Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Roma’dan Gördüğüm İstanbul

2015 yılının yaz mevsiminde Avrupa’ya bir seyahat gerçekleştirdik. Önce başkent Roma da dâhil olmak üzere Napoli’den Venedik’e kadar İtalya’nın en önemli şehirlerini, daha sonra da Macaristan’ın başkenti Budapeşte gibi orta Avrupa’nın mücevheri kıymetindeki bir şâheserini gördük. Gezilerimiz detaylı değil, panoramik karakterliydi. Her bir şehre ayırdığımız zamansa ya bir gün ya da ondan bile daha kısaydı. Tefrîk ve temyîz kudretine sahipseniz eğer bazı şeyleri anlamak, idrâk etmek ve vicdan muhâsebesi yapabilmek açısından bu sınırlı zaman bile kâfidir sizin için.

On birinci Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül Beyefendi cumhurbaşkanı olduğu dönemde Roma’yı ziyaret etmiş ve sonrasında da duygularını şöyle ifade etmişti: “Şehrin yüzlerce yıllık ihtişâmlı binaları, meydanları ve sokakları öyle korunmuş ki, ne bir gökdelen, ne de bir AVM var.” O günlerde bazı kalem sahipleri kendi köşelerinden Sayın Gül’ü zımnen de olsa eleştirmişler ve “Sayın Cumhurbaşkanı siyasete girmeden önce Paris’i, Roma’yı ve Londra’yı görmedi herhalde.” diyerek serzenişte bulunmuşlardı.

Zât-ı devletlerinin izhâr ettikleri hayret ve hayranlıkla karışık duygunun bir benzerini Roma’yı ve diğer İtalyan şehirlerini gezerken doğrusu ben de yaşamadım değil. Hırs, açgözlülük ve amansız bir iştihâ ile yok ettiğimiz, daha doğrusu özünden kopardığımız beldelerimiz geldi hemen aklıma. Rant sevdâsıyla kimliksiz ve nesebi gayrı sahîh piç mimârînin, en sefîl ve pespaye örneklerinin bir ur gibi kadîm şehirlerimizin tarihî dokusuna musallat olup onları tahrip ettiği gerçeği âdeta bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Gönlüme çöken ağırlığı eşim de dâhil tur arkadaşlarıma belli etmedim ama imparatorluk başkentimizi ve rûh kökünden kopardığımız şehirlerimizi düşündükçe içim kan ağladı.

Roma’nın buram buram tarih kokan sokaklarında adımlarken “Vah İstanbul’um, vah! Yazık olmuş sana!” diyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Kendi küçük dünyamda, bir gün İstanbul’un hesâbını Roma’da göreceğim zihnimin ucundan bile geçmezdi. Ancak Roma’yı gördükten sonra fark edebildim yakın tarihte üzerimizden ne ağır bir silindir geçtiğini. Başımıza çöreklenen felâketin büyüklüğünü, yaşadığımız rûhî ve kültürel sahadaki travmayı, irtifâ kaybımızın azametini bütün dehşetiyle hissettim orada.

Koruyamadığımız emânetleri, talan edip hurdaya çıkarttığımız tarihî mîrası düşününce iktisadî kayıplarımız bile gözümde küçüldü. Hattâ kaybettiğimiz imparatorluk coğrafyamız dahi nazarımda önemsizleşti. Çünkü bir gün o kayıpları yerine koyabilirdik. Peki, ya yok ettiğimiz medeniyet mîrasımız, yol açmak için fütûrsuzca yıktığımız ecdâd yadigârları ne olacaktı? Îmâr faâliyeti adı altında Sinan’ın eserlerine bile kıyan vandallığın telâfisi mümkün müydü? Ya bütün bu sefâletimizin gerçek sebebi olan rûh fukaralığını ne yapacaktık? İşte bütün bu sorular Roma kaldırımlarını arşınlarken bir heyûlâ gibi çöktü zihnime. Hoyratlığın kucağına atılıp nisyâna terk edilenler, üzerime üzerime geldi.

Hattâ zaman zaman bahsedilen fakat üzerindeki sis perdesi bir türlü aralanamayan Lozan’ın gizli maddelerinden biri de kültür ve medeniyet düşmanlığıyla mefâhirimizin sistemli ve sinsi bir şekilde yok edilmesi midir, diye de düşünmeden edemedim.

Meydanlarında, bulvarlarında, sokaklarında dolaştığım Roma’da dikkati çeken en önemli özellik, bütünlük şuûrunun mevcûdiyetiydi. Yani klasik devirden kalma bir binanın yanında yükselen modern bir mimârî örneği yoktu kesinlikle. Tarih kokan bir yapının yanına kondurulmuş yeni stil bir apartman ya da AVM’yi göremezdiniz orada. Şehrin eski bölümü her şeyiyle eskiydi ve bir bütün hâlinde korunuyordu. Gerçek Roma da orasıydı zâten. Sadece Başkent’te değil, uğradığımız bütün İtalyan şehirlerinde aynı büyülü tabloyu seyrettik. Macaristan’ın tâcında da yine benzer bir ihtişâmla selâmlandık. Gezdiğimiz bu şehirlerin hiçbirinde tarih, gökdelenlerin arasından başını çıkarıp varlığını isbâta çalışan bir istiklâl mücâdelesi vermiyordu. Şehirlerin siluetine uzaktan nazar ettiğinizde gözünüze çarpan en temel hakikat buydu.

Roma’da gezerken Askeri Tarih Müzesi’nin de önünden geçtik. Görkemli bir yapı olan müze daha sonradan yapılmış. Şehrin korunan, otantik bölümünde yeni bir binanın yapılmasına haklı olarak karşı çıkılmış. Bunun üzerine müze, tarihî dekoru bozmayan eski stil bir mimârîyle inşâ edilmiş. Yani bütünlük şuûru burada da kendisini göstermiş ve göz estetiğini bozacak bir ucûbeye izin verilmemiş. Mimârîsine baktığınızda binayı, sanki antik devirden kalma sanırdınız.

Hep duyardım; Avrupa’da şehrin eski bölümleri bir bütün olarak korunur, modern mimârî onların semtine dahi uğrayamaz, yeni yerleşimler de o tarihî mîrasın etrafında teşekkül eder. Bu gerçeği Roma, Milano, Floransa ve hattâ Budapeşte’de bizzât müşâhede ettim. İtalyanlarla Macarlar antik ve klasik kültürün en nâdîde örneklerini bütünlük şuûrunu öne çıkaran büyük bir îtinâyla korumuşlardı. Antik devirden kalma eserlerle klasik devrin müktesebâtı, yani asırların mîrası büyük bir uyum içerisinde koyun koyuna yaşıyordu. “Bütün yollar Roma’ya çıkar.” denir. Cihâna hâkim bir imparatorluk nizâmının mihrâk noktası olan bu kadîm şehir hâlâ eski haşmet ve asâletiyle dimdik ayaktaydı.

Şâhit olduklarımız bunlardan ibâret de değildi. İki şehir arasında yolculuk yaparken yakınından geçtiğimiz Ortaçağdan kalma kasaba ve köyler vardı. Uzaktan fırlatılan bir bakış, onların bile asâlet ve şahsiyetini muhâfaza ettiğini görmeye yetiyordu.

Bu gezi bana mukayeseli bakış açısının önemini fark ettirdi. İstanbul kadar eski bu kadîm şehirleri gördükten sonra yüzleşebildim ancak kendi hakikatimizle. Tarihî dokusunu koruyan bu şehirlerin havasını soluyunca anladım, zaman içinde ne kadar şedîd bir kültürel erozyona marûz kaldığımızı.

Türk vatanının incisi olan İstanbul’u azîz ecdâdımız âdeta bir kuyumcu titizliğiyle işlemişti. Boğaziçi Medeniyeti dediğimiz, görenlere rûh ve gönül saâdeti bahşeden zarâfet, tarihle tabiatın izdivâcıydı. Bu iki unsurun buluşmasıyla Âsitâne, efsûnlu bir mânâ iklimine kavuşmuştu. İstanbul sadece denizle toprağın değil, tarih ile tabiatın da visâle erdiği bir yeryüzü cennetiydi. Tabiî ona bu çeşniyi Türk’ten başkası katamazdı. Tabiatın emsâlsiz ikrâmı, üslûp sihirbazı Türk’ün maddeye şekil vermekteki dehâsıyla çiftleşince görenleri kendisine meftûn eden bir güzellik doğmuştu. İşte biz o güzelliğe kahrettik en evvel.

Neleri isrâf ettiğimizi görmek için İstanbul’un eski fotoğraflarına bir göz atmak yeter. Manzaranın ne kadar değiştiğini, daha doğrusu zaman içinde birçok güzelliğin rant canavarı tarafından nasıl yutulduğunu fark edebilmek için 1920’lerden itibâren on yıllık aralarla belli semtlerin ve özellikle de Boğaziçi’nin kartpostallarını yan yana dizerek seyre dalmak, bize bu mes’elede net ve kat’î bir fikir verir. O muhteşem tarihî siluetin, nasıl altı kaval üstü şişhane bir kepazelikle yer değiştirdiğini rahatlıkla anlarız o zaman.

İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sonunda işgal edildi ve beş yıla yakın bir süre boyunca da esâret zilletine dûçar oldu. Ama bu zaman zarfında İngilizler, tek bir ecdâd yadigârına dahi ilişmedi; yıkmaya, tahrip etmeye tevessül etmedi. Belki yangın ve depremlerde bile İstanbul, bu kadar ağır darbeler almadı. Otantikliğine halel gelmedi. Ama siyasîlerimizin sözde îmâr(!) siyasetiyle, makamları büyük fakat dünyaları küçük bazı fırsat avcılarının rant karşısında sürekli tuş olmaları bizi bu seviyeye mahkûm etti. Elimizdeki en büyük açık hava müzesini hırsımıza kurban ettik.

Bazı yetkililerimiz ısrarla İstanbul’u bir marka hâline getireceklerini söylüyorlar. İddia sahiplerine soruyorum: Acaba Roma ya da Floransa, sahip olduğu tarih mîrası ve bütünlüğü bozulmamış şehir silueti ile bugün bir marka değil midir? Dersaâdeti marka şehir yapabilmek için Boğaz’ın kalbine gökdelen nâmlı hançerleri saplayarak Âsitâne’nin büyülü manâ muhtevâsına kıymak mı gerekiyordu? Yoksa Napolyon’un cihânın başkenti olmaya nâmzed gördüğü bu şehri, özellikle de Boğaziçi’ni, tarihî dokusunu koruyarak geleceğe taşımak, onun değerine değer katmak olmaz mıydı? Bugün Üsküdar sırtlarından Avrupa yakasına baktığınızda yerden göğe doğru uzanan bloklar tarafından Boğaziçi’nin tarihî kimliğinin kirletildiğini görürsünüz. Aynı noktadan yönünüzü sola doğru çevirdiğinizde yani Suriçine doğru nazar ettiğinizde ise yakın zamanlara kadar lâtif bir manzara okşardı bakışlarınızı. Fakat bugünlerde rant canavarı oraya doğru da uzanmış durumda. Mavi Câmi’nin arkasından bir hilkat garibesi yükseliyor artık. İnsan düşünmeden edemiyor: Acaba bu toplumun geçmişten geleceğe bütün saflığıyla korunmuş bir hâtırası kalmayacak mı?

Necip Fazıl “Canım İstanbul” şiirini 1963’te yazmıştı. Şimdi o şiirin mısrâları arasında dolaşırken İstanbul’u tahayyül edebilmenin imkânı var mıdır? Orhan Veli misâli gözlerimizi yumarak İstanbul’u, dinleyebiliyor muyuz bugün?

Türkiye’de kendisine “muhâfazakâr” denilen bir zümre var. Ekseriyetle, muhâfaza etmesini pek bilmeyen, daha ziyâde kâr peşinde koşturan, hamâsetle yoğrulmuş bir insan topluluğu bu. Estetikten yoksun, tarih bilincinden uzak, korunması gereken medeniyet mîrası ile rant arasında tercîh yapmak durumunda kaldığında kılıfına uydurarak dâima ikincisini tercih eden bu insan malzemesiyle biz, bugüne kadar neyi, ne ölçüde muhâfaza edebildik? Bunun bir muhâsebesi yapılmış mıdır?

Cumhuriyet dönemi muhâfazakârlığımız ne yazık ki köklü bir tarih ve kültür şuûruna dayanmıyor. O yüzden de kadük ve işlevsiz… Muhtâç olduğumuz nefes, gönül coğrafyamızdaki yirmi iki bin eserin rölövesini çıkartıp millî hâfızaya geçiren Ekrem Hakkı Ayverdi gibi bir uçbeyinin manevî derinliği ve aşk ahlâkıdır.

Artık bu toplumun sessizliğini bozup muhâfazakârlığını sorgulamasının vakti gelmiştir. Hiçbir şeyi “muhâfaza” etmeyip ancak kestirmeden “kâr” etmenin peşinde koşan, atasından kalan evi bile ocak olarak değil de emtia olarak gören bir zihniyetin üzerinde bu sıfat, emânet elbise gibi durmuyor mu? Türkiye’deki muhâfazakârlık, yok ederek “kâr” etmenin peşindedir. Bu zümre ne zaman gerçek kazancın “muhâfaza” ederek “kâr” etmekte olduğunun şuûruna erer ve bunu dert edinirse işte ancak o zaman üzerinde eğreti duran o sıfatı hâk eder.

İki bin yıl önceki Sezar’ın Roma’sı hâlâ “Ben varım.” diyor. Ya beş yüz yıl önceki Fatih’in İstanbul’u? Konstantin’in Yeni Roma adını verdiği o anlı şânlı şehir… Tabiatın ikrâmından İstanbul kadar nasîbi olmayan Roma’nın sâkinleri kıymetini bilip onu korumuşlar. Biz ise İstanbul’u zarâfet ve zevk-i selîmin değil, yozluğun ve hoyratlığın ellerine teslim ettik.

Vakti ve imkânı olan muhibbânımıza gidip görmelerini tavsiye ettiğim Budapeşte ve bütün İtalyan şehirleri, bilhâssa da Roma, kent kültürü ile tarih bilincinin bütünleşerek hayat bulduğu örnek şehirlerdir. İki dünya harbi geçirmiş olan Avrupalı, mâzîsinin üzerine titrerken cumhuriyetin ilânından bu yana savaş yüzü görmemiş bir toplum, medeniyet mîrasını kendi eliyle tıraş etti.

Bir tarihi yok etmek için sadece bir dozer yeterlidir. Yeniden bir tarih yazmak içinse asırları devirmek gerekir.

Daha Fazla

2 Comments

  • Hakan Temiztürk
    Hakan Temiztürk

    Eline sağlık üstadım.

    Cevapla
    • M. Haldun Sönmezer
      M. Haldun Sönmezer

      Teşekkür ederim.

      Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir