Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Kur’an Anlayışımızı Değiştirir Umuduyla Yazdım

Öğretme işinde çok istekli olan Hz. Muhammed, arkadaşlarına Kur’an öğretirken Kur’an’ı anlamalarını birinci plâna almış ve “Üç günden kısa sürede Kur’an’ı hatmetmemelerini” istemiştir.[1] Anlama olayını gerçekleştirmeye çalışan birisi, bu uğurda birçok zorluklara katlanır.

Sahâbe Kur’an’ı öğrenmenin özünde anlama olduğu için, diğer insanları da bu alana çekmek amacıyla şöyle bir temsil getirmiştir. Temsili getiren “Bakara sûresini sekiz senede öğrendiğini” söyleyen Abdullah b. Ömer’dir. Abdullah, Kur’an’ı öğrenmenin ve anlamanın önemiyle ilgili şöyle der: “(Kıyamet günü) Kur’an gelir ve kendini çok okuyana şefaat ederek / yardımcı olarak der ki: ‘Ey Rabbim! Her çalışanın çalışmasının bir karşılığı var, şüphesiz ben bu kişiyi (kendisini öğreneni) dünyevî lezzetlerden ve uykudan men ediyordum. Bu kişiye lütfen ikramda bulun.’ Allah Teâlâ; ‘Sağ elini aç’ der ve rızasıyla doldurur. ‘Sol elini aç’ der ve rızasıyla doldurur. Keramet / üstünlük elbisesi ve takıları giydirilir. Keramet tacı takılarak (onurlandırılır).”[2] Sahâbeye ait bu sözler, Kur’an öğreniminin ne kadar onurlu ve önemli bir eylem olduğunun göstergeleridir.

Kur’an öğrenimine çok önem veren bu insanlar, zihinlerinde oluşturmuş oldukları anlam dünyası kadar, Kur’an’la ve öğrenimiyle ilgilenmişlerdir. Böyle bir öğrenim olayında, alıcı olmak noktasından farklılıkların olacağı gayet doğaldır. Bu meyanda şunu söyleyebiliriz. Hz. Peygamberin yanında duranla durmayan aynı seviyede değildi. Hasan el-Basrî’nin, sahâbe döneminde, karşılaşmış olduğu bazı sahâbîlere fetva vermesi,[3] onların Kur’an’a vakıf olmada hepsinin aynı seviyede olmadıklarını gösterir. Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Halid b. Velid, diğer Müslümanlar gibi uzun süre Medine’de kalamamıştır. Büyük bir komutan olduğu için cepheye gönderilmiş ve Medine’deki Kur’an’ı öğrenme ikliminden gereği gibi istifade edememiştir. Nitekim kendisi de, Kur’an bilgisinin çok yeterli olmadığını şu sözüyle ikrar etmiştir: “Sürekli cihadla uğraşmak / cephede olmak benim (gereği gibi) Kur’an öğrenimimi engelledi.”[4]

Hz. Peygamber’in arkadaşlarının Kur’an öğreniminde, öğrenme ile amel etme beraberce yürümüştür. Bu durumu Hz. Ömer şu sözüyle açıklamıştır: “Allah’ın kitabını bilerek ve yaşayarak öğreniniz ki Kur’an ehlinden olasınız.”[5] Rasulullahın öğretim metodunun esasını oluşturan, öğrenme ve öğrenilenin hayata katılması, karşılığını sahâbede çok canlı olarak bulmaktaydı. Meselâ, “Osman b. Affan, Abdullah b. Mes’ud ve Kur’an’ı bize öğreten diğerleri; Hz. Peygamberden on ayet öğrendiklerinde, o on ayetteki ilim ve amelle birleştirerek hayatlarına katmadan başka bir on ayete geçmediklerini anlatırlardı. Onlar diyorlardı ki “Kur’an’ı ilim ve amelle birlikte öğrendik.”[6]

Kur’an’ın içeriğini kavrayıp bilgiyle donanmak bizlere kalan nebevî mirastır. Kur’an öğrenmeyi Hz. Peygamberin mirası olarak algılayan bir zihniyetin, öğrenme işinde birbiriyle yarışa gireceği kaçınılmazdır. Konuyla ilgili şöyle bir örnek verilir: Ebû Hureyre; “Ey Pazar halkı! Sizi alıkoyan nedir?” onlar; “Bu sözünü ettiğin nedir?” dediler. O da, “Hz. Peygamberin mirası paylaştırılıyor, siz hala buradasınız! Gidip ondan payınızı almalı değil misiniz?” karşılığını verdi. Onlar “Nerede?” diye sordular. O da “Mescidde” dedi. Pazar halkı süratle mescide gitti. O, orada bekledi. Onlar dönüşte, paylaşılan bir şey olmadığını söylediklerinde, Ebû Hureyre; “Mescidde kimseyi görmediniz mi?” dedi. Onlar: “Orada, namaz kılan, Kur’an okuyan, helal ve haramı müzakere eden guruplar gördük” dediler. Bunun üzerine Ebû Hureyre; “Vah size, işte bu efendimiz Hz. Muhammed’in mirasıdır” dedi.[7] Sahâbe, bu mirastan; Kur’an öğreniminden ve onu anlamaktan almış oldukları nasip oranında birbirlerine karşı üstünlük kazanıyorlardı.[8]

Kur’an’ı öğrenmeye ve anlamaya büyük bir değer veren sahâbe, öğrenimlerini her gün, geliştirmek için toplântılar tertip ediyorlardı. Abdullah b. Abbas da, Kur’an’ı öğrenme meclislerine katılımı çoğaltmak için şöyle diyordu: “Bir kavim, Allah’ın evlerinden bir evde bir araya gelir; aralarında Allah’ın kitabını okurlar ve öğrenirlerse, onlar başka bir söze dalıncaya kadar melekler kanatlarıyla bu insanları gölgeler. Kim ki ilim öğrenme niyetiyle bir yola giderse, Allah, ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Kimi ameli geri bırakırsa, soyu onu öne çıkaramaz.”[9] Kur’an öğrenmenin önemine binaen Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş’arî’yi Basra’ya göndermişti.[10] Ebû Musa’nın çalışmalarıyla Basra’da hafızlık oranında bir patlama olup anlama faaliyeti ihmal edilince, Hz. Ömer, hafızlara burs bağlattırmayarak, manaya vukufiyetin de göz önünde bulundurulmasını bildirmiştir.[11] Hz. Ömer; “Kitab’ın kapları ve ilmin kaynakları olunuz”[12] derken, ‘kap’ olmakla ezberin önemini, ‘ilmin kaynakları’ derken de; Kitab’ın hükümlerinin hayatın her alanına ilmî bir üslupla taşınmasını kastetmiştir.

Sahâbe, Kur’an’ı bir bütünlük içerisinde öğrenmiştir. Zaman zaman İslâmî ilimlerin belirli alanlarında gevşeme olunca sahâbenin bu alanları öğrenmeyle ilgili tavsiyeleri de vardır. Feraiz ilminin öğrenimi zayıflayınca Hz. Ömer, İbni Mes’ud ve Ebû Musa el-Eş’arî; “Feraiz ilmini öğrenmenin önemini belirten” açıklamalarda bulunmuşlardır.[13] Bu lokâl tavsiyeler bir yana, sahâbe, Kur’an’ı kendi bütünlüğü içinde öğrenmiştir. Kur’an’daki bütünlüğü yakalayabilmek içinde önce Kitab’a iman etmek ve onun konumunu hakkıyla takdir etmek gerekir. Şu olay, sahâbenin Kur’an öğrenimine nasıl baktığını çok net olarak gözümüzün önüne sermektedir: “Hayatımda öyle anlar yaşadım ki bizden birine Kur’an verilmeden önce iman verilirdi. Hz. Muhammed’e bir sûre indirildiği zaman, sizden birinizin Kur’an öğrendiği gibi onun helalini ve haramını öğrenirdi. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlar imandan önce Kur’an’ı alırlardı. Fatiha’dan, Kur’an’ın sonuna kadar (iki kapağın) arasında bulunan her şeyini okur, fakat onun emirlerini ve yasaklarını, yanında durup düşünmesi gereken şeyleri bilmezdi.”[14] Bu sözün sahibi olan Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler anlamayı; helal ve haramı öğrenmeyi ciddiye alan bir öğrenme usulünü Hz. Peygamberden alınca, Kur’an öğrenimi onların yıllarını almıştır. Böyle bir öğrenim sürecinden geçen Hz. Ömer, Bakara sûresini on iki yılda öğrenirken[15] Abdullah b. Ömer aynı sûreyi sekiz yılda öğrenmiştir.[16] Öğrenme olayını Kur’an’ın manasından ve içindeki hükümlerden ayrı düşünmeyen sahâbenin nazarında, Bakara ve Âl-i İmran surelerini öğrenmek çok büyük bir hadiseydi.[17]

“Kur’an’dan önce bize iman verildi.” şeklinde bir başka rivayet de Cündeb b. Abdullah vasıtasıyla gelmiştir.[18] Sahâbe bu şekildeki ifadelerle, Kur’an’a atomik / parçacıl olarak yaklaşan; muhtevasını ayrıntılarıyla öğrenmelerine rağmen ona iman etmeyen, hayatına katmayan, bilgiyi bilgili olmak için öğrenen insanlardan ayrı olduklarını ortaya koymuşlardır. Onlar Kur’an’ın tefekkür etmek ve yaşamak için indiğini bildiklerinden dolayı tilâvetini, amelden ayırmamışlardır.[19] Kur’an’ı meta hâline getirip iman etmeden üzerinde çalışma yapanlar günümüzde müsteşriklerdir. Hem onlara benzememek hem de sahabe okuyuşunu diri tutmak için tilavet, anlama ve hükümlerini hayata katmak eş zamanlı yürütülmelidir. Sahabe modeli de budur.

Hz. Peygamber, öğrenilen bilgilerin paylaşılmasını tavsiye etmiştir. Nitekim bir hadislerinde; “Ne oluyor o insanlara ki, komşularına (Kur’an) öğretmiyorlar ve onları bu konularda anlayış sahibi / fakih yapmıyorlar. Onlara nasihat vermiyor, iyiliği emretmiyor ve kötülüğü yasaklamıyorlar.”[20] Buyurmuştur. Peygamberin bu tavsiyelerini göz önünde bulunduran sahâbe de, ayetlere kulak vermeyi ve bu ayetlerin öğrenilmesini istemiştir. İbn Abbas bu konuda şöyle demiştir: “Kim ki, Allah’ın kitabından bir ayet dinlerse, kıyamet günü onun için (bu dinlediği ayet) bir nur olur.”[21] Bu sözden, sunulan bilgiye talip olmayı anlamak mümkündür. Sahâbe bilgiyi ya aramak suretiyle veya kendinde olanı insanlara arzetmek suretiyle paylaşıma açardı. Ebû Musa el-Eş’arî bilginin paylaşımı ile ilgili olarak der ki: “Kimin yanında bir ilim varsa, onu insanlara öğretsin.”[22] Allah’ın kitabının bir tefsiri olan sünnetin en büyük nakilcisi Ebû Hureyre, “Eğer Kur’an’da şu ayet olmasaydı hiçbir şey söylemezdim / bilgiyi paylaşmazdım.”[23] demiş ve ilgili ayeti okumuştur:

“إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ”

“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet eder.”[24]

Sahâbenin, Kur’an öğreniminden gözettikleri biricik gayeleri Allah’ın rızasını kazanmaktı. Onlar ayetleri, birbirlerine karşı münakaşalarda veya kendi şahsî görüşlerini ispat etmekte kullanmak, herhangi bir ideolojiye haklılık payı çıkarmak, kötü giden siyasal işleyişe meşruiyyet kazandırmak ya da ayetler üzerinden dünyalık elde etmekte kullanmamışlardır. Bu amaçları gerçekleştirmek için de öğrenmemişlerdir.

Deyim yerindeyse, “ayetleri çatıştırmak”, sahâbîler tarafından pek hoş karşılanmamıştır. Abdullah b. Abbas’ın şu sözü bu konuya yeterince ışık tutmaktadır: “Allah’ın kitabının (ayetlerini), bazısını bazısına vurmayınız. Çünkü böyle bir şey yapmanız kalplerinizde şüphelerin doğmasına sebep olur.”[25] Kur’an öğrenimine subjektif yaklaşımın çirkinliği ile ilgili en çarpıcı ifadelerden birini, Ebû Musa el-Eş’arî’nin şu sözünde buluyoruz: “Şüphesiz ki bu Kur’an’ı (okumak, öğrenmek de) sizin için sevap da, sorumluluk / vebal de vardır. Kur’an’a uyunuz ama Kur’an size uymasın. Kim ki Kur’an’a uyarsa, onu cennet bahçelerine girdirir. Kime de Kur’an’ı kendine uyduracak olursa (Kur’an’la indî yaklaşımlarına meşruiyet ararsa), Kur’an onu kafasından tutarak cehenneme fırlatır.”[26]

Bir araya geldiklerinde ilim müzakere edip sûre okuyan ve öğrenen sahâbe[27] nazarında Kur’an’ı öğrenmek, o kadar önem kazanmıştı ki bu nesil sadece Kur’an’dan ve Rasulullah’ın hadislerinden besleniyordu. Öğrenmiş oldukları yeni değerlerle cahiliyye döneminin bütün çirkinliklerini, inançlarını ve değerlerini siliyorlar, Allah’tan gelen yeni manalarla kalplerini dolduruyorlardı.

Bu insanların ortamını değiştiren şey, Allah’ın vahyiyle günlük buluşmalarıdır.[28] Sahâbe gündelik yaşayışlarının marjinal bir bölümünü Kur’an öğrenimine ayırmamıştır. Bilakis, yaşam boyu Kur’an öğretimini seçmişlerdir. Ebû Musa el-Eş’arî’ye “Nasıl Kur’an okursun?” sorusunu yönelten Muaz b. Cebel’in, ondan aldığı şu cevap bu düşüncenin kanıtıdır: “ Ben, Kur’an’ı namazda, bineğim üzerinde, yatarak ve oturarak her an okurum.”[29] Sahâbeyi Kur’an bilgisinde ve bilginin hayata katılmasında farklı yapan da Allah’ın kitabıyla sürekli meşguliyettir. Onlar vahye ve vahyin tilavetine Yüce Allah’la kurulan en üst iletişim olarak bakıyorlar ve bu bakışlarını inkıtaya uğratmamaya gayret ediyorlardı.

[1] Ahmed, II, 164.

[2] Dârimi, 23, Fedailu’l-Kur’an1, 826.

[3] Kettanî, et-Terâtibu’l-İdariyye, III, 170.

[4] Zerkeşî, el-Burhan, I, 552.

[5] İbn Ebî Şeybe, Musannef, Fedâil, VII, 165.

[6] Taberî, Câmiu’l-Beyan, I,35-6; Kasımî, Tefsir İlminin Meseleleri, s. 19.

[7] Kettanî, et-Terâtibu’l-İdariyye, III, 144.

[8] Zerkanî, el-Menâhil, I, 241.

[9] Dârimi, 1, Mukaddime 32, 101

[10] Dârimi, 1, Mukaddime 46, 139.

[11] Kettanî, et-Terâtibu’l-İdariyye, II, 279.

[12] Ahmed, Kitâbu’z-Zühd, I, 177.

[13] Dârimi, 21, Fedailu’l-Kur’an 1, 737-8.

[14] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 165.

[15] Kettanî, et-Terâtibu’l-İdariyye, III, 95.

[16] Malik, 15, Kur’an 4,I, 205; İbn Arabî, Ahkamu’l-Kur’an, I, 15.

[17] Zemahşerî, Keşşaf, I, 104.

[18] İbn Mace, 1, Mukaddime 9, no: 61, I. 23.

[19] İbn Kayyım, Medâricu’s-Sâlikîn, I, 485; İbnu’l-Cevzî, Telbîsu’l-İblis, s. 101.

[20] İbn Kesîr, Câmiu’l-Mesânid, I, 36.

[21] Abdurrezzak, Musannef, Fedâil, III, 373.

[22] İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakki’în, I, 48.

[23] İbn Mace, 1, Mukaddime 24, no: 262, I, 97.

[24] 2/Bakara 159.

[25] Ebu Abdurrahman Abdullah, Kitâbu’s-Sünne, I, 134.

[26] İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, II, 172.

[27] Kettanî, et-Terâtibu’l-İdariyye, III, 93.

[28] Gadban, Nebevî Hareket Metodu, I, 50.

[29] Abdurrezzak, Musannef, Fedâil, III, 357.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir