Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Akılla Temellendirilmeyen İman Koftur – 2

Geçen haftaki makalemizde “kocakarı itikadı” ve “az bilmenin daha kıymetli olduğu” varsayımı üzerinde bir miktar durmuş ve bu varsayımların Kur’an tarafından asla onay alamayacağını belirtmeye çalışmıştık.
Bu haftaki yazımızda da “iman” kavramının epistemolojik değeri, akıl, bilim/ilim ve tefekkürle ilişkisi üzerinde durmaya çalışacağız. Bakalım, akılla temellendirilmeyen, kof bir karıkoca imanı, Kur’an tarafından onay alacak mı?

Müslümanlar olarak, bütün mevzularımızı “vahiy ve akıl” merkezli ele almak zorundayız. Vahiy ve akıldan bağımsız hiç bir mevzu/konu, bizi sağlıklı sonuçlara götüremez.

Geçen yazıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an; baştan sona ilme, akla, tefekküre, tedebbüre, hikmete, kanıta yer vermektedir. Kur’an’da bilenlerle bilmeyenlerin eşit olamayacakları, bilmeyenlerin zikir ehline (ilim ehline, alimlere) sorması gerektiği, ilmi dikkate almayıp zanlarıyla hareket edenlerin ve bilgisizce tartışanların uyarıldığı, kendilerine ilim verilenlerin ve ilimde derinleşenlerin derecelerinin yükseltildiği belirtmektedir.

Kur’an mesajı bakımından bütün bunların, (aklı kullanmanın, tefekkürün, bilginin ve bilme faaliyetinin), ne kadar önemli olduğu ayan beyan ortada dururken, alternatif iman provalarıyla –mesela kocakarı imanı ile- hakikate varmaya çalışmak, asla sağlıklı bir netice kazandırmaz. Dolayısıyla ilim olmadan, akıl kullanılmadan, “iman akılla temellendirilmeden” iyi/sağlam bir imana sahip ve iyi/muttaki bir Müslüman olamayacağımızı bilmemiz gerekir.

İslam dininin en büyük yorumcuları olan Ebu Hanife ve Maturidi “vahiy gelmemiş olsa bile, akıl, iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı bilir” diyerek akla büyük önem atfetmişlerdir. Kelam alimleri de “akıl ile nakil tearruz ederse (çatışırsa), akıl evvel (asıl itibar kabul edilir), nakil tevil olunur” demişlerdir.

Bilmek gerekir ki başta ayetler olmak üzere “akıl dışı, aklın alanı dışında” hiçbir teklif yoktur. Allah, biz insanlara her ne teklif ediyorsa (bizleri bilgilendirip mükellef kılıyorsa) tümünün muhatabı akıldır. Gaybın da şehadetin de muhkemin de müteşabihin de muhatabı akıldır. Onun için önce akledip anlamalı, sonra da inanıp güvenmeliyiz.

Ayetler ışığında konuya yaklaştığımızda, iman mefhumunun akılla temellendirildiği açıkça görülecektir. Mesela, İbrahim as, ahiret günü insanların yeniden diriltileceğine inandığı halde, bu imanın (kabulün) akılla aydınlatılmasını istemektedir.

“İbrahim, “Rabbim! Ölüyü nasıl dirilteceğini bana göster” demişti. Rabbi ona, “inanmadın mı” diye sorunca, İbrahim, “hayır (elbette inandım); fakat kalbimin tatmin olması için (görmek istedim)” demişti.” (Bakara 260)

Bir ayette de Allah’ın peşi sıra başka ilahlara tapmakta olanların, akıllarını kullanmadıklarından dolayı şirke düştükleri belirtilmektedir: “İbrahim, “Allah’ın peşi sıra size hiçbir yarar ve zarar veremeyen şeylere hala tapacak mısınız” demişti. Size de tapmakta olduklarınız şeylere de yazıklar olsun! Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enbiya 67)

Diğer bir ayette, Allah, kendi gücünü ve yetkisini dile getirirken, bu gücün, ancak aklı kullanmakla kavranabileceğini şöyle bildirmektedir:
“Allah, sizin için işitme duygusu, gözler ve kalpler yaratandır. Sizi yeryüzünde çoğaltıp yayandır. Yaşatan ve öldürendir. Sonuçta sadece O’nun huzurunda toplanacaksınız. Gecenin ve gündüzün birbiri ardınca değişmesi yalnızca O’na aittir. Aklınızı kullanmayacaksınız!” (Müminun 78-80)

Görüldüğü gibi Allah, her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğu halde, aklını kullanmayanların, rahatlıkla bir takım sahte/düzmece ilahlara tapabileceklerini haber vermektedir. Allah ile birlikte başka ilahlara tapmadan sağlam bir imana sahip olabilmek için aklın aktif olması istenmektedir. Dolayısıyla her neye ve kime inanıyorsak onun, mutlaka vahiy ve akıl temelli olması gerekir.

Yani imanımız (kabullerimiz), vahye, akla ve takvaya uygun olmak zorundadır. Aksi takdirde bazı kimseler, imanımız içerisine Allah ile beraber pek çok sahte ilah yerleştirerek, onlara kul olmamızı sağlayarak bizi aldatabilirler. İşte, bazı kimselerin özlem duyduğu kocakarı imanı, bu gibi tehlikeler taşımaktadır. Yani, aldatılmaya, içine Allah’la beraber başka varlıklar katmaya oldukça müsait bir imandır.

Hülasa; vahiy, akıl ve takva temelinde nitelikli bir iman/inanç istiyorsak, bu kocakarı benzeri iman/inanç değil, bilgiye (ilme/bilime), hikmete dayalı aktif bir iman/inanç olmalıdır Zira neye ve kime inandığımızı “adımız gibi” bilmezsek, her an inancın temel kaide ve prensiplerinin dışına çıkabiliriz.

Tabi ki “doğru bilgi” yetmez, doğru bilgiyle birlikte imanın mutlaka salih amelle beslenmesi lazım. Yani, taassup, taklitçilik, bağnazlık, riyakarlık gibi olumsuz eylemlerden uzak, tamamen iyi niyet, ihlas, sadakat, sevgi, samimiyet, teslimiyet, hasenat, fedekarlık gibi olumlu aktivitelere sahip olmalıdır. Yani sahip olduğumuz iman, hem duygusal, hem de sosyal anlamda ahlak kaidelerine uymak zorundadır.

Kısaca, iman ve dindarlığı daraltıcı bir “dini darlık” olarak değil, aksine akla dayalı “dini bilgelik” olarak görmek gerekir. Binaenaleyh, Kur’an hakikatleri ve akıl merkezli hareket ederek, Rabbimize, kendimize, bütün insanlara ve bütün evrene karşı dürüst, adil, ahlaklı ve samimi olmak, kibir ve husumetten, başkasını aşağı, hor ve hakir görmekten uzak durmak zorundayız.

Evet, bütün duyuların merkezi -manevi olarak- akıldır; akılın merkezi de kalptir. Kalpleri körelmiş olanlar, akıllarını çalıştıramazlar. Akıl çalışmadan ne göz görür, ne kulak duyar, ne de kalp tasdik eder.

“Bütün bu söylenenlerde akledecek kalbi olan veya bilinçli bir şekilde kulak veren bir kimse için alınacak dersler vardır.” (Kaf 37)

Selam ve muhabbetlerimle…

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir