Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Bizim Evin Halleri Sloganla Geçer Günleri

SEKSENLİ YILLAR

Seksenli yıllardı. Öğrencilik yıllarım. Çam yarması üç kişi önüme çıktı ve sert bir şekilde “Söyle bakayım, sağcı mısın solcu musun?” diye sorguya başladılar. “Hay Allah! Ne desem şimdi? Bunlar da kim? Kim olduklarını bilsem başımdan belayı savmak kabilinden bir şeyler söylerim.” Neyse ki kurtuldum o beladan hasarsız. Biraz çelimsiz gördüler anlaşılan beni, dişlerine uygun bulmadılar, bıraktılar.

O günlerin sağ-sol çatışmasının ve karşılıklı atılan sloganların altından kocaman bir darbe çıktı. O slogan atanların hiçbirinin gölgeleri bile görünmedi darbe sonrası. Olanlar garibanlara oldu. Ağa babalar yeni döneme uygun yeni slogan üretmek üzere kış uykusuna yattılar. Hem gençleri hem de slogandan ibaret davalarını bir gecede sattılar.

Bitmedi. İran’da devrim oldu. Onun rüzgârı esti bir zaman. “Cuma kılınır mı, kılınmaz mı?” tartışmaları başladı. Cuma kıldıran imamlar ve arkalarında saf tutup namaz kılan samimi inananlar “rejimin uşağı” muamelesi gördü. “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler…” diye başlayan Kur’an ifadelerini slogan yaptılar; kendi kafalarınca fetvalar verdiler, camiden ve cemaatten uzaklaştılar; önce Cuma namazını terk ettiler, sonra vakit namazlarını aksattılar; hâsılı laftan gemiler yaptılar, laf denizinde yüzdürdüler…

Sofya’ya, Moskova’ya giderdi solcular, bunların bir kısmı da hızını alamadı İran hava sahasına daldılar. Çok şey bekliyorlardı, hiçbir şey bulamadılar, nefes bile alamadılar, var olan havaları da söndü, dönüp dolaşıp yine soluğu burada aldılar.

Her kesimin sloganlarına uygun simgeleri oldu. Uhud dağını, Tanrı dağını, Everest’i aşan hayaller ürettiler. Hayal boşluğunda uçmaya yeltendiler de önlerindeki küçücük çukuru göremediler, denizde değil ama bir derecikte boğulayazdılar.

İKİ BİNLİ YILLAR

İki binli yıllara gelindi. Yine kurtulamadı slogancılıktan evin ahalisi. Bir kısmı Kur’ancılık, bir kısmı Ehl-i Sünnetcilik, bir kısmı metefizikcilik, bir kısmı diyalogculuk sloganları ürettiler, kulağımızı sağır ettiler, başımızın etini yediler, bir huzur vermediler.

Bazıları da meallere takıldılar. Meallerden hükümler çıkardılar. Kur’an dillerinden düşmez ama zihinleri de mealden öteye geçmez oldu. Hakikati meallerin dar yorumlarına mahkûm ettiler. “Kur’an’da var mı?” “Haydi, Kur’an’da yerini göstersene!”, “Kur’an’da geçiyor mu?” sorularıyla kafamızı ütülediler. Kur’an’ı değil ama ayet numaralarını çok iyi ezberlediler. Sloganları oldu “Bize Kur’an yeter!”. Kur’an’ın dilinden ve tarihinden uzak, meallerden çat pat okuyan insanların Kur’ancılıkları da bir tuhaftı ama oluyordu işte. İnatçı tavırlarıyla, kısacık fikirleriyle, pabuç gibi dilleriyle mangalın dibini bile aşındırdılar.

Batınî metafizikçilikten dem vuran bir grup göründü evde. “diyalog ve hoşgörü” idi baş sloganları. Sonunda ne oldu? Ötekiyle diyalog kuran, ele güne hoş görünen ama kendi insanına tepeden bakan; tecessüsü, şantajı, iftirayı mubah sayan hatta yöntem olarak kullanan; şarlatanlığı bilgelik diye pazarlayan, arkasında koca bir mağdurlar topluluğu bırakan, kapağı efendilerinin yanına atıp köşklerinde keyif çatan bir çete çıktı sloganın altından. Az kalsın bir darbeye kurban gidiyorduk da, o adam yerine koymadıkları aziz millet nasıl bir adam olduğunu onlara gösterdi de kurtulduk.

Bunlar yetmiyormuş gibi “Ehl-i Sünnet” diye başlayan sloganlar üreten birileri daldı evin bahçesine, salonuna, balkonuna… Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu bilmeyenlerin elinde bin dört yüz yıllık koskoca bir gelenek ne hallere düşürülmüştü. Özünde ve amacında birleştiricilik bulunan Ehl-i Sünnet tuhaf bir şekilde bunların dillerinde tefrika, tekfir ve ötekileştirme aracına dönüşmüştü. Her dönemde İslam’ın en geniş temsilini gerçekleştirmiş bir geleneği, dar zihniyetlerine indirgemeye ve daracık kalıplarına sıkıştırmaya çalışmışlardı. Kendilerinden menkul Ehl-i Sünnetin muhafızlığına soyunmuşlar, “nebevî müdahaleye” kalkışmışlar, milletin sahiplendiği kurumlara ayar çekme hevesine kapılmışlardı. Hâlbuki Ehl-i Sünnetin muhafızı olunmaz, müntesibi olunurdu. Zira onun bize değil, bizim ona ihtiyacımız vardı.

Bu sırada maneviyat bezirgânları boy gösterdi evin renkli pencerelerinde. Piyasa iyiydi, safı çoktu, tamahkârı boldu. Onlar da bundan yararlandılar. Bir kısmı anladı, uzaklaştı, bir kısmının anlaması öte dünyaya kaldı. Bu bezirgânların sözlerinde ahiret, akıllarında dünya vardı. Ne buldularsa satışa çıkarttılar. Mezar yerinden takunyalara, okunmuş yiyecekten tılsımlı giysilere, hatta kefenlere kadar el attılar. Dinsel ve cinsel her türlü iştaha hitap ettiler. Nefesleri güçlüydü, değdiği her şeyi kutsuyordu. Televizyonları, radyoları, internet kanalları, piyasa yapıcıları, müşteri avcıları tam mesai çalışıyorlardı. Namazları bile piyasa malzemesi yaptılar. Nafile ibadetleri farzların önüne geçirmeye kalkıştılar. Yetmedi, namaz kıldıran seccade ve ekrandan cemaatle namaz gibi teknolojik bidatler ürettiler… Bu gidişatı sosyologlar “gösterişçi dindarlık” diye tanımlamışlar, bir müftümüz ise “şov müslümanlığı” demişti.

Bir de bilim adamı geçinen, eskinin kirli çamaşırlarını didikleyip sayfa sayfa pazarlayan, ekran ekran şov yapan tiplerimiz oldu. Bu didiklemeyi temizlik için değil, teşhir için yaptılar. Böylece yepyeni, farklı okuma türü teşhir akımı oluşturdular. Sloganları da “gerçeği dile getirmek”. Her gerçek her zaman her yerde söylenir mi? Bunu hiç düşünmediler. Bulduklarının gerçeğe uygun olup olmadığını bile araştırma ihtiyacı duymadılar. Tek gerekçeleri, “falan adam söylemiş, filan kitapta yazılmış, aha da işte belgesi!” Hay sizin bilim adamlığınıza! Aklını azıcık kullanan ev ahalisi itibar etmez sizin aklınıza. Bununla yetinmediler elin evinden aldıkları ölçü ve tartılarla hesap kitap işine girdiler, kendilerince evin değerlerini yargıladılar, temellerine kazma salladılar, dengeleriyle oynadılar. Bazıları şaşkınlıktan, bazıları gafletten, bazıları da sanki intikam alma duygusundan hareket ediyor gibiydiler.

Aha, mübarek Ramazan geliyor. Ayarı kaçmış horozlar gene çıkarlar meydana. Başlarlar ışıklar altında hilal gözetlemeye, ekranlardan ahkâm kesmeye. Her ramazan kafa ütülerler, milletin orucunu burnundan getirirler. Kimisi orucu az tutuyoruz, kimisi çok tutuyoruz iddiasında. Hepsi kendinden menkul bilgiçlik havasında. Bir bıraksalar da millet ağız tadıyla orucunu tutsa.

Gene de umutsuz olmamak lazım. Eskiden de vardı bunların benzerleri, kulakları çınlatan gevezelikleri; hak görünümlü sözleri, dost benzeri yüzleri, karda belli olmayan izleri, Allah bilir nasıldır özleri, külün altında her daim yanan közleri… Farklı yüzler, farklı şekiller ve farklı temsillerle her dönem boy gösterirler bunlar, evin içinde her bir köşesinde.

GEÇMİŞTEKİ BENZERLERİ

Bakın geçmişe, bunların her birinin benzerini bulursunuz.

Mesela Hariciler. Kendilerinden menkul ölçülerle herkesi kâfir ilan etmişler, önlerine geleni öldürmüşler, ardında bıraktıklarını mağdur etmişler. Zulüm ve işkenceyi din kılıfına büründürmüşler. En baş sloganları “Hüküm Allah’a aittir”. Hz. Ali ne güzel söylemiş: “Sözleri hak görünümlü ama istekleri ve gayeleri batıl”. Evet, kullandıkları slogan hakkın ifadesi ama batıla hizmet ediyorlar.

Onların tam tersi Şiiler ve Batınîler meydana çıkmışlar. Zahiri bırakıp batına, gündüzü bırakıp karanlığa, uyanıklığı bırakıp rüyaya dalmışlar… Onlar da Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i sloganlaştırmışlar. İşi, onların ölmediklerini iddia edecek boyuta vardırmışlar. Hâlâ bekliyorlar bekleneni. Baş sloganaları “dünya zulümle dolacak, beklenen mehdi gelecek ve zulüm bitecek.” Keşke kendilerine baksalar da alet oldukları zulümleri durdursalar.

Benzerleri Endülüs’te ortaya çıkmış. Onlar da Hz. Peygamber’i alet etmişler sloganlarına. “Peygamber’e uy!” baş sloganları olmuş. Bununla hakka hizmet ettiklerini zannetmişler. Kırdıkları kalplerle, ötekileştirdikleri insanlarla, topluma verdikleri huzursuzlukla bir fitne ve fesat atmosferi oluşturduklarını bir türlü görememişler. Gazzalî gibi âlimlerin kitaplarını yakmayı marifet saymışlar.

“Kur’an mahlûktur” sloganıyla İtizal ehli çıkmış meydana. Mihne uygulamışlar, koca koca âlimleri sorguya çekmişler, kimini sindirmişler, kimini bezdirmişler, kimine eziyet etmişler. Güya iyi niyetliler. Hıristiyanların durumuna düşmeyelim derdindeler. Ama ipin ucunu kaçırmışlar, huzur ve sükûn ortamını bozmuşlar, millete mum tutturmuşlar. Sonuç ne olmuş? Koca bir fiyasko! Üç Abbasi halifesi bu politikayı sürdürmüş, dördüncüsü bitirmiş, hatta sonradan gelen birisi tersine mihne uygulamış. O da bunlara mum tutturmuş. “Eden bulur” diye boşuna denilmemiş. Koca bir düşünce geleneğini, işte böyle kötü bir yöntemle söndürmüşler.

Bundan alınacak ders: Kaba kuvvete dayanan hiçbir düşünce yürümez, insanlar bir süre katlanırlar ama asla içten onay vermezler, gönülden benimsemezler, ilk fırsatta terk ederler.

Bir zamanlar Bağdat’ta Ehl-i Hadis’ten Berbeharî denilen bir zat çıkmış. Etrafına bir sürü kalabalık toplamış, serserileri örgütlemiş, sokaklara kolluklar koymuş. Başlamışlar sokakları kolaçan etmeye. Önlerine gelene hesap sormuşlar, kimini dövmüşler, kimini kovmuşlar, ahaliyi hayatlarından bezdirmişler, toplaşıp kalabalıklar halinde nümayiş yapmışlar. Hatta liderleri öksürdüğünde ağızlarından çıkan “Allah sana rahmet etsin” nidası halifenin sarayından bile duyulur olmuş. Onların şerrinden büyük müfessir ve tarihçi Taberî gibi bir âlimin cenazesi geceleyin dört kişiyle defnedilebilmiş. Etme bulma dünyası demiştik ya. Sonunda devlet adamlarının canına tak etmiş. Takibat başlamış. Bizim ki kaçmış bir eve sığınmış, etrafındakiler çil yavrusu gibi dağılmış, günlerce bir izbede saklanmış, hak vaki olmuş ve ölmüş, cenazesini sadece bir kişi kıldırmış ve kaldırmış.

VELHASIL

Yüce Allah’ın kelamı Kur’an-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesi, Sahabenin icmaı ve ulemanın kıyasıyla İslam’ı bir bütün olarak anlamak; saygı, sevgi ve içtenlik içinde yaşamak; birlik, dirlik ve bütünlüğü sağlamak, sağ-selamette kalmak; israftan kaçınmak, doğallığı yakalamak, insana insan gibi muamele etmek; saadet ve huzur iklimi oluşturmak, herkesle barışık olmak; dostla merhamet esaslı, düşmanla adalet esaslı bir anlayışı benimsemek, adaletten ve hikmetten kıl kadar sapmamak, hayır ve hakikat peşinde olmak çok mu zor?

Sahi, ne dersiniz?

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir