Siyaset hem muhalefeti hem de kendi seçmenini kontrol altında tutmayı gerektiren bir kurumdur. Bunu sağlamak için bazen düşmanları net olarak göstermek gerekirken, bazen bulanık göstermek, bazen de düşman üretmek gerekebilir. Bu gerçeklik, siyaset ahlâk kavramıyla kısıtlanmayacak biçimde sağ – sol, liberal – muhafazakâr anlayış fark etmeyecek biçimde gerekli bir durumdur. Seçmen ne kadar kendi partisinden bunu beklemese bile, çoğu zaman farkına bile varmadan bu tuzağa çekilmiştir. Belli bir siyasi başarı elde etmiş partiler – siz buna iktidar nimeti deyin – artık seçmenin/halkın çıkarından çok, partinin geleceğini ülkenin geleceği ile eşdeğer görüp, parti çıkarı ile halkın çıkarını eşitlerler. Artık ayakta/iktidarda kalmak için bütün yollar mubah olmuştur. Bunun için bütün bürokratik yapılar, sendikalar, odalar ve sivil toplum kuruluşlarının güvenilirliği, partiyle ilişkisine bağlıdır.
Bu yazdıklarımızdan mevcut iktidar partisi veya Kuzey Kore gibi diktatörlük aklınıza gelmesin. Bu genel olarak böyledir. Bunu engelleyecek tek şey, yönetici konumundaki bireylerin ahlaki ve vicdani durumudur. Seçmenin bu konuda yapabileceği bir şey oktur.
Türkiye’de 1950’lerden itibaren, 70 yıldan fazla genel olarak sağ / muhafazakâr hükümetler iktidardadır. (Bürokrasi ve kültürel alanda sol/Kemalist yapının iktidarı hiç bırakmadığını burada belirtmekte fayda var.) Bu hükümetlerin ideolojik söylemlerindeki vaatleri, genelde tarihi ve dini ihtiyaçların karşılanması iken, iktidara gelince gerçekleşenler, ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki iyileştirmeler, kapitalist bakış açısı ile tam bir uyum halinde olmuştur.
Hükümetler mevcut icraatları (sosyal hayattaki görece iyileştirmeler, yol, su, eğitim ve sağlık vs.) ile merkez seçmeni tam olarak tatmin etmese de, sonradan eklenen geniş yığınların oylarını alarak, kendi iktidarlarını sürdürmeyi başarmışlardır. İdeolojik olarak dindar ve milliyetçi kesim ise iktidardan beklentisini sürekli diri tutmuş ve fakat bir türlü o asrı saadete ulaşamamıştır.
Yine ülkemizdeki Menderes, Demirel ve Özal çizgisinden günümüze sağ/muhafazakar iktidarlar, sürekli bu vaatleri önde tutmuş, fakat devletin temel ideolojik yapısından da uzaklaşmamışlardır. Seçmen her dönemde verilen sınırlı paylarla umudunu korumuştur. Ezanın asli şeklinde okunması, Kur’an Kursu ve İmam Hatip Liselerinin açılması, kamuda başörtülü çalışanlara izin verilmesi, Ayasofya’nın açılması vb.
Bu değişiklikler iktidarlar açısından seçmene olduğundan daha büyük kazanımlar olarak sunulmuş, her seçim döneminde adeta onların gözüne sokulmuştur. Oysa faiz düzeni ve bankacılık sistemi, alkol, sigara ve uyuşturucu sistemi, yasal olarak izin verilen kumar ve fuhuş sistemi, rüşvet, adam kayırma, gerek din dışından, gerekse cemaat ve tarikatlar eliyle yapılan din istismarı ara vermeden devam etmiştir ve devam etmektedir.
Bu konular gündeme gelince işte yazımızın başlığı öne çıkmaktadır: “Bunlar, masonların (Siyonizm, rotary, lions, kabala, Levanten, Sabetayizm), Kemalistlerin (laik, seküler, beyaz Türkler, sol, Atatürk milliyetçiliği, ateizm, deizm, derin devlet) ve dış güçlerin (ABD, İsrail, İngiliz, Siyonizm, küresel sistem, petrol) işidir.”
Bu gibi durumlarda hemen hükümete yakın kaynaklar ve basın, bu konuları öne çıkarır ve seçmen bunlara karşı, yeniden “dini ve milli” bir temel anlayış çerçevesinde bir araya getirilir ve iktidarlar sürer gider. Burada iki soru ile karşı karşıyayız:
- Yukarıda sayılan tehlikeler, gerçekte hiç yok mudur?
- Muhafazakâr bir hükümet, gerçekten bu saptırıcıları kendi seçmeninin üzerinde kullanır mı?
Aslında birinci maddede bahsedilen saptırıcılar gerçekten vardır. Sol kesimin ve günümüz lümpen gençliğinin ve sosyal medyada söz sahibi olanların söylediklerinin aksine, bu tehlikeler vardır ve oldukça ciddidir. Her biri çok geniş konular olduğu için tek tek ele almak bu yazının konusu değildir. Bunun doğruluğunu hükümetlerin uluslararası konularda vereceği kararlarda muhalefetin tutumuna, uluslararası siyasi bir meselede, (Filistin, Ermeni sorunu vb) veya çok uluslu şirketler veya bankacılık sistemi ile ilgili kararlarda, dünya devletlerinin tutumlarına bakarak bu tehlikelerin varlığını test edebilirsiniz.
Esas önemli olan ikinci maddeye gelirsek, maalesef bu da gerçektir. Hükümetler Demirel’den günümüze dini ve milli argümanları kullanmışlar, ne zaman adalet sistemi, yoksulluk, ekonomik sistem veya kültürel yozlaşmadan bahsedilse, hemen dış güçler, derin devlet veya uzlaşmaz muhalefet bahane edilerek konu saptırılmıştır.
Bunda seçmenin -konu hakkındaki- cehaleti, medya ve kültürel alanlardaki bilgisizliği, yöneticilere aşırı güveni, devletin kutsallaştırılması ve sendika veya sivil toplum olarak örgütlü mücadeleyi bilmeyişi onu kullanışlı hale getirmektedir.
Son 23 yılda ise muhafazakâr seçmenin “Artık iktidar olduk.” rehaveti, bürokratik ve devlet sisteminin işleyişini kavrayamayışı, modern ekonomik yapı, endüstriyel işleyiş ve uluslararası siyasi ve ticari düzen hakkındaki bilgi yetersizliği, sosyal medya, bilişim sistemleri, sinema ve eğlence dünyası hakkındaki eksiklikleri, sistemi sorgulamasını engellemiştir.
Bu konularda kısmen daha donanımlı olan Fetö yapılanması, muhafazakâr seçmeni etkilemiş, onların desteğini almış fakat iktidarın geldiği kanal ile (Milli Görüş) tam uyum halinde olmadığı için bilinen olaylar patlak vermiştir. Muhafazakâr seçmen, özelde dindar kitleler, hem iktidarın saptırıcıları ve hem de modern dünyanın devasa baskısından kurtulup doğruyu bulabilecek mi? Bunu zaman gösterecek.
======
NOT: Saptırıcılar her kesim için söz konusudur. Mesela Türkiye’de sol kesim için farklı kavramlar ve durumlar saptırıcı olarak öne çıkarılır. Sol ve seküler toplum, ne zaman dinin asli yapısı, geleneksel ahlaki yapılar ve tarihimiz hakkında sorgulama yapmak istese; hemen cemaatler ve tarikatler, Işid gibi gayri İslami yapılar, Ortaçağ Avrupası, Arap dünyası ve Müslüman olduğu bilinen Afrika ülkelerinin yoksulluğu öne çıkarılır. Yine Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm’in yanlışları ile İslam’ın esasları özdeşleştirilerek, dinler aynileştirilmekte, onların dini ciddi olarak sorgulamaları engellenmektedir.