Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 27, 2024

İbn Rüşd Müktesebatının Temeli Akıldır

Geçen hafta İmam Gazali’yi kısaca tanıtmaya çalıştık. Bu hafta da Gazali’ye “tehafütü tehafüti’l felasife” adlı eseriyle reddiye yazan ve hem İslam dünyasını ve hem de Avrupa fikriyatını büyük ölçüde etkileyen İbni Rüşd’ün paradigması (felsefesi) üzerinde kısaca duracağız.

Muhammed bin Ahmed bin Rüşd, 1126 yılında Kordoba’da doğdu. (1198 yılında, 72 yaşında Fas’ta vefat etti.) Dedesi ve babası kadı/hakim olunca, (Kordoba’da) kendisi erken yaşlarda ilim tahsiline başladı ve yüksek zekası ve kavrayışı ile herkesin dikkatini çekti. Fıkıh, hadis, felsefe, kelam, tıp, matematik, tabiat ilimleri, siyaset okudu. Filozofluk yanında kadılık ve tabiplikte de ün yaptı.

İbn Rüşd’e göre insan, aklı sayesinde insandır ve tüm varlıklardan üstündür. Akıllı olması ona büyük imkan sağlamaktadır. Onun için aklını kullanarak varlıktaki düzeni düşünüp anlamaya çalışması, yaratılışının amacıdır. Bunun için de doğru bilgi, doğru eylem ve öncesinde de sağlam bir zihniyet ve yönteme ihtiyaç vardır.

İbni Rüşd, aklı merkeze alarak kıyas ve tevil yöntemini kullanarak yol almaya çalışan bir düşünürdür. Ona göre vahiy ile akıl uyum halindedir. Bu uyum, ya doğrudan ayetlerin zahirinden anlaşılan mana ile veya hakikatin birliği ilkesine dayalı olarak yapılan te’villerle gerçekleşir. Hakikat tek olduğuna göre dini söylem ile felsefi söylem arasındaki farklılık, hakikatin anlatılması ve açıklanması noktasında her ikisinin dayandığı ilkeler ve kullandığı yöntemlerden kaynaklanmaktadır.

İbn Rüşd’e göre, hakikat hakikate zıt olmayacağına göre, akılla elde edilen bilgi ve delillerle, vahiy yoluyla elde edilen bilgi ve deliller asla birbirine ters düşmez. İkisi birbirinin destekler. Aklın onayladığını veya ret ettiğini, vahiy iptal etmez, destekler.

İbni Rüşd’e göre vahiy ile aklı, din ile felsefeyi karşı karşıya getirip çatıştırmak, kavga ettirmek, hakikat adına kabul edilir bir durum değildir; çünkü İslam’da din, akıl, hikmet, hakikat, şeriat, ilim ve bilim ayrımı yoktur. Bu ayrımı yapanlar, İslama, dolayısıyla Müslümanlara büyük zarar vermektedirler. Müslümanların pek çok alanda geride kalmasının temel nedeni de budur.

İbn Rüşd, din ve felsefe ilişkisini ele alırken şunu söyler: Felsefenin amacı, var olanlar üzerinde düşünmek ve onları Allah’ın varlığına delaletleri bakımından incelemektir. Kur’an’da geçen i’tibar, nazar, teakkul, tefekkür, tefakkuh gibi kavramlar da dinin doğru bir şekilde anlaşılmasını kolaylaştıran unsurlardır. Zaten dinin amacı, Allah’ı ve bütün yaratılanları burhana dayanarak bilinmesini ve doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlamaktır. Onun için de kıyas metodunu te’vil yoluyla çalıştırmaktan başka çare yoktur.

İbn Rüşd, “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel şekilde tartış” (Nahl 125) ayetini esas alarak, insan ilişkilerinde hikmet, öğüt ve cedel yöntemlerinin kullanılması gerektiğini söyler. Ona göre akıl, burhan yöntemini kullanır; vahiy ise, hem akla, hem hayale ve hem de hisse hitap eder; dolayısıyla o, akıl yürütme (burhan), diyalektik (cedel) ve retorik (hitabet) yönteminin üçünü birden kullanarak sonuca varmaya çalışır.
Burhana dayalı akıl yürütme belirli bir varlık hakkında, belirli bir bilgi sağladığı gibi, din de aynı varlık hakkında ya bilgi verir veya o konuda bir şey söylemez. Şayet burhanın verdiği bilgi ile dinin verdiği bilgi birbirine ters düşerse, tek çözüm dinin verdiği bilgiyi te’vil etmektir. (doğru anlaşılmasını sağlamaktır)

İbn Rüşd’e göre Allah’ın sıfatları ve Allah’a yön, mekan ve organ isnat eden ayetler hakkında akıl yürütmek faydasızdır. Mahiyetleri bilinemez; zira Allah, göklerin ve yerin nurudur.

İbn Rüşd’ün düşünce ve metodu, İslam dünyasından ziyade Avrupa Hıristiyanlığını sarsmış ve iki karşıt gruba ayırmıştır. Bir grup, aklı ve bilimi öne çıkartırken, diğer grup da dini öne çıkartarak aklı mahkum etmeye çalışmıştır. Aklı ve bilimi esas alan Batılı bilim adamları, İbni Rüşd’ün eserlerinden yararlanarak/etkilenerek “İbn Rüştçülük hareketi” diye bir hareket başlattılar ve Avrupa’da modern bilim ve düşüncenin (Rönesans) oluşumunda etkili oldular.

İbn Rüşd’ün düşüncesi ve metodu kendi dönemini ve daha sonra Batı dünyasını büyük ölçüde (müsbet anlamda) etkilediği halde, Gazali ile giriştiği “tahaffüt” (tutarsızlık) tartışmalarında Osmanlı ulemasının –maalesef- Gazali’den yana tavır alıp burhanı devre dışı bırakması, İbn Rüşd’ün düşünce ve metodunun İslam dünyasının gelişmesine katkı sağlamasını engellemiştir. (Kay. İslam Ansk.)

Tezim o dur ki İslam dünyasının gelişmesini, ilim/bilimde ilerlemesini ve adalet üzere hareket etmesini istiyorsak, burhana dayalı müktesebattan (mesela, İbni Rüşd’den) yararlanmaktan, vahyin ve aklın rehberliğinde “hikmet” merkezli hareket etmekten başka çaremiz yoktur. Aksi takdirde İslam dünyası olarak ne gelişme kaydedebiliriz ne de adaleti sağlayabiliriz.

“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak aklını kullananlar düşünüp öğüt alırlar.” (Bakara 269)

Selam ve muhabbetlerimle…

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir