Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

İstanbul Sözleşmesini Okudum -3-

Yazı serimizin üçüncü ve son yazısına başlarken aslında İstanbul Sözleşmesi ve ilgili mevzuatla ilgili yazılabilecek daha nice analizler olduğunu belirtmekte fayda var. Ancak köşeme taşıdığım üç analiz yazımın sözleşmeye neden karşı olduğumu anlatmaya yetecek mahiyette olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar son zamanlarda sözleşme üzerindeki tartışmalar bir takım çevrelerce siyasi hesaplaşmaya dönüştürülmeye çalışılıyor olsa da uzun süre tabu haline getirilip eleştirilemeyen sözleşmenin bugün özgürce eleştirilebilir olması olumlu bir gelişmedir. Sözleşmeye itiraz noktalarımızı yazmaya devam edelim.

Sözleşmede Şiddet Kavramının Sınırı Yok!

 Sözleşmenin 3. maddesi tanımlamalar bölümüdür. Burada şiddetin dört tür olarak tanımlandığını görüyoruz. Bu şiddet türleri fiziksel, cinsel, psikolojik, ve ekonomik olarak ifade edilmiştir. Sözleşme tanımladığı dört şiddet türünün hepsini de aynı gözle görmektedir. Yani aralarında herhangi bir ayrıma gitmeyip kadına yönelik fiziksel şiddeti de psikolojik şiddeti de aynı şiddet olarak görür ve dolaylı olarak ikisine de aynı cezanın öngörülmesini istemiş oluyor aslında.

 Peki, “sözleşme dört tane olarak saydığı bu şiddet türlerinin açık ve sınırları net olarak çizilmiş tanımlarını yapmış mı?” Diye sorduğumuzda karşımıza sözleşmenin hiçbir yerinde böyle bir tanım yapılmadığı gerçeği çıkıyor. Bu gerçeğe İstanbul Sözleşmesi’ne dayanarak çıkartılan 6284 nolu Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’daki “koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz(…) (Madde 8/3)” gerçeğini de eklersek ortaya, tanımı ve sınırları yapılmamış dört şiddet türünde de beyanın esas olmasının yeterli olması faciası çıkıyor. Bu fecaat, yıllardır nice ailenin dağılmasına nice erkeğin haksız şekilde evinden uzaklaştırılmasına nice erkeğe iftira atılmasına sebep oldu.

 Sözleşmeyi hazırlayanlara ve can siperane savunanlara bir kaç soru soralım. Psikolojik şiddet nedir; sınırları nerede başlayıp nerede biter? Ekonomik şiddet nedir, sınırları nerede başlayıp nerede biter? Cinsel şiddet nedir, sınırları nerede başlayıp nerede biter? Bu sorular “beyanın esaslığı” ile birlikte okununca ortaya çıkan tablo ürkütücü. Adalet Bakanlığı Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü’nden elde edilen resmi rakamlara göre son 5 yılda 1 milyon 973 bin erkek evden uzaklaştırma tedbir kararına maruz kaldı. Buna göre; 2015 yılında 270 bin 218, 2016’da 320 bin 280, 2017’de 413 bin 790, 2018’de 521 bin 434, 2019’da 447 bin 893 kişi için önleyici tedbir ve evden uzaklaştırma cezası verildi. Hızla artan boşanma sayılarını saymıyorum bile.

 Tanımlanan şiddet türlerinden “beyanın esaslığı” sadece fiziksel şiddet için söz konusu olabilir. Zira bir şiddet varsa bunun gözle ya da belli bir muayane sistemiyle ortaya çıkarılması mümkündür. Bu haliyle beyanın esaslığı sadece fiziksel şiddet için savunulabilir. Ancak fiziksel şiddetin kimin uyguladığı konusunda “beyanın esas” tutulması şiddetin kimin uyguladığı konusunda iftiralara kapı açmaktadır. Bu noktayı da vurgulamakta fayda var.

 Fiziksel şiddet dışındaki diğer tüm şiddet türlerinde “beyanın esas” tutulması iftiralara, keyfiliğe, şantaja tam anlamıyla ortam hazırlamaktadır. Üstelik fiziksel şiddet ile aynı yaptırımların öngörülmesi hakkaniyete de sığmamaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir üniversitemizde hoca olan akademisyenimizin açıklamaları herkesi şok etmiştir. Hocamız, dersinden kalan bir kız öğrencisinin kendisini dersten geçirmezse cinsel ve psikolojik şiddet uyguladığı şikâyetiyle suç duyurusunda bulunacağını söyleyerek tehdit ettiğini açıkladı. Hocamız mecburen o öğrenciyi dersten geçirmek zorunda kaldığını ifade etti. Kanun kadınlara o kadar geniş ve sınırsız bir hak tanıyor ki kötü niyetli bir kadın bunu rahatlıkla lehinde kullanabilmektedir. Buna benzer daha nice olay var.

 Sözleşme savunucuları böyle güçlü delillere karşı ancak “hiçbir kadın şiddet görmediği halde şiddet görüyorum demez!” diyerek komik bir sloganla savunmaya çalışıyorlar kendilerini. İdeolojik saplantılar insanı işte böyle komik duruma düşürüyor. “Hiçbir erkek kadına şiddet uygulamaz” sloganı ne kadar doğruysa “hiçbir kadın iftira atmaz” sloganı da o kadar doğrudur! Hakkaniyet dengesini bu denli bozan, nice iftiralara zemin hazırlayan İstanbul Sözleşmesi ve ilgili kanun mevzuatının uygulanması gerçekten şiddeti önlemeye mi yönelik? Diye sormadan edemiyorum. Üstelik şiddetin durmadan tırmandığı apaçık ortadayken…

 Bazı sözleşme savunucuları da “sözleşmeden çıkınca her şey güllük gülistanlık mı olacak? Tüm şiddet bitecek mi?” Diyorlar. Sözleşmeye araştırarak karşı çıkan hiç kimsenin böyle bir iddiası yok. Ancak İstanbul Sözleşmesi’nin fikri alt yapısı, kalkınma planımıza girecek kadar ciddi şekilde uygulanmasına rağmen şiddet artmaktadır. Demek ki işe yaramıyor. Bizim önerimiz, gelin bu problemli sözleşmeden çekilelim ve ona dayanarak çıkarılan tüm düzenlemeleri lağvedelim. Başlangıcımız bu olsun. Şiddet ile ilgili bu coğrafyanın uzman evlatlarıyla beraber fıtratla barışık genel şiddet düzenlemeleri yapalım. Bu yöntemi tüm hukuk sistemimizde uygulayalım. Merhum Necmettin Erbakan’ın dediği gibi “bir çiçekle bahar gelmez ama her bahar bir çiçekle başlar.”

Sözleşmeyi Savunmak Adına Romantik Takılanlar

 Bir televizyon kanalında İstanbul Sözleşmesi başlığıyla açık oturum yapılırken erkek bir katılımcı “Pınar Gültekin olayında güçsüz olan kimdi biliyor musunuz? Orada güçsüz olan Pınar’ı katleden o cani adamdır. Çünkü ancak güçsüz olanlar şiddet uygular” deyip daha nice soyut demagojik sloganla İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyordu. Tabi ellerinde somut bir delil olmayınca böyle davranmak zorunda kalıyorlar.

 Gerçekleri görelim. Biz özelde kadına genelde ise tüm canlılara yönelik şiddetin engellenmesini istiyorsak amiyane tabirle “edebiyat parçalayamayız” ve tribünlere oynayamayız. Eğer Pınar gerçekten fiziksel olarak güçlü olsaydı şuan büyük ihtimalle mezarda olmayacaktı. Bir kadın bir erkekten fiziksel olarak daha zayıftır. Bu gerçek ortada iken romantizme kayanların niyeti teveccüh görmekten başka bir şey değildir bence. Somut, objektif, slogandan uzak, romantizmden arınmış, milli karakterimize uygun ve değerlerimizle barışık düzenlemeler yapalım. Her coğrafyanın ve her milletin farklı dinamikleri olduğunu unutmayalım. Bundan dolayı İstanbul Sözleşmesi gibi sadece ismi yerli olan ve tüm dünyayı tek bir kültürden ibaret sayan düzenlemeleri reddetmemiz gerekiyor.  

 Bununla beraber kadının ve erkeğin fıtratı ile savaşılmaması gerektiğini; üçüncü bir cinsiyetin tamamen yalan oluğunu görmemiz gerekir. Küresel üst akılların buna yönelik sinsi çalışmalarına ülkece dikkat edip karşı koymamız gerekiyor. Bunu yapacak medeniyet alt yapımız var. Binlerce yıllık çok güçlü bir kültür ve medeniyet birikimimiz var. Medeniyetimizi yeniden keşfedip öğrendiğimizde birçok problemimizin kendiliğinden çözüleceğini de göreceğiz. Biz büyük bir medeniyetin temsilcileriyiz bunu asla unutmayalım. Sorunlarımızın çözümü bizdedir; dışarıda değil.

Önerilerimizi bir arada zikredip bitirelim.

1. Kavramlarıyla, sosyolojisiyle tamamen bize ait şiddeti engelleme düzenlemeleri yapılmalı. Bunlar yapılırken insanımızı çok iyi analiz etmiş uzmanlarla çalışılmalıdır.

2. Aile içi anlaşmazlıklarda boşanma en son çözüm olarak görülüp uzmanlar aracılığıyla terapiler ve çeşitli aile okulu mekanizmaları geliştirilmeli. Bu süreçlerde ailenin diğer fertleri de sürece dahil edilmeli.

3. Evlilik öncesinde de aile okulu çalışmaları yapılmalı. Ancak çalışmaların muhtevası yine bizim kültürümüzü esas almalıdır. Her coğrafyanın sosyolojisinin farklı olduğu unutulmamalıdır.

4. Mevcut sonuçların da açıkça gösterdiği gibi İstanbul Sözleşmesi ve ona dayanarak çıkarılan 6284 nolu yasa amacına hizmet etmemektedir. Aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi içerdiği son derece tartışmalı kavram ve maddelerden dolayı feministlerin, LGBT lobisinin ve daha birçok problemli zihniyetin kalkanı olmuş görünmektedir. Bu haliyle sözleşmeden tamamen çekilmenin ve dayanak oluşturduğu tüm düzenlemelerin lağvedilmesinin tek çıkar yol olduğu kanaatindeyim.

5. Şiddetin asıl sorumlusunun bütün kötülüklerin anası olan alkol olduğu tartışmasız bir şekilde ortadadır. Öyleyse şiddetin engellenmesine yönelik tüm politikaların merkezinde toplumsal cinsiyet kavramı değil; alkol olmalıdır. Zira aile içi şiddet ve taciz olaylarının yüzde 60’tan fazlası alkollüyken gerçekleşiyor. Oysa toplumsal cinsiyet kavramının henüz var olup olmadığı dahi kesin değil.

6. Cinsiyetsizleştirme amacı güden tüm çalışmalara karşı uyanık olmalıyız. Bu şeytani planlara gücünü kendi medeniyet kodlarından alan çok güçlü devlet politikalarıyla karşı koymalıyız. Aksi takdirde küreselleşme süreci en başta gençlerimizi ifsad edip yarınımızı mahvedecek.

Dua ile…

Daha Fazla

2 Comments

  • Fahretin asyalı
    Fahretin asyalı

    Kaleminize sağlık hocam her üç yazınızıda okudum yerinde delillerle örnekler verdiginiz yazılarınızı umarım yetkili konumda bulunanlar dikkate alır

    Cevapla
  • Orhan Göktaş
    Orhan Göktaş

    Önemli tespitlerin yapıldığı bilgilendirici bir yazı olmuş.
    Allah razı olsun.

    Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir