Herkesin takvası marifetullahı kavramasıyla doğru orantılıdır. Marifeti olmayanlar veya eksik olanlar müşrik, mürtet, münafık, Yahudi, Hıristiyan, ateist, deist, nihilist, pozitivist, mason, sosyalist, kapitalist, materyalist, fasık, facir ve zâlim olmuşlardır. Marifeti olmayanlar ideolojileri dinleştirmişlerdir. “Allah’ı hakkıyla bilemeyen”[1] bu gruplar, marifetullahla buluşur ve kalbî tasdik, ikrar ve ameli salihle hayatlarını anlamlandırırlarsa hidayete ererler. Kur’an-ı Kerim, takvanın temelinde marifetullah olduğu için toplam ayetlerinin dörtte üçünde Allah Teâlâ’yı tanıtmıştır. Bu ayetlerde, Yüce Allah Kendisini, sıfatlarıyla, esmasıyla, fiilleriyle, ulûhiyet ve rubûbiyyetindeki eşsizliğiyle anlatmıştır. Marifetteki derinlik ve itikadi saflaşma, takva sıfatının kazanılmasına ve ahlak-ı hamidenin hayatında meleke kazanmasına zemin hazırlar.
İtikadî saflaşma ve derinleşmenin örnek temsilcisi Peygamber efendimiz (s.a.v.), takva ile marifetullah arasındaki ilgiyi bize şöyle açıklamıştır: “Sizin içinizde Allah’ı en iyi bileniniz benim, en takvalı olanınız da benim.”[2] Kur’an’ın anahtar kavramlarından olan takvayı, Kur’an bütünlüğünden ve hadislerdeki kullanımlarından kopararak sadece “Allah bilinci” veya “sorumluluk bilinci” diye yorumlayan Abdulkerim Süruş’u ve Muhammed Esed’i, bu konuda onların tanımını cazibeli bulan taklitçi meal yazarlarını biraz klasik dönem Mürcie’sine benzetiyoruz. Mürcie imanı; “Allah’ı bilmek” diye tanımlamış ve salih amelleri dışta tutmuştur. “Allah bilinci” şeklindeki tanımlamada da zihinsel bir eylem olan “bilinç” var ama salih ameller tarife alınmamıştır. Zira her bilinç sahibi hayatını amellerle de anlamlandırmamaktadır. Bu nedenle tanımı, Kur’an-ı Kerim ve sünnet eksenli ele almak ve ameli boyutuna mutlaka vurgu yapmak gerekir.
Gerek Hz. Peygamber (s.a.v.), gerekse sahabe takvanın anlamını en güzel biçimde kavradıkları için hayatlarını iman ve cihadla anlamlandırmışlardır. Hz. Peygamber denince akla gelen marifet, tevhid, cihad, güzel ahlak, ihsan, azimetle amel, sabır, toplumun içinde duruş ve meseleleri çözüme kavuşturma, aile içi mutluluk, hayatın her alanında belli plân ve programları uygulama, kurumlar oluşturma ve hayatı vahye göre anlamlandırma gayretidir. O, takvanın en önemli ve örnek temsilcisidir. “Asaletin de, malın da, şerefin de takva ile anlam kazanacağına”[3] işaret eden Resulullah (s.a.v.), mü’minlere şu tavsiyeyi yapmıştır: “Size takvalı olmanızı emrederim. Çünkü takva her (hayırlı) şeyin başıdır…”[4] Aynı hadisin devamında da cihad etmeyi tavsiye eden peygamberimiz (s.a.v.), cihadın, takvanın bir neticesi olduğunu beyan etmiştir. Takvalı insan marifet nurunun etkisiyle en gayretli insandır. Gayreti ve aksiyonu olmayanın marifeti de takvası da olmaz.
Takva, insanın özgürlüğünü fark etmesi ve bu fark edişini salih amellere dönüştürerek hayatına yansıtmasıdır. Kadim dönem sûfileri, takva ile özgürlük arasındaki bağı şöyle ortaya koymuşlar: “Mevlanın dışında hiçbir varlığın sana hâkim olamaması takvadır. Bu durum ise gerçek hürriyettir.”[5] Mevlanın kendi üzerindeki mutlak otorite oluşunu bilen sûfi, hiçbir hiyerarşik yapılanmaya kendini, aklını ve fikrini teslim ederek özgürlüğünden vazgeçmez. Ona göre mürşid, bir muallimdir ve aracılık vasfı geçicidir. Vesiledir. Vesile maksadın yerine konulmamalıdır. Vesile ile maksadı karıştıranlar, vesileye ulaşınca maksattan uzaklaşırlar ve bunu da vuslat zannederler. Bu anlamda sûfi, malı amaç edinmediği gibi zalim siyasetin kurucularının ucuz oy deposu da değildir. Siyasete adalet çerçevesinde rota çizer ama yörüngesini kâfirlerin, resmi ideolojilerin belirlediği bir siyasette yol almadığı gibi rol de almaz. Her şeyin hikmetini şeriatın ölçüleri içerisinde arar; şeriata uymayan davranışlarda hikmet arama sapıklığına düşmez.
Hz. Peygamber (s.a.v.), “İnsanların en değerlisinin en takvalı mü’minler olduğunu”[6] söylemiştir. O’nun bu söylemi, dayanağını serlevhaya aldığımız Hucurat suresinin şu ayetine müstenittir:
“إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ”
“…Gerçek şu ki Allah katında en üstün, en değerli olanınız, takva bakımından en ileride olanınızdır. (Irk, renk, zenginlik, güzellik, makam, şöhret, güç gibi özellikler, İslâm’a göre asla üstünlük ölçüsü değildir. İlâhî değer ölçülerine göre en kıymetli, en saygıdeğer insan; iman-ı kâmille donanan ve ahlâkî erdemler bakımından en önde olan insandır. Ey insanlar! İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, üstün-aşağı gibi bütün değer ölçülerinizi Allah’ın kitabından almalısınız! Çünkü) Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.”[7] Bu ayet, insanlar arasına zorla yerleştirilen sermayeye veya soya bağlı kast sistemini yerle bir etmiştir. Dünyanın en büyük devrimi bu anlayışla hayata anlam verebilmektir. Ayetin sarsıcı etkisiyle cahiliyedeki sosyal tabakalaşma ve bürokratik despotizm yıkılmıştır. Parayı ve soy sopla övünmeyi tek değer ölçüsü sayan “holding ağalarının” saltanatına son vermiştir. İslâm, insanın özgür kazanımlarına bağlı yeni bir toplumsal yapılanma anlayışı getirmiştir. Kur’an’ın ortaya koyduğu sistem, cahiliyenin oluşturduğu sosyal tabakalaşma konisinin başındaki holding ağalarını/deve çobanlarını, çok uluslu şirketlerin niteliksiz ve putperest patronlarını küfre batmaları nedeniyle koninin tabanına indirmiştir. Vahye göre, koninin tepesine çıkmanın temel şartı iman-ı kâmildir. Böyle bir imanı ameli hâle getirmektir. İslâm’a göre yeni yapılanmanın tabanında Karun, Ebu cehil, Ümeyye b. Halef’ler vardır. Tabanda; çok uluslu şirketlerin dünya sistemini iktidarda tutmak isteyen patronları vardır. Sermayelerini firavni sistemleri; tüm emperyalist güçleri tahkim etmek için kullananlar koninin tabanındadırlar.
İslâm, imanlarının bedelini sabır ve cihadla ödeyip hayatlarını vahiyle anlamlandıran, ihsan bilinciyle ibadetlerini ifa eden, salih davranışlarının karşılığını sadece Allah Teâlâ’dan bekleyen, tüm zorluklar karşısında azimetle amel edip iman konularında ruhsat kullanmayan; Bilal b. Rabah’ı (Bilal-i Habeşi) ve aynı ruhla hareket eden Abdullah b. Mesud, Selman-ı Farisi, Yasir, Sümeyye, Ammar b. Yasir, Suheyb-i Rûmi ve Musab b. Umeyr gibi mazlumları koninin tepesine yükseltmiştir.
Bu yükselişte yani toplumsal yapının tepesinde yer almakta özgürlük ve bireysel gayret çok önemlidir. Buraya mirasla ve saltanatla yükselmek mümkün değildir. İslâm’ın ortaya koyup ameli hale getirdiği bu değer, üzülerek belirtelim ki modernite ve batılılaşmanın zihinsel atıklarıyla unutulmuştur. Abartmadan söyleyebiliriz ki Müslümanlar bile bugün İslâm’ın koyduğu bu değer ölçüsünün çok gerilerine düşmüşlerdir. Eğer Müslümanlar, sermayeyi, bürokratik hiyerarşiyi, soyu, politik yükselişi, lüks yaşamayı, fiziki üstünlüğü ve lidere yakınlığı iman ve salih amellerin üzerinde tutuyorlarsa cahili bir toplumsal yapılanmayı onaylıyorlar demektir. Zaten İslâm’ın savaşı da bu anlayış sahipleriyledir. Bu anlamda şunu söyleyebiliriz, Müslümanlığın fikir savaşının hedefi de genişlemiştir.
[1] En’am 6/91.
[2] Buhari, 2, İman, 13, c.I, s.10.
[3] Bagavi, Tefsir, s.219; İbni Mace, Zühd, 24, h. no: 4219, c.II, s.1410.
[4] Ahmed, Müsned, c. III, s.82.
[5] Sülemi, Hakaiku’t-Tefsir, c.II, s.18.
[6] Tahavi, Müşkilu’l-Âsâr, c.II, s.294.
[7] Hucurat 49/13.