Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Ahmet Arslan ve Taha Abdurrahman: Akıl-İman Ayrımı mı Akıl-İman Bütünlüğü mü?

Ahmet Arslan ile Taha Abdurrahman’ı mukayese etmek istemezdim doğrusu. Biri ateist; diğeri mümin. Ama ortak bir noktaları var: Aklı kullanmak, din felsefesi yapmak. Şimdi bu meseleyi gördükten sonra hangi bakışın daha derinlikli olduğunu siz okuyucuların takdirine bırakacağım:

Ahmet Arslan ve onun gibi düşünenlere göre mesele kısaca şöyledir: Tanrı akılla ispat edilemez. Tanrı sadece bir iman konusudur, inanılır o kadar.

Evet, hepsi bu kadar. İman irrasyoneldir, saçmadır, akılla işi yoktur. Zengin bir hayal ürünü olabilir, şiirsel bir şey olabilir, ama akılla işi olamaz. Böylece bu insanlar inanma külfetinden kendilerini kurtarmış sanıyorlar. Dahası inananları da kuru bir hayal ve hurafe peşinde koşmakla nitelemiş oluyorlar.
Görüldüğü gibi burada imandan akıl tamamen nefyedilmiştir. Yani diğer bir ifade ile fideizm denilen şey. Bu anlayış bize Hristiyanlık tarihini anımsattırıyor. Ama oraya girmeyeceğiz.

Peki gerçekten böyle midir? Akıl ve iman yan yana gelemeyecek iki olgu mudur? İman, tamamen irrasyonel bir şey midir?

Taha Abdurrahman’a göre bu ayrımın birbirini gerektiren dolayısız iki anlamı vardır:
a) Birincisi akılda imanla ilgili hiçbir şey yoktur.
b) ikincisi ise imanda akılla ilgili hiçbir şey yoktur.

Şimdi bu durumların hangi varsayıma dayandığını, bu varsayımların çürüklüğünü ve bu çürütmeyi ayrıntılı bir şekilde ortaya koyalım.

Mezkür akıl-iman ayrımı özel bir varsayıma dayanır. Bu varsayımın bir kısmı aklın açık delillere dayandığı ve bu delillerin mantıksal şartlar gereğince sıralandığında, kesin ve bağlayıcı olduğudur. Bu akla soyut akıl denir. Bu varsayımın ikinci kısmı, imanın delilden yoksun olduğu ve bu durumun ancak inananları bağlayan taklidi imana götürdüğüdür. Buna da taklitçi iman diyelim.
Ancak bu varsayımı şu iki gerçek çürütmektedir:

Birincisi akıl, delili olmayan bir şeyi araç edinebilir. (Bunu aşağıda açıklayacağız) Bu da mezkür ayrımın ilk anlamını, yani akılda imanla ilgili hiçbir şey olmadığı kısmını çürütür.
İkincisi iman, delile sahip bir şeyi araç edinebilir. Bu da ikinci anlamı, yani iman da akılla ilgili hiçbir şey olmadığı kısmını çürütür.

Şimdi bu iki çürütmeyi ayrıntılı bir şekilde izah edelim.

  1. Akıl da imanla ilgili hiçbir şey yoktur.
    Soyut veya daraltılmış akli delildeki her görüşün mutlak şekilde kanıtlanmadığı gerçeğini dikkate alırsak, birinci anlamın yanlışlığı ortaya çıkar. Gerçek şu ki, bu delilde kanıtlanmamış önermeler görüyoruz. Delilin dayandığı bu kanıtlanmamış önermelerden bazılarını zikredelim. Bu önermeler pek çok bakımından felsefi varsayımları oluşturan belli kabuller (müselleme) diye alınır: Bu kabuller ya açıkça taklitle ya bir başka delille yahut bir başka bilimde ispatlandığı iddiasıyla yahut da ispatlanacağına ilişkin kanıta gelecekte ulaşılmasının mümkünlüğü iddiasıyla varsayım diye ifade edilir. Yine bu önermelerden kaynaklanan sonuç veya sonuçlara ulaşmakta kullanılan kural ve kuralları da zikredelim. Bu kurallardan bir kısmı taklitle alınmış, diğer bir kısmı da delilin düzenlendiği mantıksal sistem dışında kanıtlanmış kanunlardan elde edilmiş olabilir. Dolayısıyla bu önermelerin hepsi varsayım konumunda bulunabilir. Bu varsayımın mutlak varsayım ve şartlı varsayım olmak üzere iki tür olduğu malumdur. Mutlak varsayımın yapısı, bütün zamanlarda bütün delillerden yoksun kalmasıdır. Şartlı varsayımın yapısıysa, belirli bir zamanda delilden yoksun kalmasıdır.
    Varsayım, bir görüşün bütün zamanlarda veya belli bir zamanda delil olmadan kabul edilmesidir. O halde varsayım, mutlak veya şartlı şekilde taklitçi iman cinsindendir. Bundan da soyut akli delilin bir miktar taklitçi iman, yani son tahlilde soyut akıl anlamında aklî olmayan kararlardan bir miktar içerdiği sonucu ortaya çıkar. Buna ilaveten soyut aklın varlıklarla ilişki kurmak için bir yol seçmesi, açık bir imanı seçimdir. Nitekim bazı modern akılcılık teorisyenleri bu bağlamda akla imandan, yani soyut akla imandan bahseder. Bunun gerekçesi, bu aklın varlığına ve doğruluğuna ilişkin kanıtlamanın, kendisinin dayandığı ilke ve değerleri reddeden kimseyi ikna edememesidir. Böylece soyut akıl, varlığının ve doğruluğunun ispatı için bir başka akla, kendisi gibi soyut olmayan seviyece kendisinden aşağı değil, üstün bir aklı ihtiyaç duyar. Aksi halde tek yapabileceğimiz vahye inandığımız gibi bu aklın varlığına ve doğruluğuna inanmaktır.
  2. İmanda akılla ilgili hiçbir şey yoktur.
    Bu anlamın yanlışlığı, bütün dini hakikatlerin taklit yoluyla varsayım şeklinde kabullenilmediği veya her dini hakikatin sunulma bağlamında veya bir başka bağlamda kendisini ispatlayan kanıttan bağımsız olmadığı veyahut hiçbir şekilde kanıtlanması mümkün olmayan özel bir içerik taşımadığı anlaşıldığında ortaya çıkar. Gelgelelim delilin yollarının var olduğu yerde aklın görünümlerinin mevcudiyetini kabul ettiğimizde, dini metinde (yani imanda) bu akli görünümlerden bir miktar bulunduğu sonucu çıkar. Şöyle ki, dini metin mükelleflere hitap eder. Teklifin şartı ise bilindiği gibi akla sahip olmaktır. Bu durumda dini metnin hitabı, akıllı yetişkinlere yöneliktir. Bu metnin bir taraftan kendi delillerini anlamaya çağırırken, diğer taraftan, aklı şart koşmaması ve bu şartı en güzel şekilde yerine getirmemesi düşünülemez. Bu yüzden dini metnin emir ve haberlerini ulaştırırken çok sayıda delil, kanıt, işaret ve mesel kullandığını görürüz. Bunlardan bir kısmı soyut aklın mantıksal şartlarıyla uyumlu olduğu için soyut akla indirgenebilir. Diğer bir kısmı ise indirgemeyi kabul etmez, aksine, soyut aklın yerine getiremeyeceği özel kanıtlama şartlarıyla soyut olmayan bir başka akıl tarafından elde edilmesini gerektirir.
    Bununla birlikte dini metinde bu delil ve mesellerin çeşitliliğinden başka bir şey daha vardır ki, bu ayrımı benimseyenlerin, dini metindeki dini anlamı indirgemelerine ve genelleştirmenin sebep olduğu yanılgıya düşmelerine yol açmaktadır. Bu şey, onların soyut kanıtlamalarının imkan vermediği yollara iman etmeye teşviktir. Böylece onlara göre iman, delilsiz inanç konumuna yerleşmektedir. Halbuki onların bu tanımı ancak taklitçi imana denk gelmektedir. Taklitçi olmayan imana gelince, onların bildiği soyut düşünceden değil, bilmedikleri soyut olmayan düşünceden, bir başka deyişle genişletilmiş düşünceden alınmış delillere dayanır. Bu özel imanî deliller hakkında soyut düşünce kanununu uygulayacak olsak, yanılır ve şüphelere düşeriz. Açıktır ki, genişletilmiş akıl, rehberlik edilmiş akıl ve desteklenmiş akıl diye isimlendirdiğimiz şeydir. Buna göre genişletilmiş düşüncenin soyut akılla ispatlanmış gerçekliklerden akılcılık bakımından aşağı kalmaması gerekir. Aksi halde, genişletilmiş aklın, soyut aklın kanıtlayamadıklarını ispatlama gücünü dikkate aldığımızda, genişletilmiş düşünce bu gerçekliklerden akılcılık bakımından daha yüksektir.

O halde şimdi, dini metnin kendisine dayandığı bu genişletilmiş aklın imanla çatışmadığını açıklayalım.

Bir kere ifade edelim ki, Kur’an’da akıl, öz veya cevher anlamında değil de, fiil şeklinde olup, anlama-kavrama fiili de kalple doğrudan ilişkilidir.

  1. Akli fiil, aslında diğer idrak fiillerinden kopuk değildir. Bu durum duyu veya vicdanın fiilinin, örneğin akli fiiller alanına girmediği şeklindeki hakim inancı çürütür, çünkü duyu ve vicdanın fiili de az veya çok kendi ölçüsünde akli fiilin izlerini taşır.
  2. Kalbin akli fiilinin, diğer fiillerdeki varlığı, onların idrak durumunu etkiler ve onların idrak edemedikleri şeyleri yahut idrak edemedikleri şekilde veya ölçüde idrak etmelerini sağlar ve bu idrak; algılama, anlama veya bilme şeklinde gerçekleşir.
  3. Kalbin akli fiili, idrak fiillerinin, nesnelerin dış yüzeyini idrakten iç yüzünü idrake, hatta bu idrakin de üzerine yükseltir. Bu da o fiilin Allah’ın insanı kendisine uygun yarattığı fıtrata uyduğunda söz konusudur.
    Bu gerçekliklerden hareketle, genişletilmiş aklın kendisinde idrak güçlerinin eşleştiği akıl olduğu, bu idrak güçlerinden her birinin, biri dışsal güç veya duyusal güç ve içsel güç veya manevi güç olmak üzere iki güçten teşekkül ettiği ortaya çıkmaktadır. Dışsal güç nesnelerin sadece dış yüzlerini ve kanunlarını idrak eder. İşte bu soyut akıl adını verdiğimiz güçtür. Çünkü onda dini amelde bulunma şartı yoktur. İçsel güce gelince bu güç nesnelerin iç yüzlerini ve sırlarını idrak eder ve onda dini ameli gerçekleştirme şart koşulur. Bu gücü ancak rehberlik edilmiş akıl veya desteklemiş akıl elde edebilir.

Kur’an’da bu ikili idrak yapısını destekleyen ayetler görüyoruz. Örneğin, işitme, biri dış ve diğeri iç işitme olmak üzere iki türdür. Bu, şu ayeti desteklemektedir: “işitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi fakat işittirseydi bile onlar yüz çevirerek dönerlerdi.” Görme, biri dış ve diğeri iç görme olmak üzere iki türdür. Bu, şu ayeti desteklemektedir: “onları doğru yola çağırsanız işitmezler ve onları sana bakar görürsün Oysa onlar görmezler.” Akıl da iç akıl ve dış akıl olmak üzere iki türlüdür. Bu şu ayeti desteklemektedir: “Sana karşı çıkanlar hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu, ama gerçek şu ki gözler kör olmaz lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” Zira onların kalpleri nesnelerin sadece dış yüzlerini görürler ama nesnelerin hakikatlerini ifade eden iç yüzlerine gelince bu kalpler onların idrakinden tamamen engellenmiştir.

Buna göre bu iki güce, yani iç akla ve dış akla yer veren aklı kazanmak gerekir. Bu yer veriş kalp ilk fıtratındayken kalbin aslından yardım olarak alınır. Bu yardım alma, akıl, rehberlik edilme derecesinde durursa maksatlar, anlamlar ve değerlerden ibaret olur. Akıl, desteklenme derecesine ulaştığında ise sırlar, nurlar ve ruhlardan ibaret duruma gelir. Bütün bunlar soyut akla farklı derecelerde ilişen eksikliği giderir. Kur’an’ın söylemenin bu hususta tefekkür, tedebbür ve tezekkür gibi güçlü bir şekilde tekrarlama, çoğaltma ve alma anlamlarını ifade eden yapıları olan fiil kullanması garip değildir. Çünkü bu fiiller, aklı, varlıkların dış yüzeylerini kavrayan ilk idrakten, varlıkların iç yüzlerine nüfuz eden, şeyleri var kılarak ve onlara yardım ederek kendisini gösteren Yaratanın bilgisine ulaşan son idrake yükseltmede yoğun çaba sarf etmeyi gerektirir.

Taha Abdurrahman’ın buraya kadar dediklerini kendi anladığım kadarıyla şu şekilde ifade edebilirim: Bir açıdan bakıldığında akılda iman yoktur. Akıl ile iman yan yana gelmez. Aklın alanı ve delillendirmesi farklı; imanın alanı ve delillendirmesi farklıdır. Akıl ile iman gerekseydi her akıllı kişi iman ederdi. Ama durum böyle değil. Sanki bu durumda imanın akılla olmayacağı kabul edilebilir gibidir. Peki gerçekten böyle midir? Aklın imanda mutlak bir fonksiyonu olmasa dahi bir dereceye kadar da mı fonksiyonu yoktur? Ayrıca imanda fonksiyonu olmayan bu akıl hangi akıldır? Hemen ifade edelim ki, bu akıl soyut akıldır. Soyut akılla yetinildiğinde gerçekten bu akılla iman gerçekleşmez, bir arada olmaz da… Zira bu akıl sınırlıdır ve hakikati külli anlamda kavrayamaz. Başka akılların devreye girmesi gerekir. Böyle baktığımızda aklın sadece soyut akıl olmadığını görürüz. Soyut akıl bizi bir noktaya kadar götürebilir. Bu soyut akla, zihnin aklı diyelim. Bu noktadan sonra bizi götürecek zihnin aklı değil, kalbin aklıdır. Buna sezgisel akıl da diyebiliriz. Sanki şöyle olmaktadır: Varlığı düşünmek suretiyle akıl belli gerçekleri kavrayabilir, bir noktaya kadar gelebilir. Ancak varlığın hakikatini tam idrak edemeyebilir. Bu anlamıyla bizde mevcut soyut akıl eksik kalmaktadır. İşte tam bu noktada kalbin aklına, sezgisel akla ihtiyaç vardır. Bu akıl, ancak eşyadaki örtüyü kaldırıp hakikati açığa çıkarabilir. Buna din dilinde “hidayet” demek de mümkündür. Hidayet bir noktaya kadar akılla gelinen yerde bir sıçrama yapıp hakikatle buluşmaktır. Bu sıçrama ise sezgisel yolla olmaktadır. Çoğu bilimsel keşiflerin bu şekilde olduğunu hatırlarsak mesele daha iyi anlaşılır. Bilim adamı deney yapar yapar, ancak bir sonuca ulaşamaz. Tam ulaşamadığını zannettiği bir noktada bir sıçrama oluşur ve sonunda sezgisel bir yolla buluşunu gerçekleştirir. Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Tanrıya salt akılla ulaşılmaz. Ancak Tanrı’ya akılsız da ulaşılamaz. O zaman aklın bizi götürdüğü bir nokta vardır. Akılla bu noktaya gelmeden olmaz. Hatta bu şarttır. Ama hakikatin keşfi için bu şart, yeterli değildir. İşte bu noktada soyut aklı, çıkarımsal aklı, zihnin aklını aşıp kalbin aklıyla, sezgisel akılla olaylara yaklaşmak gerekir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir