“Bu yazıyı, ülkemizin kıymetli edebiyatçılarından Mustafa Özçelik Hocama ithâf ediyorum.”
Necip Fazıl Kısakürek, “O ve Ben” isimli eserinde Efendisiyle arasında geçen bir konuşmayı nakleder. Abdülhakîm Arvâsî bir gün kendisine şöyle der: “Sende iki şey ifrat halinde: Zekâ ve muhabbet…”
Necip Fazıl: “Her şey itidâl halinde olmalı buyuruyorsunuz. Yâni her şey haddini muhafaza etmeli… Aşkta, muhabbette de mi efendim?..”
Abdülhakîm Efendi: “Ne zannettin ya; o da haddi içinde kalmalı… Yoksa yanar, kül oluruz.”
Biz bir itidâl medeniyetinin çocuklarıydık. Sevgimiz de itidâl üzereydi, nefretimiz de… Geçen zaman hepsini bizden aldı götürdü. Maalesef yirminci asır bize çok pahalıya mâl oldu. En ağır maliyetle kapattığımız yüzyıl oldu. Bu asırda sadece imparatorluğumuzu kaybedip gönül coğrafyamızdan çekilmedik, üst üste gelen derin dalgalar medeniyet kimliğimizin en mutenâ değerlerini de ıskartaya çıkartarak bizi biz yapan incelikleri de yok etti. Keşke yitirdiklerimiz bunlardan ibâret olsaydı. Değerlerimizi güncelleyen muhakeme sistemimizi de kaybettik bu asırda. En büyük kaybımız da o oldu zaten.
Cumhuriyetin bidâyetinde, bize ait olan değerleri reddetmeyi, içine dâhil olduğumuz yenidünyada var olmanın şartı saydık. Ve o dünyada gördüklerimizi almayı da medenî olmanın ölçüsü bildik. Gelenekle modernite arasında denge kuramama, Doğu ile Batı arasındaki zikzaklı hayat maceramız, bizi sağlıklı bir dünya görüşünden mahrûm etti. İki dünya arasında sıkışmışlık, kültürel genetiğimizi bozdu. Bunun hayatımıza dönük yansımasıysa çok vahîm oldu. Atalarımız “Sabırla koruk helva olur.” düstûrunu hayatlarına geçirirken bizler ateşte birazcık fazla kalan çaydanlığın buhar çıkartması misâli sabırsız ve anlayışsız mahlûklara döndük.
Medenî olmak için Avrupa’ya ihtiyâcımız yoktu bizim. Fedakârlık, ferâgat, istiğnâ, sabır, teennî, itidâl, muvâzene… Bunlar öz kültürümüze has değerler olup bizi medenî kılan ölçülerdi. Belki de en önemli özelliğimiz, aşırılıklardan uzak durup heyecânımıza yenik düşmemekti. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövmemekti. Zamanla öyle bir anafora düştük ki, muhabbetimiz birine karşı diğerini tercih etme noktasına sürükledi bizi. İkisini birden sevemezdik zîrâ… Bir değerimizi yüceltirken hâdiselerin sevkiyle karşısına düşen diğerini yerin dibine geçirmeye mecburduk. Dâimâ terâzînin bir kefesi yükseklerde olmalı, diğeriyse gayyâ kuyusunu boylamalıydı. Sanki birinin kemâli diğerinin zevâline muhtâçmış gibi…
Ülkemizin kıymetli ediplerinden Mustafa Özçelik beyefendi, son zamanlarda sıkça görülen popüler bir örnek üzerinden bu ifrât-tefrit psikolojisine parmak basanlardan. Daha doğrusu o psikolojinin artık derin bir zafiyete dönüşmekte olduğuna işâret edenlerden. Geçtiğimiz yıllarda yaptığı bir sosyal medya paylaşımında şöyle diyor:
“Abdülhamid hayranlığı Mehmet Âkif husûmetine dönüşmek üzere… Bu gidişat hayra değil. Nasıl bir kumpasın içine düşüyoruz. Lütfen dikkat edelim. Bir televizyon programında bir doçent şunları söylüyor: 1-Âkif büyük şâir değil 2-Marş için ödül almaması fazîlet sayılmaz.”
O programı ben de izledim. Konu Abdülhamid’di. Fakat programın rotası birden Âkif’in Abdülhamid’e yönelik muhâlefetine çevrildi ve onun üzerinden kıyasıya eleştirildi Âkif. Âdetâ bombardımana tutuldu.
Âkif’in kabahati, Abdülhamid’e olan muhâlefetiydi. Ve bu özelliği, reddedilmesi, yok sayılması, bir kalemde üzerinin çizilmesi için yetiyordu.
Olaya hiç Âkif’in cephesinden bakılmıyor, devrin özellikleri dikkate alınmıyor, bu millete yaptığı hizmetler görmezden gelinerek sorgusuz suâlsiz mücrim ilân edilip bir çırpıda hesâbı kesiliyordu.
Programın devamında daha da ileri gidilerek Âkif’in hayatı ameliyat masasına yatırıldı. Sanki Abdülhamid değil de, Âkif tartışılıyordu. Haddi aşan eleştiriler yapılarak konunun uzmanı olmayan kişilerce büyük şâir olmadığı bile söylendi. Bugün ve yakın geçmişte dahi örneği pek görülmeyen fazîlet timsâli şahsiyeti sıradanlaştırıldı, önemsizleştirildi.
Maalesef bu eğilimin yakın zamanlarda muhâfazakâr câmiada da taraftar bulmaya başladığını, Âkif’in ısrarla çizgi dışına itilmeye çalışıldığını üzülerek görüyoruz. Bir kesim Abdülhamid hayranlığıyla, İstiklâl Marşı şâirimize reddiye yazıyor. Ne yazık ki bu tutumun, bizdeki Kemâlistlerin târih içinde Mustafa Kemal’in karşısında konumlanmış herkesi çizgi dışına itmeye çalışmalarından hiçbir farkı yok. 5816 sayılı kanunun kalkmasını savunanlar, bu tutumlarıyla farkında olmadan adı konmamış yeni koruma kanunlarına zemin hazırlıyorlar. Abdülhamid’in şahsında yeni dokunulmazlık zırhları îcâd ediyorlar.
Cemiyetleri ayakta tutan sadece ortak değerler, manevî kıymet hükümleri değildir. Üzerinde mutâbakat sağlanan şahsiyetler de zamanla toplumun ortak değeri hâline gelerek millî birliğe katkı yapar.
Âkif, muhâfazakâr kişiliği ve şerîattan taviz vermeyen tutumuna rağmen, İstiklâl Marşı ve Çanakkale Şehitleri’nin müellifi olması hasebiyle seküler kesimin de saygı duyduğu, en azından aleyhinde konuşmamaya dikkat ettiği bir isim olarak kazınmıştır hâfızalara. Yani toplumun büyük kesiminin takdir edip üzerinde birleştiği bir şahsiyettir. Bu husûsiyetiyle de, cemiyet olarak bizi birbirimize yakınlaştıran ortak bir değerimiz, bir müştereğimizdir. Kendisinin tahkir ve tezyif olunması bu açıdan da sakıncalıdır.
Abdülhamid de hiç şüphesiz dirâyetli bir hükümdâr ve büyük adamdı. Fakat Cumhuriyet döneminde gölgesi kendisinden daha fazla büyüyerek bir metafora dönüştü ve muhâfazakâr câmianın büyüklüğe karşı duyduğu hasretin sembolü hâline geldi. Fakat ne yazık ki son yıllarda bu muhabbet, belli çevrelerde Mehmet Âkif’e yönelik bir husûmetin de taşlarını döşemeye başladı yavaş yavaş.
Düne kadar adı anıldığında isminin etrafında ihtirâm nöbeti tutanlar, bugün Abdülhamid sevgisinin sarhoşluğuyla Âkif’i hayatlarından sürgün ediyorlar. Bu ne yaman bir tezat, ne büyük bir savruluştur…
Türkiye son yıllarda fazlasıyla kutuplaşmıştır. Bir de Âkif-Abdülhamid karşıtlığı üzerinden yeni bir yarılma ve kutuplaşmayı kaldıramaz. Bu tür yaklaşımlar, millî birlik ve tesânüd duygumuzu güçlendirmez, ihtiyâcımız olan sosyal barışa hizmet etmez.
Evet, Türkiye’nin bütün kültür mes’eleleri, korkusuzca sorgulanmalıdır. Ama böylesine bir taraftarlık psikolojisi ve kutuplaşma mantığı içinde değil…
Tabiî savruluşlarımız yalnızca muhabbetteki ifrâttan da kaynaklanmıyor. Bazen de ayağımızı kaydıran nefretimiz oluyor.
Baba serisinin üçüncüsünde geçen hayran olduğum bir replik vardır. Filmin bir yerinde mafya babası Michael Corleone, haşarı yeğeni Vincent’e şu öğüdü verir: “Düşmanlarından nefret etme! Muhakemeni etkiler.” Yakın zamanda gördük ki, hasma duyulan hudutsuz nefret, sadece muhakemeyi zayıflatmıyor, bazı durumlarda fren mekanizmasını da tümüyle devre dışı bırakarak arabayı uçurumdan yuvarlıyor.
İki yıl kadar önce vefat eden Kadir Mısıroğlu İslâm dünya görüşüne bağlı, inandığı değerler istikametinde yaşayan samîmî bir insandı. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen devrimlerin ciddî bir kültür kıyımına dönüşmesi, benliğinde hudutsuz bir nefrete yol açmış, muhakeme sistemine zarar vermese de kendisini itidâl duygusundan uzaklaştırarak hayatının son deminde O’na; “Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi…” dedirtmiştir. Âhir ömründe bu yüzden çok ağır eleştirilere hedef oldu. Şahsen ben, Mısıroğlu’nun o sözlerinden sonra, nefretin de itidâl üzere olması gerektiğini daha iyi kavradım. Hislerimizi itidâl süzgecinden geçirmemiz gerektiğinin farkına vardım. Abdülhakîm Efendinin; “Her şey haddi içinde kalmalı… Yoksa yanar, kül oluruz.” sözünün şuûruna erdim. Hikmet, evliya kıssalarında değil, yaşadığımız hayatın içindedir. Görmesini bilene…
En az bir asır önce içine girdiğimiz kültür buhranı, değerlerimizi iğdiş etti. Ve zamanla bunun menfî tesirleri toplumun bütün katmanlarına fevç fevç yayıldı. Bugün “Ben Osmanlıyım.” diyen, eski terbiye sisteminden nasiplenmiş şahısların bile bu anafordan kendilerini kurtaramadıklarını görüyoruz.
Bir kişiye duyduğumuz muhabbet muhâlif ve muârızlarına karşı bizi nefret hissiyle doldurmamalı. Ve yine her hâlükârda nefret ve muhabbetimizin bir sınırı olmalı. Her iki duygu da makul hadler içinde yaşanmalı. Açıkçası bu aşırılıklar çağında bir ifrât-tefrit toplumu hâline gelen cemiyetimizin esaslı bir duygu eğitimine ihtiyâcı var. Yeni eğitim sistemimiz, duygu ve düşünce dünyamızı terbiye ederek bizi dengeli bir şahsiyete kavuşturacak öz kültürümüze has değerlerle müzeyyen olmalı. Zîrâ onlar bizim, bir zamanlar gölgesinde nefes alıp verdiğimiz yitik hazinemizdir.
Zafer Erten
Bu güzel Yazınızı derin bir Hissiyat içinde okudum.
Sizi tebrik eder ve teşekkürlerimi bildiririm.
Abdülhakîm Efendinin; “Her şey haddi içinde kalmalı… Yoksa yanar, kül oluruz.” ifadesini Toplumumuzun her Şahsında ve Gönlünde makas bulması ümidiyle. Selamlarımı iletirim.