Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

İyi ki “Kral Çıplak” Diyen Bir Trump Var!

21. yüzyılın başında Birleşik Devletler’de yürürlükte olan politik sistemin adı faşizmdir.
AMERİKAN FAŞİZMİ – DAVID McGOWAN

Amerikan Kongresi’ne yapılan baskın, siyâsî sistemin çürümüşlüğünü gözler önüne serdi. Demek ki Pandora’nın Kutusunun açılabilmesi için o koltuğa Donald Trump gibi bir delinin oturması gerekiyormuş. Eğer Joe Biden’ın karşısında O değil de, yirmi yıl öncesinde olduğu gibi All Gore benzeri devletin tozunu yutmuş bir figür olsaydı, kuvvetle muhtemeldir ki bugün yaşananlara şâhit olamayacaktık. İyi ki ABD’nin başına bir deli oturmuş.

Deli deyip geçmeyelim. Sivri dilli deliler çoğu zaman akıllılardan daha doğru sözlüdürler. İsâbet oranları da daha yüksektir. İşte Trump da tam o cinsten… Evet, densiz ve nobran ama doğruları söylüyor. Belki de iplerin sorumluluk üstlenmeyen şahısların elinde olup size sürekli ayar çekmeye çalıştıkları bir düzende doğruları söyleyebilmek için biraz da öyle olmak gerekiyor. Köpekbalıklarının karşısında kalem efendisi tiplerin dik durabilme şansı yok zîrâ. Şartların eşit olmadığı bir ortamda faturayı bütünüyle Trump’a kesmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.

Görüş belirtenlerin çoğu, Kongre baskınına kilitlenmiş durumda. Bunun teâmüller ve siyâsî etik açısından doğru olmadığına hükmediliyor. Israrla arbedenin yol açtığı zarar ve can kayıplarına parmak basılıyor. Evet, hiç şüphesiz bu tür yönlendirmeler, tahmîn edilemeyecek sonuçlara gebe. İçerisinde ciddî riskler barındırıyor. O yüzden de değerlendirme yapanların, olaylara kamu güvenliği açısından yaklaşmaları normal ve bir ölçüde de anlaşılabilir bir durum.

Fakat bunlar konuşulanlar… Bir de konuşulmayanlar var. Daha doğrusu konuşulamayan, müesses nizâm denilen yapı tarafından üzeri örtülüp nâzikçe sumen altı edilenler… Bunu yapanlarsa çoğu zaman suret-i hak’tan görünenler… Hukukun üstünlüğünden dem vurup demokrasi nutukları atanlar. Dâimâ meşrûiyete vurgu yapanlar.

Bunların meşrûiyeti öne çıkarması, parçası oldukları düzenin bir gereği. Kumarda sürekli kazananlar, kumarı oynatanlardır. Bu sözleri söyleyenler de kumarhâne sahipleri. Yani her zaman son kararı verenler… Kısacası, “Hukuk benim, devlet benim…” modunda olanlar… Kendi karâr ve içtihâdınıza hukuk kılıfını geçirdiğiniz bir vasatta hukuk ve teâmülleri öne çıkarmanızdan daha doğal bir şey olamaz elbette.

Hukukun üstünlüğüne vurgu yapanların, basın-yayın organları üzerinden Trump’a boykot uygulamaları, onu görmezden gelmeleri, hattâ ona sosyal medya yasağı koymaları, bugüne kadar emsâli görülmemiş bir durum. Başkan bile olsanız, bunların karşısında söz söyleme hakkınız yok. Sizi hiç çekinmeden tedîb etmeye kalkışabiliyorlar. Trump gibi aykırı bir tipin o koltuğa oturmuş olması, bilindiği hâlde görülmeyen bazı şeyleri daha görünür kıldı. Seçilmiş olmanın fazla bir kıymetinin olmadığı, gerçek güç sahiplerinin kimler olduğu ayan beyan ortaya çıktı. Bundan öncekilere bu tür bir muâmelenin revâ görülmemesi, onların devlet terbiyesine sahip olmalarından değil, uslu çocuk olmalarından kaynaklanıyordu.

Bugün Trump’ın kural tanımazlığına gönderme yapan gürûhun, onun yerinde olsalar ondan daha fütursuz davranacaklarından şüphe etmiyorum.

ABD’de yargı yürütmenin üzerinde. İşler yolunda gitmezse son kararı o veriyor. Bir taraf sonuca itirâz ettiği takdirde oylar yeniden sayılıyor. İstenilen olmazsa, Washington’daki Yüksek Mahkeme devreye girip son noktayı koyuyor. Ve burada hukuk değil, müesses nizâmın arzusu her şeyin önüne geçiyor.

Hiç şüphesiz her ülkenin bir müesses nizâmı var. Tersi de düşünülemez zaten. O hâlde şunu sormak lazım: Bu ülkede müesses nizâm neyi ifâde ediyor? İşte meselenin özü, en can alıcı noktası da burası. Öncelikle ABD, millî bir devlet değil. Hattâ Amerikan milleti diye bir tabir de yok, Amerikan toplumu deniliyor genellikle… Bir göçmenler ülkesi burası. Unsurlar arasındaki kalp ve menfaat birlikteliği de bizdeki kadar gelişmiş değil. Eyaletlerin zaman zaman Washington’a başkaldırarak; “Ben ayrılıyorum, verin yıldızımı…” dedikleri bir ülkeden bahsediyoruz. Siyâsî hayâta yön veren en önemli unsur ise lobiler. Politik rekabet, lobiler arasındaki kavganın yansıması. Yani asıl mücâdele onlar arasında geçiyor. Kim ağır basarsa o kazanıyor. Her lobi kendi menfaat grubuna hizmet ediyor. Ve bunları birbirine bağlayan, geçmişten gelen bir ortak payda da yok. Bir dolgu malzemesi olan seçimlerse, hâkim sınıfın meşrûiyeti sağlamak için kullandığı göstermelik bir aparat.

Trump’ın öngörülebilir bir karakter olmadığı söyleniyor. Ben ise aynı kanâatte değilim. Trump’ın karşısında olanlar, öngörülmesi daha zor, sinsi ve ne yapacakları pek kestirilemeyecek tipler. Küresel sermayenin taşeronları olan bu zevâtın, arkalarındaki gücün tazyikine Trump kadar mukavemet gösterebileceklerini de sanmıyorum. Bunun bir yığın örneği de bundan önce görüldü zaten. Trump öngörülemeyen değil, kolayca zapt edilip manipüle edilemeyen zor bir tip.

Kongre baskını da dâhil son zamanlarda yaşananların hepsi birer sonuç. Ertelenen, görmezden gelinen, üzeri örtülenlerin geldiği son nokta. Bastırılan kitlelerin isyânı. Buna benzer sıkıntılar belli fâsılalarla birçok kez yaşandı bu ülkede. Ama bugüne kadar neşter vuran olmadı. Şimdi ise her zamankinden daha şiddetle yaşanıyor. Ve yaşanacak da…

Ortada bir çıban olmasa, Trump da olmazdı. Trump çıbanın başı değil, onu kaşıyan adam. Dokunulmazlara dokunuyor, söylenemeyip yutulanları dillendiriyor. Dışlanmasının sebebi de bu. Bu da gösteriyor ki, bugüne kadar çıbanın üzeri hep örtülmüş. Kennedy’den beri çıbanı kaşıyan ilk adam Trump.

Yetişme tarzı itibârıyla Trump, Amerikan siyâsî elitlerine benzemiyor. İş hayâtının içinden gelen bir piyasa adamı O. Hattâ bazı özellikleriyle bizim cumhûrbaşkanımıza daha çok benziyor. Belki de yüz yıldan beri ABD’nin başına oturan en sıra dışı adam. Sistemi sorgulayan bir tip olmasına rağmen, daha önce kongre üyeliği yapmış Kennedy bile o yapının içerisinden geliyordu.

Trump’ın en önemli avantajı, başkan seçildiği güne kadar devletle hiçbir göbek bağının olmaması. Ne kongre üyeliği, ne vâlîlik, ne de bir başka devlet görevinde bulunmuş. O yüzden de siyâseti belli bir ezber üzerinden yapmıyor. Doğal olarak devlete ve topluma bakış açısı da farklı.

Bugün olduğu gibi yirmi yıl önce gerçekleşen seçimler de şâibeliydi. Fakat All Gore, seçimleri kazandığını bilmesine rağmen, susmayı yeğledi. Zîrâ O, içinde yıllarını geçirmiş olduğu sistemde kazanmanın ölçüsünün sayısal üstünlük olmadığını biliyordu. Bu şekilde programlanmıştı. Olan biteni tasvîb etmese de kabullenmeye mecbûrdu. Nitekim George W. Bush’un kazandığına karar verilmesinden sonra bir daha ağzını açmadı, seçimlerin meşrûiyeti üzerine tek söz etmedi.

Başkan adayı olmadan önceki yıllarını Amerikan devlet mekânizmasının içinde geçirmiş, hattâ sekiz yıl boyunca başkandan sonraki en yetkili ikinci isim olmuş, devlet umûru görmüş bir politikacı olarak Gore, daha fazla ileri gidemez, sınırları zorlayamazdı. Müesses nizâmın yazılı olmayan kanûnlarına tâbi olarak ancak kendisine izin verilen sahada top koşturabilir, iddiasını daha öteye taşıyamazdı.

Adı 2004 ve 2008 seçimlerinde de sık sık başkan adayı olarak geçmesine rağmen adaylığını koymadı. Yakın çevresi tarafından kendisine yapılan telkîn ve teşvîklere de kulak asmadı. Zîrâ oyunun kuralı belliydi. Halka en iyi hizmeti götürecek olan değil, müesses nizâmı en iyi gözetecek olan kazanıyordu.

2000 senesinde Florida’da kilitlenen seçim sonuçlarının açıklanması tam beş hafta sürdü. Bir tek eyaletteki sandıkların yeniden sayılması bu kadar sürmezdi. Hiç şüphesiz bu zaman zarfında taraflarla defalarca görüşüldü. İkinci Körfez Savaşı’nın öncesiydi. Adaylardan istenense, başına geçeceği devleti okyanus ötesine götürmesiydi. Burada aslolan, kimin daha cesur, itâatkâr ve taviz vermeye yatkın olduğuydu. İhâleyi bu işe daha elverişli bulunan George Walker Bush aldı.

Devlet terbiyesi almış(!), politika ve bürokrasinin tozunu yutarak yetişmiş bir siyâsî figür, sistemin kokuşmuşluğunu afişe edemez, All Gore’un yaptığı gibi susmayı tercîh eder, kesinlikle böyle bir şeye kalkışmazdı. Son seçimde ibrenin Biden’ı göstermesi de bu yüzdendir.

Sistemin parçası olanlar, onu sorgulayamazlar. Sorgulasalar da üst perdeden ifâde edemezler. Çünkü bu, her şeyden önce yapısal bir özelliktir. Yani müktesebâtları bu iş için yetersizdir. Formasyonları gereği kendilerine belletilen ezberin dışına çıkamazlar.

Trump’ın günâhı(!), oyunun hileli olduğunu fark ettiğinde bu durumu sîneye çekmeyip kumar makinelerini devirmeye kalkmasıdır. Kendisinden beklenense, All Gore örneğinde görüldüğü gibi susmayı bilmesiydi.

Trump’ın iş hayâtından siyâsete transferi bugüne kadar Kennedy hâriç birbirinin kopyası adamlar tarafından yönetilmiş Amerikan halkı için büyük bir şanstır. Siyâsî hayâta yapılan taze kan naklidir. Fakat bu taze kan girdiği bünyede diğer unsurlarla imtizâç edememiş, doku uyuşmazlığına yol açmıştır.

İkinci büyük handikap ise Trump’ın varlığına toplum hazır olsa bile devletin hazır olmamasıdır. Başkanlık makamına tek başına oturmuş, kendisi gibi düşünen bir kadroyla iş başı yapmamıştır. Bu yolda attığı adımlar da sürekli engellenmiştir. Bu da yönetimdeki bütünlük ve koordinasyona zarar vermiş, icrâatın önünü tıkamıştır.

Pence’in taraf değiştirmesine ise hiç şaşırmadım. Çünkü Trump sadece muhâlif ve muârızlarından değil, yakın çevresindeki çalışma arkadaşlarından da farklı bir adam. On iki yıl temsilciler meclisi üyeliğiyle dört yıl vâlîlik yapmış olan Pence de o yapının içinden geliyor. Başkana değil de, parçası olduğu mekanizmaya sadâkat göstermesinde yadırganacak bir şey yok. Ayrıca baskından sonra Beyaz Saray’da peş peşe istifâların yaşanmış olmasının arkasında da yine aynı sebep yatıyor.

Kısacası son yaşananlar, siyâsî seçkinler arasında Cumhûriyetçi-Demokrat ayrımının olmadığını, bu ayrımın suni olup her şeyin halkın önünde oynanan bir mizansenden ibâret olduğunu gösterdi.

Böylelikle Trump, kendisi üzerinden bir büyük sırrı daha ifşâ etmiş oldu. Tek parti devleti olan ABD’de, Cumhûriyetçi-Demokrat ayrımının bir illüzyon olduğunu, bu ülkedeki siyâsî sistemin, eski Roma sikkelerinde resmine rastlanan bir yüzü sağa, diğer yüzü sola bakan iki yüzlü Roma Tanrısı Janus’tan bir farkı olmadığını ispat etti.

Trump kanâatimce ABD’nin Gorbaçov’udur. Sıkışan sistemin cidarlarını gevşeten adamdır. Evet, bundan sonra ne Trump ne de bir başkası, ABD’yi içine düştüğü durumdan kolay kolay kurtarabilir. Az bir zararla bu çukurun içinden çıkmak mümkün değil. Sovyetler, Rusya Federasyonu’na evrilirken nasıl kan kaybına uğradıysa, ABD’yi de benzer bir süreç bekliyor.

Kongre baskınından sonra Trump hakkında; “Târihe ‘Kaybeden’ olarak geçen ABD Başkanı!” yorumları yapıldı. Büyük resmi görmeyenlerin, daha doğrusu görmezden gelenlerin yaptıkları erken ve önyargılı yorumlar olduğunu düşünüyorum. Trump sadece Trump değildir; halkın özellikle de orta tabakanın, iki partili(!) düzenin ürettiği defolara karşı duyduğu tepkinin siyâsete uzanan gölgesidir. Büyük sosyal dalganın üzerinde oturan adamdır. Gelişmeler de artık çıbanın üzerini örtmenin pek mümkün olmadığını gösteriyor.

Bundan yarım asır sonra bugünlerin târihini yazanların, Trump hakkında şimdi konuşulanlardan farklı şeyler söyleyeceklerini düşünüyorum. Hiç şüphesiz Trump, Kennedy’den sonra sistemin sınırlarını zorlayan en cesur ve sıra dışı isim olarak adını târihe yazdıracak.

Davıd McGowan “Amerikan Faşizmi” isimli eserinde; “En büyük sır, herkesin gördüğüdür.” diyor. Trump, herkesin gördüğünü kendisine has üslûbuyla açıkça söyledi. Yani “Kral Çıplak” dedi. Bütün günâhlarını affedebilecek olan müesses nizâm da onu sadece bu günâhından(!) dolayı sakıncalı vatandaş ilân etti.

Trump’a sosyal medya yasağı getirenlerle, Watsapp ile ilgili yeni düzenlemeyi bütün standartları yıkarak Türkiye’ye dayatmaya kalkanların aynı mihrâklar olduğunu biliyoruz. Artık ulus-devletlerin birleşerek bu küresel ahtapota karşı ortak bir cephe oluşturmalarının zamanı geldi.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir