Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Mart 19, 2024

Lütfi Bergen: “İstanbul Sözleşmesi Türk Töresi Dikkate Alınarak Yenilenmelidir”

Hukukçu-yazar Lütfi Bergen ile yaptığımız mülakatın birinci bölümünü dün yayınlamıştık. Söyleşinin ikinci bölümünü bu gün takdim ediyoruz:

İstanbul Sözleşmesi’nin denetimi ve uygulama sürecinde söz sahibi olan “Grevio”nun hukuki olarak bağlayıcılığı nedir? Grevio kurulunun istişare grubunda neden bu toplumun inancını ve örfünü temsil eden bir STK yoktur?

Önceki sorunuzda isim vermeden Grevio kuruluna işaret etmiştim. İstanbul Sözleşmesi’nin 9. Bölümünde Grevio denilen gözlem (teftiş) müessesesine dair hükümler yer almaktadır. 66. Maddeye göre Grevio en az 10, en çok da 15 üyeden oluşacak, üyelerin cinsiyet ve coğrafi bölge açısından dengeli olması, ayrıca farklı konularda uzmanlaşmış olmaları gözetilecektir. Üyeler, dört yıllık bir görev süresi için Tarafların aday gösterdiği kimseler arasından Taraflar Komitesince seçilecek; üyeler ancak bir dönem daha görev yapabilecek ve taraf ülkelerin vatandaşları arasından seçilecektir. 10 üyenin ilk seçimi bu Sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacaktır. Diğer 5 üyenin seçimi ise 25inci ülke onayladığında veya katıldığında gerçekleşecektir.

Görüldüğü üzere bu kurulda hiçbir şekilde STK’lara yer verilmiş değildir. Ayrıca siz “Neden bu toplumun inancını ve örfünü temsil eden bir görüşün yer almadığını” da soruyorsunuz. Bu soru da Sözleşme’nin varlık nedeniyle bağdaşmamaktadır. Zira Sözleşme 12. Maddede ve 42. maddede gelenek, görenek ve örflerin kadına karşı şiddetin kaynağı olduğu yaklaşımına bağlı olduğunu düzenlemiştir:

Madde 12/1: “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.”

Madde 12/5: Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.

Madde 42/1: Taraflar bu Sözleşme kapsamında kalan şiddet eylemlerinin gerçekleştirilmesinden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus”un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesini temin etmek üzere, gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.

İstanbul Sözleşmesi’nin 68. Maddesinde Grevio’nun teftişi için raporlama usulünün tatbik edileceği hususu düzenlenmiştir.

Madde 68/1: “Taraflar, Grevio’nun hazırladığı bir soru formunu esas alarak, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine, Grevio tarafından değerlendirilmek üzere, bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanabilmesini sağlayacak yasama tedbirleri ve diğer tedbirler hakkında bir rapor sunacaktır.”

Grevio kendisine sunulan bu raporu, ilgili Tarafın temsilcileriyle birlikte değerlendirecektir. Grevio, elde edilen bilgiler yetersiz ise ulusal makamların işbirliği ve bağımsız ulusal uzmanların yardımıyla, ülke ziyaretleri düzenleyebilecektir. Bu ziyaretler sırasında Grevio’ya belirli konularda uzmanlaşmış kişiler yardımcı olabilecektir. Grevio, Sözleşmenin uygulamasıyla ilgili bilgileri, insan haklarının korunmasıyla görevli ulusal kurumlar yoluyla olduğu kadar sivil toplum kuruluşlarından ve sivil toplumdan da edinebilecektir.

Görüldüğü üzere STK’ların önemi Grevio’ya giden bilgiler, harici raporlamalar ile ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de feminist sivil toplum bu konuda büyük bir örgütlülük içindedir. Ancak muhafazakâr kesimde İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıktığı halde hangi değer alanından hareket ederek karşı çıkılması gerektiğini bilmeyen bir entelektüel zemin vardır.

Örneğin İstanbul Sözleşmesi Madde 3/b uyarınca “aile içi şiddet’’, aile içerisinde, aile birliğinde veya daha önceki veya şu anki eşler veya ebeveynler arasında meydana gelen, failin aynı evi şu an veya daha önce şiddet mağduruyla paylaşıp paylaşmadığına bakılmaksızın fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bütün türleri anlamına gelmektedir. Şimdi Türkiye’de Sözleşme’yi savunan çevreler bu madde gereğince hane halkının birbirini ihbar etme yetkisi kazandığını fark etmiş değildir. Diğer değişle örneğin 15 yaşındaki bir kız çocuğun annesinin “akşam eve erken gel” veya “şu kişilerle görüşmeni men ediyorum” şeklindeki emirlerini psikolojik şiddet kapsamında yetkili mercilere ihbar etmesi mümkün hale gelmiştir. Keza, 6284 sayılı yasanın Madde 7/1 hükmü “Şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin varlığı hâlinde herkes bu durumu resmi makam veya mercilere ihbar edebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre şiddet ortaya çıkmadan ve yalnızca şüphe veya tehlike algılaması ile biri hakkında tedbir alınması yolunda “herkes” yetkilidir. Yani komşunuz, mahallede oturan biri veya kamusal alanda hiç tanımadığınız herhangi biri şiddet fiili ortaya çıkmadan dahi ihbarda bulunma yetkisi elde etmektedir. Eğer bu hüküm “hukuk mantığı” bakımından kabul edilirse, hırsızlık yapmasından şüphe edilen kişiler hakkında “şüphe ile” mahkûmiyet veya tedbir kararı alınmasının önü açılacaktır.

Ancak bütün bu olumsuz yönlerine rağmen Opuz v. Türkiye Kararı bağlamında İstanbul Sözleşmesi’nin tekrar tartışılması ve Taraf devletlere yeni argümanlarla raporlar verilmesi gerekmektedir. Türkiye bu sözleşmeyi tatbik ederken eleştirel bir literatürün gelişmesini de desteklemelidir. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nin hem “kadına karşı şiddeti önleme” amacı taşıdığı ama aynı zamanda eşcinsel ilişkileri “aile” olarak tanımlayan bir yönlendirme içinde olduğu konusu Avrupa Konseyi’ne eleştiri olarak sunulmalıdır. Sözleşme’de 14. Maddede devletler eğitimde “toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri”nin geliştirilmesi ile yükümlü kılınmaktadır. Türkiye’de eğitim kurumlarında bu maddeye dayanarak ETCEP gibi bir uygulama gerçekleştirildi. Uygulamada erkek çocuklara oyuncak olarak bebek verilirken kız çocuklara otomobil verildi. Erkek çocuklara pembe elbise giydirilip kozmetik kullandırıldı. Avrupa Konseyi’ne getirdiği Sözleşme’nin açılımlarının ailesizliği ve cinsiyetsizliği, nihayet giderek aynı cinsten bireylerin cinsel birlikteliklerini ima eden yönelişleri dayattığı eleştirisi mutlaka getirilmelidir.

Anladığım kadarıyla siz bu belgeye mutlak karşıt bir tutumdan yana değilsiniz. Türkiye’nin sözleşme metnindeki kriterlerinin Türk töresiyle İslâm fıkhı bakımından yeniden değerlendirilmesini teklif ediyorsunuz. Fakat bu yaklaşım “fazla iyimser”değil mi? Sözleşme karşıtı çevrelerin Türkiye’ye cinsel yönelim politikalarının dayatıldığı iddiası da oldukça ikna edici görünüyor. İstanbul Sözleşmesi’nin devamını isteyen ve savunuculuğunu yapanların küresel boyutta lgbt dernek ve vakıflar olduğu sıklıkla gündeme geliyor. Bu sözleşme Soros’un finanse ettiği “Babasız ve Anasız Çocuklar Projesinin” bir uzantısı olabilir mi? Bu tarz bakış komplocu bir bakış açısı mıdır?

Kanaatimce İstanbul Sözleşmesi çoklu okumaya müsait bir metindir ve üstelik Türkiye’nin ihtiyacı olan bir düzenlemenin kamuoyunda tartışılması fırsatı vermektedir. Öncelikle sizin sorunuzdaki vurgu “partner” kavramına dayanmaktadır.

Benim bu soruya karşı sorum şudur: Türkiye’de 1) resmi olmayan evliliklerdeki kadın ve çocukları, 2) göçmen veya sığınmacı pozisyonunda ülkede bulunan bireyleri, 3) aynı evde yaşayanları (örneğin öğrenciler veya bir evin odalarını ayrı ayrı kiralayanlar) şiddetle karşılaştıklarında hangi hukukla koruyabileceksiniz? Türk Ceza Yasası, Opuz v. Türkiye dosyasında da görüleceği gibi bu korumayı sağlamamaktadır.

Toplumda “İmam nikâhı” diye bilinen ve özellikle Suriye’den gelen sığınmacılar nedeniyle sayısı giderek artan evlilikler, İstanbul Sözleşmesi vasıtasıyla “partner” kavramı içinde hukukî bir statü kazanmıştır. Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğinde bu tür evliliklerdeki kadına yönelik şiddeti nasıl önleyecektir?

Benim kanaatim şu ki, Türkiye bu sözleşmeyi ihtiyaçları nedeniyle imzalamıştır. Sözleşme’de göçmenlerle ilgili hükümler yer almaktadır:

Madde 4/3: “Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.”

Türkiye’de büyük bir sığınmacı nüfus bulunmaktadır ve bu nüfus “vatandaş” statüsünde bulunmadığından devletin onların içinde doğan şiddete müdahale etmek bakımından elinde bir mevzuata ihtiyacı vardır. İstanbul Sözleşmesi’nin benim açımdan problemli yönü, “kadına şiddet” kavramı ile şiddeti erkeğin doğası olarak kodlamasıdır. Sözleşme, hem dört şiddet (psikolojik, ekonomik, cinsel, fiziksel) saymakta ve hem de kadının hiç şiddet uygulamadığı varsayımı ile hüküm tanzim etmektedir. Sözleşme hem “aile içi şiddet” demekte yani toplumu ontolojik olarak “aile” temelinde kabul etmekte ve hem de “cinsel yönelimi” (madde 4/3) teşvik ederek “kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirlerin alınması”nı (madde 12) taraf devletlerden beklemektedir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi, aslında tutarsız bir metindir.

Adil Gülmez: Sizce “Aile içi şiddet” kavramı neden özellikle vurgulandığı halde “cinsel yönelimler” ve “kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesi” de hedefleniyor? Aile birliğinin sevgi-saygı temelinde inşası bağlamında ne öneriyorsunuz? Sizin “şiddet” olgusuna getirdiğiniz yaklaşım nedir?

Kanaatimce Batı’da “aile” kavramı zaten problemli ve tanımlanamamış bir sosyal birimi ifade ediyor. Yani Batı’da Kutsal Kitap’a giderseniz, örneğin Hz. Nuh’un kıssasına gidilirse, Batı’nın “aile içi şiddet” konusunda dünya halklarına sunduğu hukuk modelinin gerekçesiz olmadığı görülecektir.

Bu nedenle Türkiye, yeni bir uluslarüstü norm kurucu “Yüksek Mahkeme” teşkil etmelidir. Diğer ifadeyle nasıl Birleşmiş Milletler’in veya Avrupa Konseyi’nin norm üretici komisyonları ve “adalet divanları” varsa, Türkiye’nin de Türkî cumhuriyetlere ve Müslüman halklara hitap edecek yeni bir “devletlerüstü Mahkeme” kurmak bakımından öncülük yapması gerekir. Bu mahkemenin referans aldığı kavramın ise “lâ darara velâ dırâr” hükmüne dayanması gerekir. Yani “zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur.”

Bu durumda Batı’dan bize gelen “kadınlara karşı insan hakları ihlali” (İstanbul Sözleşmesi, madde: 3/a); “kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” (madde: 3/d; madde: 14/1); “kadınlara karşı her türlü ayrımcılık” (madde: 4/2); “kadınlara karşı herhangi bir şiddet” (madde: 5/1); “kadınlara karşı şiddet” (madde: 9) gibi kavramlaştırmalar kadının da erkeğe veya ev halkına zarar verme potansiyeli olan bir insan olduğu gerçeğini örtüyor. Yani Kur’an’da “insan” hakkındaki “kan dökücü ve bozguncu” sıfatlarının feministler tarafından sadece erkeğe özgülenmesi Batı’da “Tanrı öldü” diye başlayan ve ardından “insan öldü” ve nihayet “erkek öldü” diye giden bir süreci ifade etmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği tasavvur “erkek ontolojik olarak sorunlu varlıktır” öncülüne dayanmaktadır. Oysa bu argüman Habil-Kabil kıssası hatırlanırsa doğru değildir. İslâm’ın racül (çoğulu rical) tipi Kuran’da “Ticaretin de alışverişin de kendilerini Allah’ı anmaktan, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamadığı, gözlerin ve gönüllerin dehşetle sarsılacağı bir günden korkan kişiler” (24 Nur 37) ayetinde belirtilmiştir. Türk töresinde de alp/civanmert tipi erkek, benzeri şekilde haksız yere kimseyi incitmemeyi, mal ve canıyla iyilik yapmayı işaret eden helal kazanan bir kimliği ifade etmektedir. Gerek Türk töresi gerekse İslâm fıkhı, bu tipi “aile babası” olarak da resmetmektedir. Bu tip, kadın-erkek eşitliğine değil “küfüv-denklik” esasına bağlıdır.

Benim İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa bağlamında önerilerim şöyledir:

1) Avrupa Sözleşmeleri’nin mantığını oluşturan “erkek potansiyel olarak suçlu olarak yaratılmıştır, özünü değiştiremez; erkek doğası gereği şiddet eğilimlidir” tasavvuru yine Batı’ya ait “insan hakları” metinleri ile çelişmektedir. Bu nedenle Türkiye “Kul Hakları” teorisi geliştirerek sadece “insan” hakkında değil tüm canlı-cansız varlıkların da “kul” olarak “muhterem” sayıldığı yeni bir hak tasavvuruna geçmelidir;

2) Aile tanımlanmalıdır. Zira Türk Medeni Kanunu’nda dahi aile tanımlanmamıştır. Devlet, “partner” kavramını “kadın ve erkek birlikteliği” kapsamıyla muhtevalandırmalıdır. Aynı cinsten kişilerin birliktelikleri lgbt-i olarak kavramlaştırılmalı ve “aile dışı” sayılmalıdır. Kural olarak lgbt-i kişilerin “aile kapsamı dışında kaldığı”ndan evlat edinme talepleri reddedilmelidir. Üreme fonksiyonlarını kasıtlı biçimde kullanmayan, tahrip eden, tıbbî müdahalelerle işlevsiz kılan kişilerin “çocuk sahibi olma iradesini bilinçli olarak kaybettiği” karine olarak benimsenmelidir;

3) Şiddete maruz kaldığını iddia eden taraf hakkında devlet önleyici tedbirler almakla beraber, devleti yanlış beyanla yönlendiren kişilerin ihbarları suç kapsamına alınmalıdır;

4) Şiddeti önlemeye yönelik tedbirler erkeğin servetinin kadına transferini amaç edinmemeli, emek kutsal kabul edilmeli, devletin şiddeti önleme fonksiyonu amacından sapmamalıdır. Kadının da erkeğe yönelik olarak İstanbul Sözleşmesi’nde işaret edilen psikolojik veya ekonomik şiddet uygulayabileceği ihtimali gözetilmelidir;

5) Devlet, şiddet uygulayan hakkında evden uzaklaştırma tedbiri kararı vermişse bu kişilerin barınma hakkını ihlal etmemelidir (AY madde 36: “Herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan haysiyetine yakışır biçimde konut ve barınma hakkına sahiptir.”). Erkeğin evden uzaklaştırılması eğer asılsız bir şiddet ihbarına dayanmaktaysa, koca (erkek) zararını tazmin edebilmelidir;

6) İstanbul Sözleşmesi’nin ve CEDAW Sözleşmesi’nin getirdiği eşitlik kriteri evlilik birliği içinde mal rejimi bakımından adaletsizliklere sebebiyet vermektedir. Evlenme “mal ayrılığı rejimi” hükümlerine göre gerçekleşmeli, eğer bu konuda bir düzenleme olmayacaksa, sözleşme özgürlüğü kapsamında tarafların nikâhlanmadan önce “evlilik okulu”na gitmesi, evliliğin hukukî ve malî neticeleri hakkında bilgilendirilmesi sağlanmalıdır;

7) Boşanmalar 4 ay müddet içinde gerçekleşmeli, boşanmanın feri niteliğindeki ihtilaflar ayrı bir dosyada muhakeme edilmelidir. Devletin muhakeme sisteminin boşanma davalarını 4-5 yıllık süreçlere yayması hem sadakat yükümlülüğü açısından hem de tedbir nafakası yönünden kocayı mağdur etmektedir. Eğer boşanma davasında kadın kusurlu ise, koca haksız yere tedbir nafakası ödemeye yükümlü kılınmaktadır;

8) Evli kadın kendisini aldatan koca aleyhine hak talebinde bulunduğu gibi, aldatan eşiyle birlikte olan kadın hakkında da “mahrum kalınan gelir ve sevgi” oranında maddi ve manevi tazminat talebinde bulunabilmelidir;

9) 6284 sayılı yasanın tedbir kararlarının uygulanması üzerine “aile” sarsılmakta ve evden uzaklaştırılan kocanın “aile saadeti ideali” tükenmektedir. Bu yasanın tedbirleri kaçınılmaz olarak boşanma süreçlerini başlatmaktadır. Boşanma davası süreci ise Türk Medeni Kanunu’nun 175-176. Maddelerinde düzenlenmiş “süresiz yoksulluk nafakası” hükümleri kapsamında kadına “ömür boyu kocadan emeklilik” statüsü sağlamaktadır. Buna göre Türk Medeni Kanunu ile 6284 sayılı yasa kadın için yeni bir hukuk sistemi yaratmıştır. Süresiz yoksulluk nafakası kaldırılmalıdır. Devlet, sosyal devlet ilkesi gereğince “boşanmış yoksul kadın” hakkında sosyal fon uygulaması açabilir; 10) Devlet “aile” kurumunu teşvik etmeli ve 15 yıl, 20 yıl, 25 yıl, 30 yıl gibi sürelerle evliliğini sürdüren karı-kocaları ödüllendirmelidir. Çocuğu yanında kalmak ve ona bakmak şartıyla kadınlara her çocuk başına on yıl boyunca “çocuk yardımı” yapmalıdır. Çocuk yardımı alan kadınların çocuklarına baktıkları zaman boyunca “sigortalı” sayılması ve çocukla geçirdiği günlerin emeklilik primine ve gününe mahsup edilmesi sağlanmalıdır. Devletin kadın istihdamının artırılması politikası nüfusun yaşlanması problemine yakalanmasına yol açmaktadır. Reel olarak bir toplumun bütün nüfusunun çalışma hayatına dahil olması işsizlik probleminin büyümesi ve toplumdaki yaşlıların, engellilerin bakımında yeni problemlerle karşılaşılması anlamına gelmektedir. İşsizliğin zaten giderek yükselme seyrine girdiği pandemi (covid-19) koşullarında devletin “aile” bazlı yeni bir vizyon edinmesi gerekmektedir. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa ise “eşitlik”, “cinsel yönelim”, “kalıplaşmış geleneksel cinsiyet rollerinin kökünün kazınması” gibi argümanlarla aile kurumunu dağılmaktan koruyamayacaktır. Bu anlamda devlerin “kadınların insan hakları” gibi cinsiyetçi kavramlara dayanarak değil “kul hakları” kavramına dayanarak ve makasıd-ı hamse (can, mal, akıl, nesil, din) emniyetini esas alarak fertler arasındaki dengeyi (küvüf) sağlaması esas olmalıdır.

Satın almak için kitap kapağına tıklayınız.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir