İkinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz Başbakanı Churchill, vatanları Alman işgaline uğramış Fransız halkına kimlik dağıtarak İngiliz vatandaşı olmayı teklif eder. Teklif millî vicdanda kabul görmez. İngiliz tâbiiyeti altında yaşamayı onuruna yediremeyen Fransız ulusal kimliği bunu reddeder. Çünkü ortaçağdan beri büyük devlet olma vasfını kaybetmemiş Fransa’nın arkasında en az bin yıllık bir tarih vardır. Ve tabiatiyle yine o tarihin potasında şekillenen canlı ve dipdiri bir Fransız ulusal kimliği.
Köklü bir tarih şuûrundan beslenerek millet olma gerçeğini idrâk etmiş hiçbir insan topluluğu kendisine yapılan böyle bir teklife sıcak bakmaz. Avrupa’daki diğer komşularına, özellikle de Alman ve İtalyanlara göre hayli erken bir devirde birliklerini tamamlayarak ulus olma şuûruna ermiş Fransızlar da tarihlerinin en zor safhasında bile her haysiyetli milletin yapacağını yapmış ve teklifi ellerinin tersiyle bir kenara itmişlerdir.
Suriyeli muhâcir kitlenin can havliyle ülkemize akın ettiği günden bu yana sık sık duyduğumuz yaygın bir söz var: “Ülkemiz işgal edilmiş olsa, bizler vatanımızı terk etmez, kanımızın son damlasına kadar savaşırız. Niçin Suriyeliler vatanlarını terk ederek ülkemiz topraklarına sığınıyorlar?” Tabiî söylenenler bununla da sınırlı değil. Ayrıca; “Yetişkinleri ayırın, verin ellerine birer silâh, gönderin hepsini cepheye.” de deniyor. Ve daha bir sürü şey…
Bu sözler, Suriye’yi bilmemek, Suriyeli denilen insan varlığını tanımamaktan kaynaklanıyor büyük ölçüde. Mes’eleyi doğru zeminde ele alarak üzerinde spekülasyon yapılan insan varlığını yakından tanımak zorundayız evvelemirde.
Bir defa şu çok iyi bilinmelidir ki, Ortadoğu’nun bugünkü sınırları bütünüyle sunidir. Birinci Dünya Harbi sonrasında Batılı istihbârât servisleri tarafından tamamıyla kendi menfaat ve bölüşüm hesaplarıyla aralarındaki politik angajmanlara göre çizilmiş yapay siyasî ünitelerdir bu devletçiklerin her biri. Boşuna demiyoruz devletçik diye. Çünkü onların hiçbiri devlet değildir gerçek anlamda. Demokrasinin semtlerine uğramadığı, halkların irâde ve temâyüllerinin yönetime yansımadığı, her birinin üzerinde bir diktatörün bağdaş kurduğu kabile konfederasyonlarıdır onlar. Daha doğrusu Batılı güçlerin nüfûz bölgeleridir. Sınırları tarihî-sosyolojik realiteler üzerine oturmaz. Ve tabiatiyle o sınırlar içerisinde hayat süren insanların, vatandaşı oldukları devletlerle aralarında bir gönüllü beraberlik ve bizimkine benzer bir yakınlık ve âidiyet ilişkisi de yoktur. Bu yüzden bağlılık duygusu ve mensûbiyet hissi de hayli zayıftır. Yani bizim Türklüğümüz gibi değildir Suriyeli, Iraklı ya da Ürdünlü olmak.
Hâlbuki Anadolu insanı aynı siyasî geleneğe yaslanan ve birbirini tarihî seyir içinde takip eden üç devletin vatandaşı olmuş, o itibârla da bir kimlik krizi içine düşmemiş, âidiyet sıkıntısı yaşamamıştır.
Modern zamanlarda Ortadoğu’da kurulmuş, daha doğrusu kurdurulmuş suni devletçiklerin vatandaşları ise bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olsalar da çoğunluğu gerçek anlamda bir millet oluşturmaz kendi arasında. Ne Suriye, ne Irak, ne Ürdün, ne de Lübnan adıyla bir devlet olmamıştır tarihin hiçbir döneminde. Bunlar yirminci yüzyılda ortaya çıkan nevzuhûr siyasî yapılardır. Hattâ Mısır, Suriye gibi ülkelerde adında Türk ibâresi bulunan devletler bile var olmuştur tarih boyunca. Mezopotamya’nın bu çilekeş halklarının hiçbiri kendilerini geçmişte yaşamış bir milletin devamı olarak görmezler. Zîrâ bir asır evveline kadar hepsi Osmanlı pasaportuyla yolculuk eden insanların yaşadığı bir coğrafyadır burası.
Bundan beş yüz yıl evvel bugün yaşadıkları ülkede yaşayan bir Fransız ulusu vardır. Ama bundan yüzyıl önce bile Suriyeli etiketine sahip bir insan topluluğu yoktur. Sadece üzerinde yaşadıkları coğrafyaya nispetlerinden dolayı Suriyeli denir bu insanlara. İster Müslüman ister Hıristiyan olsun, farklı etnik kökenlere sahip olan hepsinin ortak özelliğidir bu. Yani Suriyelilik, bir milliyete mensûbiyetin adı değildir kesinlikle.
Anadolu insanıyla Suriyeli denilen kitle arasındaki en bâriz fark şudur: Orta Asya’dan Küçük Asya’ya gelen Türkler, ayak bastıkları coğrafyaya kimliklerinin kaşesini basmıştır. Suriyelilerse isimlerini yaşadıkları coğrafyadan almıştır. Anadolu, burada Türkler yaşadığı için Türkiye’dir. Suriyelilerse, Suriye’de yaşadıklarından dolayı Suriyelidir.
Ve nitekim bizler coğrafi menşelerinden dolayı ülkemize sığınan Türkmen kardeşlerimize bile Suriyeli diyoruz bu sebeple. Hâlbuki onların Türklüğü Suriyeli olmalarından önce gelir.
Türkler Anadolu’ya geldiğinde, bu coğrafyanın adı Türkiye değildir. Fakat kısa bir süre sonra bu isimle anılmaya başlanmıştır. Hattâ bu coğrafyaya Türkiye adını veren de Avrupalılar olmuştur. Türkler yerleştikleri coğrafyaya mühürlerini vurmuş, etiketlerini basmış ve bunu hasımlarına bile kabul ettirmişlerdir. Suriye’de ise son bin yılda bu türden bir gelişme yaşanmamış, bir millet realitesi ortaya çıkmamış ve neticede bizdekine denk bir bağlılık duygusu ve âidiyet hissi teşekkül etmemiştir.
Ortadoğu halklarını birbirine yaklaştıran en önemli unsur, Arap ortak paydasıdır. Çünkü burada yaşayan halkların çoğunluğu aralarında farklı anâsır da olsa Arap’tır. Fakat Araplar milliyetin mütemmim cüzü olan din nokta-i nazarından müttehid değildirler. Şahsiyetin en belirleyici ifadesi olan bu husûs da bir birlik yoktur aralarında. Türkler arasında ancak binde ile ifade edilebilen Hıristiyan nüfûs, Araplar arasında yüzdelik oranlara sahiptir. Lübnan’da nüfûsun yarıya yakını Hristiyan’dır. Suriye’de Hıristiyan ve Dürzilerin oranı %13 civarındadır. Irak, Mısır, Ürdün gibi ülkeler ağırlıklı olarak Müslüman da olsalar, yine de kayda değer bir Hıristiyan Arap nüfûsu barındırırlar kendi içlerinde.
Ortadoğu halkları tarihin derinliklerinden bugüne gelen baskın ve müşterek bir kimlik öğesine sahip olmadıkları için bir potada eriyip millet olma vasfına erişememişlerdir. Ezcümle, Suriyeliler büyük ölçüde bizden farklı bir tarihî tecrübenin çocuklarıdırlar. Böyle olunca hâdiseler karşısındaki refleks ve tepkileri de hâliyle bizden farklı olacaktır.
Muhârip güçler bile ancak güçlü bir milliyet bağına sahip olup hakikî bir ideale yaslandıklarında mücâdele azmi taşırlar. O yüzdendir ki, Körfez Savaşı sırasında Irak’ı işgal eden ABD karşısında Saddam’ın cumhûriyet muhâfızları savaşmadan mağlûbiyeti kabul etmiş, ölmektense düşmanının potinini öpmeyi tercih etmiştir.
Yirminci yüzyılda kurulan bu uydu devletler, sentetik sınırlar içinde yaşamaya mecbur edilen insanlara bir nüfûs cüzdanıyla vatandaşlık bağışlasa da bir âidiyet duygusu ve ortak bir sosyal kimlik kazandıramamıştır. Kazandırması da mümkün değildir zâten.
Emperyalistlerin tarih ve sosyolojiyi dikkate almadan sadece kendi çıkar hesaplarına göre yaptıkları planlamalarla bir yerlere varmak imkânsızdı. Hiçbir gerçekliği olmayan realiteye aykırı sınırlar içinde yaşamaya mecbur edilen insanlardan bir millet olmaları beklenemezdi.
Ayrıca bu ülkenin yakın tarihi kelimenin tam anlamıyla bir katliamlar tarihidir. Halk, Suriye’nin Fransızlardan bağımsızlığını kazandığı 1946’dan sonra çeşitli katliamlara mâruz bırakılmış, bu durum Esad’ın iktidara geldiği tarihten(1971) itibârense gittikçe artarak tam bir devlet terörüne dönüşmüştür. İktidarı ellerinde tutan Nusayriler (%12) asıl çoğunluğu oluşturan Sünni nüfusu (%74) dışlayarak yönetim üzerinde bir tekel oluşturmuştur. Nüfûsun dörtte üçü uzun yıllar boyu görmezden gelinmiş, siyasî ve insânî hakları ellerinden alınmıştır.
Suriye halkının bizden farklı olan tarihî serüveni, sömürge döneminden mîras kalan defolar, demografik yapının birlik oluşturmaya elvermeyen yapısı, yönetimle halk arasındaki doku uyuşmazlığı, halkın yönetimin baskıcı ve şedit tutumundan nefret eder hâle gelmesi ve daha sayılamayacak nice sebep, iç savaş şartlarını hazırlayarak bugünkü ortamın doğmasına yol açmıştır.
Durum böyle olunca da bu insanlar için üzerinde yaşadıkları topraklar kendileri için bir coğrafya olmaktan çıkıp vatan olma husûsiyetini kazanamamıştır.
Neticede böyle bir toplumdan omuz omuza vererek bizim millî mücâdele yıllarımızdakine benzer bir kuvvet teşkil etmesini beklemek abestir. Ayrıca bizim İstiklâl Savaşı yıllarımızda bile halkın çoğunluğu millî mücâdeleye destek verse de yine de ayaklanmalar ve asker kaçağı vak’aları görülmüş ve bu yüzden de İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur.
Bu gerçekleri bilmeden bu insanları suçlayıp kendimizle mukayese etmeye kalkıyoruz. Onlardan bizdekine benzer bir duygu ve mücâdele azmine sahip olmalarını bekliyoruz. Konu hakkında yapılan yorumlar ve Suriyelilere karşı yürütülen linç kampanyası Türkiye’nin bu coğrafyada her şeyden evvel bir beka mücâdelesi verdiğini görmek istemeyenler tarafından üretilen kimi hissî, kimi de Ortadoğu siyasetimizi zaafa uğratmaya dönük kasıtlı bir propagandanın ürünü olan söylemlerdir.
Genel durum ve şartlar bütün zorluklara rağmen sürekli olarak lehimize doğru gelişiyor. Bunu görmemek için idrâk özürlü olmak lazım. İçimizden bazıları yaşanan sıkıntılara bakarak kaderin önümüzde açtığı bu yeni parantezin bizi daha ciddî olumsuzluklarla karşılaştıracağını söylüyor. Hayır, açılan o parantez, bizi müstesnâ bir geleceğe taşıyacak inşâallah. Şerden hayır doğacak bu millet için. Artık Türkiye kendi sınırları içinde müdâfaa devrini kapatmış olup sınırları dışında hakkını arama ve gerektiğinde de savlet etme dönemine girmiştir.