Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Mart 19, 2024

Deprem Metafiziği – I

Varlığının ve sahip olduklarının kaynağını düşünmeyen, şükretmeyi aklına getirmeyen müstağni karakter, bunlardan bir kısmının kaybı durumunda Yaradan’a isyan eder. Yokluk/ölüm en büyük musibetlerden olduğu gibi varlık/hayat da en büyük nimetlerdendir. Nimeti verene şükre ihtiyaç duymayan inkârcı/nankör, kötülük veya musibetle karşılaştığında Tanrı’ya isyana ve hesap sormaya kalkışmaktadır. Öyle ise kötülük ve musibetlere isyan, ateizme delil olabilmekten ziyade, inkâr ve istiğnanın doğurduğu bir sonuçtur.

Kötülük Problemi Açısından Âfetler

Kötülük problemi olarak anılan, “mutlak iyi olan bir Tanrı ile dünyada kötülüklerin nasıl bağdaştırılacağı” meselesinin, Antikçağ’dan bu yana düşünce tarihinde tartışılageldiği bilinmektedir. Felsefede daha ziyade kötülük, dinde ise musibet olarak ifade edilen kavram insanın başına ansızın gelen her türlü “felâket, dert, sıkıntı, eziyet, zorluk” anlamlarında kullanılır. “Seyyie, belâ, âfet, şer” kavramları da benzer manaları ifade eder. Âfet deyince, başta ölüm olmak üzere hayatı tehdit eden hadiseler akla gelir; nihayetinde mesele, hayatın ve ölümün manasında düğümlenir. Öncesinden ve sonrasından bağımsız olarak varlığa/hayata mana bulmanın imkânsızlığı hayata, ölüme ve âfetlere kendisini aşan metafizik bir muhteva katmayı zorunlu kılmıştır. Varlığın maddeye (materyalizm), insanın bedene (Darwinizm/Freudizm), bilginin bilime (pozitivizm), hayatın dünyaya (sekülerizm), Tanrı’nın doğaya (Deizm/mekanizm) indirgendiği insan merkezli (antroposentrizm/hümanizm) anlayışa yaslanan, Aydınlanma metafiziğinden itibaren, daha da merkeze gelen kötülük meselesi, giderek ateizmin en meşhur argümanlarından biri haline gelmiştir. Dünyada bulunan kötülükler, “gücü ve iradesi sınırsız, merhametli bir Tanrı’nın inkârına” delil olarak öne sürülmüştür. Buna göre eğer âdil, kâdir ve merhametli bir Tanrı olsaydı, kötülükleri, haksızlıkları engellemesi gerekirdi. Kötülükleri engelle(ye)mediğine göre tarif edildiği bir Tanrı olmadığı iddia edilmiştir. Özellikle geniş kitleleri etkileyen âfetlerden sonra kötülükmeselesi yeniden alevlenir. Meselâ 1 Kasım 1755’te Portekiz’in başkenti Lizbon’da meydana gelen ve 60 ile 100 bin arasında insanın öldüğü tahmin edilen depremden sonra Fransız Devrimi ve Aydınlanma’nın öncü isimlerinden olan Voltaire (ö. 1778), “Depremin ilahi adaletle bağdaşmayacağını, tamamen bir doğa hadisesi olduğunu” iddia etmiş ve bu konuda etkileri günümüze kadar uzanan “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir” kaleme almıştır. İlk planda makulmüş gibi görünen, “Kötülüklerle, âdil ve merhametli bir Tanrı’nın bağdaşmayacağı” önermesinin, tarihi vakıa ve insanlık durumu ile karşılaştırıldığında gerçeklikle uyumlu olmadığı görülecektir:

1. Kötülükler/âfetler gibi Tanrı da insanlık tarihinin ve ortak hafızasının evrensel bir gerçekliği olarak hep var olagelmiş ve öyle görünüyor ki var olmaya da devam edecektir. Eğer bu iki gerçeklik, ateistlerin iddia ettiği gibi, birbiriyle mütenakız/çelişik olsaydı bu ikisinin insanlığın ortak tarihi gerçekliğinde ve hafızasında berberce var olmaması, birinin diğerini yok etmesi gerekirdi. Şu halde gerçeklik, ateizmin bu teorik iddiasını geçersiz kılmaktadır. 

2. Düşünce tarihinde ve özellikle de varoluş felsefesinde en büyük musibet/kötülük olarak bilinen “ölüm, ıstırap, savaş, âfetler” gibi kaygı ve endişe sebebi olan, insana geçiciliğini, sonluluğunu ve acizliğini hatırlatan sınır durumlara, basireti açık olarak girdiğinde kişi, bizzat kendi olarak varolma, Hakk ve hakikati fark etme imkânıyla karşılaşır. Bunun için esaslı filozof ve sanatçılar felsefe ve sanat; “Ölmeyi öğrenmektir”, “İflas etmekte iken Tanrı’yı tanımaktır” veya “Ölmeye hazırlanmaktır” demişlerdir. İnsanda ölüm şuuru ve kaygısı olmasaydı, ne din ne felsefe ne de sanatın bulunmayacağı ifade edilmiştir. Ölüm hayatı sonlandırsa da ölüm şuuru hayatı besler. İnsanın hayat bilinci ve kalitesi ancak ölüm şuuru kadardır. Modern dönemde olduğu gibi ölümün örtülmesi, unutulması veya hayattan kovulması aynı zamanda hayatın da öldürülmesine yol açmıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran ölüm şuuru, sonlu ve geçici olan hayatı anlamlandırma ve derinleştirme faaliyetlerinin, dinin, sanatın ve felsefenin en esaslı ve bereketli kaynağı olarak görülmüştür. Özetle başta ölüm olmak üzere, hayatı tehdit eden bütün kötülükler/musibetler, iddia edildiğinin aksine, gerçekte insanı Tanrı’dan uzaklaştırmak bir yana, Hakk’a ve hakikate yönlendirir. Bu sebeple hayatî bir tehlike anında, mesela yer sarsıldığında en seküler görünen insanın bile ağzından ilk önce “Allah, Bismillah” lafızlarının döküldüğüne hep şahit olmuşuzdur.

3. Bütün yıkıcılığına ve dehşetine rağmen su ve ateş gibi deprem de özü itibariyle kötü değildir; ateş yangına, su sele, deprem de yıkıma sebep olup insana zarar verdiğinde kötülük ve âfete dönüşür. Öte yandan su ve ateş gibi depremin yeryüzünde hayatın devamı, toprakların bereketi vs. için ne kadar hayati önemde olduğunu da bilim adamları açıklamaktadır. Şu halde asıl “kötülük” deprem değil, “Hayatı deprem gerçeğini göz ardı ederek inşa etmektir.” Benzer şekilde “kötülük” olarak isimlendirilen, hayatın bir gerçeği olan ölüm ve musibetler de ibretle değerlendirildiğinde bir açıdan büyük bir rahmete, hayatı biyolojik/hayvani düzeyden manevi/insani seviyeye yükseltmeye vesile olabilmektedir. Şu halde, “Sorun ölüm değil, geçici hazları yüce değerlere tercih ederek hayatı ölmeyecekmiş gibi organize etmektir” denilebilir.

4. Tarihi tecrübemiz, hayatın ve ölümün, iyiliğin ve kötülüğün sırrını, hikmetini ve manasını kendi bilgi imkânlarımızla bütünüyle kuşatmaktan aciz olduğumuzun şahididir. Fakat aklımızı ve kalbimizi kullanarak, gerek kâinattaki gerekse Kitab’taki ilahi işaret ve âyetlere kulak kabartarak bu konuda tatmin edici, sağlam bir kanaat ve inanca kavuşma imkânından da mahrum değiliz. Öte yandan Tanrı’yı inkârın, yeryüzündeki kötülükleri ortadan kaldırmadığı ve bize daha tutarlı bir açıklama getirmediği gibi âfetlerin açtığı derin acıları dindirmeye ve yaraları sarmaya da katkı sağlamadığı bilinmekte/görülmektedir. Buna mukabil musibetler konusunda din kadar tutarlı ve tatminkâr bir açıklamaya, ilâhi takdir ve inayete iman kadar sağaltıcı bir devaya henüz şahit olunmamıştır.

Aydınlanma metafiziğinden itibaren, daha da merkeze gelen kötülük meselesi, giderek ateizmin en meşhur argümanlarından biri haline gelmiştir. Dünyada bulunan kötülükler, “gücü ve iradesi sınırsız, merhametli bir Tanrı’nın inkârına” delil olarak öne sürülmüştür.

Varlığının ve sahip olduklarının kaynağını düşünmeyen, şükretmeyi aklına getirmeyen müstağni karakter, bunlardan bir kısmının kaybı durumunda Yaradan’a isyan eder. Yokluk/ölüm en büyük musibetlerden olduğu gibi varlık/hayat da en büyük nimetlerdendir. Nimeti verene şükre ihtiyaç duymayan inkârcı/nankör, kötülük veya musibetle karşılaştığında Tanrı’ya isyana ve hesap sormaya kalkışmaktadır. Öyle ise kötülük ve musibetlere isyan, ateizme delil olabilmekten ziyade, inkâr ve istiğnanın doğurduğu bir sonuçtur.Buna mukabil varlığının ve sahip olduklarının kaynağının kendisi olmadığını, yaratılmış olduğunu idrak eden mümin ise Yaradan’a minnet ve şükran duyar. Musibetle karşılaşınca da sabreder. Bu sebeple ilk sûresinin ilk ayeti hamd/şükür ile başlayan Kitab’ımızda şükür ile iman, nankörlük ile küfür ve isyan neredeyse eş anlamlı olarak kullanılır. Şu ayet-i kerime ve hadis-i şerifler musibetler karşısında tarif etmeye çalıştığımız mümin ve müteşekkir karakter ile münkir ve müstağni karakterlerin tavrının tasviri gibidir:

 “Şüphesiz, kendini müstağni (kendine yeterli) görünce, insan azar/haddini aşar.” (Alak sûresi 6-7)

 “İnsanın başı derde girdi mi Biz’e yalvarır, ama sonra ona tarafımızdan nimet verince: “Ben bilgi ve becerim sayesinde bu serveti elde ettim” der. Hayır! Bu bir imtihandır, ama çokları bunu anlamazlar.” (Zümer sûresi 49)

Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, (nimete) şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) 

(Devam edecek: “Kader Açısından Âfetler”)

Muhammet Altaytaş/Prof. Dr., Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

Daha Fazla

1 Yorum

  • ozan
    ozan

    Allah razı olsun hocam çok güzel bir yazı olmuş. Rabbim asıl musibetin kendisi olan “küfür” tehlikesinden cümlemizi muhafaza eylesin.

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir