Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Nisan 23, 2024

Sinan Canan Hakkında

Sinan Canan, beyin araştırmaları ile öne çıkmış, belli bir saygınlık da kazanmıştır. Ancak dinle ilgili söyledikleri sınırları aşmak kabilinden. Kendisi de zaten sınırları zorladığının hatta aştığının farkında. Bu yazıda -biraz uzun olacak ama- onun nereye -savrulduğunu mu söylesem, bilemedim- evrildiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım:

Sinan Canan, insanın inanç sahibi olmak zorunda olduğunu belirtir. Ona göre herkeste ister Tanrı’ya olsun ister tesadüfe olsun bir şeylere inanma eğilimi vardır. İnançlar bireyin hayatını devam ettirmesi için bir motivasyon kaynağı hâline gelmiştir ve bundan dolayı evrimsel olarak önem arz eder. Homo sapiens inanmak zorunda olan bir canlıdır. İnsan; yapılandırılmış, kurumsal bir din olmasa da bir inanç yaratmak zorundadır. Canan, inanmanın bir anlamda fıtri olduğunu söyler. Ateist de bir şeye inanır.

Buraya kadar güzel. Ancak sorular var… “Kurumsal bir din olmasa” da ne demek? Kilisevari bir örgütlenmeyi mi kastediyor yoksa bizzat din olgusunun kendisini mi? Yani Allah’ı, kutsal kitabı, peygamberi mi? Bunlar deizmin ayak sesleri gibi. “İnanç yaratmak zorunda olmak” ne demek? İnsan derken herkes mi kastediliyor? Müslüman inancı kendi yaratmıyor; bir peygambere bağlanıyor ve dini/inancı ondan öğreniyor. Başkaları kendi inancını yaratabilir. İnanç formu herkeste var; içini birleri bir şekilde doldurabilir. Ama herkes aynı şekilde doldurmaz.

Canan’dan şu soruyu sormasını ve cevabını vermesini beklerdim: İnsan inanmak zorunda, iyi de niçin inanmak zorunda olan bir varlık? Niye inanacak, inanmasa olmaz mıydı? Hayvanlar inanmıyor. İnsan niye inanacak? Onu böyle programlayan niye insana inanması gerektiğine dair bir yazılım yüklemiş tabiri caizse? Peki şu ifadeye ne demeli: “İnançlar bireyin hayatını devam ettirmesi için bir motivasyon kaynağı hâline gelmiştir ve bundan dolayı evrimsel olarak önem arz eder.” “İnançların evrimsel olarak önem arz etmesi” de ne demek? İnanç evrimsel, irade evrimsel, bilinç evrimsel… Bunun sonu nereye varacak? İnsanı farkında olmadan (!) determine mi ediyoruz? Özgür irade nerde? Yukarıdaki soru sorulmasa inancı da diğer her şeyi de evrimle açıklamak mümkün. Ama yaratıcı mutlak bir güce inanan insan böyle açıklayabilir mi? Batılı evrimcilerin her gün yazdıklarının tekrarından başka bir şey değil tüm bunlar. “İnançlar bireyin hayatını devam ettirmesi için bir motivasyon kaynağı hâline gelmiştir.” ne demek? İnancı psikolojiye indirgeme çabası bu! Motivasyon kaynağı çok; inanç da onlardan biri olsun sadece demek. İnancın insanı motive ettiği doğrudur ama inancı motivasyon kaynağına indirgemek doğru değil. Ateistlere bir şekilde inancı izah etmek veya şirin görünmek için mi bütün bunlar?

Canan, bir de madalyonun öbür yüzü olduğunu söylemekte: Belirli dinî inançlara gönülden bağlı olan insanlar en saf hâliyle diğer insanların da o inanç sitemine mensup olmalarını isterler. Neden? Hakikati kendi inançları temsil ediyor da ondan. Onun için diğer inanç mensupları yanlış yoldadır ve doğru yola davet edilmek durumundadırlar. Böyle bir durumda propagandaya maruz kalan farklı inanç grupları hemen tepki verirler. Canan burada Müslümanları örnek vererek der ki: İnançlarımızı başkalarına tebliğ ederek onlara iyilik yaptığımızı düşünürüz. Fakat başkaları bize inançlarını anlatmaya kalktığında bunu dayatma ve kötülük olarak algılarız. Türkiye’de Hıristiyan misyonerlerine karşı oluşan tepkiler bunun göstergesidir. Neredeyse tüm insanlar inançları ve inançlarının tutarlılığı konusunda pek emindirler. Zihinlerimizdeki boşluk doldurma sistemi bunu sağlayan en önemli araçlarımızın başında gelir. (Bk. İFA: Sınırları Aşmak, s. 45)

Canan’ın bu açıklamaları teessüf ettirecek kadar ilginç! Verilen örneğe bakar mısınız: Hıristiyan misyonerleri… Acaba misyonerliğin siyasi veya sömürgeleştirici başka misyonları olabilir mi? Misyonerlik, salt dinî anlatmak olarak mı algılanıyor? Afrika’ya giden misyonerlerin meşhur “İncil-toprak kıssası” var. Salt dinî tartışma olacaksa Hıristiyanlar neden inançlarını ortaya koymasın ki? Buna kim karşı çıkabilir? Kaldı ki tarihte bu tartışmalar olmuş. Müslümanlar onlara ilmî reddiyeler yazmış, onlar da Müslümanlara… Hem de en hakaretamiz ifade, yazı, kitap ve söylemlerle… Ehl-i Kitap veya diğer din mensuplarıyla Müslümanların birlikte yaşama tecrübesi tarihen müsellem bir hakikat. Batı zihniyeti henüz kâmilen bu aşamaya gelememiş. Konuyla ilgili tarihsel veya felsefi yazılacak çok şey var ama burada mesele bu değil.

Misyonerlikle ilgili kısa bir bilgi vermenin çok faydalı olacağını düşünüyorum: İslam’daki tebliğ ile Hıristiyanlık’taki misyon konusuna değinmemiz gerekir. İslam geleneğinde dinin insanlara duyurulması ve tanıtılmasına “tebliğ” ve “davet”, bu faaliyeti üstlenen kişiye “tebliğci” denilmektedir. Ancak Hıristiyanlık’taki misyon ve misyonerlikle İslam’daki tebliğ ve davet anlayışı arasında derin farklılıklar bulunmaktadır. İslami tebliğ ve davette yalnızca doğruların ilan edilip insanlara duyurulması hedeflenirken (Mâide, 67; Nahl, 125) misyonerlikte amaç insanların vaftiz edilip Hıristiyanlaştırılmasıdır. (Matta, 28/19-20) Dolayısıyla misyonerlik, sadece Hıristiyan inancının ifade edilip duyurulmasını amaçlayan sıradan bir tebliğ olayı değil, Pavlus’un da vurguladığı gibi “ne yapıp edip insanların Hıristiyanlığa kazandırılması” faaliyetidir. (Korintoslular’a Birinci Mektup, 9/20)

Bu anlatılanlar bize şunu gösteriyor: Misyonerlik faaliyeti masum bir tebliğ faaliyeti değildir. Dolayısıyla misyonerliğe verilen tepkiler de bir insanın salt dinî inançlarını anlatmaya verilen tepki cinsinden değildir. Diğer taraftan Canan, inançları açıklamaya çalışıyor ancak her tür inancı da eşitlemiş oluyor. İslam’ın burada bir ayrıcalığı yoktur. İslam, hakikat iddiasında bulunuyorsa diğer inanç mensupları da kendi inançlarının hakikat olduğunu kabul ediyor. Bugünün Müslümanını, “büyük anlatıları” inkâr eden postmodernliğin etkilediğini biliyoruz fakat Canan’ın tavrı özü anlamaya değil kabuğu yorumlamaya/eleştirmeye yönelik bir tavır. Peki bir Müslüman olarak bizim hakikate bakışımız nasıl olmalıdır? İnancını göreceli mi kabul etmelidir? Bu, sadece bizim hakikatimiz midir yoksa evrensel bir hakikat midir? Evrensel olan insanın beynine veya fıtratına kodlanmış “bir inanca sahip olma” özelliği midir sadece? Herhangi bir inanç beşeri insan kılmaya, kâmil ve erdemli olmaya yetmekte midir? Bu tarz soruların cevabı indirgemeci ve genellemeci bir yaklaşımla sadece nörolojik ve psikolojik bir “inanma ihtiyacı” ile veriliyorsa burada bir art niyet aranabilir.

Canan şöyle devam ediyor: İnançlar bizim için neden bu kadar önemli? Tabiatımızın önemli bir kısmı diğer hayvanlarla ortaktır. Öte yandan beynin aşırı büyümesi ve algı ile tepki devreleri arasında çok fazla miktarda alternatif yolun gelişmiş olması, insanın zihinsel dünyasının çok zengin ve ilave arayışlara muhtaç olmasını beraberinde getirmiştir. İnsan, soyut kavramlarla düşünebilme yeteneğine sahiptir ve bu insanın en temel ihtiyaçlarından biri “olan bitenlere tutarlı bir anlam” vermek isteyişidir. Gelişmiş bir zihinsel donanımın bu ihtiyacı hiç de küçümsenecek bir şey değil. Ancak bundan sonra gelen cümle ile işi evrime bağlamaktadır: Milyonlarca yıllık evrimsel süreç sonucunda anlam arayan, bütün olan bitenleri bir amaca bağlamak isteyen zihinlerin ortaya çıkışı hikâyemizi bu kadar dramatik yapmıştır. (Bk. İFA: Sınırları Aşmak, s. 47)
Eşcinselliğe fıtri olarak bakan (www. sinancanan.net/cinsel_islevler_beyin_escinsellik/) Canan’ın bu tarz açıklamaları, bilimsel olarak yaptığı teknik izahların dışında hiçbir yorumuna itibar edilemeyeceği, güvenilemeyeceği gibi bir sonucu karşımıza çıkarıyor. Beyin-inanç ilişkisi konusunda burada aktarılan bilgilerin Batılıların yaptığı ve vardığı sonuçlardan herhangi bir farkı yoktur. Daha önce Tanrı Beyni adlı kitaptan aktardığımız bilgilerle bu yargılar birbiriyle örtüşmektedir. (Yakında çıkacak kitabımızda bu tartışmalar var)

Sinan Canan’ın bir teistik evrimci olduğu biliniyor. Evrimin başına “Yaratıcı” koymayı yeterli görenlerden biri. Dahası evrimi kabul etmeyenleri hafiften alaya alan biri. Said Nursî’nin insan-ı kâmil ile ilgili ifadesini evrim şeklinde anlayanlardan biri… Çok daha kötüsü, evrimi reddedenlerin Kur’an’ı inkâr etmekle karşı karşıya kalacaklarını iddia eden biri… Kur’an’la ilgili söylediklerini şu ifadeleriyle mukayese edelim: “Evrimi bilmek, anlamak için biyolog olmak zorunda değilsiniz; fakat nasıl ki tıpla ilgili meselelerde doktorun dediğine, fizikle ilgili meselelerde fizik bilginlerine dikkat kesiliyorsanız, evrim ve biyoloji söz konusu olduğunda da sözü biyologlara, tabiatta çalışan insanlara bırakmalısınız. Din adamları, felsefeciler ve düşünürler, bu tip konularda ancak bilimin bulgularını bilerek konuşurlarsa hakikat anlamında doğru bir nokta yakalayabilirler.” (www.sinancanan.net/akli-karisik-muslumanlar-icin-minik-bir-evrim-kilavuzu/)

Evrimci ateist olsa da ürettiği bilime saygı duyulması gerekir. Bize onun ateistliği değil bilimi lazım, bilimini alırız, başına “Yaratıcı” koyarız olur biter. Mesele bu kadar basit demeye getiriyor. Evrimin tartışmalı olması, bulguların yanlış yorumlanması, yer yer fosiller üzerinde sahtekarlık yapılması, bilimin (gözlemlenebilir, yanlışlanabilir, modellenebilir gibi) temel ilkelerine uymaması, bazı bilim adamlarının buna karşı olması, bu anlayışın arkasında güç odaklarının olması, üniversitelerin karşıt görüşlere özgürlük tanımaması, bilimsel bir kanun hâline gelmemiş olması… Peki ya bunlar ne olacak? Tamamen materyalist bir bakış açısıyla inşa edilen bir anlayış tek bir bilimsel görüş olarak mı kabul edilecek? Din adamları, felsefeciler içinde biyolojik süreçleri bilerek evrimi reddedenler var.

Peki Canan, hâl böyle iken evrime mutlak hakikat olarak nasıl sarılabiliyor? Üstüne üstlük inkâr edeni Kur’an’ın Bakara suresi 85. ayetini kabul etmemekle karşı karşıya bırakıyor! Dikkat ederseniz inkâr etmekle suçluyor, yorum yapmakla değil. Sadece bu nükte bile Canan’ın nasıl karıştırdığının bariz göstergesi. Bahsettiği şey, Allah’ın cansız maddeden (toprak, çamur) canlı yaratmasını, o canlıyı dallanıp budaklandırarak evrimle terbiye etmesini ifade eden ayeti inkâr etmek… İlave olarak evrimi araştırmayı emreden (!) ayetin inkâr edilmesi… Hangi ayet bu? Ankebut suresi 20 ayet: “De ki: Yeryüzünde dolaşın, Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün.” Evrimi reddeden, bu ayetleri inkâr etmiş olacağından muhakkak Bakara 85. ayetteki tehdide muhatap olacaktır. Bunu söylemek için de herhâlde Canan gibi bir İslam âlimi (!) olmak gerekecektir! Peki Ankebut suresi 20. ayet evrimi araştırmayı mı emrediyor? Peygamber dâhil sahabe, tabiun ve sonraki kuşaklar evrimi inkâr etmekle karşı karşıya! Oysa Ankebut suresi 20. ayetin siyak sibakına bakıldığında müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerine karşılık böyle buyrulduğu hemen anlaşılır. Burada müşriklerin yaşadıkları zamanda canlıların nasıl yaratıldığına bakmaları istenmektedir, yoksa evrim sürecinin ilk halkası olan ilk canlının yaratılmasını araştırmaları değil. Müşriklerin böyle bir araştırma yapmaları mümkün mü? Değil. Hatta müminlerin de değil. Allah’ın onlardan yapamayacakları bir şeyi istemeleri aklen doğru mudur? Değildir. Ama kâinattaki düzende yaratma, öldürme ve tekrar diriltme olaylarını gözlemlemek mümkün. Toprağa atılan bir tohum nasıl ağaç oluyor? Kışın yaprakları dökülen ağaç yazın nasıl yemyeşil açıveriyor? Bunlar nazara verilmektedir. Gezip görülmesi, şahitlik edilmesi gereken olaylar bunlardır.

Başa dönelim: Önemli olan beyinde veya fıtratımızda bir inanç eğilimin olması değil. Bunu zaten aşağı yukarı herkes kabul etmektedir. Önemli olan benim bir Müslüman olarak kabul ettiğim inançlarımın gerçekliğidir. Tam da bu noktada Canan şu soruyu sorar: İnançlarım ne kadar “gerçek?” İnançların hepsi anlaşılır ve insani şeyler. Bunda şüphe yok. Peki inançlarımızın “gerçek”liğine bakınca acaba ne göreceğiz? İnançlarımıza dair temel bilgileri ailemizden ve sosyal çevremizden alırız. Yani inançlarımız kültüreldir. Kabul ettiğimiz veya reddettiğimiz inançların kökeni bizzat bu “sosyal piyango”dur; çünkü neredeyse sonsuzda bir ihtimalle denk gelebilecek bir kombinasyonun içine rastlantısal olarak doğmuş durumdayız. Neyin içine doğduysak ona tabi olur veya ondan kaçmak için enerji harcarız. Kabul ettiysek “nihai doğru”, reddettiysek “en büyük yanılgı”. Bu bizim için artık o inanç siteminin ve içerdiği her şeyin özetidir. Çok az insan okur yazar olduktan, aklı başına geldikten sonra bir durup da inançlarının kökenini araştırmaya, doğruyla yanlışı ayırt edip kendi inancına dair incelikli sorgulamalara girmeye cesaret edebilir. Zordur bu. İnançlar esasen eleştiriye kapalı konulardır. Eleştiri, düşüncelerin akıl ve mantık süzgecinden geçirilmesidir. Hâlbuki inançlar çoğu kere düşünce ve gözleme dayanmaz. Bir konuda herhangi bir inanca sahip olmamak diye bir iddia da temelsizdir. Zira hayata anlam veren kabullerimiz ister bir Tanrı inancına ister her şeyin kaza eseri veya tesadüfen ortaya çıktığı fikrine dayansın, temeli itibariyle fizik ötesi inançlardır. İnançlar dünyaya anlam verme yöntemleridir. Bunun için “Ben başka türlü inanıyorum.” demekte sonuna kadar özgürüz. Başkalarının inançları için ise “Böyle inanç olmaz!” demekle büyük bir aptallık yapmış oluruz. Uygulamaları eleştirebiliriz ama inançları asla! Başkalarının inancının geçerliliği, hakikatle olan ilişkisi, mantıksal veya kanıta dayalı olma derecesi bizim sorgulamamıza açık konular değildir. Sonraki başlık ilginç: İnancıyla övünmek! Canan, öğrencilik yıllarında bir Hıristiyan arkadaşıyla olan tartışmasını aktarır. Ona der ki: Düşünsene sen Müslüman bir ailede doğdun, bense Hıristiyan. Sen ailende gördüklerini tekrar ederek cennete gideceksin, bense aynı şeyi yaparak cehenneme gireceğim. Bunda bir tuhaflık yok mu? Canan da bunda bir tuhaflık olduğunu kabul eder. Düşüne düşüne vardığı nokta şu: İnançlarımız, içine doğduğumuz kültürün bize yaptığı en önemli etkilerdendir. (Bk. İFA: Sınırları Aşmak, s. 48-50)

Bu satırlarda Canan bize ne anlatmak istiyor? İnanç derken tam olarak neyi kastediyor? Allah, vahiy, ahiret, nübüvvet, kitap mı? Yoksa bunların anlaşılmasına yönelik yer yer değişkenlik arz eden inançları mı? Allah, vahiy, ahiret, nübüvvet, kitap gibi inançlarımız ise kastedilen, bunlar kültürel mi oluyor? Bu inançlarımız “nihai” ve “gerçek” değil midir? Sadece “bana göre” bir gerçekliği mi ifade ediyor? Sadece kendimizi “ısıttığımız” oyalama araçları mıdır? Başkalarının inançlarını niye sorgulamayacakmışız? Mesela kâfirlerin puta tapma inancını, Hıristiyanların teslis inancını eleştirmeyecek miyim? Bunlar eleştiriye kapalıysa Allah niye eleştirdi? İnançlar düşünce ve gözleme dayanmaz mı? Oysa tevhit inancı tam da düşünce ve gözleme dayanır. Avamın bu konuda düşünmemesi ayrı bir konudur. Mesele tartışılırken herhâlde onlar dikkate alınmaz. O zaman nasıl inançlar akla dayanmaz, deriz? Yoksa Hıristiyanlık inancını mı burada esas alıyoruz? Yoksa onların ve Hindular gibi diğerlerinin inancını tartışma konusu yapmamak için mi böyle söylüyoruz? Ya da daha iyi bir niyetle Müslümanların inancını tartıştırmamak için mi diğer inançları da tartışma konusu yapmak istemiyoruz? İnançlar piyango nasıl oluyor? Herhâlde aileden elde edildiği için… Buna piyango mu demek lazım yoksa Allah’ın bir ihsanı mı? Diğer taraftan bu piyango da mutlak değildir! Aileden Müslümanlığı kabul edip sonra ateist olan, deist olan, Hıristiyan olan nice kişi olduğu gibi ailesinden Hıristiyan olup da İslam’la şereflenen de çok kimse vardır. Piyango kime vurdu dersiniz? Ben anlamak istiyorum: Benim inancım diğer inançlar nazarında eşit midir? Diğer inançlara karşı benim inancım hakikattir, diğerleri yanlıştır, diyebilecek miyim? Benim inancım kurtuluşa götürür, diğerleri bunu yapamaz, diyebilecek miyim? İnançlarımın diğer inançlara karşı övülecek bir tarafı yok mudur? İnançlar, izafi midir? Keşke Canan yeryüzünde bilmem şu kadar inancın varlığından etkilenmese idi… Belki bu inançların varlığı insanoğlunun muhakkak bir inanca sahip olması gerektiğine bir kanıt olabilirdi ama inancın izafiliğine, kültürelliğine kanıt olabilir mi? Böyle düşünmekle natüralist bilimci anlayıştan ne farkımız kalır? Buradan yola çıkarak her inancı, dolayısıyla kendi inancını da izafileştirmek bir Müslüman açısından kabul edilebilir bir şey midir? “Bilimsellik” bunu mu gerektiriyor? Yani kendi dinine dışarıdan bir yabancı gibi, bir oryantalist gibi mi baktırıyor? “Bilimsellik”,  modernist fikirleri, yorumları mutlak hakikat kabul edip aynen kopyalamak mıdır? (Yavuz Köktaş, Bilim ve Ahlak, henüz yayımlanmamış kitaptan, s. 115-118)

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir