Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 27, 2024

Sedd-i İslâm Edirne’de Tayin-i Nebi ile İnşa Edilen Selimiye’nin Tamiri Tahrifi Olmasın

Edirne’nin seddi İslâm olması, Selimiye’nin tayin-i ve emr-i nebi ile inşası bizzat Peygamber Efendimizin (as) dilinden ifade edilmiştir. Zira Sultan Selim’e rüyasında görünen Efendimiz (as), camiin yerini tarif ederken “….benim himayemde olan sedd-i İslâm Edirnem’de  bir cami yaptırıp sancağımın dibine gel….” buyurmuştur.

Selimiye Camii’nde, 25 Kasım 2021’de başlayan ve 2025 yılında tamamlanması planlanan onarım çalışmaları hızla devam ederken, sosyal medyada ve basında yer alan bazı fotoğraf ve yorumlar üzerine, uzmanlar tarafından yeni bir inceleme yapılarak yol haritası belirleninceye kadar restorasyona ara verildiği ifade edildi. Buna sebep, Osmanlı’nın klasik dönemine ait olan Koca Sinan’ın sanatının zirvesi ve şaheseri olarak tanınan Selimiye’de, Batı menşeli ve daha ziyade Katolik kiliseleriyle özdeşleşen barokvâri süslemelere yer verildiği iddiasıdır.

Edirne Sedd-i İslâm, Selimiye ise Kalkandır

Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un Fethi’nden sonra, Batı Roma’nın başkentinde, bugünkü Vatikan’da bir varlık sembolü olarak 1506 yılında Hıristiyanlığın en büyük mabedi olan Saint-Pierre Kilisesi’nin inşasına başlanmış ve bu inşaatın tamamlanması bir asrı aşmıştır. Engin Beksaç’ın da ifade ettiği üzere Selimiye Camii, Roma’daki mabede bir cevap, Hıristiyan dünyaya bir kalkan olarak Sedd-i İslâm olarak vasıflanan Edirne’de inşa edilmiştir. Avrupa’ya bakan son cemaat yerinin bir yanında ilahi muhafazayı niyaz için Ayetü’l-kürsi’nin diğer yanında cihad ve zafer için Fetih sûresinden ayetlerin bulunması da bu bağlamda değerlendirilmiştir. Edirne’nin sedd-i İslâm oluşu bizzat Peygamber Efendimizin (as) dilinden ifade edilmiştir. Mustafa Efendi’nin Risâle-i Selimiye’sinde Mimar Sinan’ın Mimarnâmesi’ne atfen yazıldığı, Evliyâ Çelebi’nin de zikrettiği üzere, Efendimiz (as) Sultan Selim’e rüyasında, camiin yerini tarif ederken “….benim himayemde olan sedd-i İslâm Edirnem’de bir cami yaptırıp sancağımın dibine gel….”buyurmuştur. (bk. Dr. Rıfat Osman, Edirne Evkaf-ı İslâmiyye Tarihi I, 29) Selimiye’nin sedd-i İslâm olduğu elbette sadece manevi bir tasavvur değil aynı zamanda tarihî bir vakıadır. Zira Selimiye’nin seddi vatan olduğu Kemal Tahir, İsmet Özel gibi pek çok edip, mütefekkir ve tarihçi tarafından da bir vaka olarak da dile getirilmiştir. Denilmiştir ki Selimiye Edirne’de bulunmasaydı bugün Türkiye’nin hududu Edirne değil İstanbul veya boğazlar olabilirdi.  Öyle ise Selimiye aynı zamanda Türkiye’nin tapusudur.

Selimiye’nin Kusursuzluğu

Selimiye kusursuzluğu ile meşhur bir mabeddir. O kadar ki bazı padişahlar huzurunda Selimiye’nin kusursuzluğu hakkında münazaralar tertip edilmiştir. Selimiye’nin altı değil de dört minaresinin bulunması kusur olarak dile getirilmiş ve birçok kimse bunun kusur olmadığını söylemiştir. Bu toplantılardan birinde Rami Mehmed Paşa “Bu cami-i şerifin kusuru Mahrûse-i İslâmbol’da olmayup Mahmiyye-i Edirne’de olduğudur” demiştir. Lakin bu dahi kusursuzluğu gösteren bir kusur olarak nitelenmiştir. Zira camiin yerinin “tayin-i Nebevî” ile belirlendiği hatırlatılmıştır. Nihayetinde gerek müslim gerekse gayrimüslim mimar ve sanatkârlar, yüzlerce şaheser bırakan Koca Sinan’nın sanatının zirvesi olan Selimiye’nin kusursuzluğunda birleşmişlerdir. Şu halde Selimiye’ye yapılabilecek en iyi hizmet mümkün olduğunca onun aslına sadakattir. Hangi mevzuat gerekçesiyle olursa olsun böyle bir eserin esas üslubuna bilerek müdahale etmeye cür’et etmek, yapılan tahrifata göz yummak tarihin asla affetmeyeceği bir gaflet olsa gerektir.

Selimiye’nin Tarihinde Tamirat ve Tahrifatlar

Selimiye Camii tarih boyunca bir takım onarımlar geçirmiştir. Bilinen onarımların ilki 1752 depremi sonrasında 1761-1762 yıllarında; ikincisi ise Abdülmecid döneminde (1839-1861) yapılmıştır. Biri 18. yüzyıl Lâle devri sonrasına diğeri ise Tanzimat dönemine tesadüf eden bu çağlarda, Batı’dan devşirilen barok ve rokoko üslubu Osmanlı’da oldukça revaçta idi. Özellikle Batı kültürüyle yetişmiş Abdülmecid döneminde yapılan ikinci onarımda Selimiye’nin klasik tezyinatına zarar verildiği tespit edilmiştir. İtalyan ustalar marifetiyle yer yer klasik süslemelerin üzeri sıvanmak suretiyle Batı tarzı barok desenlerle bezenmiş, bazen orijinal taksimat korunarak aralara barok motifler ilave edilmiş, bazen de orijinal motifler kaba bir üslupla taklit edilmiştir. Yine bu dönemde mahfel, İtalyan ustalar tarafından gri zemin üzerine barok desenlerle bezenmiş, bazı duvarlarda özgün hali bezeli olmayan taş yüzeyler alçı sıva ile kapatılıp barok motiflerle abartılı biçimde süslenmiştir. Cumhuriyet döneminde bazı onarımlarda camiin orijinalini tahrif eden bu sıvalar büyük ölçüde kazınırken 1978-1983 yılları arasında yapılan onarımda olduğu gibi bazen de baroklaştırma devam etmiştir. Fakat gelen tepkiler üzerine yeni bir onarıma ihtiyaç hâsıl olmuş, 1983-1985 yılları arasında Vakıf İnşaat tarafından yapılan kapsamlı onarımda büyük ölçüde barok desenler temizlenip en alt zeminde tespit edilen özgün kalem işleri ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. (Bk. Nuran Gülendam, Edirne Selimiye Camii Kalem İşleri ve Devir Üslubu, İÜ Doktora Tezi; Ekrem Batır – Abdulkadir Dündar, “Edirne Selimiye Külliyesi’nde 1761-1762 Yıllarında Gerçekleştirilen Restorasyon Faaliyetleri”, Belleten ) Öyle anlaşılıyor ki özellikle 18 ve 19. asırda Selimiye, otantik üslubuyla uyumlu olmayan bir takım barok süslemelere maruz bırakılmış, 20. yüzyılda yapılan tamiratlarda eski tahrifatın izleri büyük oranda silinerek klasik üsluba dönülmekle birlikte, bazı barok süslemeler son restorasyona kadar kalmıştır.

Selimiye, onarım tarihinde ehliyetsiz ve liyakatsiz şahısların elinde daha garip tahrifatlara da maruz kalmıştır. Dr. Rıfat Osman’ın anlattığına göre Edirne valilerinden bir zat, camiin dış kısmına ait bütün duvarları ve külahlarına kadar minareleri kireç ile beyaz renkte badana ettirmiş ve marifetini söz konusu tarihte Tuna Vilayeti valisi iken Edirne’den geçen Mithat Paşa’ya arz etmiş ve tabi ki azarlanmıştır. Daha sonra bu kireçler zaman içinde yağmur ve kar sularıyla yıkanmış bir kısmı da temizlenmiştir. Yine 1883 yılında Vali Kadri Paşa tarafından yapılan bir onarımda mavi, turuncu ve siyah renkler ile yapılan ve hiçbir mimari tarza uymayan nakışlar ile câmi-i şerifin azamet ve mimari güzelliği ihlâl edilmiştir.  Dr. Rıfat Osman kendi döneminde hala mevcut bulunan bu tezyinat için “Bu çirkin nakışlar silinerek eski nakışları meydana çıkarılacak olursa iç görüntüsünün Mimar Sinan Devrine ait güzelliği iade edilmiş olacaktır.” der.

Klasik Eserlerimiz ve Barok Üslûbu

Barok, 17. ve 18. asırlarda Rönesans sonrasında Avrupa’nın kendi dinî, felsefi, siyasi tecrübesinin ve çatışmalarının bir hasılası olarak İtalya’da ortaya çıkmıştır. Barok dönem, zenginlik ve süslemeyi somutlaştırarak Katolikliğin ve krallığın gücünü yansıtıyordu.  Katolik kilise ve krallık, bu sanat tarzını reformist Lutherian hareketleri karşı bir ifade biçimi olarak görmüştür. Katolik Kilisesi, Protestanlığa meyleden ya da yoldan sapan, reformist ve Lutherian hareketlere ilgi duyan kitleleri tekrar elde etmek adına barok süslemeyi, estetik bir unsurdan ziyade dinî imgeleri ve öğretileri dindarlara doğru ve coşkulu bir şekilde anlatmak için kullanmıştır.

18. asırda özellikle Lâle Devri’nde Fransa’ya giden bazı sefir ve saray mimarları gördükleri saray, köşk ve bahçelerin etkisinde kalarak Osmanlı’ya mahsus bir barok üslubunun doğup yaygınlaşmasına vesile olmuşlardır. Özellikle 18 ve 19. yüzyılda yapılan saray, köşk, cami, tekke, türbe ve çeşme gibi mimari yapılarda barok etkisi yaygın olarak görülmektedir.

Bütünüyle barok tarzda inşa edilen yapılar bir yana, 18 ve 19. asırda çağın modasına uyarak, çoğu zaman ecnebi sanatkârlar marifetiyle, tezyinatına şuursuzca boca edilen barok unsurlarla birçok klasik Osmanlı eseri tamir edilirken maalesef tahrif edilmiştir. Bütün mimari eserlerde estetik bütünlük ve uyumu muhafaza etmek mühimdir; fakat söz konusu eser bir mabed ise daha önemli, Selimiye gibi kusursuz bir şaheser ise mecburiyettir. Zira bir mabedde tezyinât, hat, kıraat, musiki, ses ile zihin, kalp, göz, kulak, koku, başka bir deyişle mekân ile insan tam bir uyumla birbirini sarmalar. Eğer bunlardan biri aksarsa bütünlük ve ruh rencide olur. Onun için Abdurrahman Hibri Efendi Selimiye’den bahsederken “Bu camiin iç ve dış mekânları o kadar iç açıcı ve ferahlatıcıdır ki bir eşi ancak Cennet-i Me’vadadır” der. Her medeniyetin kendi inanç, değer ve estetiği üzerine kurulu bir bütünlük ve insicamı vardır.

Aynı medeniyetin iki mahsulü olması sebebiyle barok, kilisede makul olur fakat son günlerde tartışılan Eyüp Sultan Camii’nin mihrabında olduğu gibi camide sırıtır, Müslümanların ruhunu incitir. İlkin bütünüyle barok üslubuna göre inşa edilen Nusretiye veya Nuruosmaniye gibi camileri aynı üslupla restore edebilirsiniz fakat henüz barokun Batı’da bile doğmadığı klasik bir Osmanlı camiine baroku, rokokoyu dâhil ederseniz bu tahlit ve terkip ne sanat ve estetik ne de kültür ve medeniyetle izah edilemeyecek bir tahrif olur.

Uluslararası Restorasyon Mevzuatı

Günümüzde kadim eserlerimizi tamir ederken şikâyet konusu olan tahrifata gerekçe olarak, genelde UNESCO, ICOMOS, ICCROM gibi uluslararası kuruluşlar tarafından hazırlanan “Venedik Protokolü”, “1994 Nara Bildirgesi” gibi dünya kültür mirası alanındaki eserlerin restorasyon ilkelerine dair mevzuat gösterilir. Daha ziyade II. Dünya Savaşı’nda tahrip olan Avrupa’daki eserleri restore etmek üzere hazırlanan bu mevzuat, Batı medeniyetinin kendi değerler sistemi açısından tutarlıdır. Fakat biz, bu mevzuatın ilkelerini esas alarak adı geçen kuruluşların uzmanları eşliğinde medeniyetimizin kadim eserlerini tamir değil ancak tahrif edebiliriz. Prof. Dr. Sadettin Ökten’in de işaret ettiği üzere biz, kendi değerler sistemimizi, sanat ve estetik anlayışımızı esas alan kendimize mahsus bir tamir nazariyatı ve mevzuatı oluşturmak durumundayız. Kaldı ki ecdadımız, asırlar boyunca ayakta kalan bunca eseri inşa etmekle kalmamış sürekli tamir ederek günümüze kadar ulaşmasını temin etmiştir. Bu noktada kendi tarihimizdeki zengin onarım mevzuatı ve tecrübesi de istifadeye gayet elverişlidir.  Türk/İslâm medeniyetinin özbeöz abide şaheserlerinden biri olan Selimiye’yi doğduğu inanç ve değer sisteminden kopararak, kimliğine bütünüyle yabancı bir zemine yaslanan UNESCO dünya mirasına katmakla övünecek bir şuur seviyesiyle, böyle bir mevzuat ve nazariyat ortaya koymamız da kültürümüzün eserlerini tahriften muhafaza etmemiz de maalesef şimdilik bize uzak görünüyor. Önce özümüze dönmemiz, kendimizi tanıyarak kimliğimizi yeniden imar etmemiz gerekir ki tarihi mirasımızı tahrif etmeden tamir etmenin yollarını keşfedebilelim.

Günümüzdeki onarımlarda mümkün olduğunca aslını ortaya çıkarmak yerine, Selimiye’nin onarım tarihinde yer alan tahrifatı ölçü kabul ederek tekrarlamak onun tahrifat tarihine yeni ilaveler yapmak ve bunun vebalini de üstlenmek manasına gelecektir. Yakın zamanda onarımı tamamlanan barokla mustarip Süleymaniye’de de benzer tartışmalar yaşanmış, fakat sonuç alınamamıştı. Süleymaniye’nin başına gelene Selimiye’nin maruz kalmaması niyazımızdır.

Muhammet Altaytaş. (Prof. Dr., Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir