Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Sıfırın İnsan Halleri

Acayip bir sayıdır sıfır. Kimi zaman süklüm püklüm, kimi zaman belli belirsiz, bellisi fazla düpedüz belirsiz. Toplasan da, çıkarsan da, bölsen de etkisiz. Ama bir de çarpmaya gör! Önünden kaç kenarda dur! Buldozer gibi gelir, silindir gibi ezer; paçandan tutar, seni dibe çeker; çığ olur tepene iner, üstüne bembeyaz bir örtü çeker, siler, yok eder… Dedik ya bunda var bir acayiplik, her şeyi yutan kara delik.  

Acaba bu özelliği bir yazıma göre yuvarlak ve içi delik olmasından mı, yoksa diğer yazıma göre kapkara bir nokta oluşundan mı?

Şekle göre cevaplamak zor. Zira şekiller ve şekillere yüklenen anlamlar bazen hatta çoğu zaman yanıltıcı olabiliyor. Nereden mi biliyorum? Sözde bilim yüz tanımayla insanları tanıdıklarını iddia edenlerden, yıldızlardan gelecek tasarımı yapanlardan, şişeden cin çıkartanlardan, burçlardan kader yazanlardan… Yüzüne, kaşına, gözüne, beden ölçüsüne, saç örgüsüne; yıldızına, burcuna, burnunun ucuna göre insanlar sınansaydı, kaç kişi sınıfı geçerdi dersiniz?

Her neyse! Sıfır diyorduk, oradan devam edelim.

Bir sayıyı sıfırla toplarsanız, çıkarırsanız veya bölerseniz anlamlı bir sonuca ulaşamazsınız. Var olan neyse o kalır. İşlem sonunda ne bir şey eklenir ne de bir şey eksilir. Sıkı durun! Ya bir de çarparsanız. Allah kimsenin başına vermesin! Sonuç felaket! Çarpılan her sayıyı büyüklüğü ne olursa olsun dibe indirir, kendine benzetir, içi boş yuvarlağa çevirir, yutar yok eder, geride bırakmaz ne bir delil ne eser.   

Bunları niye mi anlattım? Batıniliğin nam-ı diğer ezoterizmin karanlıklar kralı Pisagor tarikatına, haşhaşi yapılanmasına, karmatî mafyasına, günümüzdeki çakmalarına veya çıkmalarına kıymet vermek, öykünmek için değil herhalde. Günyüzü görmesin onların gizemli karanlıkları, batsın batınîlikleri, uzak olsun bizden sıfır halleri!

*

Eeee nereye gelmek istiyorduk?

Tabi ki, sıfırın insan hallerine.

Efendim, insanlardan öyleleri var ki, sıfıra ayarlanmış. Toplasan bir şey artırmaz, çıkarsan bir şey eksiltmez; bir araya gelsen bir şey katmaz, uzaklaşsan kayıp sayılmaz; ama bir çarpmaya gör, anandan doğduğuna pişman eder, önüne geleni teper, ardına geleni iter, koca bir toplumu yok etmeye yeter.

Yok mudur böyle tecrübeleriniz, yaşadıklarınınız, yaşatıldıklarınız?

İlginçtir bu tipler. Her dönemde, her yerde, her ortamda bulunurlar. Olmalarından ya da olmamalarından fark edemezsiniz. Dedik ya, bir şey artırmaz ve eksiltmez bunlar. Ne geldiklerini bilirsiniz ne gittiklerini fark edersiniz. Bu yüzden fark edilmez ve bilinmezdirler. Ama bir çarptılar mı? Fark etmeye bile fırsat bulamazsınız, son sözünüzü bile söyleyemezsiniz; topunuzu yere sererler, ortamı harap ederler, hiçbir şey olmamış gibi çekip giderler…  

Türlü halleri vardır efendim bunların! Süklüm püklümdürler, etkisiz eleman görünümlüdürler. Çünkü bizim işlemlerimiz çoğunluk toplama ve çıkarmadır. İyiyse toplar, bir araya getiririz; kötüyse çıkartır, bir köşeye atarız. Bölmek hoş değildir, onu da aklımızdan çıkartırız. Çarpmak aklımıza pek gelmez, gelse de ihtimal olarak görülmez. Gaflet gözümüzü bürür, o sinsice dipten yürür, bir anda görünür; olan o anda olur, her şeyi savurur, gülleri soldurur, suları dondurur, cansızı yok eder, canlıyı öldürür.

Bizden biri gibi görünür kimi zaman. Bir artısı-eksisi olmadığı için fark etmeyiz, fark etsek de aldırış etmeyiz. O kadar ki, birlikte yürürüz, birlikte dururuz. Adeta bizden bir parça gibi görünür, aynı elbiseye bürünür. Bu yüzden kestirip atmayı, bölüp çıkartmayı aklımıza getirmeyiz. Ya gaflet tarafımız ya şefkat yanımız görmemizi engeller. Ama bir çarptı mı?! İşte o an anlarız, bağrımızı yumruklar, dizimizi döver, kafamıza vururuz…

Kendi halinde görünürler kimi zaman. Ne bir kıvılcım ne duman, her şey süt liman, kıvrılmış yatan bir yılan… Bana dokunmayan bin yaşasın der geçeriz. Nasılsa mala davara zararı yok deriz. Merhamet yanımızı esnetir, duygularımızın gazına gelir, akıl frenini gevşetiriz. İşte o an olur ne olursa! Aniden bir çarpma, tepe taklak savrulma, toza toprağa bulanma ya da toprağın kara bağrında karar kılma…

Oturanlar arasından çıkar kimi zaman. Dışardan baksan oturmuşlar, lakin içlerinde kudurmuş dalgalar, denizin hayalinden hayalin denizine dalmışlar, hayal gemisinde hayale dümen kırmışlar; ortalığı karıştıracak şeyler yazıp ortaya yaymışlar…

Aman bunlara dikkat! İlginçtir halleri, sivridir dilleri, çarpar söyledikleri: Güney cepheye oturup ahkâm keserler, batı cephesinden işaret beklerler, kuzey cephesinden acayip ürkerler, doğu cephesinde hiç görünmezler. Kör şeytan dürtmeye görsün, toplaşıp esip gürlerler, kendileri söyler, kendileri dinlerler; yaparlar, bozarlar, olmadık şeyler yazarlar, etrafa çamur atarlar, tutmazsa attıkları çamura kendileri yatarlar; gel desen gelmezler, git desen gitmezler; bir derde derman, bir yaraya merhem olmazlar; sevinsen gönenmezler, dövünsen üzülmezler… Ama bir çarpmaya gör, kendi seviyelerine çekip, yer ile yeksan edip, her şeyi sıfırlayıp dip köşeye sinerler, hiçbir şey olmamış gibi yeniden oturuş pozisyonuna geçerler…

Bu böyle sürer gider.

Kimisi görür, gerçek der; kimisi senaryo muamelesi çeker.

Zaman geçer, kimisi hatırlar, kimisi unutur; kimisi uyur, kimisi uyanık durur; uyanan gerçeği bulur, uyanmayan rüya der durur…

Böyledir geçmiş, bir hatırlanır, bir unutulur.

Ama hiç unutmayan Bir var elbet, iyi ki var ahiret, orada şaşmaz adalet…

*

Peki, nasıl biliriz bunları?

Sayılarından, şekillerinden, kıyafetlerinden değil tabi ki; yüz mimiklerinden, göz süzüşlerinden kulak verişlerinden belki; ama hallerinden, duruşlarından, tavırlarından, tavır alışlarından ve satışlarından sanki; ne çok zormuş arkadaş, bunları bilmek meğer ki!

Bilseydi peygamberler bilirdi münafıkları, koca devlet aygıtı anlardı içindeki hainlikleri; aklı başında insanlar çarpılmazlardı sahtekârlara, hırslarına kapılıp katılmazlardı tamahkârlara, bütün varlıklarını yitirip sığınmazlardı sonunda ahlara vahlara…

Sen sen ol, ey oğul!  Bu gibilere asla çarpma, çarpılma ve çarpan hanene koyma. Çarpman da, çarpılman da seni sıfırlar, çarpan hanene koyman haneni harap, varlığını türap, geleceğini serap eder.

Bunları toplamaya, çıkarmaya ve bölmeye gerek duymadığın gibi çarpmaya da gerek duyma, hatta uzak dur. Bunlara dalaşacağına, çalıyı dolaş, dağın üstünden aş. Ne üstlerine git, ne üstüne sıçrat!

Su gibi olduğunu unutma. Kirlenmem ve zehirlenmem sanma. Sıçrayan bir damla hayatını zehir eder, bedenini kirletir, itibarını yere serer.  Ne bütün zehirleri ortamdan yok edebilir ne de bütün pislikleri hayattan çıkartabilirsin. Yarış alanı, savaş meydanıdır bu dünya. Ama çarpmaya ve çarpılmaya engel olabilirsin, onları çarpan hanene de koymayabilirsin; yemezsin, içmezsin, çekmezsin; iradene fren koyup aklına getirmezsin, duygularına gem vurup kalbinden geçirmezsin…

Çünkü bunlara çarpmak sadece sana zarar verir, çarpılmak senden götürür, çarpım hanene koymak ise bir çuval patatesin içine bir tane çürük koymak, bir güğüm suya bir damla pislik sıçratmak, bir tencere yemeğe bir gram zehir katmak gibidir.

Tercih senin! Akıl kafanda, irade elinde, tecrübe zihninde; iman kalbinde, İslam bedeninde, ihsan gönlünde; nefsine çeki düzen ver, kalbini temizle; arkada kalanı gözle, önden gideni izle; geçmişten ders al, anın değerini bil, geleceğe yönel, ufukları hedefle! Bilesin ki, iyiler lehinde, kötüler aleyhinde…

Sıfır adamlar mı?

Aman ha, göreyim seni, onlara dikkat eyle!  

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir