Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

Ayasofya’dan Yükselen Tekbîr ve Mağlûbiyet Hukukunun Sonu

“Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fatih’in Ayasofya’dan okuttuğu Ezân. Selim’in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur’ân.”

                                                                                                      Yahya Kemal Beyatlı

Siyâset hukuka göre değil, hukuk siyâsete göre şekillenir. Özellikle uluslararası siyâsette bütünüyle bu prensip geçerlidir. Daha doğrusu güç dengelerinin değişmesine paralel olarak mevcût hukuk yürürlükten kalkar ve yeni hukuk devreye girer. Yapılan gizli ya da açık antlaşmalar da her zaman bu esâsa göre teşekkül eder. Olaylara o zâviyeden bakmayanlar kendilerini güncelleyemeyip zamanın gerisinde kalırlar. Ve bu zihniyetin hissesine düşen de her zaman statüko bekçiliği olur. Fazla îzâha da gerek yok zâten, örneklerine siyâsî hayatımızda mebzûl miktârda tesâdüf etmekteyiz.

Biz, Cumhûriyeti büyük bir zafer sonrasında kurmadık. On yılı aşkın bir süre devam eden ve bizim için mâddî ve manevî sahada muazzam kayıp ve felâketlerle netîcelenen bir hezimetler zincirinin sonunda kurduk. Kaybetmiş olduğumuz büyük harbin ardından kazandığımız ufak çaplı birkaç muhârebe ve savaş ancak yaramıza bir parça merhem oldu. Fakat o savaşları da efendilere karşı değil, uşaklarına karşı kazandık. Büyük zaferden (!) sonra yaptığımız ilk iş ise târihî derinliğimize sırtımızı dönmek oldu. İnkılâb adı altında bize ait olan her şeyi çöpe atıp yerine Batı’daki benzerlerini almayı marifet saydık. Nesillerimize okuttuğumuz ilkokul şiirlerinde bile işgâlcilerden ziyâde ecdâda sövdük, pâdişâhı kapı dışarı etmekle övündük. Zaferi kime ve neye karşı kazandığımızın sağlıklı bir muhâsebesini bile yapamadık.

Cumhûriyetin ilk yıllarından bugüne değin, yaklaşık bir asır boyunca XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığımız büyük altüst oluşun bize dayattığı hukukun gölgesinde nefes alıp verdik. Ayasofya, galiplerin bize dayattığı hukukun üzerimize düşen ağır bir gölgesiydi. O ibâdete açılmadıkça, yeterince güçlenmiş de olsak gölgenin manevî ağırlığı altında ezilmeye devam edecektik.

Ayasofya’nın ibâdete açılacağının ilân edilmesinden sonra topluma tatlı bir heyecân dalgasının yayılması, halkın bu haberi kendisine balon hediye edilmiş bayram çocuğu heyecânıyla karşılaması oldukça manîdârdır. Toplum, bir asra yakın bir süredir şuûraltında gizlediği eziklik psikolojisinden kurtuluyor olmanın sevincini yaşıyor. Ayasofya’nın ibâdete açılmasını evvelemirde bu mesaj üzerinden okuyup anlamak zorundayız.

“Bu ülkede bu kadar cami var, onları dolduramıyoruz. Ayasofya’yı açmaya ne gerek var?” kabîlinden sözler, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz târihî hakikat karşısında kelimenin tam anlamıyla kör ve gafildir… Böyle diyenlerin büyük kısmı meseleyi anlamayan, zihinleri seküler eğitim tarafından iğdiş edilerek kendi mânâsına yabancılaştırılmış kesimlerdir. Yetişme tarzlarından dolayı da bir ölçüde mazûrdurlar. Diğerleri ise meseleyi bildikleri hâlde, misyonları statüko bekçiliği olduğundan, bu ucuz gerekçeyi paravan olarak kullanan devrim bağnazı tiplerdir. Onlara göre, Ayasofya’ya sahip olduğu statüyü veren Mustafa Kemal’dir. Onun tasarrufunu ortadan kaldıracak hiçbir icrâat kabûl edilemez. Bu sakîm zihniyet tarafından Mustafa Kemal lâyık olmadığı bir mevkie taşınmış, adeta milletin irâdesine ipotek koyan bir figür hâline getirilmiştir.

Bağımsız siyâsetten dem vuranların, Ayasofya’nın, Batı ile ilişkilerimizin bozulması sonucunu doğuracağını söylemeleri ise sözlerinde ne kadar samîmî olduklarını gösteriyor. Bu zihniyet, kendi iç hukukumuza ait bir meselede Batılıların isteğine göre hareket etmemizin uygun olacağını fısıldıyor bize. Doğrudan; “Hıristiyan dünyanın arzusuna göre hareket edelim!” demeseler de sözleri o kapıya çıkıyor. Hiç şüphesiz Ayasofya, kimlerin gerçek anlamda bağımsızlıktan yana olduğunu göstermesi açısından da bir turnusol kâğıdı vazîfesi görüyor.   

Ayasofya’nın ibâdete açılması sebep değil, sonuçtur. Ayasofya ibâdete açıldığı gün, biz kesinlikle daha güçlü olmayacağız. Bugün o güce sahip olduğumuz için Ayasofya aslî kimliğine kavuşuyor. Ayasofya’nın ibâdete kapatılarak müze hâline dönüştürülmesi, mağlûbiyet hukukumuzun bir sonucuydu. Yeniden Müslüman ibâdetine açılıyor olması ise artık o hukukun devrini doldurduğunun işâretidir.

Ayasofya’nın ibâdete açılmasıyla beraber manevî varlığımıza çakılmış bir paslı çivi daha yerinden sökülmüş oluyor. Merhûm Gemuhluoğlu’nun ifâdesiyle, bitmiş olan riyâ devrinin son izleri de millî varlığımızdan siliniyor. Bundan böyle hiçbir Müslüman Türk, o târihî mabedin önünden hüzünlü ve boynu bükük bir rûh hâli içinde geçmeyecek. 

Mağlûbiyet hukukumuzun sona ermesi, artık bundan sonra her istediğimizi yapabileceğimiz anlamını da taşımıyor elbet. Kendi hâkimiyet sahamız ve de kendi iç hukukumuzla alâkalı meselelerde artık tek belirleyicinin biz olacağımız anlamına geliyor.

Bundan böyle Türk devleti bağımsız bir siyâset takip edip hiçbir devleti kendi içişlerine karıştırmayacaktır. Batı dünyası da kendi iç hukukumuzla ilgili bir meselede bize ayar çekmeye kalkışamayacaktır. Yetmişli yılların ilk yarısında yaşandığı gibi kendi gençliğini uyuşturucu belâsından kurtarabilmek adına ülkemizdeki haşhaş ekimini yasaklatmaya kalkmayacak, bu uğurda türlü tehdîtler savuramayacaktır.

İktidârın elinde başka koz kalmadığı, gelecek seçimleri garantileyebilmek adına bu hamleyi yaptığı söylemi, üzerinde konuşulmayı dahi hak etmeyecek kadar çürük bir iddiadır. Bu, bir devlet kararı olup hükümetler üzeri bir tasarruftur.  Ayasofya öylesine devâsâ bir meseledir ki, bu tür ucuz hesapların gölgesi dahi ona yaklaşamaz. Nitekim bugüne değin hiçbir hükümet, devletler üstü olan bu meseleyi iç siyâset malzemesi olarak kullanmaya kalkışmamış, buna niyet etse bile teşebbüs edememiştir. Eğer Türk Devleti bugün yeterince güçlü olmasaydı, Ayasofya kesinlikle açılamazdı. Zîrâ yeterince güçlenmeden Ayasofya’yı açmaya kalkmak, hükümetlerin sonunu getirirdi. 

Lozan’ın 97. yıldönümüne müsâdif olan önümüzdeki cuma günü Ayasofya imânlı yüreklere sinesini açıyor. Açılış için 24 Temmuz’un seçilmiş olması kesinlikle tesâdüf değildir. Zâten devlet hayatında tesâdüflere de yer yoktur. Türk Devleti, özellikle bu günü seçerek Lozan’ı tanımadığını bütün dünyaya ilân etmiştir. Türk ordusunun Suriye ve Libya’da gerçekleştirdiği operasyonlar ve Türk donanmasının Akdeniz’deki gövde gösterisi de dikkate alındığında önümüzdeki günlerin daha nice güzel ve aydınlık gelişmeye gebe olduğu görülür. Ayasofya’nın ibâdete açılması bütün bu gelişmelerle beraber ele alındığında, Lozan’ın ilerleyen zamanda masaya yatırılacağı ve hattâ bunun bizden evvel rakiplerimiz tarafından gündeme getirileceği hiçte uzak bir ihtimâl değildir.

Ayasofya ibâdete açılırken ricâl-i devletten bir ricâmız olacak: Bugünkü Reîs’ül Kurrâ Hafız Ahmet Arslanlar Hocaefendi, yaşı itibâriyle (110 yaşında) Ayasofya’nın câmi olduğu günleri hatırlayan aramızdaki nâdir şahsiyetlerden birisidir. Şu an bulunduğu makam ise kendisini bu açıdan daha da nâdîde ve emsâlsiz kılmaktadır. Ayrıca ecdâdımız Osmanlı’nın da bize bir yâdigârıdır. Ayasofya’nın açılacağı gün, merâsim esnâsında açılış duasını kendisinin yapması, hattâ mümkünse namazı kendisinin kıldırması pek yerinde ve anlamlı olacaktır. Allah’ın izniyle o gün Sultanahmet Meydanı târihindeki en kalabalık ve çoşkulu güne şâhitlik edecek. Büyük milletin imânlı evlâtları coşkun bir sel gibi oraya akacak. Cenâb-ı Hakk’ın izn ü inâyet ve lûtf u keremiyle biz de o gün, bu târihî hâdiseye şâhitlik etmek üzere orada olacağız. Seksen beş yıl aradan sonra, İstanbul semâlarının Ayasofya’dan yükselen tekbirlerle inlediğini görecek, fatihâların gözyaşlarıyla bereketlenen sıcaklığını rûhumuzun derinliklerinde hissedeceğiz. Sona eren mağlûbiyet hukukumuzun tescîllendiğine dünya gözüyle şâhitlik edeceğiz.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir