezilî alimlerce geliştirilen ve kelâm adı verilen akılcı metot, ikinci ve üçüncü asrın Sünnî alimleri tarafından bid’at sayılmış, kelâmla meşgul olanlara kötü gözle bakılmıştı. Ancak bu tavır İslam düşüncesini müspet bir noktaya götürmedi. Bilakis gayr-i Sünnî fikirlerin güçlendikleri müşahade edildi. İşte bu noktada, yaklaşık bir buçuk asırlık bir gecikmeyle de olsa Ehl-i Rey çizgisi üzerinde Sünnî kelâm diyeceğimiz bir ekolün doğuşu gerçekleşti. İslam inanç esaslarının ispatında naklî delillere ilaveten mantık ve felsefenin aklî uygulamalarını kullanan bu ekol, Eş’arîlik ve Maturîdîlik olarak iki ayrı kelâm mezhebi üzerinden bugüne taşındı.

Diğer Yaklaşım: Ehl-i Hadis Sünnîliği

Daha “husûsî” bir kaynak havuzundan beslendiği ve daha “husûsî” bir Sünnî kesime hitap ettiği için “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” olarak da anılan Ehl-i Hadis’e göre ise Berbehârî’nin ifadesiyle “İslam dini Sünnetten ibaretti.” Rey faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan hükümler, dinî olmaktan çıkmış çözümlerdi. Kelâm ise ister Mutezile’nin ister Sünni mezheplerin metoduyla yapılsın, sakınılması gereken şen’i bid’atlerdendi. İmam Mâlik’e göre “kim dinini kelâm yoluyla alıp öğrenirse sapıtmaktaydı.” İmam Ahmed b. Hanbel ise kelâm ile meşguliyetin kalp ve zihinlerde oluşturduğu yozlaşmaya dikkat çekti, müslümanları sünneti müdafaa için dahi olsa kelamcılarla muhatap olmaktan, onlarla oturup konuşmaktan sakındırdı. Ehl-i Hadis rey ve kıyasa karşı çıkmakta, bu akli delilleri kullandıkları için Ehl-i Rey’i “sünnet düşmanı” olmakla suçlamaktaydı. Kendilerine “sünnetin koruyucuları ve bid’atın yıkıcıları” olarak özel bir misyon yüklemekteydiler. Ameli imandan saydıkları için tekfiri daha kolay istihdam etmekteydiler. Tüm bu yönleriyle Ehl-i Hadis hattı, İslam düşüncesi içerisinde muhafazakar bir kanadı temsil etti. Akıl karşıtı metinci literalizmi, dar kalıplar içinde kalan fikri yapısı ve dışlayıcı tavrı nedeniyle Ehl-i Rey’e kıyasla zaman içinde fazla bir ilerleme kaydetmedi, geniş kitlelere hitap edemedi. Ama marjinal ölçülerle de olsa belli bir seçkin zümrenin mezhebi olarak kalmayı başardı. İbn Teymiye’nin olağanüstü ilmi çabaları olmasaydı belki de tarih sürecinde körelip gidecekti. 18. yüzyılda Vehhabilik akımıyla birlikte Suud devleti nezdinde siyasileşmesi Ehl-i Hadis akımına güç verdi. Selefilik ismi altında günümüze kadar geldi.

Ehl-i Sünnet’i Din Olarak Takdim Etmek Ehl-i Sünnet’i Anlamamaktır

Bu tarihi safahâtı kısaca dikkate sunduktan sonra sonuç bâbından mülahazamızı şu maddelerle arzetmemiz münasip olacaktır:

a. Söz konusu safahât, zengin bir çeşitliliği göstermektedir. Karşımızda Sünnî bir prototip bulunmamaktadır. Bahsettiğimiz ana cadde öyle anlaşılıyor ki hayli genişçe bir caddedir.

b. Fikirler/kavramlar zamanın, mekanın ve ilgili olayların ilişkileri içinde anlam kazanır. Bunlardan bağımsız kavramsal açıklamalar, açıklamayı yapanın subjektif yargılarına maruz kalır. Sünniliği anlamak istiyorsak, fikir-kavram-hadise-zaman-mekân bütünlüğünü gözetmemiz gerekir. Hele ki kadîm ıstılah havuzumuzda bulunmayan birtakım kavramlaştırma denemeleriyle veya malum kavramlar arasında sun’i irtibatlar kurmak suretiyle Ehl-i Sünnet’i kalıba sokmak, onu hakkıyla anlamayı imkansız hale getirir.

c. Sünniliğin bir mezhebe dönüşmesi, ona mezhep muamelesi yapan bazı müteahhir alimler eliyle gerçekleşti. Bunlardan birisi olan Abdülkâhir Bağdâdî mesela “Sünnet ve Cemaat Ehli’nin Üzerinde Birleştiği Esaslar” başlığı altında, her cevherin parçalanamayan en küçük parçasının (cüz`ün lâ yetecezzâ) bulunduğuna inanmanın, Ehl-i Sünnet’in üzerinde icma ettiği konulardan birisi olduğunu belirtir. Yine ona göre dünyanın hareket halinde değil sükun halinde bulunması Sünni bir prensiptir. Görüyorsunuz ki hepimiz bu kriterlerle Sünniliğimizi yekten kaybetmiş olduk. Ehl-i Sünnet’i ne kadar hassas tanımlarsanız ne kadar âmentüye ilaveler yaparsanız onu o kadar mezhebe çevirmiş olursunuz. Aslında H. 5. asırdan bugüne kadarki süreç Sünniliği mezhepleştiren süreçtir. Bunun iyi mi kötü mü olduğu ayrı bir bahistir. Fakat tanımlamayı daha da keskinleştirenlerin, akâide “Sünniliği müdafaa” adına “usûl-i dînden olmayan” unsurlar ekleyenlerin “Sünnilik mezhep değildir.” demesi tutarsızlıktır.

d. İbn Ömer, Hasan-ı Basri, Ebu Hanife misallerini öne çıkarmamız boşuna değildir. Sünniliğe damgalarını vuran bu büyük şahsiyetlerin özetle temas ettiğimiz teorik ve pratik dünyaları dışlamayı değil içlemeyi, tardetmeyi değil kuşatmayı, fitneyi değil sulh ve salâhı, zorlaştırmayı değil kolaylaştırmayı esas almaktadır. Bu yüzden ehl-i bid’at (ehl-i kıble) tekfir edilmemiştir. Mutezile ve Şia’nın tekfiri marjinal tavırlardır ve konjonktüreldir. Yahut yanlış anlamanın veya şahsi ya da siyasi garezin eseridir. Yani ârizîdir. Mesela 16-17. yüzyıldaki Osmanlı-Safevi çatışması her iki tarafın din dilini hayli keskinleştirmiştir. Gazalî’nin Fedâihü’l-Bâtıniyye’sinde gördüğümüz gibi ibâhîlik tabii ki küfre müncerdir. Fakat Faysalü’t-Tefrika’sında Gazâlî lâyıkıyla kuşatıcı bir Sünnîdir. El-Mevâkıf adlı meşhur eserinde Allâme Îcî Mu’tezile, Haricilik, Şia gibi ehl-i bid’at mezhepleri tekfir edenlerin delillerini ele almış, bunları tek tek çürüterek onların İslam dahilinde sayılması gerektiğini açıklamıştır. Bu esere şerh yazan Allâme Cürcânî de aynı görüşe kâil olmuş, bu mezheplerin küfre nispet edilemeyeceğini belirtmiştir. Çünkü Sünnîlik bu alimler gözünde din değildir.

e. Elfâz-ı küfür edebiyâtı üzerinden yahut müdafaa sâikiyle Sünnîliğin bir din olarak arzedilmesi, son birkaç asrın modern bir bid’atıdır. Resûl-i Ekrem’in (s.a.) diliyle her bid’at dalâlettir. Mezhep kavgalarının milyonlarca masumu perişan ettiği bir vasatta “mezheplerin din olmadığını” haykırarak salih amelde bulunan müslümanlar, bu bid’attan en fazla zarar gören kesimlerdir.

f. Ehl-i Sünnet madem ana yol, ana caddedir, bu yolda sağ ve soldaki barikatlara sürtünerek yürüyenler mutlaka olacaktır. Bu kesimi dışlamak ana caddeyi arka sokağa çevirmektir ve bunu yapanlar sadece Ehl-i Sünnet’e değil bizzat İslamiyet’e büyük kötülük etmektedir.

DEAŞ Sonrası Ortadoğu ve Yeni Dengeler

DEAŞ, yaptıklarıyla Ortadoğu’yu tam anlamıyla parçaladı. Daha doğru bir deyişle, operasyonlarıyla bölgenin bölüşülmesinin alt yapısını hazırladı. Bölüşüm ise ABD, Rusya, İran adına onların bölgedeki vekilleri tarafından yapıldı.

Irak-Şam İslam Devleti (DEAŞ) lideri Ebu- bekir el-Bağdadi’nin 2014 Ramazan’ında Musul’da hilafeti ilanının üzerinden tam üç yıl geçti. Kısa zamanda en az bir Ürdün ülkesi kadar toprağa ve nüfusa hükmeder hale gelen DEAŞ’in bölgede kalıcı olup ol- mayacağı, Suudi Arabistan’ın kuruluşun- da olduğu gibi tedricen ılımlılaşarak yarı- madanın kuzeyindeki parçalanmış alanda Sünnileri temsil eden bir devlet haline ge- lip gelmeyeceği yorumların konusu oldu. Tabi böyle bir şey gerçekleşmedi. Tam aksine DEAŞ, yaptıklarıyla Ortadoğu’yu tam anlamıyla parçaladı. Daha doğru bir deyişle, operasyonlarıyla bölgenin bölüşül- mesinin alt yapısını hazırladı. Bölüşüm ise ABD, Rusya, İran adına onların bölgedeki vekilleri tarafından yapıldı. En çok zarar gören kesim Sünniler oldu. Bunun iyi bili- nen hikayesi bu yazının konusu değil. Bu- rada DEAŞ sonrası yeni durumu mümkün olduğunca özetle izah etmeyi amaçlıyoruz.

Devamı Yörünge Dergisi 1. Sayısında (Ekim/2017)