Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Gerçek Ayrıntılarda Gizlidir

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!
                                                              Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Aşağıdaki hâdiseyi, 2017’de kaybettiğimiz bir millet sevdalısı olan merhûm Ahmet Er Beyefendi’den dinlemiştim.

Yıllar önce Ahmet Er, bir valiyle beraber Anadolu’da bir köyü ziyaret eder. Köyde birkaç saatliğine bir ailenin evine misafir olurlar. Ahmet Er, eve girerken ayakkabılarını çıkarır. Valiyse buna lüzum görmez. Misafirlik bitip evden ayrıldıktan sonra ise vali, Ahmet Er’e dönüp evin hanımıyla ilgili şöyle der: “Yahu Ahmet Bey! Sohbet esnasında köylü kadın dikkatle sizi dinliyordu, yani kulağı sizdeydi. Ama bakışları da hep benim ayaklarımdaydı. Neden ayaklarıma bakıyordu, anlayamadım.” O gün Ahmet Er Bey, bahsi kapatırken mükedder bir ruh hâli içinde derin bir “ah” çekmiş ve akabinde de şöyle demişti: “İşte biz bunu başaramadık. Bir Anadolu kadını niçin valinin ayaklarına bakar, onu bilen valilere sahip olamadık.”*

Evet, ne yazık ki valinin iz’an ve irfanı(!) kadının bakışlarındaki mânâyı sökmeye yetmemiştir. O yüzden de anlam veremediği bu durum karşısında şaşkındır. Böyle bir şahıs belki devletin valisi olabilir ama asla devlet adamı olamaz. Zîrâ millet adamı olmadan devlet adamı olunmaz. Ayrıca mesuliyetini taşıdığı insanların hissiyatına bu denli yabancı bir şahsın onların derdiyle hemhal olması da beklenemez.

Kılıçdaroğlu’nun ayakkabılarıyla seccâde üzerinde verdiği poz kamuoyunun gündemine oturdu. Hayli tartışıldı ve daha da tartışılacağa benzer. Bu davranışın arkasında bir sûiniyet aramaksa yanlış olur. Zîrâ kasıtlı bir durum yok ortada. Tamamıyla dikkatsizliğin eseri. Fakat şunu da ifade edelim ki, dikkatsizlik olarak tanımladığımız bu durum, büyük bir resmin yalnızca küçük bir parçası. Ayrıca tartışılması gereken de kesinlikle Kılıçdaroğlu değil. Kendisinin de mensubu olduğu milletin hissiyatına yabancı sakim bir zihniyetin masaya yatırılması gerekiyor. Tartışma onun üzerinden yürürse, işte ancak o zaman büyük resmi görme imkânına kavuşuruz.

Bana göre köylünün evine sellemehüsselâm giren vali portresiyle, sayın cumhurbaşkanı adayımızın seccâde üzerindeki pozu arasında bir fark yok. Her ikisinin de kaynağında yabancılaşma var. Özüne, içinden çıktığı topluma yabancı olma hâli. Kültürünün mukaddeslerinden habersiz yaşama, ısrarla onlardan uzak durma psikolojisi. İşte burada asıl tartışılması gereken de o.

Bazı CHP yanlısı kalemler, konunun çok büyütüldüğünü, ortada bir art niyet olmadığını, ayrıca özür de dilendiğini, kısacası artık bu mes’elenin kapanması gerektiğini söylüyorlar. Fakat konu bir türlü kapanmıyor. Neden mi? Çünkü mes’ele yalnızca seccâdenin üzerine ayakkabıyla basmaktan ibaret değil de ondan.

O fotoğraf karesi, bir kez daha bu zihniyetin dinî konular karşısındaki kayıtsızlığını ortaya koydu. Hissizlik ve duyarsızlığını belgeledi. Ve tabiî cehaletini de… Hem de cumhurbaşkanı adayının kısa bir süre önce muhafazakâr çevrelere yönelik olarak yaptığı barışma-helâlleşme çağrılarına rağmen…

Psikolojide “algıda seçicilik” denilen bir kavram var. Kişi neye önem veriyorsa, hangi değer duygu ve düşünce dünyasında yer etmişse, algıları da ona göre şekillenir. Dikkat ve ilgi alanına girenleri görür, girmeyenleri ise pas geçer. Hattâ çoğu zaman farkına bile varmaz.

Algılarınız milletin değerlerine karşı kapalıysa, pot üstüne pot kırarsınız. O zaman helâlleşme çağrınız da havada kalır. Bu zihniyetin en büyük handikabı, milletin değerleriyle barışık olmaması. Barışamamasının altında yatan sebepse onları kendisine yakıştıramaması. Varlığı açısından bir zül olarak görmesi. İkrâh edercesine uzak durmaya çalışması. Bir şeye karşı alerjiniz varsa, onunla nasıl barışırsınız? Tam aksine uzak durmaya çalışırsınız. Eğer gerçekten barışmak istiyorsanız, öncelikle iç dünyanızda ona karşı beslediğiniz menfî duyguyu yenmek zorundasınız. Nitekim zaman zaman bu zihniyet sahiplerinin ağzından dökülen “Bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam, benim oyum çobanın oyuyla bir olur mu?” türünden hezeyanlar, bu hakikati bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiyor mu? Bir zamanlar bir CHP ideoloğunun söylediği “İslâmiyet denince aklıma çorap kokusu gelir.” sözü ne yazık ki bu yapı içinde hâlâ yaşamaya devam ediyor.

Milletvekili olduğu dönemde mecliste diyanet bütçesi görüşülürken CHP’li vekil arkadaşlarına bu bapta konuşulacak başka hususlar da olduğunu, onların da müzâkere edilmesi gerektiğini söyleyen İlâhiyatçı Yaşar Nuri Öztürk’e bu zihniyet sahiplerinin verdiği cevap şu olur: “Biz laik adamız, böyle din-min mes’eleleriyle uğraşmayız. Laikler bunlarla uğraşmaz. Biz gidelim rakı içmeye.”

Yaşar Nuri Öztürk gibi kişisel özellikleri itibarıyla seküler kesimlere hayli yakın, o kesimlerin de âdeta kendisinden gördüğü bir isim dahi bu yapı içerisinde bunalmış, içine girdiği o lâdînî anlayışı makul bir zemine çekemeyeceğini görmüştür. Nihayetinde de bu kesimin dine karşı olan lâkaydîsi karşısında yanardağ gibi infilâk etmiştir.

Evet, algılarınız neye dönükse onu fark edersiniz. Meclis başkanı olduğu dönemde İsmail Kahraman, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı dolayısıyla Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı bir konuşmada Atatürk’ten bahsetmeyince, CHP sıralarında kızılca kıyamet kopmuş, milletvekillerinin her biri ateş topuna dönmüştü. Çünkü dikkatleri ona dönüktü. Fakat bu zihniyetin, Atatürk ve sözde laikliğe akortlu dikkati, hiçbir zaman için milletin mukaddeslerine dönük olmadı. Çünkü duygu dünyalarında ona yer yoktu.

Ne kadar dine yakın görünmeye çalışırsanız çalışın, yol kazasına uğramaktan kurtulamazsınız. Bunun için camiye gitseniz, dergâha yüz sürseniz, ellerinizi semaya açıp iftar sofralarında dua ve niyâzda bulunsanız bile, detay gibi görülebilecek bir mes’elede sergilediğiniz duyarsızlık sizi hemen ele verir. Yani ansızın takke düşer, kel görünür. Çünkü gerçek çoğu zaman ayrıntılarda gizlidir. Sizin dikkatinizse arka planınız zayıf olduğundan, onları kuşatmaya yetmez.

“Evelallah, bu konuları biz de biliriz.” demeye çalışırken o dünyaya ne kadar yabancı olduklarının tescilidir bu. İslâm kültüründen, cemiyetin referanslarından, yaşanan İslâmî hayattan ne denli uzak olduklarının fotoğrafıdır. Kelimenin tam anlamıyla bir yabancılaşma örneğidir. Pratiklerinin olmaması bir yana, ne yazık ki teoriden de habersizler. Zihinlerinde o âleme ilişkin bir anlam dünyası yok. O yüzden de nerede, nasıl davranılacağını bilmiyorlar.

CHP’yi kuran irade ile onların muakkıbı olan bugünkü elit(!) kadro arasındaki temel fark da burada ortaya çıkıyor: Geçmiştekiler bilir ama yaşamazlardı. Bugünküler ise bilmediklerini yaşamaya çalışıyor.

Bu zihniyete mensup elitlerin kahir ekseriyeti aynı hastalığa giriftar. Problem kesinlikle bilip de yaşamamaktan kaynaklanmıyor. Keşke öyle olsaydı. Çünkü yaşamayan değil, bilmeyen insan bu kadar basiretsiz olur. Gaf üstüne gaf yapmalarının sebebi de o zaten. Çünkü bilmeye, öğrenmeye istekli değiller. Ayrıca hiçbir zaman için de olmadılar.

Uzun yıllar önce bu zihniyetin sözcüsü mevkiindeki bir gazeteci eskisinin İsmet Paşa’yı dindar göstermek için söylediği; “İsmet Paşa aslında çok dindar biri idi. Laiklik açısından hassas olduğu ve dini gösteriş vesilesi yapmamak için kendileri Cuma namazını evinde gizlice ve yalnız başına kılardı.” lakırdısıyla yine bu zihniyete mensup olan günümüz siyasî figürlerinden birinin miting meydanında sarf ettiği; “Ben beş vakit namaz kılıyor falan değilim ama her gün Allah’a şükür on beş yaşından beri Cuma namazı kılıyorum.” herzesi dünden bugüne bu yapı içinde hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor.

Camiye gitme alışkanlığı olmayan, namaz kılmayan bir adam dahi cenaze geçerken ayağa kalkar. İçinden çıktığı sosyal dokuyu tanır ve nasıl davranacağını bilir. Bu zihniyetse bu konularda tepeden tırnağa cahil. O yüzden de hiç durmadan toplumun sinir uçlarına dokunuyor.

Bu çukurdan çıkabilmekse sanıldığı kadar kolay değil. Format atmak gerekiyor. Tabiî öncesinde ise esaslı bir mıntıka temizliğine ihtiyaç var. Zîrâ onu yapmadan format atamazsınız. Onu yapabilmekse oldukça zor. Kemalizm, laiklik, irticâ gibi içini dolduramadıkları, kendilerinin bile mânâsından habersiz oldukları bir yığın defoyu temizlemek hiç de kolay değil.

Eğer milletle gerçekten barışmak istiyorsanız evvelemirde onun hissiyatına derin bir vukufunuzun olması gerekir. Ondan sonra da Hak huzurunda kozmik bir tövbe yapıp kendinizi yeniden inşâ etmek zorundasınız. Şayet bunları yapmadan milletle helâlleşebileceğinize inanıyorsanız, bilin ki bu çok büyük bir yanılgıdır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi seccâde üzerinde verilen poz, büyük bir resmin küçük fakat anlamlı bir parçası. Eğer bu zihniyetin bugüne kadar olan sabıka kaydı yalnızca ondan ibaret olsaydı, kimse bundan dolayı yargılanmazdı. Ama kazın ayağı öyle değil. 

Bugün bu güruhun yapmaya çalıştığı ise kendisini ait hissetmediği bir dünyayı taklit etmeye çalışmak. Hâlbuki taklidin bile başarılı olması, kişinin taklit etmeye çalıştığı varlığa benzemeyi gerçekten istiyor olmasına bağlı. Bu zihniyetse bugüne kadar beğenmediği, kerih gördüğü ve hattâ bir zamanlar baskı ve cebir yoluyla kendisine benzetmeye çalıştığı bir kesime benzemeye çalışıyor. Hem de ne için? Oy uğruna… 

Devlet tiyatrolarının belirli dönemlerde sahnelediği mevsimlik oyunlar vardır. Birkaç ay süren bir temsilden sonra oyun sahneden kaldırılır. Bu benzeme gayretinin de mevsimlik bir parodiden hiçbir farkı yok. Yani seçim sonrası yine eski tas eski hamam… 

Fukaralık yalnızca maddî konulara has bir kavram değil. İnsanoğlu tavır ve davranış itibarıyla da fukara olabilir. Kendi kültürünün mukaddesleri önünde ise bu kadrolar fazlasıyla fukaradır. Millî-manevî mukaddeslerin şekillendirdiği şahsiyet tipi karşısında ise sadece bir zavallıdır.

Ey milletin değerleriyle kavgalı zihniyet; ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol! Ama üzerine oturmayan bir kıyafeti sakın giymeye kalkma. Çünkü üzerinde eğreti duran o kıyafetle olsan olsan ancak bir mizah ögesi olursun.

Şu da çok iyi bilinsin ki bu aziz millet, içinde art niyet barındırmasa, tümüyle cehaletin eseri dahi olsa, ayakkabılarıyla seccâdenin üzerine basan bir zihniyeti kesinlikle kendisine baş yapmayacaktır.

* Ahmet Er Bey’i ilk defa 5 Kasım 1995 günü Kütahya Kültür Sarayında gerçekleşen Büyük Birlik Partisi Kongresi’nde dinledim. Vali ile ilgili anekdotu da o gün kendisinden işittim. Rahmeten vasia…

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir