Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Çark

Bir anda oldu ne olduysa. İkisi de tam anlayamadı. Yaşlı olan yere düştü, genç olan söylendi durdu. Genç adam yaşlı zatı tutup kaldırabilirdi, nedense bunu yapmadı, belki yapamadı ama başından da ayrılamadı. Oradan geçen üç genç koştular, hemen eğilip yaşlı adamı kaldırdılar ve bir şey yapmadan ayakta dikilen gence bağırmaya başladılar. O da onlara bağırdı. Tam yumruk yumruğa birbirlerine gireceklerken genç adam ani bir kararla sırtını dönüp gitti. Üç gençten hiçbiri de arkasından gitmedi. Ama üçü de çok içerlemişlerdi hatta kinlenmişlerdi.

Yaşlı adamı bir dükkâna oturttular, su içirdiler, halini sordular, bir yerinin ağrıyıp ağrımadığını sordular. Birden bir samimiyet ve kaynaşma oldu aralarında. Birbirlerine o kadar sıcak davranıyorlardı ki, dükkân sahibi “babanız mı?” diye sordu. İçlerinden yaşça büyük olan “hayır, bir amca” diye cevapladı. Adam da “sağ olsunlar, bana yardım ediyorlar gençler” dedi. Dükkân sahibi şaşkın baktı. Sonra kendini toparladı “helal olsun size gençler!” dedi sevinçli bir ses tonuyla, “Bu zamanda böyle gençler” diye de ekledi. Bu teşvik edici konuşma gençleri daha bir coşturmuştu. “Haydi, amcayı evine götürelim” dediler. Adam “Gerek yok benim iyiyim” dediyse de dinlemediler.

Dediklerini yaptılar, adamı aldılar ta evine kadar götürdüler. Artık adam bu kadar zahmet çeken gençleri boş gönderemezdi. “Gelin gençler bir çayımı bari için” dedi. Evin hanımı çayları getirdi, gençlerden yaşı küçük olan hemen koştu “aman teyze, biz dağıtırız çayları, size zahmet olmasın, siz bizim annemizsiniz” diyerek aldı elinden tepsiyi bir güzel çayları servis etti. Kadıncağız şaşkındı ama bir o kadar da memnundu. Kendi çocuklarından görmediği bir saygıyı ve sıcaklığı bunlarda görmüştü. Çayları yudumlarken koyu bir sohbete daldılar. Yaşlı adam geçmişte yaşadıklarından ne var ne yok hepsini gençlere anlattı. Onlar da pür dikkat dinlediler. O sırada fark etmediler ama hava kararmıştı. Evin hanımı da düşünceli kadınmış, onlar konuşurken bir güzel sofra hazırlamış. Kalkmaya yeltendiklerinde “Olmaz, ben o kadar yemek hazırladım, yemeden giderseniz darılırım vallahi!” deyince hep birlikte mecburen sofraya oturdular.

Gençlerden büyük olan lider havasıyla söze girdi. “Biz o kaba adamın yanına bunu bırakmayacağız baba” dedi. Diğerleri de onu destekledi. Kararlıydılar. Adam ne söylediyse kar etmedi. Hatta “sizden özür dileteceğiz baba!” diye kararlılıklarını da pekiştirdiler. Böylece adama bir ad bile koymuşlardı: Baba.

Gençliklerine verdi yaşlı adam. Eserler, gürlerler sonra sakinleşirler diye düşündü ve üzerinde durmadı. Ama iş öyle düşündüğü gibi gelişmedi.

Gençler sıkı çıkmışlardı. Nerdeyse gün aşırı gelip tekmil veriyorlar, adamın sohbetini dinliyorlardı. Gelirken “Selamün aleyküm Baba”, giderken “Allah’a ısmarladık Baba” diyorlardı. Dedik ya adamın adı kaldı Baba. Ne dese ne etse kurtulamıyordu. Kendini akıntıya bırakmaya karar verdi.

Gençler, o adamı buldular. Ticaretle uğraşan hali vakti yerinde bir adamın oğluydu. “Biz babaya yaptıklarını bunların burunlarından getiririz” dediler aralarında. “Hatta dükkânlarını bile ellerinden alırız. Bunun için iyi bir oyun kurmalıyız. Başımızı belaya sokmayan, kanunla bizi karşı karşıya getirmeyen bir oyun olmalı.”

Önce bir söylenti çıkartmaya karar verdiler. Yaptılar da. “Bunlar nasıl böyle birden bire zengin oldu? Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz. Var bunlarda bir şey” diye ortalığa yaydılar. Doğruydu, dükkân sahipleri çarşıda bir anda işlerini büyütmüşler, hatta yandaki yöredeki dükkânları dahi almışlardı. Önce bu söylentiye aldırış etmediler. Fakat üç gençten her biri birbirinden habersizmiş gibi, farklı zamanlarda bir dükkâna geliyor, bazı malları soruyor, sonra da “Sizin hakkınızda hiç iyi şeyler duymuyoruz” deyip hiçbir şey almadan çıkıp gidiyordu.

Zamanla dükkân sahiplerinin aldırış etmeme hali şaşkınlığa dönüşmüştü. Haklarında yayılan haberlerle dükkânın müşterisi de bir hayli azalmıştı. En sonunda etrafa vergi kaçırdıkları, kanunsuz işler yaptıkları ve müşterileri kandırdıkları haberlerini de yaydılar. Bu arada dükkâna gide gele onlarla da dost oldular. Yaşlı adamı düşüren genç bunları hatırlamamıştı bile.

Bir yandan da dükkân sahiplerine bu dükkânın uğursuz olduğunu bu söylentilerin çıkmasının sebebinin de bu olduğunu anlattılar. Bayağı da inandırdılar onları. Zaten vergi denetimleri ve müşterilerin neredeyse tamamen kesilmesi canlarından bezdirmişti. Ortaklardan biri bir başka yerde dükkân bile açmıştı. Diğeri de kendisine yeni bir yer arıyordu. Bizimkiler hemen devreye girdiler. “Bu dükkânı siz bize bırakın en iyi fiyata satar, kısa zamanda paranızı veririz. İçinden de hiçbir şey almayın, buradaki uğursuzluğu başka yere taşımayın” diye tembih ettiler. Bir kontrat imzalattılar, kurulu dükkâna kondular.

Kondular ve planın ikinci safhasına geçtiler. Hemen Baba’ya koştular. Onu apar topar alıp getirdiler dükkânın başına oturttular. Yaşı büyük olan söze başladı: “Baba dükkân senin, bizler senin emrinizdeyiz. Ne olduysa seninle tanışmamızdan sonra oldu. Biz o kadar işe teşebbüs ettik, o kadar plan yaptık, çalıştık, çabaladık hiç birisinde başarılı olamadık. Sizinle tanışmamız bizim uğurumuz oldu. Sen emret biz yapalım.” Adam ne kadar dil döktüyse kabul ettiremedi. Gene kendini akıntıya bıraktı.

İşler yolunda gitmiş, kılçıksız balık misali dükkân onların olmuştu. Şimdi uğursuz denilen dükkânı uğurlu hale getirmenin planını işletmeye koyuldular. Önce Baba’nın önüne bir Hacı eklediler. Yaşlı adam hacca gitmemişti ama olmuştu Hacıbaba. Ne zararı var, yaşlılara genellikle hacı baba denilirdi. Kendilerini de unutmadılar. “Büyüğümüze Büyükoğlan, bir küçüğümüze Ortanca, en küçüğümüze de Küçükoğlan diyelim bundan sonra” diye aralarında kararlaştırdılar.

Hacıbaba kendi evinde olduğu gibi hiçbir namazını kaçırmıyor, hepsini de camide kılıyordu. Bu hali etrafta iyi bir imaj uyandırmıştı. Eski uğursuz dükkân sahipleri gitmiş yerine nur yüzlü bir adam gelmişti. Dükkânın üstüne kocaman HACIBABA’NIN MEKÂNI levhasını astılar ve böylece imaj tamam oldu. Hacıbaba sadece oturuyordu. İşlere gençler koşturuyorlardı. Ama her işe yetişemiyorlardı. Dükkânda boğaz tokluğuna çalışacak yeni ve cevval gençler buldular. Bu sayede dükkân tıkır tıkır işlemeye başladı. Eski sahiplerini de az paraya razı ettiler. Böylece onların dükkâna dönük düşüncelerini ortadan kaldırdılar.

Yaşlı Adamı düşüren genç bir ara bu üç kişiyi ve o yaşlı adamı hatırlayacak gibi oldu ama üzerinde çok durmadı, geçti gitti.  

Hacıbaba onlar için sadece yaşlı bir adam değildi. Büyük bir şahsiyetti. İçlerinde o kadar büyüttüler ki, aralarında “Bu Hacıbaba’da bir şeyler var diyorlardı. Hiç boş adam değil. Şimdiye kadar pek görmedik ama keramet sahibi sanki. Sakın hürmette kusur etmeyin, çarpılırız, tepe üstü gideriz Allah korusun!” Bu sözü Ortanca söylemiş, diğerleri başlarını sallayarak tasdik etmişlerdi. Zaten içlerinde liderlik el değiştirmiş, Ortanca daha pratik zekâlı çıkmış, ipleri o eline almıştı.

Artık her öğlen vakti Hacıbaba’yla yemek yiyorlar, sohbet ediyorlar, gelecek planları yapıyorlardı. Hürmette asla kusur etmiyorlardı. Arada bir Hacıanne’nin yemeğini yiyorlardı. Hacıanne de gidişata kapılmış, çocukların dediklerine gönülden inanmıştı. Kocası artık keramet sahibi biriydi. O da ona artık Hacıbaba demeye başlamıştı.

Hacıbaba zamanla bir çemberin merkezinde olduğu hissine kapılır gibi oldu. Sanki üç genç ve eşi etrafında tavaf ediyorlardı. Sonra tavaf edenler arttı, komşu dükkân sahipleri de hürmet göstermeye başladılar. Bu hürmet zamanla el öpme eylemlerine dönüştü. O da içinde bir ferahlık hissediyor, kendinde bazı değişikler olduğunu sezinliyor, aynaya bakmaya korkuyor, sığmayacağını düşünüyor, bir kuş gibi hafifliyor, uçacak gibi oluyordu. Bu hal hem onu ürkütüyor hem körüklüyordu. Bir ikilem içindeydi ama bu onu çok germiyordu.

Bu arada gençler işleri biraz daha büyütmüş yavaş yavaş dükkânı itibarlı bir ticaret mekânı haline getirmişlerdi. Artık bir dükkân değil, mağazaydı. Çalışan sayısı da bir hayli artmıştı. Dükkânı mağaza formatında baştan aşağı yeniden düzenlediler, içinde Hacıbaba’ya özel camekanlı bir mekân yaptılar. Artık hiç itiraz etmiyordu Hacıbaba. Kendisinin daha iyi şeylere layık olduğunu bile düşünemeye başlamıştı. Eskisi gibi cemaatle namaza gidemiyordu ama ne kendisi ne de başkası bunu dert etmiyordu. Zaten gelenlerle cemaat oluyorlar böylece mekânı mescit haline getiriyorlardı.

Mağaza iyiden iyiye şöhret bulmuş, mekân tanınmıştı. Büyük zenginler, itibar sahibi şahsiyetler de uğrar olmuşlardı. İş o noktaya gelmişti ki, üç genç neredeyse mekânda kendilerine yer bulamıyorlardı.

Bu gelişmeler karşısında Hacıbaba kendisini bir çarkın göbeği gibi hissetmeye başladı. Çember tasavvuru çarka dönüşmüş, etrafındaki kalabalıklar artmış, hemen her gün hiç tanımadığı, yüzlerini dahi hatırlamadığı insanlarla karşılaşır olmuştu. Bu gelişme kendisini endişelendirmeye başlamıştı. Eski sakin günleri aklına geldi, “dönsem mi acaba” diye içinden geçirdi, içlendi, gözlerinin yaşardığını hissetti. Ama çarkın göbeğine öyle bir yerleşmişti ki kımıldayacak hali yoktu. Daha doğrusu kendisi böyle hissediyordu. Kendisinin merkez olduğu hissi bütün benliğini kaplamıştı. Ayrılması durumunda bütün çark bozulur, kurulu yapı çökerdi. Gençlere de emeklerine de yazık olurdu. O sıra kafasında bir şimşek çaktı. “Doğru ya” dedi, “ ayrıca bu çark tek değil.” Gelen gidenleri şöyle bir zihninden geçirdi, onların anlattıklarını hayalinde canlandırdı, içinde bulunduğu halin birçok çarktan oluşan koca bir mekanizma olduğunu tasavvur etti. Şimdi daha iyi anlıyordu. Yanına gelenlerden biri ona bunu biraz hissettirmiş, “Sen çok değerlisin Hacıbaba, bu mekanizmanın merkezi sensin” demişti.

Bu çark ve mekanizma tasavvuru kafasında bir saplantı haline geldi. Bir türlü atamıyordu zihninden. Gece rüyasına bile girmeye başlamıştı. Rüyasında bir çarkın göbeği olarak gördü kendini. Çark döndükçe etrafında yeni çarklar oluşuyordu. Hep birlikte dönüyorlardı. Kendi çarkı mı diğerlerini döndürüyor, yoksa onlar mı kendi çarkını döndürüyor, belli değildi. Sonra birden yukarı çekildiğini ve kuş bakışı mekanizmaya baktığını gördü. Buradan bütün bir mekanizmayı görebiliyordu. Bütün çarklar mekanizmanın bir parçasıydı. Her biri kendi ekseni etrafında dönüyor ama hiç biri diğerinden bağımsız değildi. Nereye bağlı oldukları, merkezin neresi olduğu da belirsizdi. Sıçrayarak uyandı uykusundan, gördüklerine bir anlam veremedi. Eşi de çok korkmuştu. “Hayırdır Hacıbaba” dedi. Ona da cevap veremedi. Hacıanne de onun ermişliğine yordu bunu, üstünde durmadı. Bu çark fikrini iyice abarttım galiba dedi. Kafasından silmeye karar verdi.

Mekân iyice kalabalıklaşmış, gelen-gidene dar gelmeye başlamıştı. Artık gençler de yanına sık sık uğrayamaz olmuşlardı. Ancak yanı da hiç boş kalmıyordu. Bir gün çok az gördüğü ve yüzünü hayal meyal hatırladığı bir kişi “Size yeni bir mekân lazım, daha geniş ve ferah, artık bu çark bu mekânda dönmüyor Hacıbaba” dedi ve unuttuğu çarkı aklına getirdi. İçinden “Acaba bunu bilinçli mi söyledi yoksa içimi mi okudu?” diye geçirdi. “Bunlar da boş değil ha!” dedi kendi kendine. Sesini çıkarmadı ama bir şey de demedi. Bu hali onay kabul edilmişti.

Hakikaten de adam sözünü tutmuş ona kocaman bir malikâne ayarlamıştı. Hacıanne’yi de götürdüler oraya. Artık eski mahalleden ve eski mekândan kopmuşlar malikâneye yerleşmişlerdi. “Yahu burada konu yok, komşu yok, mescit yok, nasıl olacak?” diye sordu. “Efendim söylediğiniz her şey var, içerde kocaman bir mescit, artık cumaları burada kılarsınız, etrafınızda her daim insanlar olacak, kızlı-erkekli hizmetçileriniz yanınızdan hiç ayrılmayacaklar, Hacıanne de rahat edecek.” diye cevap verdi. Bu sözler, içindeki burukluğu ve mahallesinden ayrılmanın üzüntüsünü giderememişti ama bu kadar iltifat ve şatafat gözünü kamaştırmış, içini rahatlatmıştı.

Bir zaman sonra yanına kerli ferli adamlar geldi. Şehrin gidişatından hatta ülke ve dünya siyasetinden konuşuyorlardı. Hacıbaba’nın fikrini soruyorlar, o da bilgiç ve ilginç cevaplar veriyordu. Gerçekten görüşleri ilginç miydi, yoksa onlar mı ilginç buluyordu, onu da pek anlayamıyordu. Bir ara düşündü “ilkokul mezunu benim gibi biri, bu adamlarla neleri konuşuyorum? Geçmişte bir şeyler okudum ama benden daha çok okuyanlar var.” Sonra düşünmekten vaz geçti ve kendi duyabileceği bir sesle “galiba ben erdim ve bana ledün ilminden bilgiler verildi, bu kadar bilgi ancak oradan gelir” dedi ve bu inanç zihninin en derin yerine yerleşti.  Tam o sırada irkildi, başını kaldırdı etrafındakilerin başlarını salladığını gördü. Aslında onlar kendi aralarında konuşuyorlar, söyledikleri bir sözü onaylıyorlardı. Ama o, içinden geçenleri onayladıklarını düşündü. “Ben içimden geçiriyorum ama Allah bunlara duyuruyor ve tasdik ettiriyor” dedi kendi kendine. Sonra daha büyük sözler etmeye başladı. Öyle bir duygu anaforunun içine girmişti ki, sözlerinin onların söylediklerinin tekrarı olduğunu bile fark edemiyordu.

Zamanla işler ilerledi, her gün raporlar gelmeye başladı önüne. Bazılarını göz ucuyla okuyor, bazılarını kendisine anlatıyorlardı. Anlattıkları daha çok aklında kalıyordu. Zaten okuduğunu da bir türlü kavrayıp zihnine yerleştiremiyordu. Uzun uzun cümleler, bilmediği kavramlar… Ama anlattıkları daha kısa cümlelerden oluşuyor, daha sade ve öz bilgiler içeriyordu.

Bir akşam orta yaşlı genç zar zor yanına sokuldu. “Hacıbaba bu insanlar bize büyük şeyler vadediyorlar ama bizden çok büyük şeyler istemiyorlar. Dediklerine göre bizi dünya çarkı yapmayı düşünüyorlarmış. Bunlarla çalışalım” dedi. Bu teklife de olur dedi. Zaten kendisinin de gözü tutmuştu bu insanları. Her dediğini tasdik ediyorlar, ne derse yapıyorlardı. Neticede ipler kendisinin elindeydi.

Fakat zihninde dönen çark zaman zaman onu rahatsız ediyordu. Bu duyguları yoğun yaşadığı bir günün gecesinde, bir daha rüyasına girdi çark. Bu sefer biraz daha farklıydı. Kendi çarkının daha büyüdüğünü gördü. Artık ülke sınırlarının dışına taşmıştı. Ha bire dönüyordu. Bu arada bir şey fark etti. Çarkların dişlilerinin arasından insanlar dökülüyordu. Bazılarının yüzleri tanıdık geliyor, bazılarını ise hiç tanımıyordu. Hepsi genç çocuklardı. Bir kısmı ise çarka sıkı sıkıya tutunmuşlar, çarkı parlatıyorlar, vidaları temizliyorlar, hatta kendileri vida oluyorlardı. Bir ara bütün çarkların insan bedenlerinden oluştuğunu gördü. Herkesin bir yeri vardı, yeri olmayan atılıyordu. Yüzlerinde sırıtmayı andıran bir gülücük, içlerinde gergin bir sıkıntı vardı ama her biri mekanizmanın bir parçasıydı. Yüzlerine bakıyor mutlu oluyordu, içlerini görmek asabını bozuyordu. Birden kendi içi göründü, koyu karanlığa gömülmüş, kasvetle dolmuş, fokurdayan parlak ve nahoş bir sıvı kaplamış… Yüzünü ekşitti. O sırada bir şimşek çaktı, bir anlık göz kamaştıran parıldama oldu. Bir anlıktı ama hoşuna gitmişti. O sıra yüzünü gördü, sırıtmaya benzer yapmacık bir gülümseme yayılmış; içinin kasvetini, dehlizini ve nahoş halini perdelemişti. Ama gene de irkilerek uyandı. Hacıanne yine şaşırdı ama üstünde durmadı, “Efendiye ağır ilhamlar geliyor” diye düşündü, hiç sesini çıkartmadı.

Son zamanlarda kafasındaki çark bir anafora dönüşmüştü. Ha bire etrafında dönüyor, kendisi tam ortasında yavaş yavaş içine çekiliyordu. Bu da girdi rüyasına, boğulduğunu hissetti, bağıra bağıra uyandı. Hacıanne bunu da hayra yordu. “Büyüdükçe mübarek, yükü de ağırlaşıyor” diye içinden geçirdi. Gideyim mutfaktan bir su getireyim dedi. Ama mutfağı bulamadı. Malikânenin içinde döndü durdu. Odaya dönmek istedi, geldiği yolu bulamadı. Tam o sırada bir hizmetçiye rastladı, hürmetle “buyurun efendim” dedi. Onu odasına götürdü, mutfaktan su getirdi.

Üç genç artık malikâneye çok az uğruyorlardı. Her birine büyük işler vermişler, bir kurumun başına koymuşlardı. Günün yirmi dört saati meşguliyetleri vardı. Bu yeni gelişmeye en iyi ayak uyduran Ortancaydı. Diğer ikisi eski hallerini kafalarından atamıyorlardı. Hatta yöntemlerini ve hayat tarzlarını bu yeni kurumlara taşımak istemişler, ama buna izin verilmemişti. Çünkü çark eski çapta değildi. Ülkeleri içine alan bir büyüklüğe kavuşmuştu. Yeni bir yönetim ve hiyerarşi yapısı ortaya çıkmıştı.

Onların kafası hala o eski dükkândaydı, Hacıbaba’yla her öğlen vakti yemekli sohbetteydi. Bu yeni malikânede Hacıbaba’yla görüşemiyorlardı bile. Adeta bir danışman ve hizmetçi ordusuyla kuşatılmıştı Hacıbaba. Onları aşıp görüşmek o kadar kolay değildi.

Büyükoğlan ve Küçükoğlan bir gün bir araya geldiler, kimsenin bilmediği bir dağ evinde oturdular, eski günleri yâd ettiler, Hacıbaba’nın eski sohbetlerini, Hacıanne’nin leziz yemeklerini konuştular. Gece yarısına doğru Büyükoğlan “Galiba biz hem kendimize hem de Hacıanne ve Hacıbaba’ya kötülük ettik” diye içlendi. “Onları sade ve huzurlu hayatlarından kopardık. Bizim de hareketli ama sade ve eni-boyu belli bir hayatımız vardı. Şimdi ise boyutlarını kavrayamadığımız, arka planını görmediğimiz, derinliğinde boğulduğumuz acayip bir hayat yaşıyoruz. Yaşadığımız hayat bizim hayatımız değil, başkalarının kurguladığı bir hayat sanki. O dükkân sahiplerinin ahı tuttu belki bizi. Bilmiyoruz o insanlar nasıldı? İyi mi, kötü mü? Biz hırsımıza yenildik onlar hakkında kafamızdan bir imaj uydurduk ve adamların şahsiyetlerini karaladık, ticaretlerini lekeledik. Bir suçlu gibi oradan sürdük. Geçenlerde gördüm, kendi hallerinde eskiye göre biraz daha iyi bir hayat sürüyorlar. Büyükçe bir mağaza sahibi olmuşlar. İçeri girdim, selam verdim, beni tanımadılar. İş teklif ettim, büyük buldular, kibarca reddettiler. Benim amacım gönüllerini hoş ederek bir helallik almaktı. Yüce Allah onu da bize nasip etmedi. Çünkü bizim açtığımız bu yolda ne çok insan telef oldu, mağdur edildi, şahsiyetleri lekelendi. Artık vicdanım kaldırmıyor ama Hacıbaba’nın dediği gibi çarkın dışına da çıkamıyorum.”

Küçükoğlan bütün söylediklerini onaylar gibi başını salladı. “Artık bu çark bizi öğütene kadar devam edeceğiz” dedi. “Öğütüldüğümüzde sonumuzun ne olacağı belli. Doğru buradan ayrılış yok. Belki kopuş olabilir. Ama kopuş da sert olur, koptuğu yerden çok kopana zarar verir. Eğer bu zararı göze alabiliyorsan denemeye değer.” “Zor be kardeşim” dedi Büyükoğlan. “Kopup düştüğümüz yer bizi kabul eder mi? o bile belli değil.” “Onu düşünmeyeceksin” dedi Küçükoğlan. “Kopacaksan şayet her şeyi göze alacaksın. Denemeye değer. Sonunu da hesap etmeyeceksin. Sonunu hesap eden bu çarkta dönmeye devam eder; ya öğütülür ya yutulur ya da savrulur gider. Kopuş eskiye döndürmez belki, yitenleri getirmez, kaçırdıklarına yetirmez, geçmişi telafi etmez ama en azından çarktan kurtarır, elde pişmanlık kalır, belki bu pişmanlık bir mazeret olur, gün doğar, yeni bir gün olur.”

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir