Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

Akıl Mühürlenirse, Hurafecilik Kol Gezer (Müslüman Aklının Mühürlenmesi-4)

Daha önceki üç makalemizde Müslüman dünyasının, geri kalmasının sebepleri üzerinde durmuştuk. Bugünkü makalemizde de “Müslüman aklının mühürlenmesi ile nelerin kaybedildiği” ile ilgi sebepler ve örnekler üzerinde durmaya devam edeceğiz.

Müslüman dünyasında aklın mühürlenmesinin nedenlerini araştırdığımızda, nedenlerin başında, aklın hakikati bulabilme kabiliyeti ve gücünün olmadığına olan inancı görürüz. “Akıl hakikati bulamaz” diyenler, onun yerine rivayetlere, rüyalara, kerametlere ve efsanelere yöneldiler.

Evet, Abbasilerin bir döneminde teoloji, felsefe ve fen bilimleri zirve yaparken, zamanla önderlerin makam ve servette yarışmaları, ulemanın, seleflerini geçemeyeceği anlayışı, Moğollar’ın zulüm ve baskıları gibi sebeplerden dolayı halk, mistik eğilimlere yöneldi. Bu durum, mezhepçiliğin ve tasavvufi hareketlerin güçlenerek gelişmesini sağladı.

Şimdi tekrar soralım: Abbasilerin bir döneminde teoloji ve bilimde zirveye ulaşan Müslümanlar, neden bu gelişmeyi sürdüremediler; alimler mi yetişmedi?

Hayır, Müslüman coğrafyasında pek çok alim yetişti; ancak “aklı kullanma ve özgürce düşünme” yöntemiyle çalışıp bilim üretemediler. Gazali ve onun gibi düşünen alimler, düşünceyi harekete geçiren felsefeyi terk ederek ahlak ve tasavvuf ilimleriyle meşgul oldular. Önemli bir kısmı da önceki ulemayı geçecek gücü ve inancı kendilerinde bulamadılar. Önceki ulemanın yazdıklarıyla, haşiyelerle meşgul oldular. Unutulmamalıdır ki insan aklı, tarihsel, toplumsal ve kültürel bağlam içinde çalışır ve gelişir.

Selçuklular (Türklerin Müslüman olduktan sonra kurdukları en büyük hanedanlardan biri, 1040-1308) döneminde İbni Sina, İbnü’l Heysem, Şehristani,  Zemahşeri, İbni Rüşd gibi birkaç alim/bilim adamı aklı kullanmaya önem vermişse de onlar da Ehl-i Sünnet paradigmasına sahip devlet tarafından desteklenmediği için teolojiyi ve bilimi daha ileriye taşıyamadılar.

Hakeza, altı yüz yıllık Osmanlılar döneminde de Ali Kuşçu, Uluğ Bey, Akşemsettin, Mimar Sinan, Piri Reis, Katip Çelebi, Mirim Çelebi gibi birkaç bilim adamı yetişmişse de epistemolojik anlamda ne onları geçebilecek bilim adamları yetiştirildi ne de dünyaya örnek olacak bir medeniyet inşa edildi. Müslümanlar, sufi, sünni ve şii paradigmanın dışına maalesef çıkamadılar.

Avrupa’nın, 16. Yüzyılda engizisyonlara son verip reform hareketleri başlatmış olması, bizim ulemanın dikkatini çekmedi ve enterese etmedi. Kendi içindeki engizisyonları sorgulamadı. Geleneksel çerçevenin dışına çıkıp, kendi kadim köklerindeki eser ve fikirleri gündemlerine alamadılar. Avrupa’da olduğu gibi Müslüman dünyasında ciddi bir reform yapmaları gerekirken, yapmadılar; zira akıl karşıtı olan Hanbeli, Eş’ari, selefi ve tasavvufi paradigma (Ortodoks ulema takımı) buna izin vermedi.

Avrupa; bilim ve teknolojide ilerlerken, elektrik, uçak, araba, tren demir yolları inşa ederken, Osmanlı’da devlet ve din adamları hurafe ve batıl inançlara inanmaya devam ettiler. Büyücülük ve falcılık gibi işlerle uğraşanlar, siyasal ve dini otoritelerin desteğini alarak toplumda sözde ‘’otorite’’ haline gelmeyi başardılar.

Osmanlı devleti ve uleması, “elektrik, uçaklar demir yolları, arabalar nerden geliyor; kim, nasıl buldu; neden biz üretemiyoruz” gibi soruları kendilerine sormadılar; sorgulamaya gitmediler. Geri kalmışlığı genellikle dinden, inançtan, ibadetten uzaklaştıklarına bağladılar. “İslam dinini yaşamadıkları için Allah Müslümanları cezalandırdı” sonucuna gittiler. Kurtuluşun, Hanbeli ve Eşari, selefi inancına (köktenciliğe) bağlanmak, Sünni düşünceye sarılmak ve halifeliği yeniden getirmekle mümkün olacağını savundular.

Evet, akıl karşıtı Ortodoks gelenekçilere göre yeryüzünde bütün adaletsizlikler, bilim ve teknik insanı yetiştirmek ve evrensel hukuku sağlamakla değil, selefi köklere geri dönmekle, İslamcılık ideolojisini yaymakla, halifeliği geri getirmekle ancak son bulur. Onların ekseriyeti, çağımızın İşidçileri gibi inanmakta, kendi gibi inanmayanları tekfir etmekte, tekfir ettiklerine karşı savaşmayı, her türlü terör, katliam ve cinayetleri de meşru görmektedirler.

Müslüman dünyasında akıl gereği gibi kullanılmayınca geri kalmışlık kaçınılmaz oldu. Bugünkü teknoloji dünya dışındaki gezegenleri incelerken, kimi ulema halen ayetlere dayanarak dünyanın düz olduğunu ve güneşin etrafında dönmediğini savunarak kitaplar yazmaktadır.

1984 yılında Pakistan’da “hava durumu, hesaplanabilir bir durum değildir. Allah havayı yaratır ve istediğinde yağmuru yağdırır” denilerek, hava durumu haberleri yayından kaldırılmıştır.

Kimi bölgelerde, “bütün doğal felaketler Allah’ın cezalandırmasıdır, dolayısıyla doğal felaket sigortası yapmak haramdır” denilmektedir. Hatta “eceli geldiğinde insanlar ölür; emniyet kemerine gerek yoktur” diyecek kadar akıldan mahrum insanlar bile vardır.

Pakistan’da Taliban’ın kontrolündeki bölgelerde çocuk felci aşıları “ecel gelirse, önünde kimse duramaz. Bu aşılar ecele müdahaledir” diyen ulema (!) tarafından haram kılınmıştır. Bu gün bile sakal tıraşı yapan kuaförler cezalandırılmaktadır.

Arap basınında, 2005 yılında 90 bin kişinin öldüğü Pakistan depreminde, “Müslümanlar günahkar oldukları için” Allah tarafından cezalandırıldı denilmiştir. Diğer taraftan, petrol zengini Müslüman ülkeler için de şöyle denilmiştir: “Müslümanlar doğru yolda oldukları için petrol zengini olmuşlardır.”

Yine, 2004 yılında Suudi bir yetkili televizyonda, “noelde zinacılar ve kafirler küfre daldıkları için Allah onları tusunami ile kahretti” ve  “Karina kasırgasını, Allah Amerika’yı cezalandırmak için gönderdi” demiştir.

Mısırda fetva meclislerinde halen yetişkinlerin emzirilmesinin günah olup olmadığı tartışılmaktadır. Nebi as’ın, idrarını ve terini içmenin helal, hatta şifa olduğu belirtilmektedir.

Müslümanların önemli bir kısmı -akıl ve bilimle hareket etmeyince- komplo teorilerine inanmakta ve kültürlerinin bir parçası haline getirmektedir. Mesela, Yahudileri sürekli düşman olarak görenler, “Yahudiler, gıda maddelerine kanser şırıngalayıp Müslümanlara satmaktadır” diyebilmektedirler.

“Saddam değil, onun dublörü asıldı” veya “Kovid 19 pandemi diye bir hastalık yoktur; var olan hastalık, sıradan gripten başka bir şey değildir” gibi komplo teorileriyle maalesef toplumun akletmesinin ve sağlıklı düşünmesinin önüne geçilebilmektedir.

Aklın ilkeleriyle hareket edilmeyince, Allah’ın, dünyada da görülebileceği, Nebi as tarafından mirac esnasında görüldüğü, Muhammd as’ın kabrinde hayatta olduğu, zaman zaman çıkıp ziyaretlerde bulunduğu, ruhun hiçbir zaman ölmediği” gibi tezler ileri sürülebilmektedir.

Aklın ilkeleriyle hareket edilmeyince, uyduruk kabir hayatı, ahiretin asli inançları arasına sokulur; evliya zan edilen kimi insanların kabirleri rahatlıkla ziyaretgah haline getirilir ve onlarla tevessülde bulunularak yardım istenir! Gece gündüz televizyonlarda din anlatan bir şahıs dün şöyle diyordu: “Siz Resulullah’a salavat gönderin, o, salavatınıza anında karşılık verir ve hemen faydasını görmeye başlarsınız!”

Hülasa, akıl devre dışı bırakılıp mühürlenince, bilim ve teknoloji alanında ilerleme sağlanamayacağı gibi, ilahiyat alanında da hurafeler kol gezer ve gençleri ikna edecek bir dil, yöntem ve fıkıh geliştirilemez. İnsanlar, entelektüel anlamda kendi özgür iradeleriyle düşünemez, sorgulayamaz, araştıramaz, kendilerini geliştiremezler. Sadece mevcut geleneğe, muhafazakarlığa, taklitçiliğe, mezhepçiliğe, hurafeciliğe teslim olurlar ki bu teslimiyetle, ortaya çıkan sorunların asla çözülemeyeceği unutulmamalıdır. (Kay. İsl. Ansk. ve Robert Reilly)

Selam ve muhabbetlerimle…

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir