Sosyal medyadaki yoğun gündem ve övgüler nedeniyle ben de izledim bu diziyi. Dizinin gerçek hayatla örtüşmeyen -zorlama- kesişmeleri tabii ki vardı. Ama buna rağmen diziyi ben de başarılı buldum. Senaryo, görseller, oyunculuk ve özellikle de verdiği mesajlar bakımından başarılı bir dizi olmuş(bu diziyi kusursuz bulduğum ve hiç eleştirmediğim anlamına gelmez, özellikle bazı sahneler!).
Bu dizi hakkında muhtemelen birçok yorum/analiz okudunuz veya okuyacaksınız zaten. Ama benim bu dizide dikkatimi çeken asıl husus şu oldu;
Dizi, modern hayatın kölesi haline gelen -fıtratla mücadele eden- bireylerin çıkmazlarını/çaresizliklerini çok net bir şekilde gösteriyor. Senarist bunu özellikle mi amaçladı? Bunu bilemem ama bu durum çok net olarak görülüyor.
Bu konu daha çok psikiyatrist Peri (Defne Kayalar), psikiyatrist Gülbin (Tülin Özen) ve -ne iş yaptığı belli olmayan, spor salonlarına takılan, züppe- Sinan (Alican Yücesoy) üzerinden işlendi. Ama özellikle de Peri üzerinden.
Peri, seküler-modern bir anne-babanın tek çocuğu. Öğrencilik hayatı boyunca tüm tatillerini Paris ve Roma gibi şehirlerde geçirmiş. Robert Kolej mezunu. Tıp eğitiminden sonra psikiyatri alanındaki çalışmalarını Amerika’da yapmış. Tarzı, giyimi, saçı, makyajı, bakışları, yaşam tarzı, düşünceleri vs ile her halükârda seküler bir birey. Bedenine yatırım yapan, bakımlı modern bir kadın. Meditasyon ve yoga yapıyor. Ve bir psikiyatrist…
Yani eğitimli ve kariyer sahibi. Elit. Modernitenin tüm kutsallarına sahip. Dışarıdan bakıldığında kişiliği oturmuş, dingin, anlayışlı ve oldukça güçlü bir kadın. Ama gerçek öyle değil. Başörtülülere karşı annesinden tevarüs eden önyargıları var, mesleğini yapmasına engel olacak kadar. Dahası yalnız, yapayalnız, mutsuz ve çaresiz bir birey…
Nitekim bu durumunu fazla gizleyemiyor ve psikiyatrist arkadaşı Gülbin’e çaresizliğini hıçkıra hıçkıra ağlayarak itiraf ediyor, hem de yaşadığı/yaşadıkları hayata sinkaflı küfürler savurarak…
Dizinin başından beri Meryem’e terapi yapan, Meryem’e tavsiyelerde bulunan o eğitimli ve güçlü kadın gidiyor, yerini, Meryem’in ziyaretini gözleyen, ondan medet bekleyen çaresiz bir kadına bırakıyor…
Benzer bir çaresizliği Sinan’la gecelik ilişkiler yaşayan psikiyatrist Gülbin ve hatta Sinan’ın kendisi de yaşıyor. Aslında modern hayata köle olan -fıtratla mücadele eden- dizideki herkes yaşıyor bu çaresizliği…
*
Dizinin -ön yargılar, sınıfsal farklıklar vs gibi- başka mesajları da vardı. Ayrıca Jung’dan nakiller yapan, kollektif şuuraltından bahseden hoca da oldukça sevimliydi tabi ama neden bir tane de eğitimli başörtülü yoktu mesela? Değinilecek konular var tabii ki ama ben daha çok bu konuya (modern bireyin cinsel özgürlük mottosuyla sürüklendiği çaresizliğe) odaklandım. Çünkü bu benim gündemimde olan ve ara sıra yazdığım bir konu. Dizi bu yazdıklarımı gayet iyi betimliyor. Bu vesile ile daha önce dile getirdiğim bazı hususları tekrar nakletmek isterim;
Cinsel özgürlüğü savunan -bunu özgürlük sanan- modern birey, aslında kendi ayaklarına kurşun sıkmaktan başka bir şey yapmıyor. Özellikle de sadece bedenine yatırım yapan kadınlar.
Sürekli olarak ve yalnızca bedenine/dişiliğine yatırım yapan bir kadın, kendisini asla kazanamayacağı bir yarışa sokuyor. Bedenini bizzat kendisi tüketim nesnesi haline dönüştürüyor. Ve kısa sürede de tüketiyor/tükeniyor. Çünkü bedeni er ya da geç deforme oluyor. Ve de geriye düşüyor. Bu kaçınılmaz değil mi? Bu, kaybedilmesi kesin olan bir yarış/süreç değil mi?
Erkek veya kadın, yalnızca bedenine yatırım yapan ve günübirlik yaşayan bir birey, aslında kendisine zulmetmekten başka bir şey yapmıyor. Çünkü kişiliğini ve ruhunu yok sayıyor.
Ruhunu tutsak ediyor, ruhuna zulmediyor ama bedeni sayesinde özgürleştiğini sanıyor. Ta ki dipsiz kuyularda uyanana kadar. İşte o zaman da Peri gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ne ki, hayatın neredeyse tamamı akmış ve kaçmış oluyor.