Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

Zor Denilen Hayat

Hayat zor derler. Hayatın zorluğundan insanlar şikâyet eder durur. Hayat şöyle zor, böyle zor. Hayatta şöyle dertler var, böyle sıkıntılar var, her an, her gün musibetler bizi sarıp duruyor… Hep şikâyet şikâyet, her ne olursa olsun hep yakınıyoruz şu hayatta. Günümüzdeki insanlar hayatın zorluğunu o kadar içlerine yerleştirmişler ki artık hayatın zor olduğuna kendilerini kanıtsamışlar. Bu sebeple her adımlarında, her bir sözlerinde hayat zor derler. Sanki hayattan bıkmışlar, sanki hayat onların üzerine çökmüş bir karabulut gibi her hallerinde (iyi-kötü, üzgün-sevinçli) boğuluyormuş gibi hayattan bunalıyorlar ve hayatın kendilerine getirdiklerini hep sıkıntı, keder olarak görüyorlar. Gerçekten hayat insanı bu kadar bunaltacak kadar zor mu? Gerçekten hayat insanı bu kadar yaşantısını bezdirecek kadar zor mu?

Hayat gerçekten sanıldığı kadar zor değildir. Aksine çok kolay ve rahattır. Esasında Hayat bir aynadır. Sen hayata nasıl bakarsan, hangi çerçeveden bakarsan, hayat sana öyle akseder. Kötümser olarak hayatın zorluklarına bakarsan zorluklarını görürsün. İyimser bir gözle iyiliklerine bakarsan iyiliklerini görürsün. Hayat, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız her anımızdır. Bu yaşadığımız tüm zaman diliminde ve tüm olayların içinde iyisi de kötüsü de bulunmaktadır. Eğer biz o iyilikleri görürsek, eğer o güzelliklerin farkına varabilirsek yani mutlu olmanın yollarını arayabilirsek hayatın zorluklarının, zor olarak gördüklerimizin esasında zor olmadığını, üstesinden gelinmeyecek bir şeyin olmadığını anlarız ve görürüz. Evet her şeyde güzele bakmak ve güzeli görmek, bu yetiyi, kabiliyeti kazandıracak en büyük etken de elimizdekilere razı olmak, kanaat etmek ve şükretmektir. Hayatın zorluklarından kurtulabilmek için önce şükür edeceğiz. Sonra razı olacağız. Sonra da kanaat edeceğiz. İşte o zaman, o zorluklar üzerimizden buharlaşıp uçar, gider ve geriye mutluluk, saadet kalır. Hayatın kolaylığı kendiliğinden gelir.

Hayatı zorlaştıran en büyük nedenlerden birisi de özellikle zamanımızda gereksinimimizden çok ihtiyaç hissetmemizdir. Bir şeye ihtiyacımız yokken onu ihtiyaç hissetmemiz. Hatta bir varken ikincisini almak istememiz, sahip olduğumuz şeyin daha güzelini almak istememiz. İşte bu, bize hayatı zorlaştırır. Kendimize yüklenenden daha fazla yük üzerimize yüklüyoruz. Böylece daha çok çalışıyor ve bunun akabinde de daha çok yoruluyor ve kendimizi bitap hale sokuyoruz. Allah bize gücümüzün yettiği kadar verir. “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz” (Bakara 2/286) İşte biz o yükümüzün üzerinde Allah’ın bize yüklediği, bize takdir ettiğini beğenmiyoruz ve üzerine daha da katmak, koymak istiyoruz. Bu sebepten dolayı ihtiyacımız birken bin ihtiyaç hissediyoruz. İşte bu, bize hayatı zorlaştırıyoruz. O, bin ihtiyacı almak için çabalıyoruz, kendimizi paralıyoruz. O ihtiyaçların kimilerini de elde edemeyince de alamadım, yapamadım deyip kahırlanıyoruz ve böylece kendimize hayatı güçleştiriyoruz. Biz zannediyoruz ki ne kadar çok eşyamız olursa, ne kadar çok alırsak, ne kadar çok kazanırsak hayatı o kadar güzelleştiririz. Ne kadar Konfor içerisinde yaşarsak, ne kadar lüks bir hayat yaşarsak, hayat o kadar kolay ve huzurlu olur. Maalesef huzuru ve mutluluğu çok kazanmak ve çok almakta zannediyoruz.

Maalesef biz, o lüksün içine girip daldıkça o konforlu hayata kendimizi adapte ettikçe, hayat bize işte o zaman zorluklarını gösteriyor. O zorluk ağına çekiyor. Ve artık, ondan sonra o zorluk ağında kendimizi lüksün, konforun bir kölesi haline getiriyoruz. Bakın eskilere ilk insanlara, haydi ta o kadar gerilere gitmeyelim, yakın tarihimize bakalım. Annelerimize babalarımıza bir bakalım. Onlar nasıl yaşıyorlardı? Onların şu zamanki modern hayattan acaba ne kadar nasipleri vardı? Modern hayat dediğimiz teknolojinin en ileri bir döneminde yaşıyoruz, her şeyimiz var. Her şeye sahibiz. En lüks eşyalara sahibiz ama onlar içerisinde ruhlarımız gömülmüş, mutluluğun, huzurun adını bilemez hatta onları tadamaz hale gelmişiz. Hayatın zorluğunda boğulup gitmişiz. Ama onlar, anne ve babalarımız, dedelerimiz yokluklar içerisinde yaşıyorken bütün imkânsızlıklara rağmen onlar Mutluydular, huzurluydular. Onların tüm olumsuz şartlara rağmen saadet içinde yaşamaları neden? Onların mutluluğunun en büyük kaynağı, elinde olmayan şeylere ihtiyaç hissetmemeleri, elinde olmayan şeyleri alalım diye hırs, çaba ve gayret göstermemeleridir. Elindekilerle yetinip mutlu olmayı, sahip olduklarıyla en güzel şekilde yaşamaya çalışılmalarıydı. Bu yüzden onlar mutluydular ve huzurluydular.

Bunların daha ötesinde, hayatın zorluklarına, meşakkatlerine, bela ve musibetlerine takılı kalmadan her şeye rağmen huzuru ve mutluluğu bulan başta peygamberler, evliyalar ve atalarımız şu ayeti içlerine kalplerine tamamen sindirmişlerdir. “Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!” (Ankebut 29/64) işin aslı, bu hayat gelip geçicidir. Bu hayatta ne elde ettiysek makam, mevki, mal, mülk mutlaka bir gün elimizden çıkacaklar. Bu dünya hayatı oyalayıcıdır. Gerçek hayat ise ahirettir. Bu dünya ahiretin mezrasıdır. Senin bu dünyada yaptıkların, bu dünyada kalacaklar. Ancak yaptığın hayırlı güzel ameller ve sabır ve tevekkülün ahirette bir başak gibi çıkacak. Bir çekirdek, tohum gibi fışkıracak fideye, ağaca dönüşecek. İşte o yüzden bu dünya malına hırs göstermeden, tema etmeden ahirete ve Allah’ın rızasını kazanmak için çalışmışlar. O yüzden hayatın zorluğunu görmeyip hayattaki bütün musibetlere, dertlere şükür ile sabır ile göğüs gerip hayatı kendilerini kolaylaştırmışlar.

Evet, Asrı Saadet dediğimiz o Peygamber Efendimizin çağına bir bakalım. O zamanlar, evet Asrı Saadet yani dünya hayatındaki en saadetli yıllar, en mutlu yıllar o yıllardı. Lakin o zamana baktığımızda başta Peygamber Efendimiz olmak üzere hepsi aç ve yokluklar içerisinde idiler. Buna rağmen onlar mutluydular. Çünkü onların derdi, dünya derdi değildi. Onların derdi, bu dünyada mal, mülk kazanmak değildi. Onların derdi, bu dünyada makam, mevki kazanmak değildi. Onların derdi, ahirette gerçek yurt ve gerçek hayat olan ahireti kazanıp sevdikleriyle hep beraber cennette olmaktı. Onların derdi bu dünyada paylaşarak hep birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamak. Aynı huzuru cennette sürdürmek. Bu derdi anlatan Peygamberimizin (s.a.s) hayatından eşsiz bir tablo:

Hz. Aişe’nin, Resulullah’ın evinde iki ay boyunca yemek için ateş yanmadığına dair rivayeti onun ne kadar mütevazi ve sade bir hayat sürdürdüğünü göstermektedir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) gecenin bir yarısı uyanıyor ve evinden dışarı çıkıyor dolaşırken ise ne görsün, yol kenarında, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer bir taşın üzerine oturmuş duruyorlar.

Hz. Muhammed (s.a.s)“Gecenin bir vakti sizi buraya getiren nedir?” diyor.

… Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer; Peygamberimizin onların kayınpederleri, en sadık dostları olduğunu biliyoruz…

Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir:

“Ya Muhammed, ‘Açlık’ “ derler…!

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)ise:

“Ya Ömer, Ya Ebubekir, yemin olsun ki, beni de gecenin bu saatinde uykusuz bırakan ve dışarı çıkmama neden olan ‘Açlıktır’ “ der.

İşte, onlar Peygamberimiz (s.a.s), sahabeler, evliyalar ve atalarımız nice imkansızlıklara rağmen hatta Mekke’de türlü türlü işkence ve baskılar altında olmalarına rağmen mutluydular, huzurluydular. Ağızlarından bir kez olsun şikâyet, Bir küçücük sitem dahi yapmadılar ve asla hayat zor demediler.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir