Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

Dava Sahipleri Neredesiniz?

Dava; çağırmak, seslenmek, dua etmek anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Genel anlamda dava, bir kimsenin; başta din olmak üzere, siyaset, ticaret, hukuk, sağlık, eğitim vb. alanlarda sahip olduğu hakkı, ilgililerden talep etmesi ve bu uğurda mücadele vermesidir.
Dava, kısaca bir “hak talebi” mücadelesidir. Müslüman olduğumuza göre, davamız “İslam davası” olmalıdır. İslam davası demek, İslam kurallarının bütünüyle yürürlükte olması için hak talebinde bulunmak demektir. Diğer bir ifadeyle İslam davası demek, dini Allah’a has kılmak ve yeryüzünde zulmü ortadan kaldırıp Allah’ın istediği adaleti sağlamak için mücadele vermektir.

Müslüman olduğunu kabul eden her insan, Allah’ın yüklediği bu sorumluluğu kabul etmiş demektir. “Müslümanım, ama Allah’ın tevdi ettiği vazifeyi kabul etmiyorum; sorumluluk almıyorum” deme hakkına hiç kimse sahip değildir.
“Ey inanlar! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve doğru söz söyleyin ki Allah da işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın…
Biz, göklere, yere ve dağlara sorumluluğu yüklenmelerini teklif ettik de onlar yerine getirmekten çekindiler; ancak insan yüklendi; çünkü o çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 71, 72)

Bu ayette anlaşılan o dur ki Allah tarafından insana yüklenen vazife, göklerin, yerin ve dağların bile kaldıramayacağı “manevi” bir ağırlığa sahip bir vazifedir. Dolayısıyla insan, sadece akrabasını, komşusunu, hemşehrisini değil -dünyanın neresinde olursa olsun- aç ve açıkta (evsiz-yurtsuz)kalan, hakkı elinden alınan, zulme uğrayan, çaresiz kalan kim varsa sahip çıkmalı, bunu “dava” olarak görmeli ve bu uğurda bütün gücünü kullanarak mücadele vermelidir.

Evet, İslam davası, emanetlere sahip çıkmayı ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi zorunlu kılmaktadır.
“Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emretmektedir…” (Nisa, 58)

Türkiye coğrafyasında son bir asırlık (1920-2020) tarihe baktığımızda yaklaşık ilk yarım asırda “İslam davası” için mücadele verenlerin sayısı iki elin parmaklarından fazla değildir. O yıllarda birkaç mütefekkirin verdiği mücadele, İslam adaletinin hakim kılınmasından ziyade, İslam’ı bir medeniyet biçimi olarak görüp, kültürel alanda verdikleri bir mücadele biçimiydi.

Türkiye’de “İslam davası” için mücadele, 1970’li yılardan itibaren N. Erbakan’ın M. Nizam hareketiyle başlatıldı. Bu hareketin nihai hedefi iktidar olmaktı. Bir tarafta M. Selamet, bir tarafta MTTB, bir tarafta Akıncılar derneği 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar yoğun siyasi bir mücadele verdiler.

İslam davası için başlatılan bu siyasi mücadelenin yanı sıra, İlahiyat Fakültesi, İslam Enstitüleri, İmam-Hatip okulları öğrencilerinin de büyük katkısı olmuştu. Yetmişli yıllarda başlayan sivil eğitim-öğretim ve hızlı okuma faaliyetleri, İslam düşünce mekteplerinden onlarca entelektüel birikime sahip düşünürler çıkartmıştır. Bu düşünürler, yazdıkları kitaplarla, verdikleri konferanslarla binlerce insanın yetişmesine katkı sağlamıştır. Müslüman entelektüeller artık sadece dini meselelerle değil, ekonomi, siyaset, sosyoloji, hukuk, felsefe, iletişim, milletler arası ilişkiler gibi birçok alana ilgi duyarak bu alanlarda kendilerini yetiştirmeye çalıştılar.

12 Eylül ihtilali ile parti ve diğer yan kuruluşları kapatılınca, İslam davası mücadelesini verenlerin önemli bir kısmı, ihtilal anayasasının ağır müeyyidelerini içlerine sindiremeyip yeni bir yola koyuldular. Artık partisel hareketlerle, politik siyaset zemininde İslam davasının sürdürülemeyeceğini kabul ederek mevcut “müesses sistem”e karşı tavır almaya başladılar. Müesses nizama karşı öylesine öfkelendiler ki artık hiçbir şekilde yollarının kesişmemesi gerektiğine inanarak her türlü uzlaşmayı geride bıraktılar. Hatta bazı Müslümanlar, hutbelerini dinlememek için Cuma namazlarına bile gitmemeye başladılar.

Türkiye’deki partisiz bu yeni hareketin temel hedefi, dini, kaynağından doğru öğrenmek, gençlere öğretmek ve tabandan Müslüman bir nesil yetiştirmekti. Bunun için de çok yoğun bir okuma faaliyeti başlattılar. Öncelikle 70’li yıllardan itibaren Mevdudi, Ali Şeriati, Hasan el-Benna, Seyyit Kutup gibi düşünürlerin tercüme edilmiş kitaplarını okuyarak evrensel boyutta düşünmeye başladılar. Böylece Türkiye’de kendi yerel dinamikleri kadar dış dinamiklerin etkisiyle önemli düşünsel güç kazandılar. Yani, naslara dayalı, evrenselci, ümmetçi ve köktenci bir İslami düşünceye, bir misyona sahip oldular ve kendilerine “radikal Müslümanlar” denilmeye başlandı.

Düşünce bazında mesafe kat eden bu radikal Müslümanlar, haritada bir kısmının yerlerini bile bilmedikleri Afganistan, Filistin, Filipin, Eritre, Moro, Açe Sumatra, Cezayir gibi dünyanın birçok yerindeki mustaz’afların meselelerine ilgi duymaya ve sıkıntılarını dile getirmeye başladılar.
Yine, doksanlı yılların başında Sovyetlerin dağılmasıyla gündeme gelen ve bağımsızlıkları için mücadele veren Çeçenistan, Bosna- Hersek, Kosova, Arnavutluk gibi ülkelere de ilgisiz kalmamış, konferanslarla, mitinglerle, maddi ve manevi yardımlarla hep yanlarında olmuşlardır.

Bu dönemlerde radikal Müslümanların, zulüm, sömürü ve işgal karşıtı siyasi bir dil kullanarak insan hak ve özgürlüklerine vurgu yapmaları son derece önemlidir. Yine vahşi kapitalizmin tüketim anlayışına ve materyalizmin ruhsuzluğuna karşı ahlak ilkelerine çağrı yaparak kendilerine yakışan bir duruş sergilemeleri son derece oldukça kıymetlidir. Radikal Müslümanların bu duruşu, salt slogandan ibaret bir duruş değildi; aksine bu duruş, insanlığın vicdanı olma misyonunu taşıyan asil bir duruştu.

1990’lı yılların ortalarına gelindiğinde, -özellikle 1994 seçimlerinde İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde- N. Erbakan hareketi seçimleri kazanıp belediyeleri yönetmeye başlayınca, radikal Müslümanların bir kısmı, hareketlerini –metot yönünden- yeniden değerlendirmeye aldılar ve partisiz siyasetin dışında kalmanın Müslümanlara siyasal anlamda pek yarar sağlamadığını, dolayısıyla Müslümanların maslahatını düşünerek yeni bir açılımla mevcut Türkiye siyasetinin içerisinde yer almanın daha doğru olacağı kanaatine vardılar ve bu kanaat üzerine Erbakan Hoca’nın partisini destekleyerek kısmen 1996 da iktidara getirmiş oldular.

Daha sonra, Erbakan Hoca’dan ayrılıp kendi partisini (Ak Partiyi) kurup 2002 yılında iktidara gelen MTTB’li R. Tayyip Erdoğan, mevcut müesses nizamı kısmen ıslah ederek davasını sürdürdü. Bu yeni dönem, her türlü özgün düşünceye, her kültür ve mezhebe, her tür siyasi görüşe imkan verildiği bir dönem oldu. İsteyen herkes vakıf ve dernek açarak, sendika kurarak, siyasal örgütünü oluşturarak yasalar çerçevesinde hizmetini verebilecek duruma geldi.

Artık hiç kimsenin dinine, diline, ırkına, mezhebine, tarikatına ve siyasi görüşüne bakılmaksızın herkese eşit davranılacağının sözü verilmiştir. Artık İslami düşüncenin demokratik-laik yönetime tehdit oluşturmayacağı da açıkça ortaya konulmuştur. Bu dönem, artık hiç kimsenin taleplerini anti demokratik yollarla hal edemeyeceği, aksine herkesin taleplerini mevcut yasalar (demokrasi) çerçevesinde arayabileceği bir dönem olmuştur.

Kabul etmek gerekir ki Ak Parti hareketi pek çok alanda büyük hizmetler yaptı; ancak 20 yıla yakındır iktidar olmasına rağmen birçok konuda “muktedir” olamadı. Halen adalet, insan hakları, özgürlükler ve bürokrasi alanlarında sıkıntılar var ve bu yüzden çok sayıda Müslüman, dün beraber iken, bugün Ak Partiden ümidini kesmiş durumda ve ciddi şekilde eleştirmektedir.

Özetle belirtmek isterim ki 70’li yıllarda “İslam davası” olarak başlatılan hareket, gerçekten doğru-düzgün bir hareketti ve kendilerini o hareketin bir parçası olarak görenler de düzgün ve samimi Müslümanlardı. Bu dava hareketi, on binlerce gencin düşünmesine, okumasına, meslek sahibi olmasına, Allah’a ve topluma karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmesine vesile olmuştur. Yetişen bu gençlik, ideallerini davasıyla bütünleştiren, mazlumların yanında zalimlerin ve emperyalistlerin karşısında olan, fedekar ve de cefekar bir gençlikti.

Kabul etmek gerekir ki Ak Partinin iktidara gelmesi ile “dava” ile ilgili mücadele politik siyaset zeminine çekilmiş oldu. Dünün dava gençlerinin bir kısmın politize olurken, bir kısmını da masa-kasa aşkıyla kaybolup gittiler. Artık bugün o gençleri görmek mümkün değildir.

Dünün dava gençleri (radikal Müslümanları) mevcut sistemle öylesine entegre oldular ki davalarını unutup gittiler. Geçmişte eleştirdikleri yolsuzluğun, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin bir parçası haline geldiler. Dava için mücadele eden pek çok mücahit, müteahhit olup çıktılar. (Not: Müteahhitlik hakkıyla yapılırsa, elbette kıymetlidir.)

Şimdi soralım, sorgulayalım; İslam davası aşkınız ne oldu? Dava iktidara (Nirvana’ya) mı ulaştı, yoksa siz mi tükendiniz? Bilelim ki yeryüzünde din Allah’ın oluncaya (Allah’ın mesajları yürürlüğe girinceye) kadar ve fitne/zulüm ortadan kalkıncaya kadar İslam davasının mücadelesi sürecektir. (Enfal suresi, 39)

Selam ve muhabbetlerimle…

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir