Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Nisan 16, 2024

Bir Arayışın Öyküsü

Önce, kendisinde ve çevresinde olup bitenlerde bir şeylerin yanlış gittiğini fark eder insan ve derinden gelen anî bir silkinişle gündelik yaşamın uykusundan uyanıverir. Ve sonra bu kişi, varoluşun gerçek doğasına ilişkin bir bilgi edinebilmek için, önüne çıkan birtakım ipuçlarını izleyerek ‒kaçınılmaz bir şekilde‒ hiç de tekin olmayan bir arayışa, bir yolculuğa girişir.

Öykü hep aynıdır. Binlerce yıldır kimi insanlar, bu arayışın, bu, bittiği yerde yeni bir başlangıcı hazırlayan arayışın birbirini izleyen halkalarını oluşturagelmişlerdir. Sürdürülmekte olan yaşamın anlamsız ve insanı kendisi olmaktan sürekli alıkoyan bir oyun olduğunu derinlemesine kavradıkları noktada bu insanlar, kendilerini varoluşun gerçek doğasıyla uyumlu kılabilmeleri için gerekli olan bilgiyi, yani hikmeti elde edebilmek uğruna, bu hikmeti elinde bulunduran insanları bulmak üzere uzun yolculukları göze alıp, çoğu kez, yaşadıkları yerleri terk etmişlerdir. Bu terk edişin derin anlamı ise, bu yaşam içerisinde kişinin kendi sahte kimliğini oluşturan ne varsa, bütün bunlardan vazgeçilmesidir. Bu kaçınılmazdır, çünkü “eğer hakikati istiyorsanız, yaşamınız asla eskisi gibi olamayacaktır.” Ne var ki, giriştikleri bu yolculuk, aradıkları bilgiyi kendilerine öğretecek birini bulduklarında, işte asıl o zaman başlayacaktır ve bu bir başlangıçtır yalnızca…

Ian Dallas’ın, burada anlatmaya çalışacağımız öyküsü de işte bu çağlar boyunca süregitmiş olan hikmet arayışının çağdaş bir uzantısı olarak kabul edilebilir. Kuşkusuz farklı uzantıların izleri de sürülebilir ve bunun işaret ettiği şey, önü alınamaz bir ırmağın aynı kaynağa işaret eden farklı kaynaklardan beslenerek, durmamasıya akıyor olduğudur.

Öykü, İskoçyalı genç bir entellektüel olan Ian Dallas’ın, insanlığın ilerlemesinin göstergesi olarak sunulan teknolojik donanım ve kültürel birikime her yönüyle sahip bir toplumda, üstelik de bu toplumun seçkin bir tabakasında yaşar ve kuşkusuz kendisinden gelecekte “büyük işler” başarabileceği beklenebilecek biriyken, sahip olduğu her şeyi geride bırakıp, varoluşun hakikatini bütün derinliğiyle öğrenebileceği bir bilginin peşinde yaşadığı ülkeyi terk etmesiyle başlar ve bu arayış, bu bilgi arayışı, onu Kuzey Afrika’nın ıssız çöllerine sürükleyecek ve orada kendisini İslam’ın derin gerçekliğiyle yüz yüze getirecektir.

Bu noktada, Ian Dallas’ın bir bilgi arayışı içerisinde terk ettiği toplumun, insanlığın sahip olduğu en üstün bilgiyi elinde bulundurduğunu öne süren ve bununla her zaman için övünç duyan bir toplum olmasındaki ironi özellikle dikkat çekicidir. 1972 yılında yayımlanan ve bir anlamda kendi içsel arayışının ve Müslüman oluşunun öyküsü olan Gariplerin Kitabı’ndaki en çarpıcı bölümlerden birini, hiç kuşkusuz Batılı bilim adamlarının, yani gerçek bilgiyi elinde tuttuğu düşünülen kesimi oluşturan insanların betimlendiği sayfalar oluşturmaktadır. Varılan sonuç ise son derece çarpıcı:

“İyice biliyorum ki, halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanlar ‒bu sorumluların en yüksek düzeyde, en iyi olanlarından söz ediyorum, en kötülerinden değil‒ bizzat kendileri baştan aşağı cahildirler. Öğretiyorlar, ama hiçbir şey bilmiyorlar. Düşünüyorlar ama akletmiyorlar. Sonu gelmez bir görüşler ve düşünceler ırmağına sahiptirler; cümleleri bitip tükenmez bir biçimde birbirine eklenir ve bunlar anlaşılır, iyi düzenlenmiş cümlelerdir. Konuşurlar ve konuşurlar. Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez. Hayat onlar için bir muamma ve bir mücadele alanıdır ve ölüm tesadüfi bir sondur. Bunun hiç ama hiçbir istisnası yoktur.”

Ian Dallas, 1967 yılında, Ramazan’ın arefe günü Marakeş’teki Karaviyyun Camisi’nde Müslüman olur ve ertesi yaz Meknes’te küçük bir zaviyede yaşayan Darkavi tarikatının şeyhi, Şeyh Muhammed ibn el-Habib’e bir mürid olarak bağlanır. Şeyhi, kendisine, yeni yaşamına uygun yeni bir ad verir; artık adı Ian Dallas değil, Abdülkadir es-Sufi’dir.

Abdülkadir es-Sufi, Fas’ta bir süre kalarak içsel aydınlanması için gerekli olan temel öğrenim sürecini Şeyhi’nin gözetimi altında tamamladıktan sonra, edinmiş olduğu bilgiyi, Şeyhi’nin bir müridi olarak Avrupa ve Amerika’da yaşayan diğer insanlara aktarmak üzere İngiltere’ye döner ve kısa süre içerisinde çevresinde küçük bir Müslüman topluluk oluştuğu görülür. Abdülkadir es-Sufi ve çevresindekiler etkinliklerini önceleri Londra’da sürdürürler ama daha sonra, Londra yakınlarında bir yerleşim bölgesi olan Norwich’e giderek, hem yaşamlarını sürdürmek, hem de İslam üzerine çeşitli araştırmalar yürütmek üzere satın aldıkları bir binaya yerleşirler ve yerleştikleri bu yere Darkavî Enstitüsü adını verirler. Diwan Press adı altında kurdukları yayınevinden çeşitli kitaplar yayımlamanın yanı sıra, Islam adlı bir dergi de çıkarmaya başlarlar.

Seksenli yıllara kadar Abdülkadir es-Sufi’nin insanları tümüyle tasavvuf-temelli bir İslam’a çağırdığı görülebilir. Buna göre, asıl olan iç dünyanın dönüştürülmesi ve benliğin dünyasal bağlardan kurtarılarak özgür kılınmasıdır. Ama modern toplum, tümüyle dış dünyanın dönüştürülmesi ve üstelik de yanlış temeller üzerinde dönüştürülmesi üzerine kurulmuş olduğu için, modern toplumun, insanları yanlış yönlendiren ve onları bu dünyanın köleleri kılan bozucu etkilerinden elden geldiğince kurtulunması gerekir. İşte bu anlayış doğrultusunda, yaşadıkları ortamı elden geldiğince modern toplumun yıkıcı etkilerinden soyutlamaya çalışırlar. Üzerlerindeki Batılı giysileri çıkarıp, modern teknolojiden elden geldiğince kaçınırlar. Ama bir süre sonra bu katı tutumun, kendilerini, dışa kapalı bir topluluk haline getirdiğini ve dolayısıyla da İslam’ın diğer insanlara aktarılmasında önemli bir engel oluşturduğunu görerek, kendilerini dış dünyadan soyutlayacak benzeri tutum ve davranışlardan zaman içerisinde adım adım vazgeçerler.

Abdülkadir es-Sufi’nin Muhammedî Yol adlı kitabı, insanları tasavvuf-temelli bir İslam’a çağırdığı işte bu dönemde, 1975 yılında yayımlanır. Bu kitabın, Abdülkadir es-Sufi’nin ilk ciddi çalışması olması yönünden büyük bir önemi olduğu ve diğer kitaplarının anlaşılmasında anahtar bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Öte yandan bu kitap, İslam’ı kendi katışıksızlığı içerisinde ve büyük bir canlılıkla, Batılı bir kavrayış biçimine sahip insanlara, yani varoluşun doğasına ilişkin olarak kafası hayli karışık olan insanlara (yani bir anlamda da bizlere!) anlatabilmeyi hedefliyor ve bu anlamda da kitabın son derece anlamlı bir girişim olduğu söylenebilir.

Abdülkadir es-Sufi’nin çevresinde oluşan topluluk, henüz küçük bir çocuk gibi, bu çağda en iyi biçimde Müslümanca nasıl yaşanabileceğini düşe kalka öğrenmeyi sürdürürken, Şeyh Abdülkadir’in, bir mürid olarak kendisine büyük bir sevgiyle bağlandığı Şeyh Muhammed ibn el-Habib 1971 yılında ölür. Ne var ki, henüz içsel yolculuk tamamlanmamış, iç dünyanın dönüştürülmesi yoluyla ulaşılacak olan hedefe henüz ulaşılmamıştır. Böylece, Abdülkadir es-Sufi yeniden, aldığı bilgi’nin kaynağı olan yere, Kuzey Afrika’ya döner ve bu kez 1976 yılında Bingazi’de yaşamakta olan Şeyh Muhammed el-Fayturi’ye giderek, onun müridi olur. Şeyh, bir süre sonra, artık içsel yolculuğunun sonuna yaklaşmış olan bu müridini halvete sokar. Ardından Abdülkadir es-Sufi bir Şeyh olduğunu açıklayacaktır.

Ama artık bir Şeyh olsa bile, Abdülkadir es-Sufi’nin yolculuğu burada bitmiş değildir. Bir sufi olması nedeniyle bazı Müslüman gruplar tarafından sürekli eleştirilere uğraması üzerine İslam’ı kavrayış biçimini yeniden gözden geçirme gereğini duyar. Böylece İslam’ın batınî gerçekliğinden, yani tasavvuftan İslam’ın zahirî gerçekliğine, yani şeriata dikkatini yöneltir. Ama kendisine yönelik eleştirilerin temel kaynağını oluşturan Selefi Hareketi’ni incelediğinde, bu hareketin hiç de gösterilmeye çalışıldığı gibi İslam’ın özgün kaynağına dönme çabası değil, tam tersine, İslam’ı kendi özgün yapısından uzaklaştırma ve onu modern toplum yapısıyla uzlaştırılabilir bir niteliğe dönüştürme çabası olduğunu görür.

Böylece, Şeyh Abdülkadir, tasavvufu tümüyle geri plana iterek şeriatın anlaşılmasına ve özgün İslam şeriatına hayatiyet kazandırılmasına temel bir öncelik verme gereği duyar. Öz, yani hakikat elde edilmiş, ama bu kez, onu koruyacak olan kabuğun yani şeriatın yeterince sağlam olup olmadığı sorunu ön plana çıkmıştır.

Bu dönemeç, kaçınılmaz olarak “İslam’ın politizasyonu” diyebileceğimiz bir süreci başlatır ve 1978 yılında yayımlanan Cihad kitabı bu sürecin bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu kitap, İslam’ın “görünüşte İslam olan yerlerde çökmekte olduğu” saptamasından hareketle, “bu erozyonla hesaplaşma ve zamanın yarasına sürülecek merhemlerden hiç değilse bir tanesi olma” amacını taşımaktadır. Kitap, İslamî-olan’la İslamî-olmayan arasındaki bulanıklaştırılmış olan sınırı belirgin kılmayı ve bunu özellikle de İslam’ın politik gerçekliğini ön plana çıkararak yapmayı hedeflemektedir. Öte yandan kitap, İslam-dışı uygulamalardan yola çıkılarak İslam’a hayatiyet kazandırılamayacağını ve İslam’a hayatiyet kazandırılmasının biricik koşulunun da İslam şeriatının kendi bütünlüğü içerisinde toplumsal yaşama geçirilmesi olduğunu vurgulamaktadır.

Cihad, kitaba bir bütün olarak bakıldığında rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, her şeyden önce, İslam Dünyası’ndaki Modernist Hareket’le bir hesaplaşma niteliğindedir. Dolayısıyla da kitabın görünüşteki keskin üslubu, Müslümanları silaha sarılıp anlamsız taşkınlıklara sürüklemeye yönelik olmayıp, modernistlerin uzlaşmacı ve İslam’ın temel yapısına aykırı tutumunu açık bir şekilde ortaya koymaya ve bunu hükümsüz kılmaya yöneliktir.

Kitap açıkça uyarıyor: “Savaşın yürütülmesine geçilmeden önce bir eğitim programından geçilmelidir. Bu yapılmazsa Müslümanlar masonik modelde oluşmuş devleti yıkma saplantısından başka bir hedefi olmayan insan sürüsü haline gelirler. Hazırlıksız girilen savaş kendimizi yıkıma uğratmaktan başka bir sonuca varmaz ve Siyonistler cesetlerimizin üzerinden geçerek İsrail’de dünya banka-devleti’ni inşa ederler.”

Cihad’ın yeri geldiğinde “sıcak bir savaş” olarak sürdürülmesi gerekliliğinin kitap içerisinde vurgulanışı, Müslümanları apar topar sıcak bir savaşın, yenilgileri kaçınılmaz olacak bir savaşın içerisine sürüklemeye yönelik bir kışkırtma olmadığı ve fakat, cihadın bu boyutunu yadsıma eğiliminde olan modernist zihniyete karşı bir uyarı olduğunun anlaşılması bu bakımdan büyük bir önem taşımaktadır.

Şeyh Abdülkadir’in 1984 yılında kaleme aldığı Sign of the Sword adlı kitabında şöyle uyarmaktadır: “Aktif Müslümanı, incelikli bir şekilde oluşturulmuş bir tuzağa düşme konusunda uyarıyoruz. Eğer önderleri ve yapısalcı devleti “hedef alırlarsa, bugünün koşullarında bozguna uğramaları kaçınılmazdır. (…) Ama umutsuzluğa kapılmamak ve yalnızca intihar saldırılarının işe yarar olduğunu düşünmemek gerekir. Eğer bir kuleden açılan makineli tüfek ateşi altındaysanız, karşınızdaki kişi üstün konumundan dolayı, sizi kolaylıkla görüp öldürebilir. Ona ateş açmaya kalkıştığınız her seferinde öldürüleceksinizdir. Dolayısıyla durumun gerektirdiği strateji, ateş eden kişiyi değil, bu kişinin üzerinde bulunduğu, kendisine üstünlük sağlayan kuleyi hedeflemektir…” Bu kulenin simgelediği şeyin ne olduğu konusuna daha sonra değineceğiz.

Öte yandan, bir Müslümanın sağlıklı bir şekilde çok yönlü bir toplumsal dönüşüm mücadelesi verebilmesinin koşulu belirli bir eğitim sürecinden geçmesidir. Burada öncelikli olarak vurgulanan nokta ne var ki askerî bir eğitim değil, doğrudan doğruya katışıksız bir İslamî bilinçliliğin edinilmesini sağlayacak olan eğitimdir. Böylelikle İslamî bir toplumsal dönüşüm mücadelesi sürdürecek kişilerin dünyevi iktidar peşinde olan cahil kabadayılar olmaması gerekliliği açıktır. Böylesi kişilerin sürdürdüğü mücadelenin kaçınılmaz bir zorbalıkla sonuçlanacağına kuşku yoktur. Çünkü, bu insanlar, yarattıkları ideolojik masal dünyasında bir “beyaz atlı prens” oldukları yanılsaması içerisinde, kendilerine bir kimlik edinme ve kendi benliklerini yüceltme dürtüsüyle hareket edeceklerdir ve bu nedenle de yürüttükleri mücadele başarıyla sonuçlanacak olsa bile, ortaya çıkan şey, var olan dünyevi zorbalığın başka bir biçim altında yeniden üretilmesinden başka bir şey olmayacaktır ve bütün bunların da İslam adı verilen şeyle hiçbir ilgisi yoktur.

Böylesi bir eğitimin kuşkusuz belirli bir yapısı ve yöntemi olmak durumundadır ve Abdülkadir es-Sufi, bu eğitim için “ribat” modelini önermektedir. Ribat modeli, Şeyh Abdülkadir’e göre kaynağını Hendek Savaşı’ndan almakla birlikte bu model en ayrıntılı biçimiyle bugün Moritanya adı verilen bölgede Müslüman bir sufi önder tarafından uygulanmıştır. “Bir öbek Müslüman Atlantik kıyısındaki kalelerine çekildiler ve orada kendilerini cihada hazırladılar. Zamanı gelince ortaya çıktılar ve Fas’tan, İspanya içlerine kadar hayat dolu ve katışıksız İslam’ı ihdas ettiler. (…) Bu kimseler Murabıtlar diye bilinir. Şeyh Sunusi’nin kullandığı yöntem de budur.”

Bu eğitim, eşzamanlı olarak İslam’ın bütünsel gerçekliği içerisinde öğrenilmesini ve iç dünyanın dönüştürülerek benliğin dünyasal tutkulardan arınabilmesini ve böylelikle de kişinin hem dünyasal korkularından, hem de dünya karşısındaki köleliğinden kurtulabilmesini amaçlar. Böylece kişi, yürüteceği çok boyutlu mücadelede kendisini doğru eylemlerle sınırlandırmış olmayı da öğrenmiş olacaktır.

Bu uygulamadan sonra ise, “artık murabıtun, yani çeliğe su verilmiş ribat adamları oluşmuştur. Onlar kafirun karşısında dövüşe giden adamlardır, çünkü onlar yalnızca küfre karşı koymak için hazırlanmış değillerdir. Onlar içlerinden ve dışlarından Medine örneğine uygun bir İslamî toplum kurmak için teçhiz edilmişlerdir.”

Şeyh Abdülkadir’in tasavvuf-temelli bir İslam’dan uzaklaşarak, fıkıh-temelli bir İslam’ı ön plana çıkardığından söz etmiştik. Böylece kendisi ve çevresindeki topluluk için yeni bir öğrenim süreci başlamış olur. Sonuçta, tasavvufu bir kenara bırakarak doğrudan doğruya İslam şeriatı üzerine ayrıntılı çalışmalara girişirler.

1982’de yayımlanan ve Birleşik Devletler’de düzenledikleri bir fıkıh konferansı sırasında Şeyh Abdülkadir’in yapmış olduğu bir dizi konuşmanın metnini içeren Root Islamic Education (Temel İslamî Eğitim) adlı kitabın, İslam şeriatına ve fıkhına ilişkin yapılan çalışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktığı söylenebilir ve bu kitap Şeyh Abdülkadir’in söz konusu meseleyi nasıl kavradığına ilişkin oldukça derli toplu bir çerçeve sunmaktadır.

Şeyh Abdülkadir’in, eğer İslam’a ümmet içerisinde hayatiyet kazandırılmak isteniyorsa, yapılması gerektiğinde ısrar ettiği nokta, halihazırdaki yaşayış biçiminin bir bütün olarak Medine’deki selefi topluluğun yaşam biçimine göre uyarlanması gerektiğidir ve bu yaşayış biçiminin en kusursuz kaynağı da kuşkusuz bu söz konusu insanların İslam’ı en kusursuz biçimde bedenleştirmiş oldukları Medine’dir. Bu noktada Şeyh Abdülkadir’in kendisini sıkı sıkıya Malikî bir çizgiye oturttuğu görülür. Medine’nin, Hicret Yurdu’nun İmamı olan İmam Malik, kendisinden önce Medine’de yaşayan insanların saf ve katışıksız İslam’ını kayda geçirmekten başka bir şey yapmış değildir gerçekte. Dolayısıyla da Şeyh Abdülkadir, İmam Malik’i, bir mezhep kurucusu olmanın ötesinde, doğrudan doğruya İslam’ın mezhep öncesi, yapılaşmamış, spekülatif hale getirilmemiş toplumsal örüntüsünü ortaya seren bir kişi olarak ele almakta ve bu dolayımsızlığın da İslam’a bu çağda hayatiyet kazandırılmasında son derece önemli olduğunu düşünmektedir. Ama burada Şeyh Abdülkadir, diğerleri gibi hayatiyetini tümüyle yitirmiş ve yalnızca temel ibadetlerinin nasıl yerine getirileceğine ilişkin birtakım ayrıntılar meselesine indirgenmiş bir Malikîlik’ten söz etmediğinin açık olması gerektiğini ve günümüzde yapılması gereken şeyin fıkhın etkinleştirilmesi olduğunu ısrarla vurguluyor.

Ama fıkhın etkinleştirilebilmesinin koşulu hiç kuşkusuz belirli bir fukaha topluluğunun oluşturulmasıdır ve Şeyh Abdülkadir bu noktada, büyük bir bilgi birikimine sahip olan ama bunu toplumsal süreçlerle ilişkilendiremeyen bir ulema topluluğuna sahip olunduğu halde, ümmet içerisinde böylesi bir fukaha topluluğunun bulunmadığını ve temel eksikliğin de bu olduğunu öne sürüyor. Durum böyle olunca, Müslüman toplumlar içerisinde Batı’nın dayattığı İslam-dışı birtakım toplumsal uygulamalar rahatlıkla uygulamaya konabilmektedir. Derinden de-rine bir şeylerin yanlışlığını sezen kişiler ise fıkıhla organik bir ilişki içerisinde olmadıkları için sağlıklı bir eleştiri ortaya koyamamakta ve salt tepkisel bir konumda tıkanıp kalmakta veya var olan sisteme sözde alternatifler getirerek var olan sistemi farklı bir biçim altında yeniden üret-mektedirler. Halbuki ölçüt her şeyden önce Medine yaşayış modeli olmak zorundadır ve yapılacak uygulamaların uygun olup olmadığı ancak ve ancak bu model göz önünde tutularak değerlendirilebilir ve bunu yapabilecek olanlar da İslam kaynaklarına ilişkin kesin bilgiye sahip fukahadan başkası olamaz.

Bu noktada, İslam şeriatının temel çerçevesi oluşturulduktan ve içerisindeki yabancı unsurlar arındırıldıktan sonra, artık İslam’ın “politizasyonu” diyebileceğimiz süreç sona ermiştir diyebiliriz. Şimdi başlaması gereken süreç ise yeni bir insanın yaratılması sürecidir. Şeyh Abdülkadir Letter to an African Muslim (Afrikalı Bir Müslümana Mektup) adlı kitabında şöyle diyor: “İslam’ın ‘politizasyonu’ gerekli bir aşamaydı. Şimdi bu sona ermiştir. Cihad adlı çalışmamız bu mücadelenin bir parçasıydı. Ama şimdi görevlerimizin yeni ve daha esinleyici bir aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Bu, yeni bir insanın yaratılması için çalışma aşamasıdır.”

Böylece, Şeyh Abdülkadir’in İslamî yaklaşımının artık bir denge konumuna oturduğundan söz edilebilir. Bu noktada tasavvuf ve şeriat birbiriyle kusursuz bir biçimde örtüşen iki ayrı gerçeklik olarak karşımıza çıkar. İnsan, içerisinde yaşadığı toplumsal gerçeklikten soyutlanamadığı sürece de ‒ki bu olanaksızdır‒ bu böyle olmak zorundadır. O halde, yapılması gereken şey, iç ve dış dünyanın eşzamanlı bir şekilde dönüştürülmesidir. Bu ise daha önceden sözünü ettiğimiz murabıt tutumundan başka bir şey değildir. Çünkü murabıt, içerisinde bulunduğu toplumsal gerçekliğe gözlerini kapayarak kendi iç aydınlanması peşinde koşan kişi değildir, tam tersine, dışındaki toplumsal gerçekliği sağlıklı bir şekilde dönüştürebilmek için, kendi iç dünyasını dönüştürmeye çalışan kişidir. Ve Kur’anî ayet açıktır: “Bir topluluk nefslerindekini değiştirmedikçe, Allah onlara olan nimetini değiştirmez.” [Enfal Suresi, 53/7]

Böylece, Şeyh Abdülkadir’in, bu yeni tutumunu vurgulamak amacıyla adını değiştirmeyi uygun gördüğünü ve bu dönem içerisinde İngiltere’yi terk ederek, İslam’ın Medine’den sonra ikinci büyük çiçeklenişinin yaşandığı yer olarak gördüğü İspanya’ya gittiğini ve Endülüs Müslümanlarının başkenti olan Granada’ya yerleştiğini görüyoruz. Bundan böyle adı Abdülkadir es-Sufi değil, Abdülkadir el-Murabıt’tır.

Bu noktada, Şeyh Abdülkadir’in İslam’a ilişkin düşünsel evrelerini ortaya koyan temel bir çerçeve oluşturmuş durumdayız. Ama Şeyh Abdülkadir’in düşünsel yaklaşımını bir bütün olarak ortaya koymak istiyorsak, kuşkusuz onun Batı’ya ilişkin, yani modern yaşayış ve kavrayış biçimine ilişkin çözümlemelerini de ortaya koymamız gerekiyor.

Yazdığı kitaplar bir bütün olarak ele alındığında, Şeyh Abdülkadir’in, temel eleştiri noktası olarak modern bilimi, modern devleti ve kâğıt-para kullanımının sonucunda ortaya çıkan ve kaçınılmaz olarak faize dayalı bankacılık sistemini ele alarak bunları incelikli bir şekilde eleştirdiği görülebilir.

Şeyh Abdülkadir bankacılık sisteminin kaçınılmaz sonucu olan faizin günümüzdeki adaletsizliklerin temel nedeni olduğunu, yoksul ülkelerde yaşanan sefalet, çevre kirlenmesi ve beşerî yozlaşma gibi görüngülerin bu temel hastalığın yalnızca birer semptomu olduğunu düşünüyor. Bankacılık sistemi, bu sistemi denetimleri altında bulunduran küçük bir azınlık bir kenara bırakılırsa, bütün bir insanlığı gitgide artan bir ölçüde faiz borcu yoluyla köleleştirmektedir. Devlet yapısı ise bu sistemin işleyişini güvence altına almak için kurulmuş bir mekanizmadan ibarettir yalnızca ve politika denen şey de dikkatleri gerçek meseleden uzaklaştırmak, sistemin gerçekte nasıl işlediğini örtbas etmek için oynanan bir oyundan başka bir şey değildir.

Şeyh Abdülkadir, kendisini korumak için kurumsal olarak zırhlanmış bulunan devlete yönelik doğrudan bir mücadeleye girmenin kaçınılmaz bir yıkımla sonuçlanacağını, ama yumuşak karnına vurularak, yani bankacılık sistemini ortadan kaldırarak meselenin köklü bir şekilde halledilmiş olacağını söylüyor. Dolayısıyla, makineli tüfekle ateş eden kişinin, üzerinde bulunmakla size karşı üstünlük elde ettiği kule gerçekte bu bankacılık sisteminden başka bir şey değildir ve bu ortadan kaldırılmadıkça da hiçbir ciddi toplumsal dönüşüm ortaya çıkması olanaklı olmayacaktır. İşte bu nedenle de Şeyh Abdülkadir, günümüz cihadının faize ve dolayısıyla da halihazırdaki bankacılık sistemine yönelik bir cihad olması gerektiğini ve ulaşılması gereken hedefin devletsiz hükümet ve faizsiz ticaret olduğunu vurguluyor.

Şimdi, son olarak, Şeyh Abdülkadir’in modern toplum yapısının sonuçlarına ilişkin çarpıcı betimlemesini alıntılayarak yazımıza son verelim. Şeyh Abdülkadir Ayetlerden İşaretler kitabında çağdaş insanın içerisine itildiği trajik konuma şu çarpıcı ifadelerle ışık tutuyor: “Egemen kültürün ‘gelişmiş toplum’unda sokaktaki erkek ve kadınlar, yine de, şimdiye kadar bu gezegende yaşamış olan gelmiş geçmiş insanların en cahilleridirler. Hayatın beşikten mezara tüm doğal süreçleri gerçekten, doğumun kendisinden ölüme kadar tüm doğal süreçler bu insanların elinden alınmıştır. Kendileri hakkında bilgileri yoktur, bedenleri hakkında bilgileri yoktur. Çocuklarını doğuramazlar, ölülerini gömemezler. Bütün toplumsal süreçler ellerinden alınmıştır. Düzen ve güvenlikleri, üzerinde denetimleri bulunmayan bir seçkin grupça sağlanır. Denetleyemedikleri ve yönetemedikleri seçkinci bir teknolojik askerî güç adına savaşırlar, karşısında savaştıkları güç de odur. Tamamen asalak, toplumsal amaçlar açısından çaresiz, edilgen ve kör, kişisel amaçlar açısındansa bomboş bırakan bir süreçle yönetilirler. Ama yine de egemen kültür sözbilimi (retorik) onlara her zaman, halk olduklarını, egemenliğin onlarda olduğunu, kararların onlar tarafından ve onlar için alındığını tekrarlar.”

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir